Yeni Üyelik
27.
Bölüm

27. GÜCÜN AYAK SESLERİ

@diaryofanas

 

 

Fizik kuralları, evren yasaları, dinin duaları ve nice hayat kanunları vardı. Bir elmanın yere düşmesiyle fizik bilimi, saçma sapan olgulara dayanarak evrenin yasaları başka bir deyişle manifest, yasaklı meyveyi yediği için Tanrı’nın yüce mevkisinden kovulan kişiler yüzünden Tanrı’nın evrende kurduğu üstünlük ve en sonunda yaşanan dört mevsim, tohumdan ağaca dönen hayatın döngüsü ortaya çıkmıştı.

 

O gün elma Newton’un kafasına düşmeseydi yer çekimi belki de bulunamayacaktı. Belki başka biri bambaşka bir şekilde bunu bulacaktı. Bunu kimse bilemezdi ama o elma sayesinde bugün yer çekiminin varlığı hakkında fikrimiz vardı.

 

Manifestler Fransız Devrimi’nin ‘Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!’ sloganlarıyla ortaya çıkmıştı ve belki de o insanlar sloganlarındaki olgular için çabalamasaydı bugün manifestten haberimiz olmayacaktı.

 

Yasaklı Meyveyi yedikleri için Cennet’ten kovulan Adem ve Havva’nın dünyada yaşam sürmeleri yüzünden dünyada insanlık tarihi başlamış ve Tanrı kendine elçiler göndererek bütün insanlığın ona inanmasını istemişti. Dualar böyle başlamıştı ve Adem ile Havva cennetten kovulmasaydı dua edecek bir tanrı olmayacaktı.

 

Bugün inandığımız şeyler gördüğümüz somut objeler ve yaşadığımız hayatlar geçmişin kötü tecrübelerinin sonucuydu.

 

Belki hepsi değildi ama kötü şeyler iyi sonuçlara gebeydi. Bugün farkında olmadığımız ve kötülüğünden yakındığımız hayatımızda yarın ne olacağını bilemiyorduk. Yarının ne getireceği bilinmezken bugün için bu kadar dert yanmak bana artık yanlış geliyordu.

 

Kötü şeyler herkesin başına gelirdi ama herkes ayağa kalkamazdı. Ben kalkamayanlardan olmak istemiyordum. Elmas Arıcı’ydım, hep bir şekilde halletmiştim yine halledecektim çünkü yarınlar güzelliklere gebeydi, buna inanmak istiyordum.

 

Hazal’ın bana gösterdiği odada uzun bir süre duş alıp duş alırken hayatımı düşünmüştüm. Neredeyse hiç güzel şey görmemiştim doğruydu ama bu görmeyeceğim anlamına gelmezdi.

 

Yatağa oturup karşımdaki aynaya bakarken içimden güçlü olacağımı söyleyip duruyordum. Ayağa kalkacaktım, kurtulacaktım ve bu sefer gerçekten nefes alacaktım. Evren mutlu olmamı istemedikçe inadına daha çok gülümseyecektim çünkü evrenin ne istemediği umurumda değildi. Bu hayatı ben yaşıyordum ve bu hayatta ölecek olan yine bendim. Kimse hayatımı nasıl yaşayacağıma karar veremezdi, ben artık mutlu olmak istiyordum.

 

“Elmas,” daldığım yerden bakışlarımı ayırıp omzunu kapıya yaslayarak bana bakan Gülcan’a çevirdim.

 

“Efendim?”

 

Yanıma yaklaşırken derin bir nefesi ciğerlerine doldurdu, yatakta karşıma denk gelecek şekilde oturdu ve ellerini ellerime uzattı. Baş parmakları ellerimin tersini okşarken dolan dolan gözleriyle karşılaştım. “Nasıl dayandın?” parmaklarımı aralayıp sıcak avuç içlerini avuç içlerime değdirdim.

 

Geçmişimin karanlık perdesi yine beni içine çekmeye çalıştı ancak direndim, artık geçmiş yoktu. O adam yoktu, çocukluğumun çığlıkları yoktu, acılar yoktu. Yeni bir Elmas vardı. Gücün ayak sesleri vardı.

 

“Dayanamadığım zamanlar oldu ama ben böyle büyüdüm Gülcan. Babam benden nefret ederdi, kendimi bildim bileli beni öldüresiye döverdi. Özel odası var dövmek için biliyor musun? Ellerimi halatla bağlardı oysa ufacık çocuktum. Mete’den bile küçüktüm ve zayıftım. İstesem de ona karşı gelemezdim ama o hep ellerimi bağlardı. Ağzıma bez parçası sokardı bağırmayayım diye. Ben ona yeterli gelmezsem annemi de döverdi. Annemin intihar etmeye çalıştığı halatla dövdü bizi biliyor musun? Annem ölmek istediği için onu öldürmekten beter edecek şekilde dövdü. Size gelmeden önceki gün ondan belki de son dayağımı yedim. Sonra ne oldu biliyor musun? Kurtaracağıma söz verdiğim annemi öldürmüş. Döverek öldürmüş onu. Annem hastanede direnmiş ama yaşamak istememiş.” Sesim bile titrememişti oysa annemin öldüğünü düşününce bile hıçkırarak ağlardım.

 

Gülcan gözlerinden yaşlar akarken bana sarıldı, elleri sırtımın her yanını sevgiyle şefkatle okşadı. Gördüğü yaraların hepsini sarmak istermişçesine okşadı. Artık geçmezdi, geçemezdi. İzleri kalan yaralar güzelleşmezdi. Orada olma nedenleri kötülüktü, acıydı, gözyaşıydı ve nedeni bu olan hiçbir yaranın izi sevilmezdi.

 

“Özür dilerim Elmas. Seni görmeme rağmen yanında olmadım ama ben,” hıçkırdı ve ellerini omuzlarıma çıkarıp omuzlarımı sıvazladı. “Ben Mirza düzeldi sanmıştım, yemin ederim iyi oldu sanmı-”

 

Gülümsedim. Ellerim ıslak yanaklarına dokununca afalladı. “Üzülme Gülcan. Geçti bitti işte iyiyim ben. Boşanacağız zaten yakında çıkacağım hayatınızdan.”

 

Gülcan daha fazla pişman oldu, belki de omuzlarına yüklenen bir ağırlıktı ama elimden bir şey gelmiyordu. Kimseyi düşünmeyecektim, ben acılar içinde yardım için çığlıklar atarken herkes bana sırtını dönmüştü. Canım yanarken elini uzatmayan kimsenin pişmanlığını umursamayacaktım.

 

Gülcan’ı seviyordum hâlâ çok seviyordum ama affedemezdim.

 

“Gülcan,” dedim aklıma gelen şeyle. “Mirza’dan değil ama bir gün çocuğum olursa teyzesi olur musun? Senin gibi bir teyzesi olsun isterim.”

 

Gözleri daha çok dolarken gülümsedi. “Seve seve.” Dedi sesi çatlarken. “Seve seve teyzesi olurum Elmas.”

 

Ayağa kalkarken Gülcan bana baktı. Hiçbir şey demeden odadan çıktım ve dün oturduğum terasa doğru çevirdim adımlarımı.

 

Yaptığım bir bakıma mantıksızdı ama yalnız kalmak, zihnimin beni ayağa kaldırması için onu dinlemek istiyordum.

 

Terasa çıktığımda Miraç, bilgisayarı açmış birkaç anlamadığım şeyi okuyordu. Hayal kırıklığıyla geri döneceğim esnada, “Adam yemiyorum Elmas.” Dedi sakin bir sesle.

 

Utanarak yanına doğru ilerleyip karşısındaki sandalyeye oturdum. Derin bir nefes alırken bir bacağımı sandalyeye yerleştirip kollarımı bacağıma sardım, çenemi dizime yaslayarak Miraç’a baktım. “Aslında adam yediğin için değil yalnız kalmak istediğim için gidiyordum.”

 

Miraç yüzüme bakmadan okuduğu şeylere kaşlarını çattı, sağ elinin altındaki fareyle bir şeye tıkladı ve biçimli parmakları klavyede dolaşmaya başladı. “Emin ol burada oluşumla olmayışım bir şeyi değiştirmez. Ağlayacaksan, çığlık falan atacaksan yapabilirsin hiç yadırgamam.”

 

Yüzümü buruşturdum. “Sigaran var mı?”

 

Kafasını kaldırıp kaşlarını kaldırarak bana baktı. “İyice alıştın beleşçiliğe sen.” Elini pantolonun cebine atıp sigarasını ve çakmağını çıkardı. Bana doğru uzatırken yüzünü buruşturdu.

 

“Boş yapma pek şikayetçi gibi durmuyorsun.” Dil çıkarıp paketi elinden aldım, içinden bir dal çıkarırken Miraç bana nah çekti. Umursamadan omuz silktim, paketten çıkardığım dalı dudaklarımın arasına yerleştirdim.

 

“İçme şu zıkkımı sağlığına zararsız.” Dedi sanki beni düşünüyormuş gibi.

 

Göz devirirken sigaranın ucunu çakmakla ateşledim. “Şu zıkkımı senden aldım farkında mısın?”

 

“Evet eğer ölürsen ölümünde parmağım olduğunu düşünecekler. Sigara markamı değiştirmem gerek.”

Yüzüne baktığımda yüzünde küçük bir sırıtış olduğunu fark ettim ve bu nedensiz bir şekilde mutlu olmama neden oldu. Birisi benimle konuşurken mutlu olabiliyordu, bunun verdiği his tarif edilemezdi.

 

“Merak etme şu son birkaç ayda ölmediysem sigaradan hiç ölmem.” Sigaradan derin bir nefesi ciğerlerime doldururken Miraç masadaki sigaraya uzandı ve kendine de bir dal çıkarıp dudakları arasına yerleştirdi.

 

“Neler yaşadığın hakkında tahminlerim var ama sormayacağım. Nevra’yı öğrendin mi?”

 

Kafamı iki yana salladım. “Hiç merak etmiyorum biliyor musun? Mirza kime ne yapmış, hangi kadını üzmüş, niye yapmış umurumda bile değil. Davayı açtım birkaç aya kalmadan boşanmayı hedefliyorum.”

 

Miraç alay eder gibi gülüp kafasını iki yana salladı. “Sence Mirza bunu kabul eder mi? Evliliğinizin üstünden bir yıl bile geçmedi, anlaşmalı boşanmanız zaten mümkün değil. Çekişmeli bir boşanma süreci çekebilecek misin? Üstelik Mirza takıntılı bir psikopatken ve aldığın nefesi sana dar edebilecekken?”

 

Bakışlarımı evin önündeki göle çevirdim. “Mirza takıntılı bir psikopat da benim elim armut mu topluyor sence Miraç? Benim de mükmmel bir avukatım ve kendi yaşadıklarım var.”

“Elbette var ama Türkiye sınırları içinde yaşıyoruz. Bunu söylemekten nefret ediyorum ama siz kadınların bu ülkede pek bir şansı yok.”

 

Öfkeyle bakışlarımı Miraç’a çevirdim. “Neden olmasın? Biz kadınların bir şey başarmak için arkasında kimsenin olmasına ihtiyacı yok. Göreceksin ben Mirza’dan boşanacağım ve kendi ayakları üstünde duran güçlü bir kadın olacağım. Elmas Arıcı’nın kim olduğunu ilk önce sen, sonra bana karşı olan bütün dünya görecek.”

 

Miraç ellerini havaya kaldırıp suçüstü yakalanmış gibi yüzüme baktı. “Sakin ol bacım bir şey demedim. Mutlu olmanı, kendi ayakların üstünde durmanı her şeyden çok isterim. Umarım dediğin her şeyi başarırsın.”

 

Hiçbir şey demeden bakışlarımı yeniden göle çevirdiğimde hayatı yeniden ve yeniden düşünmeye başladım. Başarabilir miydim? Ayakta durabilir miydim? Atıp tutuyordum ancak bunu yapacak gücüm var mıydı? Silkelenirken bacağımı yere indirdim, bu kez öbür bacağımı kalçamın altına çektim. Yapacaktım. Söylediğim her şeyi başaracak ve ayakta duracaktım. Durmak zorundaydım. Durmalıydım. Hayat bu kadarına izin vermeliydi. Bu kadarı olmalıydı. Hayat bana bunu borçluydu.

 

“Kağıt kalemin var mı?” diye mırıldandım sessizce.

 

“Durgunlaştın birden bir şey mi oldu?” dedi pişmanlıkla. Cevap vermediğimde bilgisayarının çantasına uzandı, içinden boş birkaç tane A4 kağıdı çıkardı ve bana uzattı. “Kurşun kalemim yok eğer kurşun kalem istiyorsan.” Elindeki renkli tükenmez kalemleri gösterdiğinde elimi uzatıp vermesini işaret ettim.

 

“Sorun değil üstesinden gelebilirim sanırım.” Miraç hiçbir şey demeden kalemleri bana verdi ve sesizce kendi işine geri döndü. Kavga ettikten hemen sonra işine geri dönmesi biraz garipti. Kavga aklıma gelince kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Dudağının bir kısmında yara vardı. “Şey geçmiş olsun bu arada.” Yüzünü incelemeyi bırakıp kağıtlardan birini önüme aldım. Ne çizeceğim hakkında bir fikrim yoktu, tamamen doğaçlama gidecektim.

 

“Ne için?”

 

Yüzüne bakmadan siyah kalemle bir çerçeve yapmaya başladım. “Kavga ettiniz ya Mirza’yla onun için.”

 

“Ha o mu? Sorun değil ilk kavgamız değil son kavgamız da olmayacak.”

Kaşlarımı çattım.

 

“Neden bu kadar kavga ediyorsunuz?”

 

“Mirza asla sahip olduklarıyla yetinen bir insan olmadığı için. Ablası yaşındayım, Gülcan’la yaşıtız. Küçüklüğünden beri anlamadığım bir şekilde benimle rekabet ediyor. Amcamın şirketi onun üstüne, çoğu şehirdeki kuyumcular onun üstüne ama beyefendinin gözü dedemin bana bırakacağı arazide. Oysa dedem en çok Mirza’yı sever ailenin en küçük torunu olduğu için.”

 

“Sanırım Mirza normal bir birey değilmiş.” Siyah kalemle yaptığım küçük çerçeveyi büyütüp büyük bir daire çizdikten sonra kafamı arkaya iterek simetrik olup olmadığına baktım. Büyük dairenin içine bir daire daha çizerken, “Normal değil zaten Elmas. Zamanında az tedavi-” sustuğunda cümlenin devamını merak etmedim.

 

Tedavi olması zaten gerekiyordu bu saklanılması gereken bir şey değildi. Bunu en başta görememiş olmak benim hatamdı.

 

“Alkol kullanmaya başlamış. Mirza bu tür şeylerden nefret eder.” Dedi uzun bir sessizlikten sonra. Bense mavi kalemle değişik figürler çizmiş, çevrelerine siyah kalemle keskinlikler katmıştım.

 

“Alkol değil uyuşturucu kullanmış. Alkol bu kadar kendinden geçirmez.” Diye cevap verdim. Miraç o an onunla konuşmak istemediğimin farkına varmış olmalı ki sustu. Sonrası uzun bir sessizlikti.

 

~~~

 

Ne kadar süre geçtiği hakkında bir fikrim yoktu ancak Miraç bir süre sonra kalkmış ve beni koskoca terasta yalnız başıma bırakmıştı.

 

Kendimi yaptığım resme biraz fazla odaklamış olmalıydım ki Agâh Bey’in terasa çıktığını ve yanıma geldiğini fark edememiştim. Koltuğun minderinden ses geldiğini işittiğimde irkilerek karşıma baktım. “Korkma kızım benim.” Agâh Bey karşıma oturmuş gülümseyerek yüzüme bakıyordu. “Bir arkadaşın geldi, kapıda duruyor. İçeri gelmesini teklif ettim ancak ona söz verdiğini ve dışarı çıkacağınızı söyledi.”

 

Yaptığım resmin yanına alâkasız bir şekilde imzamı atıp kaşlarımı kaldırarak Agâh Bey’e baktım.

 

“Arkadaşım mı?”

 

“İsmi Başakmış. İstanbul’da bizim çıkarken seni alan arkadaşa çok benziyor ama kendisi buralı olduğunu söyledi.” Dedi imalı bir şekilde gülerken.

 

“Ben bir çıkıp bakayım kendisine o hâlde.” Ayağa kalktığımda Agâh Bey’in bakışları çizimlerime kaydı. Umursamadan terastan çıkarken Başak’ın burada ne işi olduğunu düşündüm. Nereden gelmişti?

Kaşlarımı çatarak kapıya doğru giderken bütün aile fertlerinin bakışlarının üstümde olduğunu hissedebiliyordum ancak pek umursamamıştım.

 

Kapıya ulaştığımda genç kız -sabahki kahvaltıda Agâh Bey ve Miraç’la konuşan kızdı- Başak’a ters ters bakıyor sürekli gözlerini deviriyordu. Beni görünce aynı iğrenir ifadeyle yüzüme baktı. “Dedem eve zırt pırt misafir gelmesinden hoşlanmaz. Hatta kendisinin davet ettiği kişiler hariç kimsenin gelmesinden hoşlanmaz. Ailemizin gelini olacaksan ailemize uygun davran.”

 

Kaşlarımı kaldırarak kızın yüzüne baktım. “Ailenizin gelini değilim merak etme yakında dedenin soyadını da taşımayacağım. Ha sana bir ‘gelin’ tavsiyesi bu kadar nefret ve kin dolu olma büyüklerine böyle yaranamazsın.” Gelin kelimesini vurgu yaparken gülümsedim ve kapıdan dışarı çıkıp kapıyı yüzüne kapattım.

Başak bütün asilliği ve güzelliğiyle yüzüme bakarken kocaman gülümsedi hatta kıkırdadı. Kollarını açıp bana sımsıkı sarılırken, “Naber şekerim? Uzun zamandır görüşememiştik ben de ne yapıyorsun diye bakayım dedim.” Dedi.

 

“Dağhan’ın zoruyla geldin değil mi?” diye sordum sırıtırken.

Başak yüzünü buruşturup bana bakarken taklidimi yaptı. “Hayır abimi bu kadar iyi tanıman hiç hoş değil. Sonra aşıksınız diyince kızıyor bana.”

 

“Aşık mıyız?” diye sordum şsşkınlıkla. Başak yüzüme bakmadan koluma girdi ve birlikte gölün kenarında yürüyerek evden uzaklaşmaya başladık.

 

“Bak şimdi hayatım siz aşıksınız. Senin hakkında her ne kadar şüphelerim olsa da-” birden sustu sonra, “Neyse bunları abim sana anlatır benim konuşmam doğru olmaz. Ben ne anlatıyordum? Heh evet abim bizi arabada bekliyor. Sanki her gün Amasya’ya geliyormuş gibi bize Amasya’yı gezdirecek beyefendi.” Başak cümlesini bitirir bitirmez üstüme baktım.

 

“Pijamayla sayılırım?”

 

“Aman be Elmas takma bu kadar. En kötü otururuz çayır çimen bir yerde piknik yaparız. Hoş benim asaletime pek uygun bir ortam olmaz ama neyse.” Başak kendince bir şeyler anlatmaya devam ederken bu enerji ve mutluluğunun nereden geldiğini düşünmeye başladım. Kendisine pek benzemiyordu, daha çok hayat enerjisi enjekte edilmiş gibiydi.

 

Birlikte gölün sonu sayılabilecek bir yere kadar yürüdükten sonra Başak olduğu yerde durdu. Telefonunu üstündeki elbisenin cebinden çıkardı bir numara tuşladı. “Abi biz yetiştik. Dediğin yerdeyiz de hemen gelmezsen Elmas soğuktan donacak.” Bir süre karşı tarafı dinledi sonra sırıttı. “Yani ben soğuktan donayım siz arabada fanfinifon yapın öyle mi?” bir süre durdu. “Hayır!” diye bağırdı. “Abi ben hala olamam, baba tarafı olmak istemiyorum. Çocuk yapmayın ben istemiyorum onaylamıyorum çocuk yapmanızı da.” Dehşetle yüzüne bakarken o abisini dinliyor yüzüme bakarak yalnızca sırıtıyordu.

“İyi be tamam. Hemen tersle zaten gergin herif.” Telefonu kapatıp yeniden cebine yerleştirdikten sonra bana döndü. “Geliyormuş beyefendi yiyecek bir şeyler almışmış Uzay acıkmışmış. Anlamadık sanki seninle car date yapmak istediğini.”

 

“Car date mi?” diye sordum anlamsızca.

 

Başak gözlerini devirirken sırıtmaya devam etti. “Arabada romantik yemekler işte Elmas. Benle Uzay’ı alışveriş merkezinde bırakıp seninle arabada konuşmak istiyormuş, aranızda özel bir mevzu varmış.”

 

Kaşlarımı çattım. “Bizim aramızda mı? Özel mevzu mu?”

 

Başak ellerini yukarı doğru kaldırıp omuz silkerken, “Bilemiyorum artık güzelim bana öyle haber geldi abimden.” Dedi tam o anda yanımızda Dağhan’ın arabası durdu.

 

Sürücü koltuğunun kapısı açılıp Dağhan krem rengi kot pantolonu, beyaz gömleği ve kahverengi ceketiyle arabadan inince yutkunma ihtiyacı hissettim. Gözlerindeki güneş gözlüğünü çıkarırken dünya bir anda ağır çekime alındı kalbim dört nala koştu anlayamadığım bir heyecan bütün vücudumu sardı ve çok garip bir duygu beni ekseni içine çekti. Derin bir nefes ciğerlerime dolmak için burnumu kullandığında buna engel oldum fark etmeden, nefesimi tutarak dünyanın normal hızına döneceği anı bekledim.

 

“Biraz daha abimi böyle izleyecek misin yoksa yeğenlerime patik örmeye başlayayım mı?” diye mırıldandı Başak.

Utanarak bakışlarımı Dağhan’dan ayırırken Dağhan arka koltuğun kapısını açtı. “Başakçım seni buraya alıyoruz. Uzay seni bekliyor.” Başak göz devirirken Dağhan’ın açtığı kapıdan içeri girdi. Koltuğa otururken abisine hareket çekti, Dağhan ona öpücük atıp kapıyı yüzüne doğru kapattı.

 

Kapıyı kapattıktan sonra bakışları bana döndü, yeşil gözlerindeki kahverengi yıldızlar bugün toprağı anımsatacak kadar parlaktı. Gözlerin kokusu olur muydu? Dağhan’ın gözleri yağmurdan sonraki toprak kokusunu anımsatıyordu. Yaz yağmurundan sonra gelen toprak kokusuydu ve bu huzurdu. Mutluluktu.

 

Dağhan bana doğru birkaç adım atıp ellerini pantolonun cebine yerleştirdi. Olduğu yerde birkaç yere sallanıp kafasını yana eğerek kaşlarını kaldırdı. “Yok öyle telefonu ben cümlemi bitirmeden yüzüme kapatıp üstüne telefonu tamamen kapatmak Elmas Hanım. O cümle bitecek, o telefon açık kalacak. Yoksa böyle kapında biterim görürsün.” Utanarak gülümserken hafifçe omzuna vurdum.

 

“Öküzsün, salaksın, eşeksin falan ama çok tatlısın Dağhan.” Yüzündeki gülümseme donarken yanaklarına hafif renk geldiğini gördüm, pembeleşmeye başlayan kulaklarına bakarken daha çok gülümsedim.

 

“Utandın mı sen?”

 

Bakışlarını benden kaçırdı yeniden arabaya yaklaştıktan sonra yolcu koltuğunun kapısını açtı. “Hadi bin sana güzel haberlerim var.”

Daha fazla üstüne gitmeden açtığı kapıdan içeri girip koltuğa oturdum. Arkaya dönüp Uzay’a baktığımda kafasını koltuğa yaslayarak uyuyakalmıştı. İki elini yanağının altında birleştirmiş dizlerini kendine çekmişti. Gözüme çok masum göründüğünde gülümsedim.

 

Neden geldin?

 

Mete’nin sorusu zihnimde yankılanmaya başladığında yüzümdeki gülümseme soldu. Başka birinin beni suçlaması beni üzmezdi ancak bunu bir çocuğun yapması, üstelik kendi çocukluğum bile beni suçlarken bir çocuğun beni suçlaması canımı çok yakmıştı.

 

Dağhan yanımdaki koltuğa oturduğunda arabayı çalıştırdı birlikte daha sakin bir yere doğru yol aldık. Trafikten uzak bir köşeye yetiştiğimizde Dağhan arabayı durdurdu, Uzay’ı sakince uyandırdı. Arabadan inip bagajın kapısını açtı içinden birkaç paket çıkardı ve bize doğru geldi.

 

Keyfim Mete’nin söylediği cümleyi düşündüğümden ötürü kaçmıştı sadece oturup düşünmek istiyordum. Ağlamak yoktu artık ağlamayacağıma dair kendime söz vermiştim.

 

Dağhan kapıyı açıp içeri geçtiğinde yüzündeki büyük tebessümle bana baktı. Elindeki kutuyu bana uzatırken dudaklarını ıslattı. “Mutlu olursun diye düşündüm.” Kutuyu elinden alırken Dağhan’ın bakışları ellerime kaydı. Kaşlarını çatarken elindeki her şeyi ikimizin arasındaki boşluğa bıraktı, ellerimi kibar sayılacak ama aynı zamanda sayılmayacak bir biçimde tuttu.“Dağhan ne yapıyorsun?” diye sorarken üstümdeki uzun kollu bluzun kollarını sıyırmaya başladı. “Canımı yakıyorsun sıkmasana ellerimi.” Sitem ederken Dağhan kollarıma baktı. Öfkeyle solumaya başlarken iki elimi iki eliyle tuttu, kendi bileklerimi bana gösterirken burnundan solumaya devam etti.

 

“Bunlar ne Elmas?” tek bileğimi bırakıp parmak uçlarıyla biraz önce banyodayken kendi bileklerimde çizdiğim şekilleri gösterdi. Başparmağı incitmekten korkarcasına kanın kuruduğu ince bir çizgi hâlini aldığı yaraları okşadı. Dokundukça canı acıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. Öbür elini de uzatıp tuttuğu bileğimdeki yaraları okşadı. “Sadece birkaç saat yoktum yanında ve sen kendine zarar verdin Elmas. Seni yalnız bırakmak istemememin sebebini şimdi anlıyor musun? Hiç kimse değilse bile sen kendine zarar veriyorsun bunu istemiyorum. Canın kıymetli be güzelim neden anlamıyorsun?”

 

Gözlerim dolarken bileklerimi ellerinden kurtardım. Ağlamamak için yutkunurken, “Yemek yiyebilir miyiz acıktım?” diye mırıldandım aksi takdirde hüngür hüngür ağlardım ama ben artık ağlamayacaktım. Ağlamak yoktu. Zayıflar ağlardı ben artık güçlü duracaktım.

 

Dağhan bir süre yüzüme bakıp herkese aldığı yemekleri dağıttı. Bana aldığı şeye bakarken içimdeki ağlama isteği daha çok arttı. İlk kez onun yanında rahatça yediğim ve benim için bir yara olmaktan çıkan yemekti. Pizza almıştı. Mutlulukla gülümserken kutuyu açtım sebzeli ve tavuklu olan pizzadan bir dilim alıp ağzıma götürdüm. Sıcaklık ağzımı yaktığında dilimi kutuya geri bırakıp Dağhan’a elimle pervane yaptım. Elindeki soğuk kolayı hızlıca dudaklarıma yaslayıp öbür eliyle saçlarımı tuttu. Yeşil gözleri bana hiç olmadığı kadar yakınken kalbim heyecanla dört nala koşmaya başladı. Endişenim vuku bulduğu gözleri bana bakarken içimden bir ses daha çok ağzım yanıyormuş gibi yapmamı söyledi, bana sabaha kadar bu şekilde bakması gerektiğini söyledi ancak o sesleri dinleyemezdim.

 

“İyi misin?” diye fısıldadı ama sanki ses tonu bile o an normalinden daha çekici, daha hoştu. Değil bir sabah kalan ömrümün her sabahına kadar dinleyebileceğim bir tondaydı ama böyle hissetmemem gerekiyordu. Bu yanlıştı. Boşanacak dahi olsam ben evli bir kadındım, başka bir erkek hakkında böyle düşünmem yanlıştı.

“İyiyim,” dedim ancak bakışlarımı gözlerinden ayıramıyor, ses tonunu duymak için ölü taklidi bile apabileceğimi kabullenemiyordum. Bakışlarım gözlerinden ayrılıp yüzüne kaydığında yutkundu buna rağmen bakışlarını yüzümden çekmedi.

Arka koltukta oturan Başak aklıma geldiğinde yalandan öksürerek Dağhan’dan uzaklaştım. Dağhan da neden uzaklaştığımı anlamış gibi yalnızca dudaklarını hareket ettirerek bir küfür mırıldandı. Geri yerine otururken kolasından büyük bir yudumu boğazından midesine gönderdi.

 

Yaklaşık yarım saat kadar yemek yedikten sonra Dağhan, “Sana güzel haberi söyleyeyim mi?” diye mırıldandı. Ayaklarımı koltuğa çekmiş dizlerimi cama doğru çevirmiş kasıklarımda oluşan ağrıyı yok etmeye çalışırken uykum gelmişti.

 

“Söylesene.”

 

“Bugün yoldayken adliyeden bir arkadaş aradı.”

 

Bakışlarımı sakince ona çevirdim. “Sonra?”

 

Dağhan heyecanla anlatmaya devam etti. “Senin davanı daha erkene çekebilirmiş.” Ağrımı umursamadan heyecanla olduğum yerde doğruldum.

 

“Ne?” dedim yüzümde bir tebessüm oluşurken. “Yapabilir miymiş?”

 

“Yapabilirmiş ama bir şartı var.” Dedi aynı heyecanla. Heyecanına güvenerek kafamı salladım.

 

“Kabul, kabul ediyorum ne şartı olursa olsun.”

 

“Bir dur şartı öğren.”

 

Kafamı iki yana salladım. “O şerefsizden boşanayım da başka hiçbir şey umurumda değil Dağhan. Neyse şart neymiş?”

 

“Bir gazeteci mi ne varmış, senin hayatını merak ediyor ve seninle

röportaj yapmak istiyormuş. Onunla kendi sınırlarını belirleyecek şekilde röportaj yaparsan davanı daha erkene çekermiş.”

 

Kafamı heyecanla salladım. “Ta-Tamam,” heyecandan kekeledim. Çok iyiydi, çok güzel bir haberdi. “kabul. İstanbul’a döner dönmez yapacağım.”

 

Kasıklarımdaki ağrı artıyordu ancak umurumda değildi. Hayat bana da gülüyordu ve ben de artık güçlü durabiliyordum. Artık Elmas Çakır olmayacaktım, artık Elmas Arıcı olacaktım. Benliğime kavuşmama çok az kalmıştı.

 

~~~

 

Ayyy biz geldiikk.

 

Asklar salı çarşamba hastanedeydim, hafta sonu da inanılmaz bir ağrım vardı size bölüm atamadım özür dilerim ✨

 

Sizleri seviyorum 🤎

Loading...
0%