Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. KURTULUŞ

@diaryofanas

 

t.A.t.U - all the things she said

 

 

Yarını beklemek istemedim, hemen attım bölümü. Seviyorum sizi ❤

 

 

Cennet tam olarak neydi?

 

Dinsel olarak yapılan tasvirlerini dinlerken insanın içini huzur kaplıyordu. Mutlu oluyordu. Güvende hissediyordu.

 

İnsanlar bunları hissettikleri her yeri cenneti kabul edebilir miydi?

 

Bana kalırsa edebilirdi.

 

Yaşadığım hayatın cennet mi cehennem mi olduğuna karar vermek için düşünmeme dahi gerek yoktu ancak cennetin nasıl bir yer olduğunu bilmeden hayatıma cehennem demek ne kadar doğruydu, tartışılırdı.

 

Korkuyor muydum, hiç olmadığı kadar.

 

Gitmek istiyor muydum, bu hayatta hiçbir şeyi istemediğim kadar.

 

Başıma daha kötü ne gelebilir diye sormaya çekiniyordum çünkü her şey olabilirdi.

 

“Ne oldu Şahin Efendi? Bir dondun kaldın.” yabancı adam alayla gülümsediğinde babamın sağ gözü sinirden seğirdi.

 

“Bana maddi açıdan destek verecek misin?” yabancı adam bu kez gözlerini devirdi.

 

“Paraya ihtiyacın mı var?” babam göz ucuyla anneme bakıp yutkundu. Kaşlarımı çattım. Bir işler karıştırıyordu.

 

“Elbette var. Yaşadığım yere bakar mısın?” yabancı adam yine alayla güldü. Elini dudaklarının üstüne kapatıp gülüşünü gizledi.

 

“Tamam. Her ay hesabına bir milyon dolar yatırırım.”

 

Bu adamın dolar dışında parası yok muydu?

 

“Bir milyon çok değil mi?” bütün gözler bana dönünce yutkundum. “Üstelik henüz kabul ettiğimi söylediğimi hatırlamıyorum.”

 

Babam bana hâlâ öldürecekmiş gibi bakarken kocaman gülümsedim. Belki de hayatım boyunca bu kadar büyük gülümsememiştim.

 

“İsminiz neydi acaba?” adam bana baktı. Gülümsememden geleceğimi anladı. O da gülümsedi.

 

Ayağa kalkıp yanıma geldiğinde ben de ayağa kalktım. Buruşmuş elini bana uzatırken, “Agâh,” dedi ardından soyadını da ekledi. “Agâh Çakır.”

 

“Memnun oldum Agâh Bey. Ben de Elmas. Elmas Arıcı.”

 

“İsminin anlamını taşıyor gözlerin. Safir gibi parlıyor.” utanıp gözlerimi onun karamel rengi gözlerinden ayırdım.

 

“İstersen şimdi hazırlan, hemen götüreyim seni İstanbul'a.”

 

Babam heyecanla ayaklandı. “Al götür senin olsun. Çok bir parça kıyafeti de yok zaten.”

 

Annem dolu gözleriyle yüzüme bakarken yutkundum. Gözlerimi açıp kapatarak sorun olmadığını belli ettim ve elimi Agâh Bey'in elinden çektim.

 

Para karşılığında resmen satılmış olmak hoşuma gitmiyordu ama kurtulmam gerekiyordu. Annemi kurtarmam gerekiyordu. Bizim bu adamdan kurtulmamız gerekiyordu.

 

“Anne?” dedim ssessizce. Ayağa kalkıp bana yaklaştığında kollarını açtı. Gözlerimin dolmasını engelleyemeden ona sımsıkı sarıldığımda annem bana sarılamadı. Sırtımdaki yaralar yüzünden.

 

Gözyaşlarımı tutamazken annemin ellerini omuzlarımda hissettim. “Hadi gel eşyalarını hazırlayalım.”

 

Annemin sesiyle ona daha sıkı sarıldım. Benden ayrıldığında elimle yüzümü kuruladım. “Bir şey götürmene gerek yok. İstanbul'a gidince yenilerini alırız.” gözleri üstümdeki kıyafetlere takıldı.

 

Utançla kafamı eğip hafifçe salladığımda annemle birlikte odama gittik.

 

Hayat çok garipti. Henüz birkaç saat önce hayatım ellerimden kayıp giderken şimdi hayatımı yeniden inşa etme hakkına sahip oluyordum.

 

Seçtiğim yolun bana ne getireceği belirsizdi, belki her şey daha kötüye giderdi ama bana göre artık daha kötüsü yoktu.

 

Ölecek miydim? Belki de ölecektim ama burada da ölecektim. Kalmam ya da gitmemin sonucu aynı olacaksa kalmamın bir anlamı yoktu.

 

Hayat seçimlerimize göre şekillenirdi ve bazen sonuçlar değişmeyecekse seçimlerin bir önemi kalmıyordu.

 

“Anne.” dedim odaya geçtiğimizde.

 

Annem yaşlı gözleriyle bana döndü. “Efendim annem?”

 

“Seni kurtaracağım. Oğlu nasıl biri bilmiyorum ama bu adama seni kurtarmam gerekktiğini söyleyeceğim. İstanbul'da polise gidip her şeyi anlatacağım. Seni yanıma alacağım.”

 

Annem yapma dercesine gözlerime bakarken yutkundu. Yanıma yaklaşıp ellerimi tuttu ve başparmaklarıyla ellerimin tersini okşadı.

 

“Sen kendini kurtar. Kocan olacak adam ne mal bilmiyorum ama umarım iyi biridir. Ona boyun eğme, eğitimini tamamla. Bir gün,” devamını getiremedi çünkü açık olan kapıdan babam göründü.

 

Merakla annemin yarıda bıraktığı cümleyi tamamlamasını bekledim ama biliyordum, o cümle yarım kalmıştı ve bir daha tamamlanmayacaktı.

 

“Agâh Bey gidiyor. Hazır mısın?” babam kapının pervazına yaslanıp belki de hayatımda ilk defa duyduğum kibar bir ses tonuyla konuşuyordu.

 

Gözlerimi kısıp yüzüne bakarken o, yüzüme bakmamayı tercih ediyordu.

 

“Geliyorum. Kıyafet almayacağım zaten.”

 

Anneme son kez bakıp odadan ağır adımlarla çıkarken babam kapının pervazından çekildi. Yüzüme bakmamaya devam ederken o, ben çıkış kapısına yaklaşıp ayakkabılarımı ayaklarıma geçirdim.

 

Bitiyordu. Bunun adı kurtuluştu. Kurtuluyordum.

 

İçimden kurtuldum diye bağırarak ağlamak geliyordu ancak beni neyin beklediğini bilmiyor olmak beni engelliyordu.

 

“Hazır mısın Elmas?” Agâh Bey’in koyu renkli gözlerini üzerimde hissettiğimde bağcıklarımı bağlamayı bırakıp kafamı kaldırdım.

 

“Hazırım.”

 

“Uçakla götürmeyi isterdim ancak ben eski kafalı bir admım, kendi özel uçağım olsa bile güvenmem.”

 

Sorun yok derecesine kafamı sallayıp dudaklarımı ıslattım. “Ben hiçbir kıyafetimi almadım sorun olur mu?”

 

Agâh Bey gülümsedi. “Üç tane kızım var bugün onlardan idare edersin yarın ilk iş olarak seni alışverişe çıkarırız.” biraz duraksayıp üstündeki gömleğin kol kısmını hafif çekerek saate baktı. “Geç oluyor gidelim mi?”

 

Hiçbir şey demeden ve yeniden ağlamamak için anneme bakmadan dışarı çıktığımda kapıda siyah bir Jeep’le karşılaşmayı beklemiyordum.

 

Araba modelleri hakkında çok bir fikrim yoktu ancak Jeep’i bilecek kadar kültür sahibiydim.

 

“Merak etme oğlumun arabası spor araba mafya arabası gibi değil.”

 

Agâh Bey gözlerimdeki şaşkınlığını tamamen farklı yorumlamış, arabayı beğenmediğimi düşünmüştü. Oysa ben ilk defa lüks sayılabilecek bir araca binecektim ve evleneceğim adamın arabası spor arabaydı.

 

“Binmeyecek misin?” şoför arka kapıyı açtığında heyecandan hızlanan kalbimle arabaya bindim ve siyah film kaplamalı camların ardından büyüdüğüm mahalleye son kez baktım.

 

Buraya son bir kez daha gelecektim ve o zaman geliş sebebim babamın bileklerine kelepçeyi taktıktan sonra annemi yanıma almak olacaktı.

 

Agâh Bey de arabaya bindiğinde şoför arabayı çalıştırdı ve mahalleden ayrıldık.

 

Bitmişti. Bütün her şey, araba ilerledikçe geride kalıyordu ve ben kurtuluyordum.

 

İçim kurtuluşun rahatlığıyla dolduğunda ayakkabılarımı ayaklarımdan çıkarıp ayaklarımı koltuğa yerleştirdim. Son birkaç saattir içimde dolup taşan ağlama isteğini, alnımı dizlerime yaslayarak gerçekleştirirken hıçkırıklarımı tutamadım.

 

Kurtulmuştum.

 

Elmas Arıcı artık mutlu olabilecekti. Artık şiddet görmeyecektim. Artık yaptığım her şeyin hesabını vermeyecektim. Belki arkadaşlarım olurdu, olurdu değil mi? Daha önce hiç arkadaşım olmamıştı nasıl bir his olduğunu hiç öğrenememiştim ama şimdi öğrenebilirdim.

 

Hıçkırıklarım çoğalırken boğazımın kuruduğunu hissettim.

 

“İyi misin kızım?” omzumda el hissedince irkilip kafamı kaldırdım ve ellerimle yüzümü kuruladım.

 

Agâh Bey’in benimkine nazaran koyu renkli gözlerine bakarken burnumu çektim. “İyiyim. Biraz duygu yoğunluğu yaşadım sadece.”

 

Anladım dercesine kafasını salladı. Ne zaman arabanın durduğunu ve Agâh Bey'in yanıma geldiğini anlamamıştım ama bu hoşuma gitmemişti. Yalnızlığımla mutluydum. “Zordur tabii genç bir kadın olarak ailenden ayrılmak. Üstelik bir anda.”

 

Gözlerimi camdan dışarı çevirdim. “Benim için değil.” kollarımı yeniden dizlerime sardım. Sırtım koltuğa değince alt dudağımı dişlerim arasına aldım.

 

Sütyen giymemiştim ve bu şu an aklıma gelmişti.

 

Aramızda sessizlik hakim olmaya başlarken yutkundum. Bir şeyler konuşmamız gerekiyordu.

 

“Nasıl biri?” diye sordum dışarıyı izlemeye devam ederken. Yollar kayıp gidiyordu ve saat akşam üstü saatlerine geliyor olmalıydı.

 

Babam beni dövdükten sonra yirmi dört saat boyunca uyumuş muydum?

 

“Kim?”

 

“Oğlunuz. Yani beni evlendireceğiniz. Başka oğlunuz var mı bilmiyorum.”

 

Agâh Bey kıkırdadı. “Başka oğlum yok. Üç kızım tek oğlum var. En küçüğü Mirza.”

 

Kaşlarımı çatıp Agâh Bey’e döndüm. “Mirza?” dedim sorarcasına.

 

“Oğlum. Adı Mirza. İlk kızımın adı Gülcan, ikinci kızımın adı Nilay, en küçük kızımın adı Hazal ve oğlum Mirza.”

 

Anladım dercesine kafamı salladım. “Kızlarınız evli mi?”

 

“Hazal’ım hariç ikisi evli. Hatta Gülcan’ın bir kızı bir oğlu var. Nilay iki aylık gebe.” gözlerindeki sevgi içimde bir parçaya dokundu ve kalbimin yumuşadığını hissettim.

 

“Erkek torununuza kendi adınızı verdiniz mi?”

 

Dudaklarımda samimi bir gülümseme olduğunu susunca fark ettim.

 

“Ben vermedim Gülcan vermek istedi. İtiraz etsem de kabul etmedi. Agâh Mete adı.”

 

“Kız torununuzun adı ne?”

 

Dizlerimi aşağı indirip bağdaş kurdum. Midemden değişik bir ses gelince Agâh Bey'in yüzündeki gülümseme büyüdü. “Mihrimah.”

 

Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. “Hürrem’in kızı olan mı?”

 

Agâh Bey başını salladı. “Yasin en yakın restaurantun önünde durur musun? Yiyecek bir şeyler alalım.”

 

“İnecek misiniz Bey’im yoksa sağa mı çekeyim?” Agâh Bey kararı bana bırakmış gibi bana döndü.

 

Şaşkın bir şekilde yüzüne bakmaya devam ettim. “İnelim mi arabaya mı getirteyim?”

 

“Ben,” ne diyeceğimi bilemeyerek kafamı camdan dışarı çıkardım. “Restauranta gerek yok aslında bir dinlenme tesisinde tost yesek olur.”

 

“Neredeyse on saatlik yolu tek tostla mı geçireceksin Elmas?”

 

“On saat mi?” elimi aralanmış dudaklarıma kapattığımda Agâh Bey'in gözleri anlık olarak elime kaydı ve bu çok kısa sürdü.

 

Elimi dudaklarımın üstünden çekip kucağıma bıraktığımda kazağımın açıkta bıraktığı morluklarla yüzleştim.

 

Herkes bu morluklara böyle mi bakacaktı? Dünya üzerinde bunlarla yaşamak zorunda olan çok insan vardı ve hiç kimse yardım eli uzatmaya yaklaşmıyor ancak acıyormuş gibi bakmayı biliyordu.

 

Bu korkunçtu.

 

“Elmas?” daldığım dünyadan irkilerek çıktığımda Agâh Bey'in bana bakan gözleriyle karşılaştım.

 

“Ha efendim?”

 

“Ne yemek istersin? Yasin menüyü getirdi.” elindeki ince menüye bakarken midemden bir kez daha ses geldi ve elimi karnıma bastırmak zorunda kaldım. “Aç değilim ayaklarına hiç yatmayın küçük hanım mideniz beyninizle aynı fikirde değil.”

 

Utançla elimi uzatıp menüyü aldığımda Agâh Bey beni rahat bırakıp dışarıda sigara içen Yasin’in yanında durmaya başladı.

 

Menüyü incelerken hepsinin şekilleri ve isimleri bana o kadar yabancı geliyordu ki, seçebildiğim tek şey pasta yani makarnaydı.

 

“Lanet olsun ben hiçbirini bilmiyorum ki!” diye olduğum yerde sızlanırken Agâh Bey dönüp göz ucuyla bana baktı.

 

Dudaklarında mahcup bir gülümseme varken ve yüzünde bunu neden yaptığını anlamadığını belli eden bir ifade varken yanıma yaklaştı. “Yardımcı olmamı ister misin?”

 

“Çok iyi olur!” istemsiz bir şekilde bağırdığımda Agâh Bey yanıma oturup menüyü eline aldı ve yemeklerin içeriklerini, nasıl pişirildiklerini, hangi sos baharatların kullanıldığını ve hatta hangi yemeğin hangi ülkeye ait olduğunu bile teker teker, sabırla açıkladı.

 

Anladım dercesine kafamı sallarken, “O zaman bunu ve bunu istiyorum. Bir de su alabilir miyiz?” diyerek utançla mırıldandım.

 

Ondan hiçbir şey istemiyordum ama yemek yemem gerekiyordu. Uzun zamandır doğru düzgün yemek yememiştim, midemin bu yemekleri kabul edip etmeyeceğini bilmiyordum.

 

Agâh Bey Yasin’i içeri gönderip kredi kartını da verirken kendisine de yemek almasını ve bir saatlik bir mola yapacağımızı söyledi.

 

Yasin yaklaşık yarım saat sonra elinde karton paketlerle arabaya geldiğinde Agâh Bey üstünde ismi yazan paketi alıp öne geçti.

 

Beni rahat bırakmak istiyor olmalıydı ve bu kadar düşünceli olması, içimdeki küçük kız çocuğunun uyanmasına neden oluyordu.

 

Agâh Bey’in dediği gibi yaklaşık bir saatlik bir mola vermiş, karnımızı doyurmuş, paketlerimizi çöpe atıp yola koyulmuştuk.

 

Yediğim şeyler gerçekten çok lezzetliydi. Hayatımda sayısını unutacağım kadar nadir et yemiştim ve etin tadını bilmiyor olmak, üzücüydü.

 

Agâh Bey ve Yasin yemek aldığımız restaurantta ellerini yıkarken ben içeri girmek istememiştim. En yakın petrol ofisinde lavaboya girip ellerimi yıkayabilirdim ama buraya girmek istemiyordum.

 

“Eee Elmas beğendin mi yemeği? Bizim Nuriye’nin eli kadar lezzetli değil ama idare eder.”

 

Agâh Bey şaka mı yapıyordu? Bu şey inanılmaz lezzetliydi!

 

“Ben çok beğendim Agâh Bey. Gerçekten çok teşekkür ederim.”

 

Agâh Bey gülümseyip önüne döndüğünde uyku, vücudumu yavaş yavaş ele geçirmeye başladı.

 

Alnım sıcak cama yaslandığında gözlerim akıp giden yolu izlemeye koyuldu. Göz kapaklarım inatla kapanmaya başlarken daha fazla direnmedim.

 

∆∆∆

 

“Elmas?” kolumda bir el hissettiğimde hızlıca göz kapaklarımı aralayıp olduğum yerde geriye doğru sindim.

 

Korkuyla ellerimi vücuduma dolarken aldığım nefesler hızlanmaya başladı.

 

Neler oluyordu gördüklerim bir rüya mıydı? Babamın evinde miydim? Olamazdım.

 

Her şey çom çok gerçekti.

 

Ben kurtulmuştum, bu gerçekti. Gerçek olmalıydı. Kurtulmam gerekiyordu. Aynı cehenneme dönemezdim. Kaldıramazdım.

 

“Sakin ol, benim Agâh.” gözlerim korkuyla daldığı yerden ayrıldı ve başımın tepesinde dikilen Agâh Bey’e çevrildi.

 

Gerçekti. Kurtulmuştum. Artık o cehennemde değildim, babam yoktu. Annem benim için ağlamıyordu. Dayak yemiyordum. O oda yoktu, kelepçeler yoktu. Babamın tokalı deri kemeri yoktu. Odada yankılanan, tenime çarpan kemerin sesi yoktu.

 

“Sana bir şey yapmayacağım. Sakin olmanı istiyorum.” ellerini yavaş yavaş bana doğru uzatırken kollarımı sardığım ellerimi öne doğru uzatmaya başladım.

 

Titrediklerini ve hatta titreyenin ellerim değil bütün vücudum olduğunu anlamam çok kısa sürmüştü.

 

“Gel. Sana zarar vermeyeceğim.” sözlerine güvenmem istiyordum ama bu o kadar zordu ki, yapamıyordum.

 

Babamla kumar oynuyordu, ya babam buralarda bir yerdeyse? Nasıl kendimi kurtarırdım? Nasıl kaçardım?

 

“Korkma baban yok. Geride kaldı o. Geçmişin geride kaldı.” o benim geçmişimi mi biliyordu? Nereden biliyordu? Bilmemeliydi. Kimse bilmemeliydi. Geçmişim, yalnızca benim değil bütün tarihin tozlu sayfalarından silinmeliydi.

 

“Hadi gel eve girelim. Duş al, düzgün bir şekilde dinlen seni yeni ailenle tanıştırayım.” ellerim yavaş bir şekilde yumuşak ellerine dokundu. Parmakları bugüne dek hissetmediğim kadar büyük bir şefkatle ellerimi tuttu.

 

Elimi tutup beni oturduğum yerden kenara doğru çekti. Uzanıp uyumak için çıkardığım ayakkabılarımı ayaklarıma geçirmeye başladı.

 

İçimdeki korku geçmemişti ancak artık biliyordum, kurtulmuştum.

 

Agâh Bey önümde eğilmiş ayakkabılarımı ayaklarıma geçirirken ben anın gerçekliğin sorguluyor, bundan sonra neler olacağını kafamda kuruyordum.

 

“Hazır mısın?” Agâh Bey önümde ayağa kalkıp elini yeniden bana uzattı. Elini tutup oturduğum yerden ayağa kalktım ve arabadan indim.

 

Utancımdan kafamı kaldırıp geldiğimiz yere bakamıyor, konuşamıyordum.

 

“Şey ben,” ne diyeceğimi bilemeyerek elimi yavaşça Agâh Bey’in elinden çektim. İki elimi birleştirip suç işlemişim gibi önümde tutarken, “az önce olanlar yüzünden özür dilerim. Hoş şeyler yaşamadığımı tahmin edebiliyorsunuzdur. Aniden uyanınca ve-”

 

“Açıklama yapmana gerek yok kızım. Geldiğin hayatı gördüm, asıl sana yaklaşamıma tepki vermemen seni yargılamama neden olurdu.”

 

Önümüzdeki toprak yolda yerler deniz kenarındaki renkli taşlarla bezenmişti ama üstünde ince bir cam tabaka vardı. Plastik de olabilirdi emin değildim ancak cam gibi duruyordu. Sol tarafta siyah korkuluklar vardı ve arka tarafta etrafı camlarla çevrili büyük bir sera vardı. Seranın hemen aşağısında bir çocuk parkı görünüyordu. Sanırım Agâh Bey torunlarını beklediğimden çok seviyordu. Sağ tarafta beyaz merdivenler vardı ve merdivenin aşağısında da kaydıraklarla donatılan bir havuz vardı.

 

 

(Kafamdaki tamamen bu değil ancak kafandakine en benzer bu.)

 

Havuzun yan tarafında küçük, kare şeklinde ve etrafı açık bir alan vardı. Durup orayı incelediğimde Agâh Bey de durduğumu fark etti ve gözlerimi diktiğim yere baktı.

 

“Mirza keyfine çok düşkündür. Yazın burada arkadaşlarıyla oturacak diye kapattırmak istedi ama izin vermedim. İçeride bir havuzu daha var. Orada takılsın yaz kış.”

 

 

 

İçeride de mi havuzları vardı? Gözlerim hayretle büyüdü. “İçeride de mi havuzunuz var?” hayretimi içimde tutmak istemiştim ancak yapamıyordum. Bu kadarı benim için çok fazlaydı.

 

“Çocuklar yüzmeyi çok seviyordu küçükken ve maalesef ki ben çalıştığımdan ötürü çok fazla havuza gidemezlerdi. Ben de bodrum katına havuz yaptırdım.”

 

Vay be millet nasıl hayat yaşıyor diye geçirdim içimden.

 

Kıskanma değildi insanların mutlulukları ve hayat tarzları hiçbir zaman kıskandığım bir şey olmamıştı.

 

Bugüne kadar kıskandığım ve kıskanmaya devam ettiğim tek şey, babasıyla iyi anlaşan kız çocuklarıydı.

 

Her küçük kızın kahramanı babasıydı, sen neden katilim olmayı tercih ettin baba?

 

Dolan gözlerimi belli etmemek adına eve doğru yürümeye başlarken ileriden bir yerden, “Dede!” diye bağıran birinin sesini duyduk.

 

Agâh Bey'in ne hissettiğini bilmiyordum ancak yaydığı mutluluk içimdeki ağlama isteğini körükledi.

 

Babamdan hiçbir zaman mükemmel bir hayat istememiştim, hiçbir zaman pahalı şeylerde gözüm yoktu. Bana verdiği bana yeterdi. Tek bir şeyin fazlasını istemiştim. Sevgisinin. Ancak onu bile yapamamıştı.

 

“Aslan torunum!” Agâh Bey bize doğru koşarak gelen sekiz-dokuz yaşlarındaki çocuğa kollarını açtı ve ona yetiştiğinde kucağına alıp sımsıkı sarıldı.

 

Babamla böyle olabilirdik, benim güzel kızım diye sevebilir bugüne dek çekmek dışında hiçbir şey yapmadığı saçlarımı okşayabilirdi.

 

Güzel kızım demesine de gerek yoktu. Bir kere içinden gelerek gerçekten kızı olduğum için kızım dese yeterliydi.

 

İçimdeki ağlama isteği büyüdüğünde genç yaşlarda olan bir kadın dışarı çıktı. “Mete! Hava soğuk yelek giyilmeden dışarı çıkılmayacak demedim mi?” diyerek bize doğru gelmeye başladı.

 

Agâh Bey torununa sımsıkı sarılıp yanağından öptü. Öperken derin bir oh çekti ve Mete’ye yeniden sarıldı.

 

“Dede bu abla kim?” kafamın içinde babamla asla gerçekleşmeyecek senaryolara dalmışken beni oradan çıkaran Mete’nin sevimli sesi oldu.

 

“İçeri geçelim açıklayacağım.” diyerek torununa cevap verdi Agâh Bey.

 

“Baba kaç defa dedim sana şımartma şu çocukları bu kadar ya. Hasta olacak şimdi üstündeki incecik.” elinde tuttuğu turuncu ve desenli şişme yeleği Agâh Bey’in kucağında duran oğluna giydirdi.

 

“Anne hiç sevmiyorum bunu ya! Noel baba gibi geziyorum ortada.” Agâh Bey kızından uzaklaşıp yeleği torununun üstünden çıkardı ve kızına doğru uzattı.

 

“Rahat değilse giydirmeyeceksin Gülcan. Sevmiyorsa giydirmeyeceksin. Ben sizi böyle mi yetiştirdim?” Gülcan sonunda babasıyla inatlaşmak istemediği için el mahkûm oğlunu rahat bıraktı.

 

Birlikte içeri doğru yürürken, “Bu fıstık kız kim baba?” diye sordu.

 

Agâh Bey cevap vermeden, “İçeri geçelim teyzoşlar ve Mirza’nın yanında söyleyecekmiş.”

 

Agâh Bey tek eliyle Mete’nin dudaklarına çok hafif vurdu. “Mirza değil dayı olacak eşek sıpası kaç defa söyleyeceğim?”

 

Agâh Bey'in küçük dokunuşu bile kalbimde bir yeri acıtmış, vuracak diye korkmuştum.

 

“Babacım hoş geldin!” sarı uzun saçlarının pekçok yerinde rengarenk tutamlar bulunan ve pespembe kıyafetleriyle bir kız Agâh Bey’e doğru koştu.

 

 

 

Bu Hazal olmalıydı. Gülcan’a göre genç duruyordu ve giyim tarzı Gülcan’a kadar daha moderndi.

 

Gülcan klasiklerden gidiyor, kumaş pantolon takımı giyiyordu. Üstünde bembeyaz bir takım vardı ve açık kahverengi saçları omuzlarından dökülüyordu. Az önce yüzüne bakma fırsatı bulamamıştım ama şimdi bakınca, Hazal’dan daha güzel ve daha olgun duruyordu. Belki de onu güzelleştiren olgunluğuydu, bilmiyordum ama fazlasıyla güzeldi.

 

 

“Hoş buldum minnoş kızım. Nilay nerede?” Hazal babasına sarılmayı bırakıp gözlerini devirdi.

 

“Aşk olsun ya! Burada o kadar seni bekliyorum, gelince karşılıyorum, sarılıyorum sen gidip burada olmayan tek kızını mı soruyorsun? Kırıldım baba.”

 

“Teyzoş abartma ya.” Mete dedesinin kucağından inip teyzesine doğru yaklaşıp bacağına sarıldı.

 

“Rıfat’la bebeğin kontrolüne gittiler baba. Gelirler yarım saate kadar.” Agâh Bey anladığını belli edercesine kafasını salladı ve ilerleyip salondaki ikili koltuğa oturdu.

 

“Dede bu abla kim söyleyecek misin?”

 

Agâh Bey bana bakıp eliyle sağında kalan koltuğu gösterdi ve yanına oturmamı istedi. Minik adımlarla koltuğa yaklaşıp yanına oturduğumda Mete bana doğru geldi, yanıma oturdu ve hayran hayran yüzüme baktı.

 

“O artık yengen.” dedi pat diye. Herkes şaşkınlıkla Agâh Bey’e bakarken Agâh Bey yalnızca bana bakıyordu.

 

“Kimin kocası?” dedi Mete bu sefer.

 

“Kadınlar koca olur mu Metecim?” dedi Hazal kendini gülmemek için zorlarken.

 

“Dayının eşi olacak. Karı kaba bir tabir aslanım.” diyerek açıkladı Agâh Bey.

 

“Mirza'nın mı?”

 

“Mirza değil dayı diyeceksin dedim ama.” diyerek az önceki açıklamasını yeniden dile getirdi Agâh Bey.

 

“İyi de dayı dersem bana çok kızıyor,” kaşlarını çattı, dudaklarını büzdü ve sesini kalınlaştırarak, “Bana bak eşek sıpası ben yaşlı buruş buruş bir dayı değilim bana dayı demeyeceksin.” diyerek Mirza'nın taklidini yaptı.

 

Salondaki herkes kıkır gülerken, “Bir eşek sıpası taklidimi yyapıyormuş sanki?” kalın bir erkek sesi duyulduğunda Mete hii sesi çıkararak sırtımın arkasına saklandı ve bu canımı yaktı.

 

Belli etmemeye çalışırken gözlerimin kapatıp alt dudağımı dişlerim arasına aldım. Sırtıma dokunmamalıydı. Canımı yakıyordu.

 

“Mete oğlum kalksana ablanın yanından rahatsız ediyorsun belki.” Gülcan imdadıma yetiştiğinde Mete’nin elini kibar bir biçimde tutup yanımdan kaldırdı.

 

“Misafirimiz mi var?” diye sordu Mirza ve kendini üçlü koltuğa bıraktı. Diğer herkes ayaktayken oturduğum için kendimi kötü hissetmiştim ancak kalkmaya da korkuyordum.

 

“Oturun. Açıklayacağım.”

 

Herkes bu komutu bekliyormuş gibi koltuklara oturduğunda Mirza'nın gözleri benim üstümdeydi. Rahatsız bir şekilde oturduğum yerde kıpırdandığımda Mirza, “Ee güzel kız. Kimsin kimlerdensin anlat bakalım.”

 

Agâh Bey sırıtıp bakarken kimse ağzını açmamış, herkes sessizce Agâh Bey'in iki dudağı arasından çıkacak sözü beklemişti. “Çakır’lardan.”

 

Mirza kaşlarını kaldırıp dudaklarını belirgin bir o şekline getirdi ve vouv diye mırıldandı. “Amcalarımdan birinin kızı mısın? Hoş bütün kuzenlerimi tanıyorum ama.” biraz duraksadı, aklına gelen şeyle hızla doğruldu. İşaret parmağını bana doğru salladı ve, “Yoksa gayrimeşru çocuk musun?” kendi dediğini kendi kendine onaylarken kafasını salladı. Kafasını hızlıca yana çevirip yeniden bana döndüğünde gözlerime baktı. “Ben şüpheleniyordum ama Özen amcamdan. Sevcan yengeyi aldattığı çok belliydi.”

 

Gözlerime bakarken kendi kafasında kurmaya devam ediyordu. “Yalnız Özen amcaya çok benzemiyor mu Hazal?” Hazal ciddiyetle yüzüme döndüğünde Agâh Bey boğazını temizledi.

 

Herkes anında susup yeniden Agâh Bey'e dönünce yutkunma ihtiyacı hissettim. “Amcanların kızı değil.”

 

“Oha ama!” diyerek ayağa kalktı Mirza. “Sen Tomris Sultanı mı aldattın?” herkes büyük bir şokla Mirza’ya bakarken Mirza bana bakıyordu. “Yok ya benzemiyorsun babama.”

 

Agâh Bey yeniden boğazını temizlerken içeriden bir çocuk ağlama sesi geldi. “Mihrimah uyandı ben bir gidip bakayım.” Gülcan ayağa kalktığında Mirza kalktığı yere geri oturdu.

 

“Kimse kimseyi aldatmadı Mirza. Ailemizin gelini o.” Mirza'nın gözleri ani bir şekilde Hazal'a döndü.

 

Onu baştan aşağı süzüp bana baktı ve beni de baştan aşağı süzdü. “Hazal lezbiyen olmaya mı karar vermiş?”

 

Hazal anında, “Ne, hayır!” diye bağırıp bana döndü. “Senle alakalı değil şekerim homofobik bir insanım ama elbette saygı duyuyorum.” diyerek kendini açıkladı.

 

Herkes Mirza'ya odaklanmış tepkisini beklerken benim içimdeki endişe tohumları yüreğimin kanlı gözyaşlarıyla sulandı.

 

Sulanan tohumlar filizlenmeye başladı, filizler ilk önce kalbimi esir aldı. Kalbimin durduğunu hissettim.

 

Kalbimi esir alan filizler gittikçe güçlendi, güçlendikçe ciğerlerime doğru yol aldı ve nefesimi kesti. Aldığım nefes ciğerlerimde sığmadı.

 

Tepkisi ne olacaktı? Benim kadar o da aniden evlendiriliyor ve bu bir nevi zorla oluyordu.

 

Saatler sonra verdiğim kararın doğruluğunu düşünmeye başlamıştım ve bu içimi huzursuz etmişti. Ben kimdim ki böyle bir aileye gelin olacaktım? Kendimi ne sanmıştım da hayatımın kurtulacağına inanmıştım?

 

Ben Elmas Arıcı’ydım, hayatımda acı ve gözyaşı dışında bir şeye yer yoktu.

 

“Yani evlenen ben miyim?” dedi az önceki neşesi ve enerjisi yok olurken.

 

“Üzülme Mirza, abla çok güzel.” Mete ayağa kalkıp Mirza'nın yanına oturdu ve kafasını Mirza'nın koluna yaslayıp bana gülümseyerek bakmaya başladı.

 

Dudaklarımı gülümsemek için zorlarken gözle irmik dolduğunu hissettim. Gülümsemeyi bile beceremiyordum, bir insan gülümsemeyi unutabilir miydi?

 

“Verdiğim karar ilk dakikadan yanlıştı Agâh Bey. İlginiz ve yaptıklarınız için teşekkür ederim. İlk uçakla beni tekrar Antalya’ya yollarsanız mutlu olurum. En kısa sürede de size olan borcumu ödeyeceğim söz veriyorum.” Agâh Bey’in yüzüne bakmak yerine yerdeki parkelere bakarak konuşmuştum.

 

Kimseden çıt çıkmayınca hızlıca ayağa kalkıp geldiğim yolu geri gitmeye başladım. “Abla!” diye seslenen Mete’yi duyunca duraksadım ve elim kapının kolunda asılı kaldı. Bana doğru yaklaştığında boyuna yetişebilmek için tek dizimin üstünde eğildim ve annesininkine benzeyen koyu kestane gözlerine baktım. “Ben seni çok sevdim, gitmesen olmaz mı? İstersen büyümemi bekle ben büyüyünce seninle evlenirim.”

 

Tatlılığına gözlerim dolduğunda uzanıp minik ellerini tuttum. “Ben seni hep beklerim. Ama şimdi gitmem gerekiyor. Eğer beni hatırlamak istersen dedenden sana safiri göstermesini iste.”

 

Mete ne dediğimi anlamamıştı biliyordum ama kafası karışmıştı ve bu benim için yeterliydi.

 

Kapıyı açıp kendimi dışarı attıktan sonra nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. Koskoca İstanbul'da gidebilecek bir yerim yoktu. Beş kuruş param yoktu ve lanet olsun ki Agâh Bey'in insafına kalmıştım.

 

İçimden bu kararı verdiğim her an için kendime lanet okurken akan gözyaşlarımı tutmadım.

 

Ben kimdim ki kurtulacaktım? Bunca sene kurtulamadıktan sonra bir anda hayatımıza giren bir adam mı beni kurtaracaktı?

 

Bunu beklemek aptallıktı ve ben lanet olsun ki her şeye rağmen yaşamayı sevip güzel şeyler olacağına inanacak kadar aptaldım. Mutlu olabileceğime inanacak kadar aptaldım. Elmas Arıcı koca bir aptaldı, başka hiçbir şey değildi.

 

Adımlarım benden bağımsız olarak Mirza'nın kendi için yaptırdığı, havuzun kenarında olan küçük alana doğru gitti.

 

Beyaz koltuğa oturup dirseklerimi dizlerime yasladım ve ellerimi yüzüme kapatarak sesli bir şekilde ağlamaya başladım.

 

Kurtulamamıştım. Cehennemime geri dönüyordum. Bunu düşündükçe daha çok ağlamaya başladım.

 

Acıtıyordu. Hayatın bu kadar insafsız ve adaletsiz olması acıtıyordu. Canım hiç yanmadığı kadar yanıyordu.

 

“Bakıyorum da,” kalın bir ses duyduğumda ağlamam bıçak gibi kesildi ve yanıma, koltuğa birinin oturduğunu hissettim. “Kişisel alanımı meşgul etmekte pek kararlısın.”

 

&&&

 

Nabızlar tutuldu mu? Bence tutuldu.

 

Duyurular ve kitap hakkında soru-sohbet için instagram diaryofanas hesabından bana ulaşabilirsiniz.

Loading...
0%