Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. CANHIRAŞ

@diaryofanas

çağan şengül/emre aydın, yansın

 

 

Bir insanın kalbi ne kadar kırılabilirdi? Kırıklar kalbimin sağlam yerlerine de batıyor oraları kanatarak canımın daha çok yanmasına neden oluyordu.

 

Ne yapılması gerekiyordu? Ne denmesi gerekiyordu? Tepkim ne olmalıydı? Hiçbir şey yapmadan, göz bile kırpmadan yüzüne baktım.

 

Tepkisizdim. İçimde fırtınalar kopuyordu, yağmurlar durulmuyordu, volkanlar delirmişçesine kalbimi yakıyordu ama yüzüm duvardan farksızdı.

 

“Mirza,” dedi Gülcan şaşkınlıkla. Sesi fısıltı gibi çıkmıştı. Gözleri endişeyle bana döndüğünde gözlerimi kırpmadan ona bakmaya devam ettim.

 

İsmi içimdeki korkuyu büyütüp uzun pençelerini boğazıma geçirdiğinde akan sıcak kan göğsüme ulaştı. Patlamaya devam eden volkanlarla birleşen sıcak kan göğsümü deldi, beni mahvetti.

 

“neden geldin?” bakışları ablasına döndü. Ablası endişeyle beni izliyordu.

 

Derin bir nefes aldı, o geceden önce bakmasını sevdiğim karamel rengi gözlerine bakarken bu kez korkuyu hissettim. Karamelden artık nefret ettiğimi hissederken O derin bir nefes aldı.

 

Omuzları çökmüştü, üstünde o geceki kıyafetler vardı. O iyileşmemişti, ilaçlarını almış mıydı? Umurumda bile değildi. İsterse sakat bile kalabilirdi.

 

“Eşim ya kendisi Gülcan. Görmem yasak mı?” Gülcan sinirle ona baktı. Oturduğu yerden kalkarken sırtını bana döndü ve görüş açımı kapattı.

 

“Elmas şu an çoğu şeyi hatırlamıyor ama o geceyi hatırlıyor. Ve işin ironik kısmı ne biliyor musun?” öfkeyle ona bir adım daha yaklaştı ve işaret parmağıyla onu omzundan itekledi. “Senin ismini duyunca kız korkudan irkiliyor! O gece kıza ne yaşattın bilmiyorum ama bu saatten sonra ona eşim deme hakkını kendinde göremezsin.” yüzünü bana çevirdi ve eliyle beni işaret etti. “Baksana haline. Kızın hâline bir bak. Hangi kadın hangi insan bu hale gelmeyi hak eder? Ne yapmış olursa olsun insancıl bir şekilde konuşup çözebilirdiniz.” Onu yalnız başına kapıda bırakıp bana doğru yaklaştı. Bedenim istemsiz olarak kendini yine geri çektiğinde Gülcan durup bana baktı, yeniden ona döndü. “Al bak. Şaheserinle gurur duy. İnsanları sevmek için sebep arayan kızdan insanlardan nefret eden kıza dönüştürdün onu.”

 

O, bana baktı. Gözlerimdeki ruhsuzluğa, yüzümdeki renksizliğe ve ruhumdaki yarığa. Onun açtığı yarık.

 

Öfkeyle solurken ellerini saçlarına geçirdi. Derin bir nefes alırken, “Sus artık. O benim karım-” cümlesini yarıda kesen Gülcan’ın hızla ona yaklaşması ve avuç içini odayı inletecek şiddette yanağına geçirmesiydi.

 

Belki onun adına üzülmem gerekiyordu ama üzülememiştim. O bana daha şiddetli vurmuştu.

 

“Karın değil o senin!” Gülcan dayanamayıp bağırdı. “İnsan karısına bunu yapmaz!”

 

O sustu. Bakışları bana döndü. Yine ifadesiz bir şekilde baktım yüzüne. Almıştı bütün hislerimi, yok etmişti duygularımı, öldürmüştü bütün yaşama isteğimi. Babamla yapmıştı. Babamın aynısı ve hatta daha fazlasıydı.

 

“Tamam yapmaz. Çok pişmanım, özür dilerim. Lütfen, ikiniz ve geriye kalan hepiniz lütfen beni affedin.” ellerini yorgunlukla çenesinin altında birleştirdi, tek dizinin üstüne çöktü, ardından öbür dizinin üstüne. “Yalvarırım abla, affedin beni. Çok aşığım ben Elmas’a.” bakışları bana döndü. Gözleri dolmuştu. “Affet beni. Ben,” ayağa kalktı. Yanıma yaklaşırken kendimi geri çektim. Yaklaşmaya devam ettiğinde yataktan ayağa kalktım.

 

“Yaklaşma.” sesim beklediğimden kısık ve çatallı çıktı.

 

O, durdu. Yaklaşmadı. Gözlerinde gerçek bir pişmanlık kırıntısı gördüğümde bile ruhsuzca baktım yüzüne. Kalbim kanıyordu, görüyor muydu?

 

Aşk karşındakinin kalbini görmek değil miydi? Görmekten öte yalnızca hissetmek değil miydi?

 

Bana aşık olduğu falan yoktu. O yalnızca egosunu tatmin ediyordu. Aşkta şiddet olmazdı, aşkta kaba kuvvet olmazdı. Aşk bu değildi.

 

“Korkma benden Elmas. Lütfen. Bak sana da yalvarırım.” önümde diz çöktü. “Özür dilerim. Pişmanım, çok pişmanım.” kafasını yere eğerken hıçkırdı.

 

Ben de çok hıçkırmıştım duymuş muydu?

 

Bu hâli umurumda bile değildi. Hastaneden çıkınca yapacağım ilk şey dava açmak olacaktı ama önce hastaneden çıkmam gerekiyordu.

 

“Kalk ayağa kıza psikolojik baskı yapma. İyileşsin sonra konuşursunuz.” Gülcan yaklaşıp omuzlarından tuttu, ayağa kaldırdı. “Çık evinize git şimdi. Yemek söyle dışarıdan ya da anneme söyle annemlere gidelim.” bana döndü. “Annemlere gitmek ister misin? Ya da bana?” tepki vermeden yüzüne bakarken o bana üzülerek baktı.

 

Ben de çok üzülmüştüm, görmüş müydü?

 

“Annemlere gidiyoruz. Sen ve Elmas bir süre aynı evde tek başınıza bulunmayın.” onu dışarı çıkarıp kapıyı kapattı ve bana yeniden döndü. “Kuzum konuşmayacak mısın? Tamam konuşma ama bir tepki verir misin en azından?” Düz bir şekilde suratına bakarken derin bir nefes aldı. “Olanlarıa hatırlıyor musun? Ya da geçmişini?”

 

Tepki vermemiştim ama o anlamıştı. Nasıl anlamıştı bilmiyordum ama gözlerindeki üzüntünün yanına çaresizlik eklendi.

 

Sadece bir saat sonra kendimi Agâh Bey’in evinde, salonda otururken bulmuştum. Her şey bana o kadar yabancı, o kadar uzaktı ki kendimi o andan silmek istedim. Buraya ait değildim, ben Elmas Arıcı’ydım.

 

Kurtulduğumu düşünmem bile büyük bir hataydı değil mi? Ben hiçbir zaman kurtulamayacaktım ve benim kaderimde bu vardı. Şiddet.

 

Altı harfi iki hecesi olan tek bir kelime bütün hayatımı mahvediyordu ve ben sadece izliyordum. Şiddete direniş, kıyameti getirirdi. Kıyamet ölümleri getirirdi, ben ölmeye mahkumdum.

 

Ben bir tutsaktım, şiddete tutsaktım. Ya ölecektim ya da öldüreceklerdi benin başka bir çıkış yolum yoktu.

 

Salonda dizlerimi kendime çekmiş kollarımı bacaklarıma sarmış bir şekilde televizyonda açık olan bir diziyi izliyordum. Kız ve erkek anlaşmalı bir evlilik yapmışlardı. Kız, hiçbir şeyi umursamadan adamın şirketi için çabalıyordu. Adama, insanları gerçeği söyle beni seni paranı yemekten başka bir şey yapmıyormuşum gibi davranıyorlar, diyordu. Adam da, haksız olduklarını söyleyebilir misin, diyordu.

 

Kırıcıydı. İnsanların bu kadar nankör olması, onlar için canlarını verebilecek insanlara bu şekilde davranmaları.

 

Omzuma dokunan parmaklar hissettiğimde yerimde sıçradım ve hızlıca ayağa kalkıp ellerimi yüzüme siper ettim. Kapattığımı fark etmediğim gözlerimi yavaşça aralarken gelenin Gülcan olduğunu gördüm. Rahat bir nefes alırken, “Sakin ol güzelim, sadece yemeğin hazır olduğunu söyleyecektim.” dedi.

 

Ellerimi yüzümden çekip üstümdeki siyah hırkanın ceplerine soktum. Gülcan yüzüme bakmaya devam ederken arkamı döndüm, yemek salonuna doğru ilerledim.

 

Herkes oradaydı. Agâh Bey, Tomris Hanım, Hazal, Nilay, Rıfat, Mete ve Mihri hatta Çağlar abi bile buradaydı. Ne zaman gelmişti bilmiyordum ancak buradaydı, ailesinin evinde. Eşinin ailesinin evinde.

 

Mihri beni görünce babasının kucağından inip yanıma doğru gelmeye başladı. Ellerimi ceplerimden çıkarıp yere doğru eğilirken Mihrimah herkesin içini ısıtacak bir kahkaha attı ve kollarını açarak minnak bedenini üstüme doğru bıraktı.

 

Kollarını boynuma sararken, “Ema!” diye bağırdı. Dudaklarım yana doğru kıvrılmak için titrediğinde kalbim, buna izin vermeden gülümsememin önüne set çekti.

 

“Gülcan nerede ya? Kızımızın üvey olduğunu ona açıklamam gerekiyor.” Çağlar abi ayağa kalkıp bana doğru yaklaşmaya başladığında Mete oturduğu sandalyeden ayağa kalktı, “Baba ben de çok seviyorum Elmas’ı.” dedi.

 

Koşarak yanıma ulaşıp önümde durdu ve bacaklarıma sarıldığında kafası tam olarak karnıma denk geliyordu. Mihrimah’ın pembe çoraplı ayakları Mete’nin kafasını okşarken Mete alttan bana baktı ve sırıttı. Kalan herkes beni ürkütmemek adına kendi arasında sohbet ediyordu.

 

Çağlar abi şaşkınlıkla çocuklara bakarken, “Ulan beni bu kadar sevmediniz.” diye yakındı. Mihrimah babasına dönüp dil çıkardı ve kafasını omzuma yasladı. “Bak sen şuna bak.” Çağlar abi bana yaklaşmaya başladığında kulaklarım uğuldamaya başladı.

 

Kulaklarımda o adamın sesi yankılanmayı başardı, korkuyla etrafıma bakmaya başladığımda Hazal ayağa kalktı. Merakla bana bakarken dudakları oynadı ancak ses yoktu. Duyduğum tek ses o adamın sesiydi. Babamın..

 

Çağlar abi Mihrimah’ı kucağına alırken tökezlediğimi hissettim. Sırtım arkamdaki duvara çarptığında ellerimi kulaklarıma bastırdım ama susmuyordu. Neden her yerdeydi? Neden beni rahat bırakmıyordu?

 

Çığlık atmak istedim çünkü korkuyordum. O yine buradaydı ve ben artık dayanamıyordum. Gelmemeliydi neden geliyordu?

 

Korkunç kahkaha sesini duyduğumda yanaklarımı ıslatan yaşları hissettim kafamı iki yana sallarken vücudum titriyordu.

 

Omzumda eller hissettiğimde sol tarafa kayıp ellerden kurtuldum. Bana dokunmamalıydı. O adam bana artık dokunmamalıydı. O buradaydı. Buradaydı ve beni öldürecekti.

 

Herkes onu tanıyordu, herkes onu tanımasına rağmen onu burada tutuyordu. Beni öldüreceğini bilmelerine rağmen onu burada tutuyorlardı. Herkes beni öldürmek istiyordu.

 

Kulaklarıma bu kez hıçkırık sesleri doldu. O adamın sesinin yanında küçük bir çocuğun hıçkırık sesleri vardı. O adamın sesinin yanında genç bir kızın korku dolu bağırışları vardı. Ve o adamın sesinin yanında genç bir kadının sessiz savaşları vardı. Onlar bendim.

 

Benim hıçkırıklarımdı, benim bağırışlarımdı, benim sessiz savaşlarımdı. Şimdi ağlayan kimdi? Duyduğum hıçkırıklar kime aitti?

 

Biri bağırdı, kafamı kaldırdığımda o adamın yüzü her yerdeydi. Hızlıca ayağa kalkıp yemek masasına ulaştım, keskin bıçaklardan birini elime alırken herkes korkuyla, “Elmas!” diye bağırdı. O adam neredeydi?

 

Başım dönüyordu. Görüntü sürekli değişiyordu ama ses hep aynıydı. O adamın sesi hiç gitmiyordu. Dudaklarım arasından ardı ardına hıçkırıklar çıkarken elimdeki bıçağın titrediğini hissettim. Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde yine o adam vardı. “Yeter.” hıçkırırken kafamı iki yana salladım.

 

Yer titriyordu, elim titriyordu, vücudum titriyordu. Bu çile bitmeliydi, beni öldürmek istiyorsa öldürmeliydi.

 

“Elmas bana bak.” birinin sesi doldu kulaklarıma, kim olduğunu kestiremedim. Bıçağı önüme doğru tutup derin nefesler alırken, “Yaklaşma!” diye bağırdım.

 

Gözyaşlarım yanaklarımı yeniden ıslatmaya başladığında göğüs kafesine içine aldığı oksijeni reddetmeye başladı. Kendimi havasız bir odada kilitli kalmış gibi hissederken gözüm kararmaya başladı. “Elmas sakin ol. Biziz. Bizden başka kimse yok.” kimdi? O vardı. Buradaydı. Görmüştüm.

 

Zihnimin içinde bir gülüş daha belirdiğinde elimdeki bıçağı kalbime yasladım. Ucu üstümdeki hırkanın kumaşını zorlarken kafamı iki yana sallamaya devam ettim. “O burada. Öldürecek beni.” sesim kısıktı. Ağladığım için çatallıydı.

 

Canım yanıyordu ve ben artık yaşamak istemiyordum. Yaşamaya dair bir umudum yoktu. Yorulmuştum. Bana da yazıktı, bana da yazık olmalıydı.

 

Nefes alamadığımı hissettiğimde gözlerim iyice kararıyordu ve ben artık ayakta duramıyordum. Tökezlediğimde birileri belimden tuttu. Elimdeki bıçak çekip alınırken gözlerim kapandı.

 

Kendimi elektrik akımına kapılmış gibi titrerken bulunca gülümsedim. Sanırım ölüyordum ve bu çok huzurlu hissettiriyordu.

 

~~~

 

“Tedavi olması gerekiyor baba. Bu şekilde olmaz.” (gülcan)

 

“Hakaret eder gibi sen hastasın diyerek onu iyileştiremezsiniz. Kendisi iyileşmeyi seçmeli.” (agâh bey)

 

“Babiş psikolojisi bozuk hangi insan gidip ben tedavi olmak istiyorum hastayım der ki? Hiçbiri demez.” (hazal)

 

(anlaşılmaz diye açıklıyorum 🥰)

 

“Elmas öyle bir kız değil. Gerçekten yaşamak istiyor ve tedavi olmayı kabul edecek.”

 

“Edecek baba etmesine de Mirza bu saatten sonra ondan ayrılmaz. Olay bir kıskançlık yüzünden olmuş. Keza geçirdikleri kaza da kıskançlık yüzünden olmuş.” (g)

 

“Mirza'nın da tedavisini tamamlaması gerekiyor. Öfke problemi diz boyu yine.”

 

“Babacığım sorun da Mirza'nın iyiyim diyerek tedaviyi reddetmesi değil mi?” (n)

 

“Eşek gibi kabul edecek. Elmas bir süre ondan ayrılmasa iyi olur. Ayrılırsa onu koruyamam.”

 

Uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken duyduğum şeyler bana rüya gibi gelirken yavaşça gözlerimi araladım. Gözlerimi açar açmaz gördüğüm kırmızı oda, bas bas Nilay’ın odasında olduğumu söylerken etrafımda kimsenin olmaması içimi rahatlatmıştı. Şu an hiç kimseyi istemiyordum. Mümkünse hiç kimse hiçbir zaman yanımda olmasındı.

 

Bana neler oluyordu? Senelerce babamdan şiddet görmüştüm hiçbir zaman bu kadar korkum olmamıştı. Son birkaç gündür yaşadığım şeyleri hiçbir zaman yaşamamıştım. Korkunçtu.

 

Birileri bana sadece yaklaştığında bile bu kadar korkacak mıydım? Peki ya yalnız kaldığımda? O zaman ne olacaktı, o zaman ne yapacaktım? Beni kim kurtaracaktı?

 

Derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Banyoya giderken omuzlarım çöktü. Kendimi iyi hissetmiyordum ve bunun sebebi yaşadığım şeylerdi. Ben artık yaşamak istemiyordum.

 

Banyoya girip ışığı yaktığımda aynada gördüğüm yorgun yüz bana ait değil gibiydi. Yanaklarım çökmüştü. Göz altlarım morarmayı bile geçmiş siyahlaşmaya başlamıştı. Dudaklarım çatlak ve oldukça açık bir pembeydi. Daha çok beyazı andırıyordu. Yüzümdeki beyazlık yerini sarıya bırakmış, hastalıklı bir havaya sahip olmama neden olmuştu.

 

Kendime bakmayı kesip elimi yüzümü güzelce yıkadım. Kurutmadan odaya geri döndüğümde içimde bir korku oluştu. Hâlâ o adamla aynı evin sınırları içindeydik. Ya buraya gelirse?

 

Kalbim korkuyla hızlanmaya başladığında kilitlemek üzere kapıya doğru yaklaştım ancak ben kapının kilidine dokunamadan kapı açıldı. Nefesimi tutup gelen kişiye baktığımda gelenin Agâh Bey olduğunu gördüm. Rahatça bir nefes alırken Agâh Bey içeri girdi. O girer girmez kapıyı kapatıp ardından kilitledim.

 

Agâh Bey anlayışla beni izlerken ondan uzaklaşıp Nilay’ın yatağına oturdum ve yorganı üstüme çektim. “Merhaba güzel kızım. Seninle konuşmak istediklerim var, cevap vermek istemezsen bile dinler misin?”

 

Nilay’ın makyaj masasının yanındaki sandalyeyi yatağın ayak ucuna doğru çekti ve oturup sırtını arkaya yasladı. İlgiyle ve merakla yüzüme bakarken derin bir nefes aldım. “Konuşalım Agâh Bey.”

 

Agâh Bey içi rahatlayarak gülümsedi. “Kendini nasıl hissediyorsun?”

 

Kaşlarımı çattım. “Nasıl hissediyor gibi görünüyorum?”

 

“Buradan bakınca çok güçlü bir genç kadın görüyorum. Babandan şiddet görerek büyüdün. Bak büyüdün, başkası olsaydı ölebilirdi. Dayanamayabilirdi ama sen bütün bunlara dayanıp bugüne geldin. Zor bir kaza atlattınız ve sen o kazadan sağ çıktın üstelik dimdik bir şekilde. O kazada bir başkası olsa ölürdü ama sen o kazayı ayakta atlattın. Üstünde duramayacağın kadar kötüydü bacağın kızım ama sen ayakta durdun. En son,” susup bakışlarını benden kaçırdığında alayla kafamı iki yana salladım.

 

“Bütün bu olanları sayarken çekinmediniz ama oğlunuzun beni ölesiye dövdüğünü söylerken çekindiniz. Üstelik kazanın oğlunuzun saçma sapan bir kıskançlığı yüzünden olduğunu da biliyorsunuz. Çekinceniz ne Agâh Bey? Bütün bunlara rağmen size saygımdan susup oturmam mı? Yoksa beni kurtaracağınızı söylediğiniz hayattan daha berbat bir hayata sürüklemek mi?” nefesim kesilmişti. Uzun zamandır bu kadar uzun bir cümle kurmamıştım.

 

Gözleri benim mavi gözlerimle buluştuğunda haklı olduğumu biliyordum.

 

“Söylediğin her kelimenin arkasındayım Elmas. Buraya oğlumu haklı çıkarmak için de gelmedim. Yalnızca seni korumak istiyorum. Bunun için de yanında olmama izin vermelisin.”

 

Gözlerimi kapattım. “Beni oğlunuzdan korusanız bile oğlunuzun bende açtığı yeni yaralardan koruyabilir misiniz? Zira az önce olanlar onun eseri. Kemdisiyle gurur duyabilir.” gözlerim dolduğunda gözlerimi araladım. Dudaklarım titrerken Agâh Bey’in karamel rengindeki gözleri doldu.

 

“Onu engelleyemediğim ve seni ilk günden uyarmadığım için çok üzgünüm. Üzgün olmam bir şeyi değiştirmiyor biliyorum ancak bu saatten sonra olacak şeyleri değiştirebilir.” yavaşça ayağa kalkarken, “Yanına oturabilir miyim?” diye sordu.

 

Kendimi sakinleştirmeye çalışarak yana doğru kaydığımda Agâh Bey yatağın kenarına, benden mümkün olacak en uzak noktaya oturdu.

 

“Mümkün olduğunca evden uzak kal. Ben konuşacağım oğlumla, bir süre sizi burada tutacağım. Mümkün olduğunca şirkette ona işler vereceğim hatta şehir dışındaki şubelere yollayacağım. Sana da bir iş buldum. Edebiyat öğretmenliği yapmak ister misin?” telefonunu cebinden çıkardı ve birkaç şey yaparak elime verdi. “Florya koleji. 1998’den beri faaliyette ve sahibi yakın bir dostumdur. Öğretmenlerinden bir tanesi kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiş, edebiyat öğretmenine ihtiyaçları varmış. Eğer istersen hemen pazartesi günü seni okula götürürüm. Müdürle, idare kısmıyla tanışırsın. Şartları konuşursunuz ve eğer uygun bulursan başlarsın.”

 

Elime verdiği telefonda okulun resimleri vardı. Güzel bir okula benziyordu. Birkaç tane de video vardı. Videolardan birine tıkladığımda bilişim teknolojileri hakkında bir çalışma olduğunu gördüm. Küçük sınıflarda okuyan öğrencilerin videosuydu.

 

“Olur Agâh Bey, gider konuşurum. Okul kapanınca da yollarımızı ayırırız. Size olan maddi borcumun hep-” lafımı yarıda keserek elini kaldırdı ve konuşmaya başladı.

 

“Bana herhangi bir borcun yok kızım. Oğlum sana olanları anlattı zaten, ben bunları herhangi bir vicdan azabından dolayı yapmadım. Ben seni dördüncü kızım gibi görüyorum. Oğlumdan ayrıldıktan sonra benimle görüşmeye devam etmen beni çok mutlu eder ve kâfidir.”

 

Gözlerimin dolduğunu hissettiğimde ama aslında dolan bir şey olmadığında yutkundum. Agâh Bey’in karamel rengi gözlerine bakarak, “Agâh Bey,” dedim. Sesim hâlâ kısıktı.

 

“Söyle güzel kızım.” dedi yanımdan kalkıp yere doğru eğilirken. Dizlerini yere yaslayıp ellerini yatağa yasladı ve yüzüme bakıp gülümsedi.

 

“İyi ki varsınız.” telefonunu eline uzatıp yatakta kaydım. “Birisi sorarsa uyuduğumu söyler misiniz? Hiç kimseyle konuşmak, görüşmek ya da iletişim kurmak istemiyorum.”

 

Kafasını sallarken ayağa kalktı. İnce yorganı üstüme çekerken Agâh Bey kapıyı açtı, “Güzelce dinlen enerji topla güzel kızım. Çok işimiz var seninle.” gülümseyip odadan çıktı ve ardından kapıyı kapattı.

 

Kapının kapanmasına kalmadan tekrar açıldığında gözlerimi kapattım. Gerçekten kimseyle konuşmak istemiyordum.

 

“Niloş biz ne diyeceğiz bu kıza ya?” Hazal’ın endişeli sesini duyduğumda içimde hissettiğim özlem duygusu hiç adil değildi. Beni umursamamışlardı, onları özlememem gerekiyordu.

 

“Sakin ol uyuyorsa uyandırmayalım. Eğer dinlemek isterse,” derin bir nefes aldı. “hatalıyız Hazal. Bizi affetmezse bile haklı olur. Affederse bile kendimi kötü hissederim çünkü biz onu kalabalıklar içinde yalnız bıraktık. Mahrum şekilde büyüdüğü aile sevgisini ona verir gibi yapıp birden elimizi eteğimizi üstünden çektik.”

 

Hazal’ın yutkunuşunu duyduğumda kendimi daha kötü hissettim. Kapalı gözlerimin ardında çocukluğum vardı. Çocukluğumun yanında ergenliğim ve gençliğim. İnsanlar gelip geçiyordu, görüntüler hep değişiyordu ama tek bir şey aynıydı. Yalnızlığım.

 

“Tamam Niloş sus daha kötü hissediyorum kendimi.” Hazal’ın adım seslerini duyduğumda ve yanıma oturduğunda bedenimi sebepsiz bir gerilme kapladı. “Elmas? Kuzum uyuyor musun?”

 

Uyumadığımı biliyordu. Az önce babası odadan çıkmıştı, çıktığını görmüştü.

 

Yatağın öbür tarafı da çöktüğünde Nilay’ın kirazlı el kreminin kokusunu hissettim. Yumuşak elleri yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdığında içimdeki kendimi koruma arzusu gün yüzüne çıktı.

 

İstemsizce irkilip doğruldum ve kollarımı kendime dolayarak ikisinden de uzaklaştım. Kimse bana dokunmasındı.

 

Derin derin nefesler alırken Nilay dolu gözleriyle yüzüme baktı. “Bir şey yok kuzum, benim sadece.”

 

Pişmanlıkla elini kucağına bıraktığında kollarımı kendimden uzaklaştırdım, başparmaklarım birbirine değecek şekilde ellerimi kucağımda birleştirdim. Gözlerimi kucağıma indirdiğimde Hazal, “Nasılsın?” diye sordu. Kafamı kaldırıp yüzüne bakarken yutkundu. Gözlerimdeki ifade nasıl bir ifadeydi bilmiyordum ancak onun gözlerini pişmanlık kaplamıştı. “Ablam bazı şeyleri hatırlamadığını söyledi. Doğru mu?”

 

Yüzüne tepkisiz bir şekilde bakmaya devam ederken Nilay boğazını temizledi. “Şu an bunları konuşmanın sırası değil. Biz senden af dilemeye geldik canım benim.”

 

“Af?” dedim yalnızca sorgularcasına. “Neden?” aslında konuşmak gibi bir planım yoktu ancak merak etmiştim. Ne için af diliyorlardı? Affetmemi istedikleri neydi?

 

Nilay derin bir nefes aldı. Ellerini uzatıp ellerimi tutmak istediğinde, “Tutabilir miyim?” diye sordu. Hiçbir şey demediğimde ellerini geri çekti. “Biz özür dileriz Elmas. Kazada ve kazadan sonra seni tamamen yalnız bıraktık. Acının büyüğü küçüğü olmaz elbette ama o gün Mirza öyle ameliyattan ameliyata girerken sen ayakta durunca biz Mirza için çok endişelendik. Sonrasında seninle ilgilenmek istedik ancak-”

 

“Vakit bulamadınız.” diye tamamladım cümlesini. Kafamı yukarı aşağı sallarken, “Sizinki vakit bulamamak değildi. Bunu istememekti. Hastanedeydim, yanınızda duruyordum ama hiçbiriniz dönüp iyi misin demediniz. Evdeydim, onun için geçmiş olsuna geldiğiniz zaman sizinle ilgilendim ama hiçbiriniz dönüp iyi misin demediniz. Siz sadece beni umursamadınız. Size kızmadım affedecek bir şey de yok. Bir şeyiniz değilim nasıl olsa.”

 

Hazal hıçkırırken Nilay gözlerini yumdu. Gözlerini aralayıp bana baktıktan sonra, “Hayır öyle değil Elmas-”

 

“Daha mantıklı bir mazeretiniz var mı? Yok. Konuşmanın anlamı da yok, izninizle yalnız kalmak istiyorum. Kimseyi de görmek istemiyorum, konuşmak istemiyorum, beni yalnız bırakın.” hiçbirini umursamadan yatağa geri yatıp yorganı boynuma kadar çektim ve gözlerimi kapattım.

 

“Böyle yapma ama Elmas. Özür dileriz, ben de Hazal da Gülcan da hepimiz çok pişmanız.” sesi acı dolu ve pişman çıkıyordu.

 

“Ailemizin de bir parçasısın. Ne demek bir şeyiniz değilim?” dedi Hazal titreyen sesiyle. İkisine de cevap vermedim ve gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim.

 

“Yalnız bırakalım biraz ablacım. Gel çıkalım, kafasını toplasın düşünsün taşınsın. ” Nilay ayağa kalkıp Hazal’a sseslendiğinde Hazal itiraz etti.

 

“Ama Nilay hayır. Böyle hissetmesin. Bu kadar üzülmesin bize, ben istemiyorum. Konuşalım bağırsın çağırsın ama böyle arkadaşı dönüp susmasın.” ağlamaya başladığında dudakları arasından ardı ardına hıçkırıklar dökülüyordu. “Affetsin bizi. Biz yine filmler izleyelim, alış verişe gidelim.” yatağa dokundu ve yeniden hıçkırdı. “Elmas kalk alış veriş yapalım, söz veriyorum her şeyi pembe alalım diye zorlamayacağım. Ama kalk hadi, ben bekliyorum seni.”

 

“Hazal,” dedi Nilay da ağlayarak. Burnunu çekerken hıçkırdı. “Gel hadi gidelim yapma böyle.”

 

Kendimi kötü hissettiğimde yutkundum. Kırılmıştım ama bunu bilmelerine gerek yoktu. Bir süre sonra hiçbirinin yüzünü görmeyecektim, Çakır ailesinden kimseyle bir bağım kalmayacaktı.

 

Ben bu hayata yalnız gelmiştim. Doğumumdan bu yana yalnızdım ve bir yere ait olabileceğimi düşünmek aptallıktan başka bir şey değildi. Yine de insan bir yere ait olabilmeyi istiyordu.

 

Evimde gibi hissetmek istemiyordum çünkü bir ev nasıl olurdu, hiçbir fikrim yoktu. Bizim evimizde hep soğuktu. Evimizde hep kan kokusu olurdu ya da ben vücudumdaki kan kokusunu sürekli soluyordum bilmiyordum ama hep kan kokusu vardı. Acı doluydu, canhıraş olurdu. Annemin çığlıkları, benim ağlamalarım ve o adamın küfürleri.

 

Bir insan endi seçtiği kadını öldüresiye döver miydi? O adam döverdi. Beni seçmemişti, beni dövmesi daha muhtemeldi ancak annemi dövmesi beni hep üzerdi.

 

Annemi istiyordum. Kendimi yalnız hissetmediğim tek yer annemin yanıydı çünkü annem gibiydim. İkimiz de aynı dertten muzdariptik. Tek fark benim iki adamdan şiddet görmemdi.

 

Nilay ve Hazal odadan çıktıklarında kapalı gözlerimin ardından iki damla yaş süzüldü. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve ağlamamı durdurdum. Ağlama Elmas, dedim kendi kendime. İlk yalnız kalışım değildi o hâlde neden bu kadar canım acımıştı? Ben neden kendimi yalnız değil terk edilmiş hissediyordum?

 

Sanki ben yalnızdım, bir aileye sahip oldum ve bir anda hepsi elini eteğini üstümden çekti ben dımdızlak kaldım. Bu duyguyu bana yaşatan neydi?

 

Ağlamamak için sıktığım dudaklarım titrediğinde gözlerimi araladım. Yatakta doğrulup ellerimi yüzüme kapattım, dudaklarım arasından bir hıçkırık kaçtığında omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladım.

 

Yalnızdım, ağlıyordum ve elini omzuma koyup destek çıkan birisi bile yoktu. Benim kendim dışında kimsem yoktu. Bununla yüzleşmek daha çok ağlamama neden oldu.

 

Ne kadar ağladığım hakkında bir fikrim yoktu. Gözlerim ağırıp ağlamaktan yanana kadar ağladım, sonrasında kafamı koyup uyudum.

 

Uyandığımda etraf karanlıktı. Sabaha karşı bir saat olmalıydı. Komidindeki dijital saate baktığımda 04.36’ydı. Tekrar uyumayı düşünmüştüm ancak uykum kaçtığından uyuyamamıştım.

 

Ayağa kalkıp yüzümü yıkadım ve odadan çıkarak mutfağa gittim. Gülcan’ın çocuklar için bıraktığı kakaolu mısır gevreğinden bir kaseye koyup üstüne süt ekledim ve salona geçtim. Televizyonda bu saatte neden yayınlandığını asla anlamadığım çizgi filmi bırakıp koltukta bağdaş kurdum. Kasemi elime alıp mısır gevreğimi yerken çizgi film izledim.

 

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim zaman diliminde ayak sesleri duydum. Bedenim hemen bir savunma mekanizması oluşturup beni gerdiğinde nefesimi tuttum. Çizgi filmin sesi ölüm sessizliğini andıran evde büyük bir gürültü oluşturuyordu.

 

“Ulan eşek sıpası yine sabahın köründe çizgi-” O’nun sesi çizgi film sesinin üstüne gelince kalbim korkuyla atmaya başladı. Az önce fazla gelen bütün sesler sustu, kalbimin gümbürtüsü bütün odayı hatta belki bütün evi kapladı.

 

Vücudumdaki gerginlik elle tutulur cinsten olunca yutkundum. Kriz geçirmek istemiyordum ama kulaklarımda uğuldamalar vardı. Kalbimin sesi uğuldamalara eşlik ediyordu ve ellerim titremeye başlıyordu.

 

O kaşlarını çatarak bana bakarken elini uzatıp asma tavanın ışıklarını yaktı. Odayı loş bir kapladığında yüzünü gördüm, görmek kendimi o güne ışınladı. Kulaklarıma dolan ağlamalarım, acı dolu inlemelerim ve onun babama benzeyen bağırışları.

 

Bir kez daha yutkunduğumda, “Elmas?” dedi sorarcasına. Titremeye başladığımı hissettiğimde derin bir nefes aldım. “Neden uyumadın?”

 

Gözlerim kaymaya başlıyordu. Hayır kriz geçirmemem gerekiyordu. Bayılmamalıydım, sakin olmam gerekiyordu. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve televizyona çevirdim. Çizgi film reklama girmişti.

 

“Konuşmayacak mısın benimle?” diye sordu üzgün bir sesle. İnanma, dedi iç sesim. İnanma Elmas yine zarar verecek, diye devam etti. “Yüzüme bakar mısın?”

 

Bakmadım. Bakmayacaktım, bakarsam zarar verirdi.

 

“Hadi Elmas. Hadi karıcığım.” adım seslerini işittiğimde yutkundum. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp geri açtığımda O önümdeydi. Dizlerinin üstüne çökmüş, elini bana doğru uzatmıştı. Elini görür görmez hızla ayağa kalktım. Kucağımdaki kase yere düştüğünde kırıldı ve ben küçük bir kırığın üstüne bastım.

 

Canımın acıdığını hissettim ancak umursamadım. Kalbimin acısı daha büyüktü, bu bir şey değildi.

 

“Güzelim kendi evimize gideceğiz birazdan, benimle hiç iletişim kurmayacak mısın zannediyorsun?” dedi sakince. Tepki vermemeyi bir kenara bırakıp kafamı iki yana salladım.

 

Ayağa kalktı, üzerime doğru yürümeye başladı. Arkaya doğru kaçarken zihnim bir kaset gibi sürekli o anı gözlerimin önüne getiriyordu. Mahvoluyordum belki de ölüyordum ancak gözlerimin önündeki son sahne, onun bana vurduğu sahneydi. Beni odaya fırlatması ve kapıyı üstüme kilitlemesi, vücudumun kendisi kaybetmesi...

 

Gözlerimin kaydığını hissettiğimde dizlerimin bağı çözüldü. Karanlık bana kucak açarken kulaklarım uğuldadı. Son duyduğum şey ismimin endişeli bir şekilde söylendiğiydi.

 

^^^

 

Hayatımdaki alâkalı alâkasız herkesi gördüğüm saçma sapan bir rüyadan düşme hissiyle uyandım ve uyandığım gibi doğruldum.

 

Hızla çarpan kalbim nefes nefese kalmama neden oldu. Göğsüm hızla inip kalkarken ellerimi terleyen şakaklarıma götürdüm, oradaki saçlarımı parmaklarımla karıştırdım ve gözlerimi kapatıp sakin sakin nefes aldım.

 

Korkunç şeyler oluyordu ve ben artık uyurken bile güvende hissetmiyordum.

 

Kapının açılma sesini duyduğumda gözlerimi araladım ve gelene baktım. Aklıma gelen şeyle kaşlarımı çatıp etrafıma baktım. Ben en son Agâh Bey’in evinin salonundaydım. Ne ara O’nunla evimizdeki yatak odamıza gelmiştim?

 

Gözlerimi bir kez daha kapatıp olanları düşündüm. Yanlış mı hatırlıyordum? Hayır en son Agâh Bey’in evindeydim, kendi evinize hiç gelmemiştim. Kaşlarımı mümkünmüş gibi daha çok çattım. Neler oluyordu?

 

“Karıcığım!” diye şakıyan bir ses duyduğumda irkildim. “Sabahtan beri uyanmanı bekliyorum ama. Hani birlikte kahvaltıya gidecektik?”

 

Ben hâlâ rüyada mıydım? Bütün olanlar aslında olmamış mıydı?

 

Gözlerimi aralayıp odaya baktım, her şey yerli yerindeydi. Dağınık bir şey yoktu. Üstümdeki yorganı atıp ayağa kalktığımda üstüme baktım, üstümde sarı pijama takımım vardı. Yutkundum. Neler oluyordu?

 

“Elmas ne oldu güzelim?” sesi tetiklenmeme neden oluyordu. Korkuyordum.

 

Hızlıca, onu umursamadan odadan çıktım ve içeriye baktım. Çantam neredeydi? Çantamdan dökülen eşyalarım, koltukların yastıkları? Hepsi neredeydi?

 

Elimi alnıma götürüp gözlerimi kapattım. Derin bir nefes alırken kendimi sorguladım. Kafayı yemiş olabilir miydim?

 

O, yanıma yaklaşıp bileklerimi tuttuğunda titrediğimi hissettim. Bayılacak gibi hissederken, “Telefon, telefonum nerede?” diye sordum.

 

“Elmas neler oluyor? Neden bu kadar endişelisin?” dedi. Gözlerimi açıp yüzüne baktım. Samimi gibi görünüyordu ama yaşadıklarım anlamlı şeyler değildi.

 

“Üstümü kim değiştirdi?” diye sordum bu kez de.

 

“Sen dün gece değiştirdin ya güzelim? Akşam duş aldın, duş aldıktan sonra üstünü değiştirip uyudun. Annemlerdeydik eve yorgun geldik.”

 

Kafamı salladım. “Peki bu ev niye düzgün?” sorduğum sorunun mantıksızlığı kendimi tokatlama isteğimi arttırdı.

 

O, kaşlarını çattı. Dudaklarını ıslatırken derin bir nefes aldı. “Çünkü dağınıklık seni rahatsız ediyor.”

 

Etmiyordu. Dağınıklık beni rahatsız etmezdi. Ben dağınık bir insandım, zihnim dağınıktı. Kalbim dağınıktı. Yalnızca paketli şeyleri dizmeyi severdim.

 

“Bırak beni.” diyerek bileklerimi ondan kurtardım. “Telefonum nerede?”

 

Derin bir nefes daha aldı. “Güzel karım benim ne olduğunu anlayamadım ama telefonun odamızda. Komidinin üstünde şarjda.”

 

Onu arkamda bırakıp odamıza girdiğimde telefonum komidinin üstünde şarjdaydı. Elime alıp açtığımda açılmadı. Kenarına basılı tuttuğumda kapalıydı. Neden kapalıydı? Dediği gibiyse neden kapalıydı? Neden açılmıyordu? Yalnızca şarjı bitmiş olsaydı açılması gerekmez miydi?

 

Telefon korkuyla elimden kaydığında komidine düştü. Telefonun düşme sesiyle birlikte kapının kapanma sesi kulaklarıma doldu ve ardından kilit sesi.

 

Ellerim korkudan titremeye başladığında ses bir şekilde yutkundum. Kâbus değildi. Gerçekti ve ben asıl kâbus şimdi başlıyor gibi hissediyordum.

 

“Bu eve geleceğimizi ve yalnız kalacağımızı söylemiştim güzel karım.” üstüme yürümeye başladığında ayağa kalktım.

 

Ondan kaçarken cama ulaştım, balkonun kapısını açmaya çalışırken bu odadaki balkonun kapısının bozuk olduğu aklıma geldi. Kendi kendime içimden küfür ederken ellerim titremeye başladı.

 

Tarih tekerrür mü edecekti?

 

“Benden bu kadar korkuyor musun?” dedi üzgün bir sesle. Üstüme yürümeye devam ederken kafamı iki yana salladım.

 

“Ne yapacaksın bana?” sesim titriyordu, korkuyordum.

 

“Korkma benden ama, bir şey yapmayacağım.” neden üstüme yürüyordu? Bir şey olacaktı. Yanıma ulaştığında sırtımı dikleştirebildiğim kadar dikleştirdim. Ellerim perdenin üstünden cama yaslıyken gözlerimi kapatıp bana yapacağı şeyi bekledim.

 

Elleri ellerimi bulduğunda gözlerimden aynı anda yaşlar akmaya başladu. “Bırak beni, lütfen bir şey yapma.” sesim hâlâ titriyordu, vücudum titriyordu. Elimin altındaki perdeyi sıkıp destek almaya çalışırken Mirza uzanıp bileklerimi nazik bir biçimde tuttu. İki elinin arasındaki ince bileklerim onun kocaman ellerinin arasında bile titrerken uzanıp bileklerimi öptü.

 

Şaşkınlık, korku bütün duygular beni ele geçiririrken vücudum titremeye devam ediyordu. “Korkma Elmas vurmayacağım, öpüyorum yalnızca.” Ellerimi uzatıp belimin arkasında bıraktı, tek eliyle sabitledi ve öbür eliyle titreyen çenemi tuttu. “Yüzüme bakar mısın?”

 

Bakmadım. Bakmayacaktım. Korkuyordum ve korkum bedenimi ele geçiriyordu. Kendimi ölecek gibi hissetmem normal miydi?

 

Mirza çenemi bıraktı. Gözlerimi açacağım esnada sıcak nefesini çok yakınımda hissettim. Gözlerimden yaşlar akmaya devam ederken sıcak ve nemli dudaklarını açıkta kalan boynuma değdirdi. Tüy kadar hafif öpücüğü midemi bulandırıp bayılma hissini vücuduma ektiğinde ölmeyi diledim. “Mi-Mirza.” diyebildim sesim titrerken. Yapmamalıydı. “Öpme. Bırak.”

 

Arkamda birleştirdiği ellerimi hareket ettirmeye çalıştığımda izin vermedi, bileklerimi daha çok sıktı. Boynumdaki dudakları, oradaki varlığını belli etmek istercesine daha çok baskı uyguladığında dudaklarım arasından bir hıçkırık çıktı.

 

(bundan sonrası rahatsız edici olabilir, okumak istemeyen, rahatsız olacak olan, kendini kötü hissedecek olan okumayabilir.)

 

“Şşşt.” elini dudaklarımın üstüne kapatırken dudakları ip askılı pijama takımımın açıkta bıraktığı gerdanımda geziniyordu.

 

Dudaklarımı aralayıp elini ısırmak istediğimde elini daha çok bastırdı, bileklerimdeki elini çekip yüzüme öfkeyle baktı. “Karşı çıkma bana!”

 

Dudaklarımdaki elini çekmeden boşta olan eliyle üstümdeki ip askılı bluzun göğüs kısmını çekiştirdi. Ellerimi eline götürdüğümde gözlerimden akan yaşlar önümü görmemi engelliyordu.

 

Kendimi kötü hissediyordum bana dokunmaması gerekiyordu. Neden bana dokunuyordu?

 

Yırtılma sesiyle birlikte iki elimi de üstüme kapattım. Boğazımdan çıkan hıçkırıklar elinin altında hapsolurken tek eliyle kemerini çıkardı. Derinin metale çarpma sesini duyduğumda dizlerimdeki kuvvet git gide azalmaya başladı.

 

Dayanmam gerekiyordu. Bugün bayılamazdım, bana öylece dokunmasına izin veremezdim. Çoktan verdin, dedi iç sesim. Hayır vermemiştim ben izin vermemiştim kendimi suçlayamazdım. Suçlu ben miydim?

 

Bendim.

 

Tek eliyle iki bileğimi yeniden tuttu arkamda birleştirdi. Sert bir şekilde yüzümü cama doğru döndüğünde elini çekmek zorunda kaldı ve ben özgürce hıçkırdım. “Yalvarırım yapma. Lütfen bırak beni, dokunma bana Mirza. İstemiyorum lütfen bırak.”

 

Bileklerimi kemeriyle arkada tutturdu ve sırtım yeniden cama çarptı. Gözleri aç bir şekilde bedenimi süzerken uzandı, sütyenimin kopçasını açıp kollarını indirebildiği yere kadar indirdi.

 

Çok utanıyordum. Kendimden iğreniyordum, kendimden nefret ediyordum bedenimden nefret ediyordum. Elini değdiği her yerimden nefret ediyordum.

 

Canımın acıdığını hissettiğimde çığlık attım, “Yardım edin!” diye bağırdım. Kendimi elinden kurtarmaya çalışırken tek eliyle çenemi tuttu ve bana tokat attı. Çenemi tutarken öbür yanağıma da tokat attı.

 

Hayat adaletsizdi. Herkesin başına kötü şeyler gelirdi ama bir insanın hiç yüzü gülmez miydi? Hep acı çekmek, dünyanın adaleti miydi?

 

Bir kez daha çığlık attım. Çığlığım çocukluğumun sesiydi. Bir çığlık daha attım, altımdaki pijamayı parçaladı karşısında çamaşırımla kaldım. Bir çığlık daha attım, yalvardım, ağladım, bağırdım, yardım istedim aldığım tek karşılık bana vurması oldu.

 

“Yalvarırım yapma.” dedim sesim artık çıkmazken. Elleri, bedenimin her zerresinde gezinirken gözlerimi kapattım. Ağlıyordum, canım yanıyordu. “Yalvarırım dur yapma, istemiyorum Mirza.”

 

“Kes artık sesini! Bana itaat edeceksin! Babam parmağındaki yüzüğü taktırmak için babana milyonlar döktü."

 

Gözlerimi kapatıp yaşadığım anı unutmaya çalıştım.

 

"Bunların hiçbirini ben istemedim." dedim. Eli göğüslerimden bacaklarımın arasına gitti. Mide bulantım gittikçe arttığında bacaklarımı kapatmak istedim. Kendimden delicesine iğreniyordum, ölmek istiyordum. Tanrı'm, canımı almak için çok uygun bir zaman.

 

"Sen benim tutsağımsın Elmas Arıcı. Bu gördüğün şatafatlı ev, bu dünya, çevrendeki insanlar ve daha nicesi senin kafesin. Ve ben sana bu kafesi bile dar edeceğim." dedi. Kapatmak istediğim bacaklarımı iki eliyle tutup araladı ve iç bacaklarıma sert bir şekilde vurdu. Acıyla inledim, elleri iç çamaşırıma giderken bir kez daha çığlık attım, bir kez daha bacaklarımın içine vurdu.

 

Kalbim korkudan, midem bulantıdan ağrımaya başladığında acı dolu bir çığlığı dudaklarım arasından dışarı bıraktım ve o an, karşısında çırılçıplak kaldım.

 

Bu saatten sonra duracağı yoktu, durmazdı. Kabullenmem gerekiyordu.

 

Attığım canhıraş çığlıkların hepsi kulaklarıma doldu, gözlerimi kapatıp mutlak sonumu beklerken bacaklarımı araladı. Direnmedim.

 

Kendisi ne ara soyunmuştu hiçbir fikrim yoktu. Kasıklarımda derin bir acı hissettiğimde nefesim kesildi, direnmedim.

 

Kabullendim çünkü hayat benim için bitmişti.

 

^^^

 

Tutsak’ın en uzun, en yaralayıcı bölümüydü.

 

Bu bölüm size şebeklik yapmayacağım. Hep birlikte kederleniyoruz.

Loading...
0%