Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. DİLHUN PARE

@diaryofanas

 

dipnot --> pare bölüm adında parça değil, kadın anlamında kullanılmıştır. Dilhun yüreği kan ağlayan, mutluluktan nasibini almamış demektir.

 

 

Ben küçükken, daha doğrusu on yaşına gireceğim gün annem beni o zamanki komşumuzun kızıyla parka göndermişti.

 

Buna mutlu olmuştum çünkü annem genelde evden çıkmama izin vermezdi. Babam gelirse ve ben evde olmazsam gelinde beni öldürür diye korkardı.

 

O gün parkta oynamıştım, arkadaş edinmek istemiştim ama bütün çocuklar benden korkmuştu çünkü gözüm mosmordu. İlk defa babamın yaptığı bir şey değildi. Okulda sınıf arkadaşlarım beni sevmedikleri için kapıyı yüzüme vurarak şaka yapmışlardı.

 

Sonuç olarak kimse benimle arkadaş olmamıştı ve komşumuzun kızıyla birlikte onların evine gittiğimizde kapıyı kızın annesi açmıştı. İyi akşamlar dileyip eve döneceğim esnada annesi beni de içeri davet etmişti ve ben nadiren gittiğim misafirliğe gittiğim için yine mutlu olmuştum.

 

Ayağımdaki terlikleri çıkarıp özenle kenara bıraktıktan sonra sakince içeri girmiştim ve girdiğim gibi annem, beni elinde muzlu bir pastayla karşılamıştı. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı ve iyi ki doğdun Elmas diyerek ritim tutuyordu.

 

Pastanın üstünde muzlarla yazılmış 10 sayısı vardı. Biri beyaz, biri mavi iki mum vardı ve beyaz krem şantiliydi. Heyecanla ellerimi çenemin altında birleştirirken gözlerim dolmuştu.

 

Hadi dilek dile sonra mumları üfle, demişti annem benimki kadar heyecanlı olan sesiyle. Kutladığım ilk doğum günüydü, annem bana elleriyle pasta yapmıştı.

 

Gözlerimi kapatırken gözümden bir damla yaş akmasına engel olamamıştım, Allah'ım, lütfen babam annemle beni sevsin, diyerek mumları üflemiştim.

 

Komşumuz olan teyze ve kızı alkış tutarken annem heyecanla çığlık atmış ve dönüp saçlarımı öpmüştü. O zamanlar henüz çökmüş değildi, hâlâ gülebiliyordu.

 

Annem pastayı kesip servis etmişti, hep birlikte pasta yerken meyve suyu içmiştik ve bu mutlu olduğum nadir anlardan biriydi.

 

Annemle eve gittiğimizde babam evde değildi, korkuyla gelmesini bekledik ama o gece babam gelmedi.

 

Tanrı küçük bir çocuğun saf mutluluğuna bir kereliğine izin verdi.

 

Çocukluğumda hatırladığım huzurlu uykularımdan biriydi. En mutlu günümdü ve aslında beni mutlu eden annemin iyi ki doğdun demesiydi.

 

Babam bana her zaman keşke doğmasaydın derdi ve ben fazlalık gibi hissederdim annem için iyi ki olduğumu bilmek, beni fazlasıyla mutlu etmişti.

 

Bugün, yirmi üç yaşındayken ve yirmi dördüncü yaşıma iki ay varken annemi kaybettiğimi öğrenmek kalbimdeki tarifsiz acıya benzin döküp üstüne de çakmak atmıştı.

 

Anlamaz gözlerle Yeliz Teyzenin yüzüne bakarken, “Kaybettik derken? Kaçtı mı? Ben bulurum ki onu benden kaçamaz. Beni bırakmaz. Ben söz verdim, gelip alacağım seni dedim, kurtaracağım dedim, tamam dedi o da. Bekleyeceğim dedi. Beklemeden gitmez ki.” diye mırıldandım.

 

Yeliz Teyze elini şalına atıp şalıyla dudaklarının üstünü örttü. Kafasını iki yana sallarken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Hastaneyi kaldırıldı, üç gün dayandı ama kalbi daha fazla dayanamamış. Kalbi durmuş kızım, son nefesinde kızım demiş.”

 

Kalbimdeki yangın büyürken başım döndü, tökezlediğimde Yeliz Teyze ellerini dirseklerime attı. “Durmaz kalbi. Duramaz. İyileştireceğim ben onu, en iyi doktorlara götürürüm Yeliz Teyze, bir yolunu bulurum. Durduysa da attırırım ki kalbini. Annelerin kalbi durmaz ki zaten. Durur mu annelerin kalbi?” gözlerimden yaşların aktığını hissettiğimde elimi kaldırdım. Elim titriyordu, yine ellerim titriyordu ve bu acıdandı. Elimi kaldırıp Yeliz Teyzenin göğsünün üstüne bastırdım. Atıyordu kalbi, çünkü annelerin kalbi durmazdı. Annelerin kalbi atardı, anneler ölemezdi. “Bak atıyor kalbin annesin çünkü sen. Senin de iki çocuğun var,” hıçkırırken kollarımı ellerinden kurtardım. “var çocuğun yaşıyorsun. Anneler ölmez çünkü benim annem de yaşıyor.”

 

“Kızım,” dedi Yeliz Teyze ağlarken. “sakin ol lütfen.”

 

Annem ölmemişti ki, yaşıyordu. Beni bekliyordu çünkü biz yeni bir hayat kuracaktık. Güzel bir hayat kuracaktık, biz iyileşecektik. Kandan gözyaşından ve acıdan uzak bir hayat.

 

Göz altlarımı parmaklarımla kurutup derin bir nefes aldım. “Nerede annem, söyle artık Yeliz Teyze?”

 

Kabullenmeyecektim çünkü olmayan bir şey kabullenilmezdi. Yoktu, annem ölemezdi.

 

Yeliz Teyze haddinden fazla derin bir nefes aldıktan sonra yutkundu. “Elmas, mezar, mezarına götüreyim mi seni?”

 

Beynim düşünme eylemini bırakmıştı. Kalbimdeki ağrı gittikçe büyürken gözlerim kararmaya başladı. Yeliz Teyze ellerini tekrardan dirseklerime yerleştirirken, “Elmas!” diye bağırdı. Sesinde acı ve endişe vardı.

 

Gözlerim iyice kararırken Agâh Bey, “Elmas kızım?” dedi. Dizlerim bedenimi, ruhum acımı taşıyamadığında gözlerim karardı.

 

Hislerim git gide kaybolurken karanlık bana kucak açmıştı.

 

~~~

 

Yazardan

 

Elmas’ın bayılması üzerine Agâh Bey direkt olarak Elmas’ı kucaklamış ve hastaneye yetiştirmişti.

 

Stres ve açlık yüzünden bayılmıştı. En azından doktorun söylediği buydu. Agâh Bey ise Elmas’ın artık yaşadığı hiçbir şeye dayanamadığını hissediyordu.

 

Güçlü bir kadın örneği değil, demişti kendisi için. Oysa hâlâ dimdik ayaktaydı, yıkılmamıştı. Nefes alabiliyordu ve Agâh Bey'in en büyük şükürü bunun içindi.

 

Hastane yatağında kolundaki serumla huzurlu bir şekilde uyuyan kadına bir kez daha baktı. Belki yanlıştı ama Agâh Bey onunla gurur duyuyordu.

 

Yüzündeki küçük tebessümü bozmadan genç kızı izlerken telefonu çaldı. Elmas’ı uyandırmamak için hızla odadan çıkıp telefonu yanıtladı. “Alo?”

 

“Babişim?” dedi Hazal yorgun bir sesle. Agâh Bey kızı için çok üzülüyordu. Diğer kızları gibi Hazal da Elmas’ın durumuna çok üzülüyordu ama en çok yıpranan Hazal oluyordu çünkü Hazal'ın hayatında kafasını dağıtacağı bir meşgalesi yoktu.

 

Gülcan’ın çocukları vardı, Nilay’ın onu her koşulda destekleyen eşi vardı ancak Hazal'ın ne çocuğu ne de eşi vardı. Arkadaşları kafasını dağıtacağı kadar yanında olamıyordu ve Hazal kendini yıpratmaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.

 

Agâh Bey son birkaç gündür kızını tanıyamıyordu. Renkleri seven kızı, pembeden başka hiçbir rengi kabul etmeyen kızı, makyajsız su içmeye bile gitmeyen kızı, ne olursa olsun kahkahalara boğulan kızı, deli dolu kızı gitmiş onun yerine kasvetli bir kız gelmişti. Sanki evden cenaze çıkmış gibi simsiyah giyiniyor, makyajın m’sini yapmıyor ve fırsat buldukça ağlıyordu. Zaten zayıftı şimdi biraz daha kilo vermişti. Agâh Bey yalnız Elmas için değil Hazal için de fazlasıyla endişeliydi.

 

“Babişinin prensesi, söyle güzel kızım benim.” hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu aksi takdirde Hazal iyice hayata küsecekti.

 

“Ne yaptınız Elmas nasıl? Aldınız mı Elmas’ın annesini?” sesi umut doluydu, belki de Elmas’ın artık iyi olacağına dair bir umuttu.

 

Agâh Bey derin bir nefes aldı. Bir insanın annesinin öldüğü nasıl söylenirdi? “Alamadık.” dedi kısık bir sesle. “Ölmüş annesi.” Agâh Bey'in sesi zor çıkmıştı. Boğazı düğümlenmiş, bir yumru oturmuştu.

 

Annesine en çok ihtiyaç duyduğu anda annesini kaybeden minik bir kız çocuğu... Agâh Bey'in gözünde Elmas buydu.

 

“Ne?” dedi Hazal. Sesindeki acı Agâh Bey'i yaktı, kim bilir Elmas'ın canı nasıl yanıyordu?

 

“Bayıldı. Hastanedeyiz.”

 

“Ne zaman geleceksiniz? Ben yalnız bırakmak istemiyorum artık Elmas’ı.”

 

Agâh Bey dudaklarını birbirine bastırdı. “Elmas'ın eve gelmek isteyeceğini düşünmüyorum. Uyansın soracağım Hazal’ım. Var mı istediğiniz bir şey?”

 

Hazal derin bir nefes aldı. “Sağlığınız sıhhatiniz dışında hiçbir şey istemiyorum artık babacım. Kapatayım ben, ablamlar ararsa meşgul çalmasın.”

 

“Tamamdır kızım dikkat edin kendinize.” Hazal öpücüklerini ileterek telefonu kapattı. Agâh Bey odaya geri girdiğinde Elmas’ı gözleri açık tavanı izler bir şekilde buldu.

 

Yanına yaklaşıp eğildi ve elini kaldırıp Elmas'ın yüzüne gelen saçı kenara çekti. “Anneni,” dedi ama Elmas'ın ona dönen acı dolu bakışları yüzünden konuşmakta zorlandı. “son kez ziyaret etmek ister misin?”

 

Elmas’ın gözleri dolduğunda Agâh Bey bu soruyu sorduğu için kendimi kötü hissetti ancak yapacak bir şeyi yoktu. Elmas'ı öylece alıp götüremezdi, bu ona haksızlıktı. Annesinin toprağı bile olsa annesine sarılmak hakkıydı.

 

“Agâh,” dedi Elmas sonra duraksadı. Şu an doğru an mıydı? Bunu yapmak için doğru vakit miydi? Ne olursa olsun, diye düşündü çünkü ölüm bir nefes kadar yakınındaydı. Ensesindeki Azrailin azap çektiren nefesi artık daha fazla hissediliyordu çünkü Elmas bir kayıp vermişti.

 

Hayır bu bir kayıp değildi, bu bir fedaydı. Tanrı birilerinin mutluluğu için değer verdiği canları kurban ederdi. Elmas kendi mutluluğu için annesinin kurban edilmesine neden olmuştu. Azrailin elindeki mızrak sırtındaki açık yaralara kor alevler döktü, Elmas'ın kambur duruşu büyüdü ve canı daha çok yandı.

 

Agâh Bey Elmas'ın yüzüne dikkatlice baktı. Dudaklarında yarım bir tebessüm varken kafasını salladı. Elmas yutkundu, bunu nasıl yapacaktı? “Agâh,” dedi yine. Sonra gözlerini kapattı, dudaklarını ıslatırken, “baba.” dedi.

 

Agâh Bey'in içini derin bir heyecan ve mutluluk sardığında gözleri doldu. Ne olacağını düşünmeden uzanıp Elmas'ın parmaklarını tuttu, sağ gözünden ufak bir damla yaş akarken dudaklarını Elmas'ın pürüzlü ellerine bastırdı. “Söyle güzel kızım.”

 

Elmas yutkundu, “Anneme gitmek istiyorum.” dedi ama sesi çatallıydı.

 

İlk defa bir baba onu seviyordu. Ne tepki vermesi gerekiyordu? Bir babaya nasıl yaklaşılırdı? Agâh Bey'in parmaklarını tutan elleri kırar mıydı onun parmaklarını? Sarılır mıydı boynuna, kesmeye çalışır mıydı nefesini? Güzel kızım diyen dudakları dolar mıydı küfürlerle, nefret söylemleriyle? Sevgiyle bakan gözlerine oturur muydu nefret?

 

Elmas bugüne kadar hiç babası tarafından sevilmemişti ki bilmiyordu ne yapması gerektiğini.

 

“Gideriz Elmas. Gideceğiz, serumun bitsin.” Elmas kafasını kolundaki seruma doğru çevirdi. Sağlam kolunu kaldırıp parmaklarını intraketin üzerinde gezdirdi. Agâh Bey merakla ne yaptığına bakarken Elmas bir anda intraketi kolundan çıkardı ve yere doğru fırlattı. “Ne yapıyordun?” diye endişeyle ayağa kalktı Agâh Bey.

 

Elmas bu ani çıkış karşısında iki eliyle kafasını sardı ve titremeye başladı. Vuracak mıydı ona? Bu kadar mıydı iyi baba oyunu? İçi korkuyla dolduğunda titremesi arttı.

 

Agâh Bey ona yaklaşıp ellerini sakince tuttu. “Korkma kızım, korkma bir şey yapmayacağım.”

 

Dokunacak mıydı? Zorla sahip mi olacaktı? Elmas istemiyordu onu rahat bırakmalar gerekiyordu. Artık nefes alabilmek istiyordu.

 

“Elmas yüzüme bakar mısın kızım? Agâh ben korkma. İkimizden başka kimse yok.”

 

Sorun da kimsenin olmamasıydı. Başına bir şey gelirse kimse yoktu. Onu kurtaracak kimse yoktu. Korkuyordu çünkü artık ölmek değil yaşamak istiyordu.

 

Sakinleşemiyordu, gözleri gittikçe doluyor ve akma raddesine geliyordu. Dudaklarını aralayıp çığlık atacağı esnada annesinin sesini duydu.

 

“Elmas, annem?”

 

Elmas annesinin sesine döndü. Kapıda duruyordu, hiç olmadığı kadar güzeldi. Üstünde sarı bir elbise vardı. Saçları dalgalı bir şekilde omzundan aşağı dökülüyordu. Vücudunda yara izleri yoktu, pürüzsüzdü.

 

“Seni görmek istiyorum, gel artık.”

 

Elmas annesine bakarken Agâh Bey endişeyle ona bakıyordu çünkü baktığı yerde kapıdan başka hiçbir şey yoktu.

 

“Anne?” dedi Elmas gözlerimden yaşlar akarken. Bacaklarını yataktan sarkıtıp hızlıca annesine yaklaştı. Ellerini öne doğru uzattı, annesi ellerini tuttu. “Bak yaşıyorsun. Ben dedim ama anneler ölmez dedim. Anneler yaşar ded-”

 

“Kızım,” dedi annesi. “ben dünyada değilim ki. Haklılar, öldüm ben. Ama üzülme tamam mı? Yaşadığın dünya yeteri kadar üzdü seni, ağlattı. Daha fazla üzülme ve mutlu ol. Ben gittiğim yerde mutluyum, iyi hissediyorum sen de iyi hisset.”

 

Sonra bir anda kayboldu. Elmas şoka girmiş bir şekilde boşluğa bakarken gözünden iri bir damla yaş düştü, dudakları titrerken serumun açtığı yaradan bir damla kan yere damladı, Elmas bu kanın bomba etkisini yaratacağını ve hayatını büyük ölçüde etkileyeceğinden habersizdi.

 

Elleri boşlukta titrerken Agâh Bey yalnızca izlemekle yetindi. Ne yapacağını bilmiyordu, Elmas boşluğa kitlenmişti.

 

Dizleri bedenini taşıyamadığında yere çöktü. Olduğu gibi yere çökmüştü ama omuzları dik, duruşu sağlamdı. Dudaklarını aralayıp, “Anne?” dedi boşluğa karşı. Elbette ki cevap gelmedi. Sonra daha sesli bir şekilde, “Anne?” dedi yine bir cevap gelmedi.

 

Sonrası korku filminin en korkunç sahneyi gibiydi. Ya da belki gerçek hayat tiyatrosunun en yürek burkan perdesiydi, kim bilebilirdi?

 

Elmas'ın feryadı acısıyla harmanlandı, ses telleri bu feryat karşısında saygı duruşuna geçti ve değil Antalya, bütün dünya Elmas'ın, “Anne!” çığlığıyla yasa büründü.

 

Agâh Bey buna daha fazla karşı koyamadı, gözleri dolarken manevi kızına yaklaştı ve, “Elmas gel buraya.” diyerek sımsıkı sarıldı. Elmas kafasını Agâh Bey'in göğsüne yaslarken ağlıyordu. Ağlaması yalnızca gözyaşlarıyla değildi, feryatlarla acı çığlıklarla ağlıyordu.

 

Elleri Agâh Bey'in kollarına tutunduğunda parmaklarını üstündeki gömleğe geçirdi. Desteğe ihtiyacı vardı yine bayılmak istemiyordu.

 

“Bugün gitmeyelim annenin yanına. Ben,” yutkundu Agâh Bey. “ben sonra getiririm seni yine.”

 

Sonraki yarım saat boyunca Elmas’ı sakinleştirmekle geçti. En sonunda ufak doz bir sakinleştiriciyle Elmas’ın acısı yatıştırıldı.

 

Doktorun özel izniyle Elmas hastaneden çıkarıldı. Agâh Bey onu mezarlığa götürüp götürmeme konusunda tereddüt etti ancak bu halde mezarlığa giderlerse Elmas yine baygınlık geçirirdi. Baygınlık geçirmesinden öte Agâh Bey acısına benzin döküp Elmas'ı yakmak istemiyordu.

 

Arabaya yaklaştıklarında Agâh Bey arabayı kendisi kullanmak istediğini belirtti. Elmas'ı yolcu koltuğuna oturtup kemerini bağladı ve kendisi şoför koltuğuna oturdu.

 

Birlikte İstanbul'a doğru yola çıktıklarında Elmas çok sessizdi. Agâh Bey bir süre bu sessizliğin sakinleştirici yüzünden olduğunu düşündü ancak üçüncü saatin sonuna geldiklerinde Elmas hâlâ tek kelime etmemişti.

 

Dizlerini kendine çekmiş, Kollarımız göğsünde birleştirmiş kafasını cama yaslamış bir şekilde akıp giden yolu izliyordu. Gözleri açıktı, uyumuyordu ancak kendinde değil gibiydi.

 

“Elmas?” dedi Agâh Bey en sonunda dayanamayarak. Elmas bakışlarını ona çevirdiğinde Agâh Bey birkaç saniye Elmas'ın gözlerine baktı ve yola geri döndü. “Aç mısın? Bu civarlarda çok güzel bir dürümcü var. Oradan yedikten sonra bir daha hiçbir yerde dürüm yedim diyemezsin.”

 

Elmas yeniden camdan dışarıya baktı. “Olur yeriz.”

 

Agâh Bey ortamı neşelendirmeye çalışıyordu ancak Elmas'ın ruh hali berbattı, buram buram kasvet kokuyordu. Eğer hisler somut olsaydı Elmas'ın acısı dünyanın en ağır şeyi olurdu çünkü Agâh Bey Elmas'a baktıkça nefes alamadığınu hissediyordu.

 

Birlikte Agâh Bey'in bahsettiği yerin önünde durduklarında Elmas kafasını camdan kaldırdı. Arabadan inerlerken Elmas tökezledi, Agâh Bey'in çalışanı hızlıca koluna girip ona destek çıktı.

 

Agâh Bey biliyordu ya, bu saatten sonrası hiç olmadığı kadar zor geçecekti.

 

~~~ 

 

Zihnimin karanlık kuytularında kalan ve benim varlığını unutmak üzere olduğum özlem duygusu aniden bastırdığında Agâh Bey’le onların evinin önüne gelmiştik.

 

Agâh Bey'i beklemeden kapıya doğru yürürken kollarımı kendime sardım. Üşüyordum, normal miydi?

 

Agâh Bey bana yetişip kapıyı anahtarıyla açarken yutkundum. Dünkü gücümden eser yoktu, artık tamamen çökmüş bir kadındım.

 

Saat sabahın on biri olmalıydı, bütün aile bireyleri uyanıktı ve ben hepsinin yüzünü görmek zorundaydım. Gözlerimi kapatıp kendime hiçbir şey olmayacağıyla ilgili telkin ederken içeri ilk adımımı attım.

 

Kendimi ilk defa bu eve giriyormuş gibi hissediyordum. Neden böyleydi?

 

Birlikte içeri girdik, salona doğru yürürken Mihrimah’ın sesi duyuldu. “Abi ve!”

 

Mete cevap verdi. “Mihri bir dur ya. Anne Mihri bana tokat atıyor!” koşuşturma seslerinin ardından Mete salonun çıkışına yetişti ve bizi gördü. Şaşkınlıkla olduğu yerde dururken Mihrimah arkasından koştu ve bizi görünce o da olduğu yerde durdu.

 

Mete bana tanımıyormuş gibi bakarken Mihrimah güldü ve el çırparak bana doğru koştu. “Ema!” hafifçe gülümseyip yere doğru eğilerek Mihrimah’ı kucağıma aldım ve tombul yanaklarından öptüm. Mihrimah kollarını boynuma dolarken minik dudakları yanağıma değdi.

 

“Elmas? Hoş geldiniz.” Mete bana hâlâ tanımıyormuş gibi bakarken salondan çıktı. Kucağımda Mihrimah’la içeri girip ikili koltuğa oturduktan sonra Hazal ve Nilay kol kola içeri girdiler. Gülcan neredeydi, hiçbir fikrim yoktu.

 

Yarım saate kadar bütün aile bireyleri, ailenin damatları ve Tomris Hanım, salona geldiğinde içimi bir gerginlik kapladı.

 

Mihrimah kafasını göğsüme yaslayıp kollarını belime dolayarak uyuyakalmıştı. Onun minik saçlarını severken ortamdaki sessizlik beni daha fazla geriyordu.

 

“Hazal.” dedim ortamdaki gerginliği azaltmak için. Oysa söyleyeceklerim gerginliği azaltacak gibi değildi.

 

Uzun zaman sonra Çakır ailesindeki herkesle bir arada oturup konuşmayı denemek benim için zordu, çok zordu ve canım yanıyordu ancak buna mecburdum. Neden mecbur olduğumu bile bilmeden...

 

“Söyle güzelim. Söyle canım. Söyle bebeğim benim.” Hazal gülümsemeye çalışıp bana bakarken ben ifadesiz bir şekilde yüzüne bakıyordum.

 

Duygusuz değildim, kaybettiğimi düşündüğüm duygularım yerli yerindeydi sadece ben göstermemeyi öğrenmiştim.

 

“Hani odamızı dinliyordun ya,” dedim dinlemediğini bilmeme rağmen. Hazal’ın yüzünde zorla oluşan gülümseme bozuldu.

 

“Ben şaka yapıyordum ciddi değildim Elmas, gerçekten ciddi değ-” cümlesini yarıda kesen benim bomba düşmüş etkisi yaratan sözlerimdi.

 

“Keşke geçen gece da dinleseydin. O zaman belki benim için acı dolu yalvarışlarımı duyardın.” ortamdaki gerici sessizlik iyiden iyiye artarken herkes nefesini tuttu.

 

Hazal anlamayarak ya da anlamazdan gelerek,“O da ne demek?” diye sordu. Yanında oturann Nilay elini uzatıp Hazal'ın kolunu sıktı.

 

Bakışlarımı Nilay’a çevirip onu inceledim. Toparlanmış gibiydi. Benden daha iyi durumdaydı ama gözlerindeki yangını çok net görebiliyordum. “Nilay.”

 

Nilay ne diyeceğimi tahmin edebiliyormuş gibi, “Efendim bebeğim?” dedi

 

“Hani bir çocuğun bizi bağlayacağını ve medeni insanlar olduğumuzu söyledin ya,” derin bir nefes aldım.

 

Nilay gözlerini kaçırıp kapatırken, “Maalesef dedim evet.” dedi pişmanlıkla.

 

“Keşke beni kardeşinin medeni olduğuna inandırmasaydın.” bakışlarımı Tomris Hanım’a çevirdim. Üzgün bir şekilde bana bakıyordu. “Tomris Hanım.”

 

Tomris Hanım hiçbir şey demeden bana bakarken dudaklarını birbirine bastırdı. Sesimin titreyip titremeyeceğini umursamadan, “Keşke bana bir anne gibi sarılmasaydınız. Keşke özlemini çektiğim duyguyu körüklemeseydiniz.” dedim ve gözlerim doldu.

 

Kucağımdaki Mihrimah’la birlikte ayağa kalktıktan sonra Gülcan, “Alayım mı?” diye sordu ancak cevap vermedim. Yalnız kalmak istiyordum.

 

Mümkünse benimle konuşmayacak biriyle aksi takdirde kendime ya da yanımdakine zarar vermekten korkuyordum.

 

~~~ 

 

Genç kadın birkaç haftadır sürdürdüğü depresyonuna devam ederken önündeki sigara paketinden bir dal çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirdi.

 

Kendisini daha önce hiç bu kadar aşağılanmış ve yalnız hissetmemişti.

 

Dudaklarının arasına yerleştirdiği sigaranın ucunu çakmakla alevlendirdikten sonra derin bir nefes nefes çekti. Yanında duran ve daha az önce gelmiş olan tostuna bakıp sigarayı küllüğün çıkıntılı yerine yerleştirdi. Sıcak tostunu eline alıp paketini açtıktan sonra büyük bir ısırık aldı.

 

İki buçuk kilo almıştı ama pek umurunda değildi. Televizyonda Bihter Ziyagil’in ölüm sahnesi açıktı ve genç kadın bunu izleyip izleyip ağlıyordu. “Ben bu hallere düşecek insan mıydım?” diye sordu kendi kendine.

 

Tostunu bitirip kendisini kola doldurmak için mutfağa gittiğinde kapı çaldı. Genç kadın kaşlarını çatarak kapıya baktı. Kim gelmiş olabilirdi?

 

Kendi kendine salak kapıyı açsana dedikten sonra kapıya doğru gitti ve kapıyı açtı.

 

Buram buram alkol kokusu burnuna dolduğunda yüzünü buruşturdu. Her şeyi yapardı ama alkol almak, üstelik körkütük sarhoş olacak kadar alkol almak tercihi değildi.

 

Üstelik karşısındaki kişi alkolden ölesiye nefret eden ve tatlının içinde var diye o tatlıyı bile yemeyen bir insandı.

 

“Konuşabilir miyiz?” diye sordu karşısındaki.

 

Genç kadın şaşkınlıkla yüzüne bakarken, “Ta-tabii gel.” diyerek kekeledi ve kenara çekildi.

 

Misafiri içeri girer girmez yoğun sigara kokusuyla karşılaştı ve yüzünü buruşturdu. “İğrenç kokuyor bu ev.”

 

Genç kadın yüzünü buruşturdu. “Senin daha güzel koktuğun söylenemez Mirza.” Genç adam şaşkınlıkla genç kadına döndü. “Lütfen ne konuşmak istiyorsan konuşup gider misin? Yalnız kalmak istiyorum.”

 

Mirza sarsak adımlarla genç kadına yaklaştı. Genç kadın duvara doğru arkaya giderken korkmaya başlamıştı çünkü Mirza'nın nasıl bir insan olduğunu biliyordu. Sinirlenirse kime dönüşeceğini de biliyordu ve bu onu korkutuyordu.

 

“Ne dedin sen?” dedi Mirza ama kelimeleri sarhoşluğu yüzünden düzgün çıkmıyordu.

 

Genç kadın korkarak, “Hiç. Hiçbir şey demedim.” dedi.

 

Mirza kıza iyice yaklaşıp duvarla arasına sıkıştırdı ve iki elini duvara yerleştirdi. Kız alayla gülümsedi. “Lisenin kötü çocuğu masum ve burslu fakir kızı tehdit ediyor.” göz devirdi. “Ne sen lisenin kötü çocuğusun ne de ben masum fakir kızım Mirza. Git karına yap bu hareketleri.”

 

Mirza gülümsedi. Kızın yüzüne iyice yaklaşırken dudaklarını ıslattı. “Şu an karım yok ama?”

 

Kız ne demek istediğini anlayamadı ve kaşlarını çattı. “Ne demek istiyorsun sen? Metresin mi yapacaksın beni?”

 

Metresi olmaktan öte Mirza Çakır’ın karısı olmak... Kız bunu istiyordu ama o Elmas denen kız geldiğinden beri bu şansı iyice yok olmuştu.

 

Mirza kızın gözlerine bakarken bu fikrin onu heyecanlandırdığını hissetti. “İstemez misin? Elmas’a hiç dokunmadım, karımdan bile önce sana dokunmamı?”

 

Kız düşündü. Buna inanması mı gerekiyordu?

 

İnanmanın canı cehennemeydi şu an Mirza'yı istiyordu. Onunla birlikte olmayı istiyordu ve inanıp inanmamak umurunda bile değildi.

 

Dudaklarını uzatıp Mirza'nın nemli dudaklarina değdirdi ve sonrası kızın yatağında saatlerce devam etti.

 

~~~

 

Şşştt sessizlik 😊

Loading...
0%