Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. SOĞUK SAVAŞ

@diaryofanas

 

“İçtiğini bilmiyordum.” düşüncelerimden ayrılmama yardımcı olan ses onun sesiydi, Dağhan'ın.

 

Elimdeki şişeyi yanıma bırakırken dönen başımı bir kenara bırakarak gülümsedim. “Aslında biliyorsun,” Dağhan elindeki kırmızı battaniyeyi açıp omuzlarıma örttü ve yanıma oturup battaniyenin bir kısmını kendi omzuna örttü. “sarhoşken seni aramıştım.”

 

Dağhan hafifçe güldü. “Bu kadar sık içtiğini bilmiyordum diyelim.”

 

“Sık içmiyorum ki.”

 

“O zaman dertlendiğin zaman içtiğini düşünüyordum.” dedi bu kez de.

 

“Şimdi de dertliyim.” yanıma bıraktığım şişeyi elime aldığımda Dağhan uzanıp elimdeki şişeyi aldı. Şişeden büyük bir yudum içtikten sonra şişeyi kendi yanına bıraktı.

 

Kaşlarımı çatarak yüzüne bakarken Dağhan masum masum omuz silkti. “O benim biramdı.”

 

“Artık benim.”

 

“Ben izin vermedim.”

 

“İzin almadım zaten güzelim.”

 

“Ben güzel değilim, güzelsem senin değilim, seninsem neden seninle evli değilim, seninle evli değilsem neden seninim?” kaşlarımı çatıp karşıma baktım. Ben ne diyordum?

 

“Evet güzelsin her şeye herkese rağmen çok güzelsin. Bütün savaşlarına ve mağlubiyetlerine rağmen, başardıklarına ve başaramadıklarına rağmen. Benim değilsin, kimsenin değilsin.”

 

“O zaman neden güzelim dedin?” kafamı Dağhan'ın omzuna yaslarken ağaçları düşündüm. Ağaçlar beni çok üzüyordu.

 

“Güzelliğini sana hatırlatmak hoşuma gidiyor.” biraz duraksadı. Kendi kendine bir şey mırıldandı ancak ne dediğini anlayamadım.

 

Ağaçlar çok üzücüydü. Kim ağaç olmak isterdi ki? Çok yalnızlardı.

 

“Neden ağlıyorsun Elmas?” Dağhan'ın endişeli ses tonunu duyunca kafamı kaldırıp yüzüne baktım.

 

“Ağaçlar beni çok üzüyor.” Dağhan anlamayarak yüzüme baktı.

 

“Ağaçlar mı?”

 

Olumlu anlamda kafamı sallarken omzuna geri yaslandım. “Düşünsene küçücük bir tohumken biri gelip seni toprağa ekiyor. Büyüyene kadar orada durmak zorundasın, büyüyünce de ölene kadar hareket edemiyorsun. Yapraklar dökülüyor, çiçeklerin polenleri arılarla geziyor, meyveler koparılıp başka yerlerde hayat buluyor ama ağaçlar,” burnumu çektim. “ağaçlar çok yalnızlar.”

 

Bir süre sessizlik oldu. Dağhan'dan herhangi bir tepki beklediğim için değildi ancak bütün saçmalamamı dinlemesi çok hoştu.

 

“Elmas sarhoş olduğuna emin misin?”

 

“Sarhoş değilim ki.” dedim dakikalar sonra ağlamam bittikten sonra tepki gelince. “Sadece beynimin uyuşmasını seviyorum. Gideceğim zaten yakında, evinde beni tutuyorsun ben de işleri gittikçe zor duruma sürüklüyorum.”

 

“Bir dakika bir dakika.” Dağhan omzunu benden uzaklaştırdı, kafam yere düşecekken tuttu ve yüzüme karşıdan bakacak şekilde yana döndü. Yeşil gözlerinin içinde parlayan kahverengi yıldızlarda gördüğüm duygu neydi bilmiyordum ama gözleri çok güzeldi. Çok derin bakıyordu, çok güzel bakıyordu.

 

Elimi kaldırıp yanağına yerleştirdim, Dağhan'ın aralıklı dudakları öylece kaldı. “Çok güzel bakıyorsun biraz daha baksana.”

 

Dağhan iyice afallarken gözleri irileşti, dudaklarını kapattı ve derin bir nefes alıp elimi yanağından çekti. Yavaşça doğrulurken kendimi kaybedip kıkırdayarak sırtımı duvara yasladım. “Güzel gözlü Dağhan utandı mı?”

 

“Bu kadar yeter hadi kalk uyu artık sabah erken kalkacağız.” elini koluma atıp beni ayağa kaldırdı, bir kolu belime dolanırken öbür kolu önden belimin diğer tarafını tuttu. “Yürüyebilecek misin?”

 

“Sana mı?” Dağhan'ın belimdeki elleri buz kestiğinde kafamı omzuna yasladım. “Sana yürümedim, yürümüyorum da merak etme güzel gözlü Dağhancım.”

 

Gözlerim kapanırken bir şeyler daha sayıkladığımı hatırlıyordum ancak ne dediğim hakkında herhangi bir fikrim yoktu.

 

Kaldığım odaya yetiştiğimizde kapıda duran birisi vardı. Sesi geliyordu ancak kim olduğunu anlayamamıştım. Başak değildi çünkü Başak ders çalışmak için bir arkadaşına gitmişti.

 

“Elmas, kızım?” kafamın yumuşak bir yere denk geldiğini hissettiğimde üstüme bir şey örtüldü. Gözlerimi araladığımda annemi gördüm. Üstünde pembe yazlık elbisesi vardı. Yüzünde ve kollarında yaralar yoktu, üflesem uçacak kadar zayıf değildi.

 

“Anne?” dedim şaşkınlıkla.

 

“Anne mi?” Dağhan da şaşkınlığıma daha büyük bir şaşkınlıkla karşılık verirken sorduğu soruyla içim acıdı. “İyi uykular Elmas, umarım rüyaların gerçeklerinden daha güzel olur.”

 

“Hıhı,” diye mırıldanırken annem güzel bir melodide şarkı söylemeye başladı. Elleri yumuşacık bir şekilde saçlarımı okşarken gülümsedim.

 

“Pes etme kızım, başaracaksın.” sonrası girdiğim rüyalar alemi ve huzur dolu görüntülerdi.

 

~~~ 

 

Burnuma dolan taze poğaça kokusuyla esneyerek uyandım. Kollarımı havaya kaldırıp yatakta gerinirken kapı açıldı. “Oo prenses hanım uyanmış.”

 

Dağhan'ın dalga geçen sesiyle bakışlarımı ona çevirdim. “Saat kaç ki?”

 

“Öğlen üç buçuk.” şaşkınlıkla olduğum yerde hızlıca doğruldum. O kadar uyumuş muydum?

 

“Uyuduğunda saat zaten altıya geliyordu. Yani fazla uyumadın merak etme.” Dağhan içimi rahatlatmak için uğraşırken ayağa kalktım.

 

“Neden uyandırmadın? Sabah erken kalkacağız dedin.” kalktığım gibi başım dönünce olduğum yerde sendeledim. Dağhan hızlıca bana yaklaşıp dirseklerimden tuttu ve yüzüme doğru eğildi. Endişeyle bakan yeşil gözlerine bakmak için kafamı kaldırdığımda yüzünün yüzüme olan yakınlığı kalbimin hızlanmasına neden oldu. Teninin güzel kokusu burnuma iliştiğinde fark etmeden derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum. Gözlerim odağını kaybetmeye başladığında Dağhan'ın dirseğimdeki eli belime ulaştı.

 

“Gel otur ben sana ağrı kesici getireyim. Aç karna içmen hiç sağlıklı değil ama bir şeyler yiyene kadar dayanamazsın.” kalktığım yatağa geri oturduktan sonra Dağhan seri adımlarla dışarı çıktı.

 

Dün gece olanları düşündüğümde her şey bölük pörçük aklımdaydı ancak birleşmiyordu. Her şey çok hızlı geçip gidiyordu. Yalnızca biraz kafamı rahatlatmak istemiştim çünkü son olanlar, eskiden olanlar ve henüz olmamış olanlar hepsi çok fazla geliyordu. Yorulmuştum, nefes alamıyordum, boğuluyordum ve hislerim yine kurtuluş olmadığını haykırıyordu.

 

Bütün hücrelerime kadar biliyordum Elmas Arıcı için kurtuluş yoktu.

 

Dağhan odaya geri girdiğinde garip bir şekilde başım iyiydi ancak ruh halim için aynı şeyi söylemek zordu.

 

“Başak poğaça yaptı, al biraz ye ağrı kesiciyi öyle içersin.” Dağhan elinde tepsiyle içeri geri girdiğinde kafamı salladım. Tepsiyi kucağıma yerleştirip poğaçayı elime aldım. Küçük bir ısırık alırken parmağımı su bardığının ağız kısmında gezdirmeye başladım. “Sen iyi misin? Sanki keyfin kaçmış gibi hissediyorum.”

 

Poğaçayı yutup bakışlarımı Dağhan’a çevirdim. “İyiyim, sadece, bir şey yok.” hislerimi ona anlatamazdım, kimseye anlatamazdım.

 

“Elmas.” dedi Dağhan. Elini kaldırıp çeneme hafifçe dokundu. “Konuşmak istemiyorsan istemiyorum de ama unutma ben kimse değilim. Dinlerim, çözüm bulabilirsem bulurum bulamazsam da bulmana yardım ederim. Benden kaçmana ya da hislerini gizlemene gerek yok üstelemem.”

 

Yutkunurken bakışlarımı yeniden kaçırdım. Elimdeki poğaçayı tepsiye bırakıp ağrı kesiciyi elime aldım, dudaklarım arasında tutarken bardaktaki sudan büyük bir yudum içerek ilacı yuttum. “Bir uzmanla görüşmek istiyorum sanırım ama Mirza öğrenmeden. Gizli bir şekilde yapabilir miyiz?”

 

“Psikolog arkadaşım yok ama halletmeye çalışırım. Belki Başak’ın tanıdıkları vardır.” rahatlatıcı ses tonuyla derin bir nefes aldım.

 

“Ne yapacaktık bugün? Neden erken kalkıyorduk?” tepsiyi elime aldım yeniden ayağa kalktım. Ağrı kesici henüz etkisini göstermeye başlamamıştı ancak daha iyi hissediyordum.

 

“Aslında sizi güzel bir kahvaltıya götürecektim, Uzay’ı da alacaktık. Şimdi birlikte akşam yemeğine gideceğiz.”

 

“Anladım da evde kalsak?” yüzümü buruşturup odadan çıkarken Dağhan arkamdan geliyordu.

 

“Neden iyi misin? Bir şey mi oldu?” tepsiyle birlikte mutfağa girerken Başak fırının önünde oturmuş fırının içine bakıyordu.

 

“İyiyim, iyiyim sadece ağrım var biraz.” dört kişilik masanın bir sandalyesine oturup tek dizimi kendime çekerek çenemi dizime yasladım. “Duygusal açıdan biraz yoğun günler geçiriyorum. Sadece dinlenmek ve nefes almak istiyorum.”

 

Dağhan bir süre yüzüme bakıp kafasını salladı, ardından Başak’a döndü. “Başak biraz gelir misin? Elmas markete gidebilir misin, yemek yapacağım da birkaç malzeme eksik.”

 

Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. “Buna on saniyede mi karar verdin?” hiçbir şey demeden kafasını salladı. Ayağa kalktığımda benimle birlikte kalktı. Holdeki askıdan kabanını eline aldı, bir süre ceplerini karıştırdı ve cüzdanını bulup kabanı geri astı. Odama geçip kreme kaçan bir kot pantolon giyindim. Üstüme Başak’ın benim için aldığı pembe satenimsi gömleğimi giydim ve kollarını iki kere kıvırdım.

 

Beyaz çoraplarımı ayağıma geçirirken kapı çaldı. “Gir.” Dağhan odaya girdi ve elindeki kartı çalışma masasına bıraktı.

 

“Alışveriş listesini sana mesaj olarak attım. Buradan alabilirsin, şifresi 0306.”

 

“Param vardı aslında.” diye mırıldandım ayağa kalkarken. Kartı alıp arka cebime atarken telefonumu da masadan aldım.

 

“Sendeki sende kalsın, yarın öbür gün acil ihtiyacın olur kullanırsın. Ben çalışıyorum ve maaşım her ay düzenli yatıyor.” dedi sakince.

 

“Haklısın. Çıktım o halde ben.” odadan çıkarken Dağhan da peşimden geliyordu. Askıda duran ve pantolonumla aynı renk olan montumu giyinmek için telefonumu Dağhan'a uzattım. “İyi misin? Dün gece biraz,”

 

Kafasını iki yana salladı. “İyiyim, iyiyim sadece biraz uykusuz kaldım. Dün gece sarhoştun ve beni üzecek bir şey yapmadın. Aramızda hiçbir şey de geçmedi merak etme.” montumu giyinirken bir şey dediğini duymuştum ancak ne dediğini anlayamamıştım.

 

Evden çıkıp en yakındaki markete giderken uzun zaman sonra sokağa tek başıma çıktığım aklıma gelmişti. En son o gecenin ardından çıkıp bilinmezliğe doğru yürümeye başlamıştım ve şimdi yeniden yürüyor olmak, üstelik o geceki gibi yağmurun yağıyor olması kendimi kötü hissetmeme neden olmuştu.

 

Nisan ayına girmemize yirmi dört saatten az kalmıştı. Bahar gelecekti ama tuhaf bir şekilde havalar hâlâ çok soğuktu. Dışarı çıkarken hâlâ mont giyiyordum ve ben kalın giyinmekten nefret ederdim.

 

Markete doğru yürürken telefonum çaldı, cebimden çıkarıp kimin aradığına bakarken görmeyi beklediğim isim kesinlikle Agâh Bey değildi. Kaşlarımı çatarak aramayı onayladım ve telefonu kulağıma yasladım. “Agâh Bey? Bir şey mi oldu?”

 

“Sana da merhaba Elmas. İyiyim teşekkür ederim sen nasılsın?”

 

“Merhaba Agâh Bey, nasılsınız? Çocuklar nasıl? Neler yapıyorsunuz?” markete yaklaşmaya başladığımda olduğum yerde durdum.

 

“İyiyiz şükürler olsun. Ben evden işe işten eve gidip geliyorum. Seni fikrini almak için aramıştım.” dedi ama sesi tedirgin geliyordu.

 

Kaşlarımı daha çok çatıp dudaklarımı ısırdım. “Ne fikri?”

 

“Fikirden çok isteğin olup olmadığı. İstemeyeceğini biliyorum ama sormak istedim yine de.”

 

“Agâh Bey,” dedim yumuşak bir ses tonuyla. Çok gerilmişti ve ben nedenini anlayamamıştım. “sormak istediğinizi rahatlıkla sorabilirsiniz. Size saygısızlık yapacak değilim.”

 

“Kırılmanı ya da darılmanı istemiyorum.” derin bir nefes aldı ve bir kapının kapandığını duydum. “Dün kardeşim aradı. Eğer müsaitsek yeni gelinimizi de alıp onlara Amasya’ya gidip gidemeyeceğimizi sordu. Kızlar, damatlar Tomris ve ben gideceğiz. Eğer istiyorsan akşam seni olduğun yerden aldırır, eşyalarını toplaman için zaman tanırım. İstemezsen de rahatsız olduğunu belirtir-”

 

“Oğlunuz da gelecek mi?” gitmek isteyip istemediğim konusundaki kararım netti. Yalnızca merak ediyordum.

 

“Gelecek. Bizimkiler sizi bir çift olarak görmek istediler.”

 

“Onlara üzgün olduğumu ve gelemeyeceğimi iletirseniz çok sevinirim. Oğlunuzla mahkeme gününe kadar yüz yüze gelmek istemiyorum.”

 

Agâh Bey derin bir nefes daha alırken, “Tamamdır kızım. Vaktini ayırıp konuştuğun için teşekkür ederim.”

 

“Bunun için teşekkür etmeyin Agâh Bey, sorun yok. İstediğiniz zaman arayabilirsiniz konuşurum.”

 

Kendime dikkat etmemi öğütleyerek telefonu kapattı. Telefonumu geri cebime yerleştirip markete girdim ve yaklaşık kırk dakika boyunca Dağhan'ın istediği şeyleri aldığım market arabasına doldurdum.

 

“Kabile mi doyuracaksın Dağhan ne yapacaksın bu kadar hazır gıdayı ya?” oflayarak kasaya yaklaştım ve bütün bu poşetleri nasıl taşıyacağımı düşünerek ödememi yaptım.

 

İki elimdeki poşetlerle söylene söylene marketten çıktım. Çıkar çıkmaz karşıdaki binanın duvarına omzunu yaslayan ve kollarını göğsünde birleştirip sırıtarak bana bakan Dağhan'la karşılaştım.

 

Olduğum yerde şaşkınlıkla ona bakarken Dağhan bana doğru yaklaştı, elimdeki poşetlerin hepsini eline aldı. “Hayvan değilim Elmas bu kadar şey isteyip tek başına taşımana izin vermem.”

 

Dudaklarım titrediğinde gülümsemek ve gülümsememek arasında gidip geldim. En sonunda bana bakışlarına dayanamadığımda gülümsedim. “Başak bizi öldürmeden arabaya geçmeliyiz.”

 

Kafamı arabaya doğru çevirdiğimde Başak camı indirdi ve vücudunun üst kısmı dışarı bakacak şekilde camdan dışarı çıktı. “Aloo geç kalıyoruz gelecek misiniz artık?”

 

Kafamı iki yana sallayarak arabaya doğru yaklaştım ve arka koltuğun kapısını açtım ancak Dağhan ayağıyla kapıyı tuttu. Bakışlarımı ona çevirdim o ise bakışlarını yolcu koltuğuna dikmiş kaşlarıyla oraya oturmamı işaret ediyordu.

 

İnat etmeyip yolcu koltuğuna oturdum ve arkamı dönüp Başak’a baktım. “Nereye geç kalıyoruz?”

 

Başak omuz silkerken elini çantasına attı ve küçük bir ayna çıkarıp yüzüne bakmaya başladı. “Abim sen çıkar çıkmaz git hazırlan gidiyoruz dedi. Nereye dedim söylemedi. Uzay’ı da alıp gelmiş aşağıda beklemiş. Hazırlanmama izin vermeden otuz sekiz defa aradı.”

 

Kaşlarımı kaldırıp Başak’ın yanında oturan Uzay’a çevirdim ancak onun bütün dikkati elindeki tabletteydi. Üstelemeden önüme döndüm ve Dağhan'ı beklemeye başladım.

 

~~~ 

 

“Gerçekten mi abi? Gerçekten bütün bu gerilim mangal yemek için miydi?” Başak elini alnına vururken arabadan çanta ve poşetleri indirmemize yardım ediyordu.

 

“Ama teyze dayım çok güzel mangal yakıyor ben çok seviyorum.” Uzay elindeki dondurulmuş meyveleri yerken Başak’a bakıp gülümsedi.

 

Başak ona bakarken yüzünde hüzünlü bir gülümseme oluştu ve elindeki poşetleri sakince masaya bıraktı. “Aşkım seviyorsan her hafta gelelim, sen iste yeter.”

 

Uzay kafasını iki yana sallarken ben poşetlerdeki salatalık, domates, soğan ve marulu çıkarıp Dağhan'ın getirdiği kaba koyarak yıkadım. Salatalıkları soyarken Dağhan mangalı yakıyordu.

 

İstanbul'un neresindeydik veya İstanbul'da mıydık bilmiyordum ancak burada hava güzeldi. Biz çıkarken hava kapalıydı hatta yağmur yağıyordu. Buradaysa hava sıcak diyebileceğim kadar açıktı.

 

Dağhan üstündeki haki rengi gömleğin kollarını yukarı doğru katlamıştı. Altında krem rengi bir pantolon vardı. Kahverengi kemeriyle çok, çekici görünüyordu.

 

Parmağımda yanma hissi baş gösterdiğinde bakışlarımı Dağhan'dan çekip parmağıma götürdüğümde gördüğüm kan, bir anlığına korkmama neden olmuştu. Bıçağı sakince önümdeki tahta masaya bırakıp parmağımı az önce sebzeleri yıkadığım çeşmenin altında yıkadım ve kan duruluncaya kadar bekledim.

 

Akan kan durunca elimi çekip masaya geri yaklaştım ve peçeteyle elimi kuruladım. Salatayı yapmaya geri döndüğümde Başak yanıma yaklaştı ve sırıtarak yüzüme baktı. “Abimi keserken elini kesmen gözümden kaçmadı Elmas Hanım, oldunuz siz.”

 

Elindeki küçük etleri şişe geçirirken olduğu yerde sallanıp duruyordu. Şaşkınlıkla duraksayıp yüzüne baktığımda sırıtmaya devam etti. “Ne kesmesi ne abisi ne olması Başak? Neler diyorsun sen öyle? Biz,” derin bir nefes aldım. Göz ucuyla Dağhan'a baktığımda bana göz kırpıp gülümsedi. İstemsiz olarak karşılık verirken, “biz arkadaşız sadece Dağhan'la.” diyerek cümlemi tamamladım.

 

Başak dudakları arasından ‘peh’ diye bir ses çıkarıp doldurduğu şişleri abisine götürdü. Yanıma gelirken yüzüme baktı ve kaşlarını kaldırdı. “Farkında değilsiniz ama bas bas birbiriniz için yaratıldığınızın havasını veriyorsunuz. Birbirinize olan bakışlarınızı aşık iki insanın gözlerinde görmedim daha önce. Birbirinize olan dokunuşlarınız Elmas, dokunuşlarınız zarar vermekten korkarcasına zarif ama dünyayı alev alev yakacak kadar şehvetli. Şimdi hiç ben evliyim triplerine falan girme çünkü boşanmanız için abimle elimizden geleni yapıyoruz.”

 

Salata malzemelerini doğramayı bırakıp paketten kaşıkla tuz ekledim ve ellerimle sebzeleri öldürmeden yoğurdum. Başak’ın söyledikleri de zihnimi bu şekilde yoğuruyordu ve bu başıma ağrı girmesine neden oluyordu. “Öyle mi görünüyoruz dışarıdan?”

 

“Hayır canım benim ben sizi gözlemlediğim için görüyorum. Benim amacım seni üzmek ya da kafanı karıştırmak değildi.” salatayı yoğuran ellerimi hafifçe bileklerimden tutup kaldırdı ve kafasını sola eğerek yüzüne bakmam için yalandan öksürdü. “Sadece mutlu olmanı istiyorum Elmas. Yanımıza ilk geldiğin günkü halinden eser kalmadı biliyor musun? Yüzünde hüzün yok, gözlerin korkak bakmıyor, cildin hastalıklı gibi sapsarı değil, iyileşiyorsun. Ve ben sana diyorum ki kaçma duygularından. Kaldı ki yaşayacağın şeyler seni iyileştirecek şeyler, kaçtığın ya da kaçmaya çalıştığın gibi seni öldürecek duygular değil. Güzel şeyler yaşamak, özellikle kötü şeyler yaşadıktan sonra seni hayatta tutacak güzel şeyler yaşamak yanlış bir şey değil. Duygularına karşılık bulacağın konusunda da eminim. Bir kez olsun, sadece bir kez olsun kalbinin doğru olanı seçmesine izin ver. Düşünme, düşünürsen kaybedersin çünkü gerçek sevgi ve aşk kalbe ekilen tohumlardır zihnin yağmurları o tohumları büyümeden öldürür.”

 

Haklıydı, söylediklerinin bir kısmı doğruydu ancak kafam karışıyordu. Bu aşk mıydı? Nasıl emin olacaktım? Kalbim, şimdi susuyordu bu ne demekti?

 

“Ya aşk değilse?” dedim Başak’ın gözlerine bakarken. “Ya kalbim yanlışı seçerse?”

 

Başak hafifçe gülümsedi. “Neden o gece abimin arabasına bindin? Neden bize geldiğinde abimi yanında istedin? Hastaneye giderken neden abimin seni yalnız bırakmamasını istedin? Hepsine mantıklı bir cevabın illaki vardır ama bak kalbin doğruyu biliyor. Hiç kimse o kadar kısa sürede tanıdığı birine güvenemez ki sen Elmas, yaşayabileceğin en ağır şeyi yaşadıktan sonra abime yani bir erkeğe sığındın. En kötüsünü yaşadım daha kötüsü olamaz diye düşünerek çıktın belki yola ama bir başkası olsaydı güvenebilir miydin? Binebilir miydin başka bir erkeğin arabasına?”

 

Bakışlarımı kaçırıp salatayı yapmaya devam ettim. Limonu da sıkıp karıştırdıktan sonra bir tane domatesi alıp tadına baktım, her şey güzeldi.

 

Başak’ın söylediklerini yine ve yine düşündüm. Evet daha kötüsü olamaz diyerek Dağhan'ı o gece banyoda yanımda istemiştim ama bir yanım da Dağhan'ın güvenli bir liman olduğunu haykırıyordu. Kazadan sonra onu tanımazken bile ona sığınmayı tercih etmiştim çünkü içimden bir ses onun iyi biri olduğu konusunda beni dürtüp durmuştu. Hayatımda verdiğim nadir doğru kararlardan birisi Dağhan'a güvenmekti.

 

“Teyze!” diye bağırdı Uzay ağlayarak. Başak ile aynı anda bakışlarımızı Uzay’a çevirdiğimizde dizini tutarak yanımıza doğru geldiğini gördüm.

 

Elimi hızlıca peçetelerle silip yanına koştum ve eğilip Uzay’ı kucağıma aldım. Masanın yanındaki tahta oturaklara oturup Uzay’ı da yanıma oturttum. Önünde eğilip tuttuğu dizine baktım, düşmüştü ve derisi soyulup kanamıştı. Uzay ağlamaya devam ederken ellerimi uzatıp yüzüne gelen saçlarını çektim. “Bebeğim benim sakin ol. Şimdi yaranı silip temizleyeceğim sonra da yara bandı yapıştıracağım tamam mı?”

 

Masadaki peçeteye uzanırken Başak, “Ben arabadan tendirdüyot ve yara bandı getirip geleyim.” diyerek yanımızdan uzaklaştı.

 

Peçeteyi kanın yoğun olduğu bir bölgeye fazla sıkmadan bastırıp kanı temizledim. O sırada Dağhan yanımıza yaklaşmış endişeli bir ses tonuyla, “Zekâ küpüm iyi misin? Bir şey oldu mu?” diye sormuştu. Uzay’ın yanına oturup saçlarını karıştırırken Uzay burnunu koluna silmiş ve kafasını olumlu anlamda sallamıştı.

 

“İyiyim dayı, biraz düştüm sadece.” Başak geldiğinde Dağhan Uzay’ın iyi olduğuna kanaat getirerek yanımızdan uzaklaştı ve eski yerine, mangalın başına döndü. Uzay’ın yarasını tendirdüyotla temizledim, hafif hafif üfledim ve büyük yara bantlarından ikisini dizine yapıştırdım. “Elmas abla?” dedi Uzay ben ikinci bandı yapıştırırken. Yüzüne bakıp gülümsediğimde utanarak dizini işaret etti. “Yaramı öper misin? Dayım annelerin iyileştirici gücü olduğunu ve anneler öperse her yaranın geçeceğini söylemişti. Annem değilsin ama ben annemsin gibi hissediyorum.” söyledikleriyle yutkunma ihtiyacı hissederken kafamı salladım. Kafamı hafifçe eğip yara bandı yapıştırdığım dizine küçük bir öpücük kondurdum.

 

Doğrulurken Uzay’ın yanına oturdum, Uzay’ın minik bedenini kendime çekip sarıldım ve saçlarının kokusunu içime çekerek sarılabildiğim kadar sarıldım. Minik kalbinin acısıyla gözlerim doldu. “Uzay,” sesim titrediğinde susmak zorunda kaldım tam o anda Uzay ellerini belime sardı. “çok güzel bir çocuksun, biliyorsun değil mi?”

 

“Haydi o zaman yemek vakti!” Başak ben Uzay’la ilgilenirken hazırladığım salata ve mezeleri tabaklara dökmüştü.

 

Uzay benden ayrıldığında Başak karşımıza oturdu. Hepimizin önüne plastik tabak, çatal, bıçak ve lavaş bırakıp afiyet olsun dedikten sonra yemek yemeye başladı. Uzay kafasını bana çevirip, “Şey ben teyzemin yanına otursam sorun olur mu?” diye sordu.

 

Kafamı iki yana salladım. “Hayır bebeğim ne sorun olacak?”

 

Uzay tabağını alıp dizine dikkat ederek Başak’ın yanına oturdu. Dağhan elindeki son cam tabakla yanımıza yaklaştı, hiç tereddüt etmeden soluma oturdu ve hepimize afiyet olsun dileyerek yemeğine başladı.

 

Zihnim, biraz önce Başak’ın söyledikleri yüzünden bulanıktı. Tabağıma biraz salata koyup elimi ortadaki şişlere uzattım. Beklemediğim bir anda Dağhan elimi tuttu ve az önce kestiğim yere dokundu. Şaşkınlıkla yüzüne baktığımda bana bakmak yerine kestiğim deriye baktı, sol eliyle bileğimi tutarken sağ elinin parmaklarıyla yaraya dokundu. “Yeni olmuş, ne zaman kestin?”

 

Başak’la Uzay aralarındaki sohbeti bitirip bize döndüler. Utanarak bakışlarımı kaçırırken gözümün ucu Başak’a değdi ve ben demiştim der gibi sırıttığını gördüm. “Biraz önce yemek yaparken kesildi. Önemli bir şey yok geçer.”

 

“Acır böyle bırakırsan, hem mikrop da kapar. Hatırlat bana temizleyip yara bandı yapıştırayım.” parmağını okşamaya devam ederken gözlerinden farklı bir parıltı geçti ancak bu o kadar çabuk olmuştu ki ne olduğunu anlayamamıştım.

 

Yaklaşık iki dakika sonra parmağımı bıraktığında yemeğime döndüm. Zihnimdeki bulanıklık gittikçe aydınlanırken yüzümde küçük bir tebessüm oluştu.

 

~~~ 

 

Eve dönerken saat gece saatlerine geliyordu. Uzay arabaya biner binmez uyumuştu. Başak boynu ağırmasın diye kafasını kucağına yerleştirdi ve saçlarını severken o da uyuklamaya başladı.

 

Kafamı cama yaslayıp gülümseyerek dışarıyı izlerken, “Ee nasıldı gün? Sana dinlenme fırsatı sunamadım ama yatak döşek yatmanı da istemiyorum.” dedi Dağhan.

 

Bakışlarımı ona çevirdiğimde arada bana bakıp yola döndüğünü fark etmiş oldum. “Güzeldi açıkçası çok teşekkür ederim. Sırt ve kol ağrılarım geçmemiş olsa da iyi hissediyorum. Sanırım sizinle olmayı Uzay kadar ben de seviyorum.”

 

“Uzay seni tahmin ettiğimden daha çok sevmiş. İşin garip tarafı Uzay gerçekten çok içine kapanık bir çocuk. Ketumdur insan sevme konusunda.”

 

Dikiz aynasına bakarak geri önüne döndü. Sırtımı kapıya yaslayarak yüzümü Dağhan'a çevirdim. “Annesi konusunda biraz yaralı ve ben onunla ilgilenince aradığı anne şefkatini bende buluyor. Başak küçüklüğünden beri tanıdığı biri ve annesinin kardeşi, anne sıcaklığını ondan alıyor ama istediği şefkat bu değil.”

 

“Ablamla bu konuyu da konuşmam lazım. Uzay’da daha fazla yara açsınlar istemiyorum. Şimdi de eve değil bize alacağım onu.”

 

Arka cebimde telefonum titremeye başladığında dudaklarımı ıslatıp kalçamı kaldırdım ve telefonumu cebimden çıkardım. Gülcan’ın aradığını görünce kaşlarımı çattım, telefonu açarken sırtım istemsiz olarak dikleşmişti. Dağhan ne oldu dercesine yüzüme bakarken, “Efendim Gülcan?” diye sordum ancak karşı taraftan bir bağırış sesi geldi. Bir camın kırılma sesi geldiğinde Mihrimah’ın ağlayan sesi kulaklarıma doldu sonra da Mete’nin hıçkırığı. “Gülcan ne oluyor?” sesim yükseldiğinde Dağhan arabayı yavaşlatıp uygun bir yerde durduğunda içimi korku ve endişe kapladı.

 

“Bağırma artık çocukları korkutuyorsun!” Gülcan’ın sesi kulaklarıma dolduğunda yutkundum.

 

“Mete? Sen misin yengecim oradaysan ses ver?” Sesim titrmeye başlıyordu. Korkuyordum, çünkü çocuklar evdeydi.

 

“Elmas,” dedi Mete fısıldayarak, sesi korkudan titriyordu. “gelir misin? Mirza geldi çok sinirli. Kardeşim ağlıyor annem de ağlıyor ben de ağlıyorum. Eğer gelmezsen,” arkadan Gülcan’ın çığlığı kulaklarıma doldu. Ellerim titremeye başlarken, “Sizin evde misiniz? Mete sizde misiniz neredesiniz?” bağırdım. Bağırdığımın farkında değildim.

 

“Elmas ne oluyor?” gözüm akmaya başladığında Mete, “Evet,” dedi cümleye devam edecekti ancak bir anda hat kesildi ve telefon kapandı.

 

“Dağhan sür, arabayı sür. Çocuklar,” ağlamaya başladığımda ellerimle yüzümü sıvazladım. “Mirza Gülcan’ın evine gitmiş. Oraya gitmezsem zarar verecek. Çocuklar var Dağhan ağlıyorlar.”

 

“Sakin ol, bir şey olmayacak. Gidiyoruz. Adresi biliyor musun?” Dağhan arabayı evin olduğu tarafa değil de merkeze doğru sürmeye başladı.

 

“Tam,” derin bir nefes alırken avuç içlerimi şakaklarıma bastırdım.“tam hatırlamıyorum. Agâh Bey’in evinden sonra düz gidiyorduk, yol ayrımı vardı. Döner kavşak,” gözlerimden yaşlar akmaya başlarken ellerimin titremesi gittikçe arttı.

 

Korkan ben miydim? Korkan çocukluğum muydu? Bir çocuğun çığlıkları kulaklarımı sağır etti, o çocuk belki de bendim. Bir tokat sesi bütün geçmişimde yankılandı acısı sol yanağımdaydı.

 

“Elmas, güzelim bak sakin ol. Nefes alamıyorsun şu an nefes al.” Dağhan'ın endişeli ses tonu içimdeki korku ve endişeyi büyüttü. Nefes alamıyordum etraf bulanıklaşıyordu. “Sakin olmazsan çocuklara yardım edemezsin. Çocukları düşün.”

 

Çocuklar, çocuklar iyi miydi? Onlara zarar gelmemeliydi onlar çocuktu. Çocuklar şiddeti öğrenmemeliydi daha çok küçüklerdi.

 

“Dağhan çocuklar,” tanıdık binalar görmeye başladığımda içime su serpilmesi gerekiyordu ancak serpilmemişti. Neyle karşılaşacağımı bilmemek daha çok korkmama neden oluyordu. “Şu,” işaret parmağımla Gülcan’ın evini işaret ettim. “Şurası Dağhan dur!”

 

Dağhan durur durmaz kapıyı açıp dışarı çıktım. Evin kapısına vuracağım esnada Dağhan bileğimi tuttu ve vücudumu kendisine doğru çevirdi. “Tek başına giremezsin.” sesi katıydı ama gelemezdi. Gelirse Mirza onu yaşatmazdı.

 

“Dağhan,” sesim ağlamaklı çıkıyordu. Olduğum yerde kasıldım ve derin nefesler almaya başladım. “yaşatmaz seni lütfen. Bak içeri geçeyim sana söz veriyorum çıkar çıkmaz haber vereceğim. Başak ve Uzay’ı buradan uzaklaştır.”

 

“Seni bırakmam!” dedi dişlerinin arasından. Gözlerindeki sevecenlik uzaklaşıyordu ve korkutucu bakıyordu. “Öldürecekse öldürsün-”

 

“Hayır.” bileğimi elinden kurtarıp kapıya doğru yaklaşırken içeriden sesler gelmeye devam ediyordu. “Bunun ağırlığıyla yaşayamam Dağhan. Yalvarırım gidin, söz veriyorum çıkar çıkmaz beni alman için seni arayacağım.”

 

Dağhan’a tepki verme fırsatı sunmadan koşar adımlarla kapıya yaklaştım ancak kapı zaten açıktı. Hiç beklemeden içeri girerken Dağhan'ın küfür ettiğine şahit oldum. Arabanın gidip gitmediğini duymamıştım çünkü içerideydim.

 

Etraf savaş alanı gibiydi, kırılan vazolar, televizyon, dağılan koltuklar, televizyon ünitesinin parçaları... Siyah gömlek ve siyah kot pantolon giyerek bana arkasını dönen Mirza, elini öne doğru uzatmıştı. Elinde ne olduğunu göremiyordum ama karşımda Gülcan vardı. Ağlamaktan yüzü kıpkırmızı bir halde, elleri titreyerek duvara yaslanmıştı.

 

“Mirza yalvarırım yapma, bak çocuklar çok korktu.” Ellerini kaldırıp Mirza'nın elindeki şeyi alacakken Mirza ani bi hareket yaptı ve Gülcan’ın avuç içinden küçük oluklar şeklinde kan akmaya başladı.

 

Çocukluğumun kanlı perdelerinden biri aralandı, korkudan tir tir titreyen küçük bir çocuk perde arkasında ağladı. O çocuk bendim, o çocuk Mete’ydi, o çocuk Mihrimah’tı.

 

“Baba yapma,” hıçkırık sesi.

 

“Kes sesini! Duymak istemiyorum.” bir tokat daha.

 

“Annecim kurtar beni.” kalçama bir tokat attı.

 

“O da kurtaramaz seni artık, duydun mu?” çenemi tutup ondan aldığım mavi gözlerini korkutucu bir şekilde gözlerime dikti. Bir şey söyleyeceği esnada gözleri kapandı ve vücudu üstüme düştü.

 

Mirza'nın vücudu yere düşerken Gülcan hızla ona yetişti ve elindeki bıçağı aldı. Mirza yerle buluşunca şaşkınlıkla elimdeki metal süs eşyasına baktım.

 

Mirza'yı ben mi bayıltmıştım?

 

Gülcan endişeyle ve daha çok ağlayarak Mirza'nın boynuna dokundu. “Ölmez bu darbeden sert vurmadım.”

 

Bana şaşkınlıkla bakarken içeri doğru adım attım, çocukların olduğu odanın önünde durup kapıyı sakince açtım. Kapıyı açtığım gibi karşılaştığım görüntü, kalbimi acıtmıştı.

 

Yatağın dibine çökmüşlerdi, Mete yere oturmuş Mihrimah’ı da kucağına almış sımsıkı sarılarak ağlıyordu. “Geçti abicim, geçti. Bak ses yok artık.” ikisi de tir tir titriyordu ve bu çok, kalbimi acıtmıştı.

 

Hızlı adımlarla ikisine yaklaşıp yere eğildim, kollarımı açıp ikisine de sarıldım. Mete hıçkırarak ağlamaya başladığında gözlerim doldu, hâlâ titriyordu ve bir süre geçmeyecek gibiydi.

 

Mihrimah’ı Mete’nin kucağından alıp sımsıkı sarıldım. Minicik vücudu korkudan buz kesmişti, boynuma sarılan elleri titriyordu. “Mete,” bana sarılan bedenini tek elimle sarıp saçlarının tepesine bir öpücük kondurdum. “hadi aşkım gel gidelim.” Mete dolu gözlerini kaldırıp bana baktı ve kafasını salladı. Titreyen dizlerini görünce, “Gel sen de kucağıma yürüyemiyorsun.” eğilip Mete’nin dizlerinin arkasından tuttum ve kaldırdım. İkisinin ağırlığı benim için çok fazlaydı ama onları çıkarmam gerekiyordu.

 

Yavaş adımlarla evden dışarı çıkarken Gülcan elini sarmış bir şekilde Mirza'nın başında duruyordu. Bizi görünce arkasını döndü, çocukları ağladığını görmesin diyeydi. “Babamı aradım, Hazal geliyor sen onunla git. Ben ve Mirza Nilay’la gideceğiz. Sanırım artık bizimle gelmek zorundasın.”

 

Mete kafasını kaldırıp yüzüme bakarken, “Elmas lütfen gel. Ne olur gel,” yanağımı omzuna yaslarken kafamı salladım. “Tamam aşkım tamam, geleceğim.”

 

Yavaş adımlarla evden çıktım ve evden biraz uzaklaşarak kaldırıma oturdum. Mihrimah derin nefesler alıp duruyordu. Minik kalbinin hızlı atışları benim kalbimin üstünde atarken yutkundum. Çok küçüktü, bunu yaşamamalıydı ama yaşamıştı.

 

Çocukluğum gözlerimin önünden geçmeye başladığında içimdeki yangın büyüdü, intikam yangınıydı. Babama karşı bir nefret değildi, Mirza'ya karşı bir nefret değildi, herkese karşıydı. Bunu yapan, yaptıran, buna göz yuman herkese karşı bir nefretti.

 

Bu bir savaştı. Savaş her zaman tanklarla, toplarla, tüfekler ve silahlarla olmazdı. Bazen savaş duygularla ve duygusuzluklarla da olabilirdi.

 

Mirza’yla aramızdaki artık bir savaştı ve herkes bu savaşa dahildi. Çünkü herkes savaş meydanının ortasında kalıp yara almıştı, hangi cephede olacaklarını onlar belirleyeceklerdi. Bir cepheye katılmak zorundalardı yoksa ölürlerdi.

 

Aradan geçen zamanı bilmiyordum ancak Hazal'ın arabası bir metre yakınımda durduğunda kafamı hafifçe kaldırıp arabaya baktım. Hazal hızla şoför koltuğundan kalkıp eve doğru koşarken, “Hazal,” diye seslendim. Olduğu yerde durup bize doğru yaklaştı ve yere eğildi. Mete’yi kucağına almak için uzandığında Mete çığlık attı, kollarını vücuduma daha sıkı sardı. “Su alır mısın çocuklara? Çok korktular.”

 

Hazal üzücü bir bakış atıp doğruldu ve en yakındaki markete gitti. Üç tane su, çubuk kraker, balık kraker ve meyve suyu alıp döndü. Birlikte arabaya bindiğimizde Mete’yi yanıma oturtup bir tane çubuk krakeri ve suyu ona verdim. Sakinleşmesi için biraz süre tanırken Mihrimah’a balık kraker yedirdim.

 

Mete sakinleşip kafasını dizlerime yasladığında Mihrimah kucağımda oturmuş dışarıyı izlerken uyuyakalmak üzereydi. “Amasya’ya mı gidiyorsunuz?”

 

Hazal dikiz aynasından bana bakıp kafasını olumlu anlamda salladı. “Gidiyorsunuz değil, gidiyoruz. Çocuklar şimdi seni bırakmazlar.”

 

Bakışlarımı çocuklara çevirip yutkundum. “Ben gelemem. Gelmek de istemiyorum zaten.”

 

Hazal derin bir nefes aldı. “Gerçekten üzgünüm ama artık isteğine bağlı bir durum değil bu. Çocuklar bırakmaz seni diyorum ki Gülcan sen dışında birimize güvenmiyor. Mete küçükken benim yüzümden kaçırıldı, Gülcan kabul etmese de çocukları benimle bırakmaya hâlâ gönlü el vermiyor.”

 

Ne yapacaktım? Mirza’yla bir süre geçirmem gerekecekti ancak bunu istemiyordum. Derin bir of çekip çocukları rahatsız etmeden telefonumu cebimden çıkardım ve Dağhan'ı aradım.

 

“Şükürler olsun Elmas, senden haber bekliyorum kaç saattir.” endişeli ses tonunu duyunca kendimi kötü hissettim. Mete’nin ter yüzünden ıslanan saçlarını severken yutkundum.

 

“İyiyim Başak, merak etmeyin. Ailemizle Amasya’ya gidiyorum haberin olsun bu gece sana gelmeyeceğim haberin olsun.”

 

“Ne? Ne demek Amasya’ya gidiyoruz? Elmas gidemezsin. Tek başına olmaz.”

 

“Canım birkaç gün kalıp döneceğiz merak etme.”

 

“Pezevenk kocan seni öldürür bu birkaç günde!” diye kısık sesle resmen bağırdı. “Geri geleceğim dedin, söz veriyorum akşam döneceğim dedin.”

 

“İşler tahmin ettiğim gibi gitmedi özür dilerim. Şimdi kapatmam gerek tünele giriyoruz.” telefonu yüzüne kapattığımda içimde kötü bir his oluşmuştu, Dağhan'a karşı.

 

Hazal dikiz aynasından bana çaktırmadan bakıyordu ancak tek bir şey söyleyemiyordu çünkü aramızdaki sınırı çizmiştim. Hayatımın bir parçası değillerdi.

 

Bu gerçeğin beni üzmesini ya da canımı acıtmasını beklemiştim ancak öyle bir şey yoktu. Ve o an yüzleştim, kalbini kıran en sevdiğin dahi olsa kalbinin kırıkları ona karşı olan sevgini delip geçebiliyordu.

 

Birini sevmek bir cesaretti. Yalnızca ikili ilişkiler için değildi, birini arkadaş olarak sevmek de cesaretti. Karşısındakinin nasıl biri olacağını kestirmek imkânsızdı bazen sevgi hayatın en büyük pişmanlığına neden olabilirdi.

 

Buraya geldiğim için pişman mıydım, belki bir nebze pişmandım ancak kötü şeyler güzel sonuçlara gebe kalabilirdi. Ve sanırım hayatımdaki güzel şeyin ne olduğunun artık farkındaydım.

 

~~~

 

Yaklaşık on saat süren bir yolculuğun ardından Amasya Merkezdeki Çakır ailesinin evinin önündeydik. Hazal’ın anlattığına göre burası babaannesi ve dedesinin eviymiş, amcaları ve halası ülkenin farklı şehirlerinde yaşıyormuş. Aslen hepsi İstanbulluymuş ancak babaannesi ve dedesi İstanbul'un yoğunluğundan bunalıp Amasya'ya yerleşmişler.

 

“Teyze.” dedi Mete elimi sımsıkı tutarken. “Burası annemin dedesinin evi mi?”

 

Hazal ayakta duramayacak kadar yorgundu ve dikkatini Mete’ye veremiyordu. “Evet aşkım.” diyerek Hazal yerine cevap verdim.

 

Arkamızdan Agâh Bey’in ve Nilay’ın ve Çağlar abinin olduğunu düşündüğüm arabalar geldiğinde evin önünde büyük bir araç trafiği oluşmuştu.

 

Arabalardan ilk inen Agâh Bey oldu. İner inmez içeri doğru elini uzatıp Tomris Hanım’ın elini nazikçe tuttu ve Tomris Hanım iner inmez elinin tersini nazikçe öptü. “Agâh yapma çocukların önünde.” Tomris Hanım utanarak elini yüzüne kapattı ve kıkırdadı.

 

Sonra Nilay ve Rıfat arabadan indiler. Rıfat direkt olarak Nilay’a sarıldı ve saçlarının tepesine uzun bir öpücük bıraktı.

 

Agâh Bey’in aracından dünkü haliyle dağılmış vaziyette Mirza indi. Saçları darmağındı, gömleğinin ilk iki ya da üç düğmesi açıktı. Yüzü sapsarı gözleriyse kıpkırmızıydı.

 

En son araçtan Gülcan ve Çağlar abi indiğinde Gülcan direkt olarak bana ve çocuklara baktı. Hafifçe gülümsediğimde elini kalbinin üzerine koydu ve kafasını havaya kaldırarak şükretti. Çağlar direkt olarak yanına yaklaşıp yüzüne gelen saçları yüzünden çekti, iki eliyle Gülcan’ın yanaklarını tuttu ve alnına incitmekten korkarcasına küçük bir öpücük bıraktı.

 

Herkes yavaşça içeri geçerken Mihrimah’ı Hazal’ın kucağına verip Mete’yi de Nilay’ın yanına bıraktım ve kenara çekilerek Gülcan’ın gelmesini bekledim.

 

Bu sırada Mirza yanımdan geçti ve yüzüme kırgın bir biçimde baktı. Bu kadar yakınımda olması kalbime korkunun ekilmesine neden oldu ancak yüzüne bakmaya devam ettim. Artık korkmayacaktım, beni sindiremeyecekti. Bana vuramayacaktı hatta elini bile kaldıramayacaktı.

 

Derin bir nefes alıp dudaklarını yaladı ve gözlerini iki saniyeliğine kapatıp geri açtı. “Konuşabilir miyiz?”

 

Yüzüne alayla bakıp kollarımı göğsümde birleştirdim. Karşısında dimdik dururken içimde kopan fırtınalar beni mahvediyordu ama bunu onun bilmesine gerek yoktu.

 

“Bundan sonra seninle konuşacağım tek şey boşanma davamız olacak Mirza. Şimdi önümden çekil yoksa tekme atacağım.”

 

Bana şaşkınlıkla baktıktan sonra Gülcan’la Çağlar abi bize doğru yaklaştı. Gülcan’a yaklaşacağım esnada Mirza kolumu tuttu ve ona dönmem için baskı uyguladı. Yüzümü ona çevirdiğimde geçmiş perdesi bir kez daha aralandı ve ben o geceye gittim.

 

Zihnimde kendi sesim vardı, zihnimde çığlıklarım vardı, zihnimde çocukluğum vardı. O gece film şeridi gibi gözümün önüne geliyordu, elleri yine vücudumdaydı, ben yine ağlıyordum ve durmuyordu.

 

Bacaklarıma vurduğunda zihnimde bir şimşek çaktı ve sendeledim. Elektrik çarpmış gibi kolumu Mirza'nın elinden kurtardım. Vücudum titremeye başladığında kollarımı vücuduma sardım. Nefesim derinleşmeye başladığında boğulduğumu hissettim, birisi boğazımı sıkıyordu. Elimi boğazıma sardığımda sesler uğuldamaya başladı, gözlerim bulanık görmeye başlarken yutkundum.

 

Ellerimi birinin tuttuğunu hissettim, bakışlarımı karşıma çevirdiğimde Gülcan bana bir şeyler diyordu. Öbür tarafa döndüğümde Çağlar abi Mirza'yı yakasından tutup dürtüyordu.

 

“Gülcan,” dedim ancak kendi sesim bana ulaşmıyordu. Konuşup konuşmadığım hakkında da bir fikrim yoktu, sesler yoktu, görüntüler yoktu. “beni götürür müsün?” aslında Gülcan’ın nasıl olduğunu soracaktım ama yapamamıştım.

 

Sonrası sisin ardından bir yeri izlemek gibiydi. Ve sanırım en sonunda bayılmıştım, çünkü karanlıktı.

 

~~~

 

Uyandığımda saatin kaç olduğu hakkında bir fikrim yoktu ancak etraf karanlıktı. Beni hangi odaya getirdiklerini de bilmiyordum, evi de bilmiyordum ancak odada durmak istemiyordum.

 

Ayağa kalkıp yavaş adımlarla kapıya yaklaştım ve odadan çıktım. Odadan çıktğım gibi geniş bir koridor ve teras beni karşıladı. Pantolon düğmem beni rahatsız ettiğinde yüzümü buruşturup kimsenin olmamasını fırsat bilerek düğmemi açtım. Yaklaşık yirmi dört saattir pantolonlaydım ve bu çok rahatsız ediciydi.

 

Terasa çıktığımda karşılaştığım büyük koltuğa oturup bağdaş kurdum.

 

Hava serindi ancak rahatsız eden bir serinlik değildi. Uyurken terlemiştim ve şimdi esen rüzgar beni rahatlatıyordu.

 

Ne yapacaktım? Aştığımı düşündüğüm her şey karşıma sürekli bu şekilde çıkacak mıydı? Artık yorulmuştum ve yaşamak fazla ağır gelmeye başlamıştı. Sonucu ne olursa olsun savaşacaktım kendime söz vermiştim ama artık buna gücüm var mı bilmiyordum. Dayanamıyordum her şey ağırdı ama annem kazanacaksın demişti, başaracaksın demişti ve benim dayanmaktan başka çarem yoktu.

 

Teras kapısının kapandığını duyduğumda yavaşça arkamı döndüm ve tanımadığım bir adamla karşılaştım. Karanlıkta düzgün görememiştim ama uzun boyluydu. Tahminimce Gülcan’la yaşıttı.

 

Terasa tamamen çıkıp beni görünce olduğu yerde durdu ve kaşlarını çattı. “Ah sen şu Mirza'nın eşi olmalısın. Neydi adın, Altın? Gümüş? Maden?” parmaklarını şıklattı ve kıkırdadı. “Tabii Elmas, hoş geldin.”

 

Pantolon düğmemin açık olduğunu hatırlayıp koltuktaki yastıklardan birini aldım ve kucağıma yerleştirdim. “Ve sen kimsin?”

 

Koltuğa yaklaşıp yanıma oturdu ve ayak bileği dizine denk gelecek şekilde oturdu. “Miraç. Mirza'nın en büyük kuzeniyim. Çakırların en büyük erkek torunuyum.”

 

Yüzümü buruşturdum. “Agâh Bey hariç hepinizde mi bir ego sorunu var anlayamıyorum.”

 

Miraç kahkaha attı. “Dedem bize egolu olmayı öğretti.”

 

Hiçbir şey demediğimde üstündeki eşofmanın cebinden bir paket sigara ve çakmak çıkardı. Paketten bir dalı çıkarıp dudakları arasına yerleştirdi ve paketi bana uzattı. “Ağır değil rahat içim. Küçük kuzenim içtiğinde kafa bulmasın diye hafif aldım.”

 

Paketten bir dal çıkardım, masadaki çakmağı elime aldım ve sigarayı yaktım.

 

“Mirza'nın sigara içmene izin verdiğine inanmıyorum.” dedi kendi sigarasını yakarken.

 

Omuz silkerken sigaradan bir nefes çektim. Damağıma gelen mentollü tatla birlikte daha derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum. “Mirza'dan izin alacak değilim. Yapmak istiyorum ve yapıyorum.”

 

“Sonun Nevra gibi olmasın da.” sesine çöken dehşetle birlikte bakışlarımı ona çevirdim. Sigaradan bir nefes çekip izmariti masadaki küllüğe bastırdı ve sönen sigarayı aşağı attı.

 

“Nevra mı?”

 

“Bilmiyor musun?” dedi şaşkınca.

 

“Bilmem mi gerekiyordu?”

 

Miraç yüzüme baktı ve onaylamazca kafasını iki yana sallayıp ayağa kalktı. “Gülcan’a Nevra’yı sormalısın Elmas, o mutlaka anlatır.”

 

^^^

 

Selamlar canlarım. Tutsak’ın kapağını değiştirdim ve kapaktaki bazı detayları açıklamak istiyorum.

 

Oradaki kadın Elmas’ı temsil ediyor ama Elmas değil. Yani Elmas’a benzediği için değil temsili bir kadın.

 

Kafes, Elmas’ın tutsaklığını temsil ediyor ve farkındaysanız tarafı tutsak. Elmas geçmişinden kurtulamadığı ve geçmişi bir şekilde karşısına çıktığı için geçmişine tutsak.

 

Aşağıdaki garip şekiller safir. Safir bu kitap için önemli ;)

 

Kısaca böyleydi. Bu arada bu bölüm aşırı uzundu. Size bahsettiğim aile fertlerini yazmak istemedim ama sonraki bölüm yazacağım.

 

Sizleri seviyorum! ❤

Loading...
0%