Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. ARICI RÜZGÂRI

@diaryofanas

 

 

 

Yazardan

 

 

Endişe bütün insanların hayatlarının büyük bir kısmında hüküm süren duygulardan biriydi.

 

Dağhan son bir aydır gereğinden fazla endişeleniyor, sevdiği herkesi kontrolü altına almak istiyordu.

 

Elmas. Şimdi bütün hayatını değiştiren o kadın.

 

O hayatına girene kadar bu kadar değildi Dağhan. Sevdiklerini her şekilde koruyabileceğine inanırdı ama o sarışın mavi gözlü hayata karşı kırgın olan kadın hayatına girdiğinden beri her şeye karşı endişe duyuyordu. İlk defa sevdiklerini koruyamadığını hissediyordu ve bu his onu mahvediyordu.

 

Elmas defalarca kez ölümle burun buruna gelmişti Dağhan bunun farkındaydı ama bu seferki Elmas'ı duygusal olarak bir kez daha öldürecekti öyle hissediyordu.

 

Küçük yeğeni hastanede Başak’la birlikte her şeyden habersiz bir şekilde oyun oynuyordu. Başak, Elmas hastaneye kaldırılınca Uzay’ın yanına gitmiş dayısının yokluğunu hissettirmemek için uğraşmıştı.

 

Hastaneye geleli neredeyse iki saat olmuştu ve Elmas hâlâ ameliyattaydı. Hastaneye ilk geldiklerinde Dağhan onu ameliyata alan doktora durumu anlatmış, Elmas'ın ileride çocuk sahibi olmak istediğini söylemişti doktor ise durumun pek iç açıcı olmadığını söylemişti. Kanaması normalde olması gerektiğinden daha fazlaydı, zarar gören yalnızca Elmas’ın tüpleri değildi.

 

Oflayarak ellerini saçlarına geçirdi, saçlarını çekiştirdi ve bir kez daha onu bu hâle getirenlerden nefret etti. Mutlu olmak dışında bir şey istemiyordu ancak hayat ona da izin vermiyordu.

 

Olduğu yerde ileri geri volta atarken ameliyathanenin kapısı açıldı. Doktor çıkar çıkmaz maskesini indirdi, dirseğinin iç kısmıyla alnında biriken teri sildi ve Dağhan'a baktı. “Dağhan Bey?” dedi gülümseyerek. “Eşiniz ameliyat boyunca adınızı sayıkladı.” Dağhan şaşırmıştı ama belli etmedi. Bunu daha sonra Elmas’a hatırlatırdı.

 

“Durumu ne? İyi mi?” Doktor kafasını sallarken ameliyathaneden sedyeyle Elmas'ı çıkardılar. Yüzü solgun ve bembeyazdı. O kadar yavaş nefes alıyordu ki göğsü inip kalkmıyordu bile.

 

Dağhan içinin acıdığını hissetti.

 

“Ameliyat için geç kalınmamış, Elmas Hanım sadece düşük yapmış ki dış gebelikte düşük yapmak her zaman karşılaştığımız bir vaka değildir. Tüplerinin ikisi de zarar görmüş bir tanesini kurtarabildik ancak öbür tüp maalesef kurtarılabilecek hâlde değildi.”

 

Dağhan aklına gelen ve delicesine korktuğu ihtimali sordu. “Çocuğu,” yutkundu. “olacak mı?”

 

Doktor kafasını salladı. “Sağlıklı bir kadına göre gebe kalma ihtimali daha düşük ama imkansız değil. Tek tüple anne olma ihtimali %50 iken tüp bebek tedavisine başvurursanız çocuk sahibi olma ihtimaliniz %80 oranına kadar yükselir. Elmas Hanım’ı normal odaya alacağız ama lütfen ziyaretçisi çok olmasın. Hassas bir bölgeye ameliyat yapıldı enfeksiyon kaparsa hastayı kaybedebiliriz. Çok geçmiş olsun.”

 

Dağhan doktorun arkasından bakarken derin bir nefes aldı, en büyük korkusu gerçekleşmemişti.

 

Elmas normal odaya alınmıştı. Doktor içeri girebileceğini söylemişti ancak Dağhan zarar vermekten korkarcasına kapının yanından bakmakla yetinmişti.

 

Zihni sürekli olarak eve ilk girdiği ana ve Elmas’ı kanlar içinde gördüğü ana gidiyordu. O anki paniği, korkusu, çaresizliği. Bakışları üstündeki kazağın rengini kırmızıya çeviren kan lekelerine kaydı. Damlaları gördükçe o anlar gözünün önüne geliyor, Elmas'ın iyi olacağını bilmesine rağmen çaresizliği tekrar ve tekrar hissediyordu. İrkilerek kafasını iki yana salladı. Elmas iyi olacaktı.

 

Odaya geçip refakatçi koltuğuna oturdu. Dirseklerini dizlerine yaslayıp çenesini iki elinin tersine yerleştirerek yatakta yatan kadına baktı. Beyaz olmasına rağmen iyice solgunlaşmış tenine, yüzünde kaza yaptıkları dönemde oluşan ve izleri kalan yaralara, kaşlarının anestezi etkisinde bile çatık olmalarına, yirmi beş yaşını doldurmamış olmasına rağmen yüzünde oluşan minik kırışıklıklara... Kusurlarına baktı kadının ve içten içe hayran oldu onlara. Kusursuz değildi ama kusurlarını hiçbir zaman gizlememişti.

 

Makyaj yapıyordu ama bunu yara izlerini veya minik kırışıklıklarını gizlemek için yapmıyordu. O sadece tutsak olduğu geçmişine set çekmek istiyor, kendini yeniden yaşatmaya çalışıyordu.

 

Oysa ne kadar da güzel olduğunu düşündü Dağhan. Gözlerindeki o masum ifade, sesindeki o çocuksu tını ve davranışlarındaki bebek saflığı. Kıkırdadığında sesi beş yaşında gibi çıkıyordu ve Dağhan bunu çok sevdiğini hissediyordu. Utanınca gözleri büyüyor, ne diyeceğini bilemediği zaman küçük ve inatçı bir kız çocuğu gibi her an ayaklarını yere vurup çemkirecekmiş gibi davranıyordu. Dağhan bunu da sevdiğini düşündü. Çoğu zaman üstüne gidip onu utandırmak istiyordu ancak Elmas fazlasıyla hassastı ve onu kırmaktan çekiniyordu.

 

Elmas dudaklarını oynatınca Dağhan anlık olarak çok gerildi, dirsekleri dizlerinden kayarken dudakları arasından bir küfür kaçtı. Kendine geldiğinde Elmas'ın kaşları iyice çatıldı. Dağhan ayağa kalkıp Elmas'ın yattığı yatağın yanında durdu, yere, dizlerinin üstüne çöktü. Parmakları nazik bir şekilde kadının çatık kaşlarına gittiğinde, “Dağhan,” diye mırıldandı Elmas. Dağhan gülümsedi.

 

“Buradayım güzelim, buradayım.” diye yanıt verdi. Parmakları kadının çatık kaşlarında dolaştığında Elmas onları rahat bıraktı. Dağhan daha geniş gülümsediğinde parmakları kaşlarından yukarı doğru çıktı. Yüzüne gelen birkaç teli arkaya giderken Elmas gerildi. Dağhan'ın yüzündeki gülümseme donarken kaşlarını çattı. “Mirza,” diye fısıldadı kadın. Dağhan kâbus gördüğünü düşündü ancak bu mümkün müydü, bilmiyordu. “Al,” kadının dudakları kapandı. Dağhan ellerinden birini Elmas'ın eline uzattı ve elinin tersindeki seruma dikkat ederek elini tuttu. “Dağhan,” diye mırıldandı Elmas yine.

 

Dağhan ismi kadının dudaklarından döküldükçe şükrediyor, gözlerini kapatıp Tanrı'ya ismini duyduğu için minnet ediyordu.

 

“Söyle hadi güzelim, dinliyorum.” dedi sakince. Sesi fısıltıdan farksızdı. Elmas'ın göz kapakları titrediğinde Dağhan elini yanağına götürüp okşadı. Hafif pürüzlü yanağına değince Elmas'ın safiri andıran mavi gözleri bir kez daha titredi. “Şşt, ben yanındayım. Korktuğun her neyse seni korurum.”

 

Elmas bu sözlerle gevşediğinde göz kapakları hâlâ titriyordu. Dağhan uyanmak istediğini anladığında eğilip saçlarının tepesine bir öpücük kondurdu. Saçları şimdiden dezenfektan gibi kokuyordu. Dağhan bu kokuyu sevmedi.

 

“Dağhan,” dedi Elmas yine. Sesi hâlâ kısıktı ama bu kez daha netti. “Mirza,” dedi hemen sonra yine. Dağhan Mirza'nın kötü bir şey yaptığını anladı ancak aklına hiçbir şey gelmedi. O soysuz herif her türlü boku yemiş olabilirdi. “aldatmış beni.” dedi tek nefeste Elmas.

 

Dağhan'ın Elmas'ın elini tutan eli kuvvetini yitirirken yanağını okşayan eli öfkeyle yumruk hâlini aldı. Aldatmış mıydı? Dağhan her şeyi düşünmüştü ancak bu aklından bile geçmemişti. Aşık olduğunu söylüyordu, aşık bir insan değil başka bir bedene dokunmak karşı cins başka bir isme bile kapalı olurdu duymazdı. Elmas'tan boşanmayı kabul etmeyecekti ama önüne gelen her kadınla yatacaktı öyle mi? Dağhan öfkelenmeye başladığını hissettiğinde solukları gittikçe derinleşiyor, içindeki Mirza'ya zarar verme dürtüsü kendini dizginleyemiyordu.

 

Gidip Mirza'ya hesap sormayı istedi, onu hırsını alana kadar dövmeyi ve küfürler etmeyi. Bunu yapmak için ayağa kalkmışken mantıklı tarafı onu durdurdu. Kim olarak hesap soracaktı, avukatı olarak mı? Arkadaşı olarak? Sevdiği adam olarak?

 

Üç kelimelik son sorusu zihninde bir ışık yaktığında Dağhan'ın ilk defa olanları düşünmek için fırsatı olmuştu. Seni seviyorum. Elmas'ın cümlesi kulaklarında yankı yapmaya başladığında nefesinin daraldığını kalbinin hızlandığını hissetti. O anki paniğiyle algılayamamıştı ancak olmuştu. Elmas onu sevdiğini söylemişti.

 

Dudaklarındaki tebessümü fark ettiğinde yatakta yatan kadına yeniden yaklaştı. Yeniden yere eğildi ve Elmas'ın elinin tersini nazikçe öptü. Elmas uyanınca bunları yapamazdı, çok çekinirdi. Çekinmek bir yana Elmas bundan rahatsız olabilirdi ve Dağhan'ın bu dünyada en son isteyeceği şey Elmas'ı rahatsız etmek olurdu. Çekinerek de olsa dudaklarını alnına bastırınca Elmas'ın dudakları arasından, “Dağhan,” ismi çıktı. “çok güzel kokuyorsun.” dedi hemen sonra. Dağhan şaşkınlıkla ona baktığında Elmas'ın yüzündeki küçük ve huzurlu tebessümü gördü. Eğilip alnına bir öpücük daha kondurdu bu kez onun yüz ifadelerini takip ederek. Elmas daha geniş gülümsedi.

 

Öpüşü onu rahatlatıyordu.

 

Bu düşünce onu mutlu ettiğinde o da gülümsedi. Mirza konusunda Elmas uyanınca konuşacağına karar verip kafasını hastane yatağının plastik olan kısmına yasladı. Hiç olmadığı kadar yakınından Elmas'ı izleyerek uyanmasını bekledi.

 

~~~

 

Ölüm çok basit gibi görünen ancak derinlerinde en büyük acılara ev sahipliği yapan bir kelimeydi. Birinin ölümüyse dünyadaki en büyük acıydı, ölüm kelimesi can bulur ve insanın damarlarında bir zehir gibi akardı. Gün geçtikçe insanı tüketir, tükettikçe acıyı azaltır azalan acı ölümün soğukluğunu unuttururdu.

 

Bugüne dek bir ölümün acısına hiç şahit olmamıştım, ta ki annemin ölümüne kadar. Annemin ölüm haberi beni yakıp yok etmiş, dünyayı başıma yıkmış beni mahvetmişti.

 

Bir insan kendi ölümünün acısı duyar mıydı?

 

Öleceğime inanmıştım. O akşam kanlar içinde yatakta kıvranırken öleceğimi düşünmüş düşünmekten öte hissetmiş ve buna inanmıştım. Ameliyat esnasında olmalıydı, annemi görmüştüm. Elimi tutmuştu üstünde yine beyaz elbisesi vardı. Tıpkı bir melek kadar güzel ama bir o kadar dünyaya ait değildi. Dayan kızım, daha savaşın bitmedi. demişti kulağıma doğru. Pes etmek üzere olduğum andı, nefesini ensemde hissettiğim Azrail’e canımı seve seve feda ettiğim andı ancak annem haklıydı. Daha bitmemişti. Elmas Arıcı bu kadar çabuk pes etmeyecekti.

 

Ağrıyan göz kapaklarımı yavaşça açarken yoğun ışık gözlerimi yakmış ellerimi gözlerime siper etme isteği uyandırmıştı. Yüzümü buruşturarak inlediğimde karnımdaki yanma hissi elimi kaldırıp oraya dokunma isteği yarattı.

 

“Dağhan,” diye mırıldandım bilinçsizce. Burada olmalıydı. Yan tarafımda bir hareketlilik hissettiğimde Dağhan hızlıca yanıma ulaştı. Dizlerini yere yaslarken yüzüme baktı. Hâlâ ağrıyan gözlerimi yüzüne çevirdiğimde yorgun çehresiyle karşılaştım. Elayı andıran yeşil gözlerinde kızarıklıklar vardı yeni uyanmış olduğunun haberini veren kızarıklıklardı.

 

“Güzelim, Elmas’ım söyle ne oldu?” derin bir nefes alırken dudaklarımı ıslatmak istedim ancak hareket etmek o kadar zordu ki bütün vücudum felç olmuş gibiydi.

 

“Su.” diyebildim yalnızca devamı gelmemişti. Dağhan hızlıca doğrulup kafamın yanındaki komidinde duran sürahiden bardağa su doldurdu. Bir elini kafamın arkasına yerleştirip destek çıkarken öbür eliyle bardağı dudaklarıma yasladı. Karşısındaki ben değilmişim de bir bebekmiş gibi hassas hareket ettiğinde içimde onu sevme isteği peyda oldu.

 

Kafamı hafif yana çekerek artık içmek istemediğimi belli ettiğimde Dağhan bardağı hızlıca yerine bıraktı. Tekrar eski yerine geçmek yerine refakatçi koltuğunu yanıma çektiğinde yüzüne baktım. “Oturmak istiyorum.” diye mırıldandım sessizce. Sesim kısık ve pürüzlü çıkıyordu.

 

“Üzgünüm şu an oturamazsın. Karnında dikişler var doktor oturmanın sakıncalı olduğunu söyledi.”

 

Yüzümü buruşturmayı denedim ama o bile zordu. “Bari sırtımı biraz doğrultsan?” dedim çocuk gibi. Gözlerimi masum bir şekilde yüzüne çevirdiğimde ofladı.

 

“Hiç öyle masum bakışlar falan atma Elmas Hanım oturmak, doğrulmak, hareket etmek yasak.” dedi işaret parmağını her bir kelimeden sonra sallayarak.

 

“Kazık mıyım ben bütün gün düz duracağım?” dedim sinirle. Yüzümü buruşturup bakışlarımı Dağhan’dan çektim. “Çok kötüsün.” dedim hemen sonra. Tepki vermediğinde göz ucuyla ona bakıp tekrar önüme döndüm. “Konuşmuyorum da seninle.”

 

Çocuk gibi küstüğümü fark ettiğimde gözlerim büyüdü. Dağhan'a küçük bir çocuk gibi küsüyordum, bunu yapıyordum. Şok içinde kaldığımda, “Elmas'ım,” dedi Dağhan. “sağlığın için söylüyorum. Seni o kadar kanın içinde gördüm ben tekrar zarar görmene izin verir miyim?”

 

Olanları düşününce gözlerimi yumdum. Korkunç dakikalardı ve ben gözlerimi kapattığım an karanlığa gömüldüğüm saniyeleri görüyordum. “Bu kadar korkuttuğum için üzgünüm.”

 

“Senin bir suçun yok saçmalama istersen.” sesi kızgın geliyordu.

 

“Uzay nasıl?” konuyu değiştirmek için sormuştum ancak Dağhan konuyu dağıtmama izin verecek gibi değildi.

 

“Özür dilemediğini söyleyecek misin?” diye sordu benin sorumu es geçerek.

 

Derin bir nefes aldım. “Tamam, dilemiyorum.”

 

“Uzay iyi doktoru tedavisinin olumlu yönde ilerlediğini ve enfeksiyonun azaldığını söyledi. Böyle devam ederse haftaya taburcu olabilirmişiz.” sesindeki minnet ve mutluluğu hissedince gülümsedim.

 

“Telefonum buralarda mı? Gülcan’la konuşmam lazım.” dedim aklıma gelen şeylerle.

 

Dağhan ayağa kalkıp kotunun cebinden telefonumu çıkardı. “Ben dün eve gidip üstümü değiştirirken getirdim telefonunu. Gülcan yaklaşık yüz defa, Nilay yirmi defa, Hazal elli defa aramış. Aynı zamanda Agâh Bey ve bilinmeyen bir numara da aramış. Gülcan aradığında telefonu Başak’a verip açtırdım. Hastanede olduğunu söyledik ama hangi hastanede olduğumuzu ve neden hastanede olduğumuzun söylemedik. Şimdi doktorundan dava dosyasına eklemek için gerekli raporları alacağım.”uzattı Kafamı sallarken Dağhan bana telefonumu uzattı. “Ben dışarı çıkayım sen rahat rahat konuş. Hem doktorla konuşmam gereken şeyler var.”

 

Beni rahatsız etmediğini söylemek üzere dudaklarımı araladığımda Dağhan çoktan dışarı çıkmıştı. Derin bir nefes alıp telefonu yüzüme düşürmemeye çalışarak Gülcan’ı aradım. Hoparlörü açarak telefonu kafamın yanına yerleştirdim. Telefon bile ağır geliyordu.

 

“Alo Elmas?” dedi endişeyle. “ Allah'ım çok şükür iyisin. Üç gündür kafayı yedim iyi misin diye. Neredesin nasılsın? Nilay ve Hazal da yanımda hepimiz çok endişelendik senin için.”

 

“İyiyim,” dedim kalan sorulara cevap verme gereği duymadan. “kardeşinizin bana yaptığı şeylerin cefasını çekiyorum hâlâ.” kırılıp kırılmayacakları umurumda değildi. Mirza yüzünden ölümün kıyısına geldiğimde hiçbiri yanımda olmamıştı.

 

“Mirza yüzünden mi hastanedesin?” dedi Gülcan hayal kırıklığıyla. “Ne yaptı yine?”

 

“Düşük yaptım.” dedim sadece. Dış gebelik yaşadığımı ve bu yüzden ameliyat olduğumu söylememe gerek yoktu, bir şekilde öğrenirlerdi.

 

“Ne?” dedi Nilay. Kaybettiği çocuğu aklına gelmiş olmalıydı. Birkaç saniyeliğine bunu söylediğime pişman oldum, hatta özür dilemeyi düşündüm ancak düşük yapması benim suçum değildi. Ben onun düşük yapmasına atıfta bulunmamıştım.

 

“Hastaneden çıkınca,” durdum. “telefonu hoparlörden çıkarır mısın? Seninle konuşmak istiyorum sizinle değil.” uzun cümle kurmak beni yorsa da umursamadım. Gülcan benim yüzümden Mirza'dan yara almıştı ve ben onu anlıyordum. Benim yüzümden çocuklarında bir travma kalmıştı, bunun altında tek başına ezilmesine izin veremezdim.

 

“Tabii ki canım da Nilay ve Hazal da yabancı değiller aslında.” sesi üzgün çıkıyordu ve emin olduğum bir şey varsa o da kızlara bakıp gidip gitmemek konusunda tereddüt yaşadığıydı.

 

“Benim için yabancılar Gülcan.” dedim acımasızlıkla. “Sana kendimi yakın hissediyorum çünkü Mirza o gün benim yüzümden zarar verdi sana ve çocuklara.” derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. “En çok ihtiyaç duyduğum anlarda beni yapayalnız bıraktınız. Hepiniz bıraktınız. Yapayalnız olmaya alışığım ben Gülcan, Nilay ve Hazal ama keşke yanımdaymışsınız gibi davranıp elinizi bir anda çekmeseydiniz. Bir insanın güvenini kazanmak zordur ama bir kere kaybettikten sonra o güveni kazanmak imkânsızdır. Size güvenmiyorum.”

 

Telefonun ucunda büyük bir sessizlik olduğunda Gülcan’ın telefonu kapatacağını düşündüm ancak adım sesleri duyduğumda ve bir kapı kapandığında Gülcan derin bir nefes aldı. “Söyle bakalım hayatım ne oldu?”

 

~~~

 

Gülcan’la konuştuktan sonra Dağhan elinde mavi bir plastik dosyayla içeri geçmişti. “Evet,” dedi son heceyi uzatarak. Elindeki dosyayı sallarken sırıttı. “boşanmanızın bir nevi garantisi olacak olan o dosya şu an ellerimde.”

 

Gülümsedim. “Video var bende.”

 

“Ne videosu?”

 

O anlar aklıma gelince bakışlarımı kaçırıp yutkundum. Bana dokunmadan önce beni aldatmış olsaydı umurumda olmazdı, ayrılır hayatıma bakardım. Ancak bana dokunup hamile bırakmanın kıyısından döndükten sonra beni aldatmış olması, bunu kaldıramıyordum. “Beni aldatırken çekilmiş bir video.”

 

“Sen buna canlı mı şahit oldun?” dedi Dağhan şaşkınlıkla.

 

Yavaşça kafamı salladım. “Dakikası dakikasına şahit oldum.”

 

“O yüzden düşük yaptın.” dedi Dağhan aydınlanmış gibi. “Her şeyin üstüne onu kaldıramadın.”

 

Tam olarak öyle değildi ancak Dağhan'ın bunu bilmesi şimdilik gerekmiyordu.

 

Kapı açılıp içeri doktor girdiğinde Dağhan kenara çekilip refakatçi koltuğuna oturdu. Doktor elindeki dosyaya baktıktan sonra kafasını kaldırıp bana baktı ve gülümsedi. “Geçmiş olsun Elmas, kendini nasıl hissediyorsun?” hemşire yanıma yaklaşıp elimin tersindeki damar yolunu kontrol etti.

 

“Yatmaktan çok sıkıldım.” dedim şikayet eder gibi. “Hiç oturma şansım yok mu? Kazık gibi sadece yatmak zorunda mıyım?” doktor bir süre düşündü. Dudaklarını ıslatırken gözlerindeki gözlüğü çıkarıp önlüğünün cebine geçirdi.

 

“Üç gün hastanede yatış verdim sana. Bu üç gün içerisinde karnındaki dikişleri zorlamayacak şekilde doğrulabilirsin ama oturmak kesinlikle yok. Üç günden sonra ameliyatlı bölgenin durumu ve senin ruh haline göre çıkış işlemlerini gerçekleştireceğiz. Hastaneden çıkıp eve gittikten sonra ufak tefek ağrıların ve lekelenme şeklinde kanamaların olabilir onlar seni ürkütmesin ancak fazla hissettiğin ağrı ve lekelenme durumunda hemen hastaneye gel kontrollerini yapalım. Menstrual döngün tahmini olarak kırk günden sonra düzene girer, eğer hastaneden çıktıktan sonra âdetini bekleyip olmazsan yine endişe duyma. Tüplerinin ve karnındaki yaraların iyileşmesi normal şartlar altında bir ay kadar sürerken senin durumunda olan kadınlarda dört - altı ayı bulabiliyor. Hamilelik ihtimalin normal bir kadına göre düşük olsa da imkansız değil. Aynı şekilde normal doğum yapmanda da yaraların iyileştikten sonra bir sakınca yok. Sormak istediğin bir şey var mı?”

 

“Kontrollerine ne kadar sürede gelmemiz gerekiyor? Pansuman yapılması gerekecek mi yaralarına?” dedi Dağhan ayağa kalkarak.

 

“İki haftada bir pansuman yapmanız yeterli olur. Onun için illa bu hastaneye gelmeniz gerekmiyor, size yakın olan bir hastaneye gidip pansuman isteyebilirsiniz. Dikişleri tamamen düşene kadar duş almak kesinlikle yasak enfeksiyon kapar.”

 

Dağhan anladığını belli edercesine kafasını salladı. “Ayağa kalkması yürümesinde bir sakınca var mı? Ya da yiyebileceği yiyemeyeceği besinler var mı?”

 

Doktor kafasını iki yana salladı. “Dikkatli bir şekilde ayağa kalktığı sürece şimdi bile yürümesi onun için daha sağlıklı olur. Midesinin alabileceği hiçbir şeyi yemesinde bir sakınca yok. Kusmamaya özen göstersin yeter.” Dağhan teşekkür ederken doktor geçmiş olsun dileklerini sundu ve odadan çıktı.

 

“Dağhan.” diye seslendim ellerimi yatağa bastırırken. “Şimdi kalkmama yardım edecek misin yoksa bütün dikişlerimi yok sayıp ayağa mı kalkayım?” Dağhan oflayarak bana yaklaşıp oturtmadan ayağa kalkmama yardım etti. Eli nazikçe belimi tutarken bir eli kolumu tutuyor çıplak ayaklarımın soğuk seramik zeminde hareket etmesine destek çıkıyordu. “Bir insan sadece yirmi dört saat yattı diye yürümeyi unutur mu?” diye sızlandım yüzümü buruştururken. Bütün kaslarım işlevini yitirmiş gibiydi ve bu çok sinir bozucuydu.

 

“Anestezinin yan etkileri bunlar. Bütün kaslarını acıya karşı duyarsızlaştırdığı için ameliyattan sonra zorlanıyorsun. Biraz yürürsen açılır kasların.” kafamı kaldırıp bana doğru eğilen yüzüne baktım. Yakından bakınca çok daha fazla yeşil görünen gözlerine, dudaklarına, kirpiklerinin köklerinden uçlarına doğru gelen ombre geçişlerine. Her şey normaldi ama her şey haddinden fazla güzeldi yüzünde.

 

Dudaklarım aralıklı bir şekilde onu izlediğimi fark ettiğimde utanarak kafamı yere eğdim. “Yoruldum yatmak istiyorum.”

 

Dağhan hiçbir tepki vermeden beni tutarken hareket etmesini bekledim. Kaşlarımı çok hafif çatarak kafamı kaldırdığımda ona bakarken durduğu şekilde durmaya devam ediyordu. “Dağhan?” dedim aynı yakınlıkta yüzüne bakarken. Dudaklarımı ıslattığımda gözleri dudaklarıma kaydı, yeşil gözlerinde gördüğüm parıltılarla birlikte istemsiz olarak dudaklarımı içe doğru kıvırdım. Dağhan'ın zaten belirgin olan adem elması aşağı doğru yavaşça kaydığında dizlerimdeki bütün kuvvet çekildi, dünya ağır çekimde dönmeye başladı hatta belki de durdu bilmiyordum ama o an dünyada sadece Dağhan ve ben vardık. Her şey saygı duruşuna geçmiş, herkes nefesini tutup heyecanla bizi izlemeye başlamıştı. “Öyle bakma.” diye fısıldadım anın büyüsünü bozmaktan korkarcasına.

 

“Nasıl?” dedi o da fısıldayarak. Kolumu tutan eli belime kaymış iki eli de belimi sıkıca tutarak beni kendisine bastırmıştı.

 

Aşık gibi demişti iç sesim ancak ben onu dinlememiştim. “Hayran gibi.” dedim yüzüne bakarken oysa o an hayranlık duyan o değil, bendim.

 

“Hayranım.” demişti sadece. Gözlerindeki parlaklık bana baktıkça artıyor, parlaklığı gördükçe damarlarıma bana tamamen yabancı olan bir his enjekte oluyordu.

 

Gözlerimi kapatıp kafamı Dağhan'ın göğsüne yasladım. Dudaklarımda oluşan küçük tebessümü gizlerken temiz kokusunun ardında hissettiğim teninin kokusu küçük bir kedi gibi ona daha çok sokulmama neden oldu. “Dağhan.” diye mırıldandım. Elleri belimden sırtıma giderken yatağa doğru adım attık.

 

“Efendim güzelim?” dedi sakince. Bir eli saçlarıma gidince saçlarımı okşamaya başladı. İyice mayışmaya başladığımı hissettiğimde kedi gibi mırlamaya başladım. Dağhan ses çıkarmadan güldüğünde, “Mırlama kedi gibi.” dedi ama ses tonu tam aksini haykırıyordu.

 

“Çok güzel kokuyorsun.” dedim yatağa yattığımızda. Nasıl yatmıştık, nasıl görünüyorduk, sakıncası var mıydı bilmiyordum ancak çok huzurlu hissediyordum. Çekinmeden Dağhan'ın kokusunu içime derin derin çekerken Dağhan saçlarımı sevmeye devam ediyordu. “Dağhan.” dedim yine ama sesim de tıpkı uykum gibi varla yok arasındaydı.

 

“Söyle güzelim.”

 

“Saçlarımı öpsene yine.” sonrası saçlarımda hissettiğim yumuşak dokunuşlar ve bedenimin uykuya teslim oluşuydu.

 

~~~ 

 

Ev, nasıl hissettirirdi?

 

Dağhan'la hastaneden çıkışımızın ertesi günüydü ve eve gelir gelmez kendimi evimde gibi hissedip derin bir nefes almıştım.

 

Dağhan benim için salonda steril bir alan hazırlamış, ihtiyacım olabilecek her şeyi sehpaya yerleştirerek yorulmamı özlemeye çalışmıştı.

 

Elimde televizyon kumandasıyla kanallarda boş boş dolanırken Gelinim Mutfakta diye bir programa denk gelmiştim. Bir kadının kaşları Selena dizisindeki Hades gibi çizilmişti ve kendini yerden yere atıyordu. Merak ederek programı izlemeye başladığımda kafasında beyaz tüylerle gelen yaşlı bir kadını gördüm. Kaşlarımı çattığımda gözlerindeki pembeli morlu eyeliner dikkatimi çekmişti. “Bunları kim izliyor ya, başka işiniz mi yok?”

 

Yaklaşık olarak yarım saat programı izledikten sonra kritiğe geçmişlerdi. Merak edip kritiği izlerken şoktan şoka girmiştim çünkü tartıştıkları konular çok korkunçtu. Elimi alnıma vurup gelinin aptallığına hakaret ederken Dağhan içeri girdi. Kaşlarını çatıp bana bakarken, “Çekirdek cips bir şey var mı?” dedim gözlerimi ekrandan ayırmadan.

 

“Ne?” dedi şaşkınlıkla.

 

“Sus Dağhan program izliyorum.” Dağhan ekrana baktıktan sonra bana döndü. Son puanlama için program reklama girdiğinde bakışlarımı ona çevirdim.

 

Kaşlarını kaldırıp işaret parmağıyla ekranı gösterdi. “Bu saçmalığı mı izliyorsun?”

 

Yüzümü buruşturup taklidini yaptım. “Tuğba’nın kocası Tuğba’yla anlaşma yapmış.”

 

Dağhan anlamayarak bana baktı. “Ne anlaşması?”

 

Yavaşça doğrulup karnıma zarar vermeyecek şekilde oturdum. “Bak şimdi onlar evleneceği zaman adam gelmiş Tuğba’ya demiş ki ben çocuk istemiyorum. Paraları, evleri, yatları, katları var ama adam ben baba olmak istemiyorum demiş. Tuğba da yazık kabul etmiş yaşı geçiyor ama çocuğu yok. Çok üzülüyor.”

 

Tuğba için üzüldüğümü hissettiğimde Dağhan derin bir nefes aldı. “Güzelim, peki bize ne kadının kocasının çocuk istememesinden? Milletin derdi neden seni üzsün?”

 

“Bir kadın ama sonuç olarak. Anne olmak isteyen herkes anne olmalı.”

 

“Tamam da adam sonradan dememiş ki çocuk istemiyorum diye. Evlenirken peşin peşin haber etmiş kadın da onu öyle kabul etmiş. Boşver sen bunları şimdi akşam ne yemek istersin?”

 

Omuz silktim. “Yemek istemiyorum.”

 

“Ondan yok maalesef. Bir şeyler yemek zorundasın.”

 

Yüzümü buruşturdum. “Bir şey istemiyorum ama.”

 

“O zaman sultan kebabı yanına da güzel bir mercimek çorbası.” dedi Dağhan ayağa kalkarken.

 

“O ne?” diye sordum. “Etli metli bir şeyse hiç yiyemem.”

 

Dağhan ellerini tişörtün eteklerine götürüp etekleri çekiştirdi. “Yapınca görürsün. Emin ol parmaklarını yiyeceksin.”

 

“Yardım etmemi gerektiren bir şey var mı?” diye sordum gülümserken.

 

“Senin yatıp dinlenmen en büyük yardım olur. Otur programındaki Hades teyzeyi izle.”

 

“Gıcıksın.” dedim kötü kötü yüzüne bakarken.

 

Gülüp odadan çıkarken ofladım. Bana çekirdek ve cips de getirmemişti zaten. Telefonumu elime alıp sosyal medyaya girdim, uzun zamandır hiçbir şeyle ilgilenmiyordum. Instagram’a girip profilimle karşılaştığımda yutkundum. Mirza'yla ilgili yaptığım bütün paylaşımları silip profil fotoğrafıma yüzümü çektiğim bir fotoğrafı ekledim.

 

Biraz daha sosyal medyada gezindim, sıkıldığımı hissettiğimde telefonu elimden bırakacaktım ancak telefon elimde çaldığında bırakamayacağımı fark ettim. Agâh Bey’in ismiyle karşılaşınca şaşırmıştım. Fazla bekletmeden telefonu açıp kulağıma yasladığımda, “Efendim?” diye mırıldandım.

 

“Elmas kızım, nasılsın?” dedi sevecen bir ses tonuyla.

 

“İyi olmaya çalışıyorum siz nasılsınız? Bu arada kusuruma bakmayın lütfen Amasya'dan aniden döndüm ama ben zaten gitmek istemiyordum.”

 

“Ah hiç sorun değil kızım ben onu unuttum bile.” sevimli konuşmasına gülümserken boğazını temizledi. “Ben seni şey için aramıştım.”

 

Gülümseme yüzümde donarken, “Ne için?” diye sordum zira Agâh Bey’in beni bir şey için araması pek hayırlı sonuçlanmıyordu.

 

“Haftaya hafta sonu yeni çıkaracağım mücevher setinin lansmanımsı bir davetini yapacağım. Normalde böyle şeyler yapmam ama bu seferki gerçekten çok güzel oldu ve ben bu seferkinin lansmanı hak ettiğini düşünüyorum.”

 

Derin bir nefes alırken dudaklarımı ıslattım. Gözlerimi kapatıp tırnaklarımla alnımı kaşıdım. “Agâh Bey gelmem maalesef ki mümkün değil. Biliyor musunuz bilmiyorum ama bir ameliyat geçirdim-”

 

“Biliyorum biliyorum,” dedi hemen lafımı bölerken. “başladığı saatten sonuna kadar kalmak zorunda değilsin. Gelip geldiğini söylesen ve çıksan yine yeterli ama katılmanı çok istiyorum.”

 

“Agâh Bey,” dedim gözlerimi açıp sakince ayağa kalkarken. Yavaş adımlarla mutfağa doğru giderken elimi nazikçe karnıma bastırdım. “sizin beni bir yere çağırmanızın sonu pek iyi bitmiyor. Yine de üç kişilik yer ayırırsanız düşünürüm.”

 

Mutfağa yetiştiğimde tezgâhın önünde tavuk doğrayan Dağhan’la karşılaştım. Sesimi duyar duymaz tavuğu bırakıp bana döndü ve kaşlarımı çattı. Ses çıkarmadan ne oluyor diye sorduğunda elimi kaldırıp bir dakika işareti yaptım.

 

“Başına gelen şeyler için çok üzgünüm kızım. Yine de bu sefer başına kötü bir şey gelmeyeceğinin garantisini verebilirim.”

 

Bakışlarımı Dağhan'ın yüzüne çevirdikten sonra, “Tamam,” diye mırıldandım. “ben size mesaj atarım.”

 

“Bekliyor olacağım kızım.” dedi mutlulukla.

 

Telefonu kapatıp oflarken Dağhan tavuğu doğramaya geri döndü. “Sandalyeye otur ve sırtını duvara yasla. Karnına dikkat et.”

 

Dediğini yapıp yavaşça sandalyeye oturdum. Bacaklarımı karşımdaki sandalyeye uzatırken telefonu masaya bıraktım. “Agâh Bey’in lansmanı varmış haftaya hafta sonu. Anlamadığım bir şekilde orada olmam gerekiyormuş.”

 

“Gitmek istiyor musun?”

 

“Bilmiyorum. Niye bu kadar ısrar ettiğini de anlamadım.” Dağhan küp küp doğradığı tavukları tavaya atarken paketli mantarlardan birini bıçakla açtı. Mantarları doğramaya başlamadan bana döndü. Kalçasını tezgâha yaslarken yüzüme baktı.

 

“Eğer gitmek istersen ve kendini iyi hissedersen gideriz. Topuklu giymek yok ama haberin olsun. Daha çıplak ayakla düz duramıyorsun.” tekrar arkasını döndüğünde yüzümü buruşturdum.

 

“Abiyenin altına spor mu giyineyim Dağhan?”

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Ne giyersen giy ama topuklu giyilmeyecek.”

 

“Yemek için erken değil mi?” diye sordum konuyu değiştirirken. Eğer davete gidersem topuklu giyecektim.

 

“Saat dört güzelim yediye doğru ancak hazır olur.” diye açıkladı.

 

“Anladım.”

 

“Ee nasıl gitti programın? İzledin mi?” göremeyeceğini bilsem de kafamı iki yana salladım.

 

“Çeyreği Yeşim alır muhtemelen.”

 

Aramızda bir süre sessizlik olduğunda Dağhan yemeğini yapmaya devam etti. Tavaya küp küp doğradığı patatesleri döküp üstüne tuz attıktan sonra dolaptan paketli yufkayı çıkardı. Masaya yaklaşıp bıçakla paketi kestikten sonra yuvarlak yufkayı masaya açtı.

 

“Biscolata erkeği gibisin.” dedim gülerek. “Biscolata değil kebap erkeği.” kafamı iki yana sallarken küçük bir kahkaha attım.

 

Dağhan kafasını kaldırıp bana ters ters baktığında gülmeye devam ettim. “Biscolata erkekleri çıplak yalnız. Soyunmamı mı istiyorsun anlayamadım.”

 

Söylediği şeyle gözlerim kocaman açıldığında gülme sırası Dağhan’daydı. Yüzümü buruşturup omzuna uzandım ve sert sayılabilecek bir şekilde vurdum. “Pisliksin gerçekten.”

 

Dağhan gülmeye devam ederken bacaklarımı sandalyeden indirdim. Yavaşça ayağa kalkarken telefonumu elime aldım ve mutfaktan çıkmak üzere adımlarımı o tarafa yönlendirdim.

 

“Karnına dikkat et.” diye seslendi. Hiç düşünmeden taklidini yaparken salona doğru ilerledim.

 

Koltuğa oturup sırtımı yastığa yaslarken gülümsedim. Çok sebepsiz bir şekilde mutlu olmuştum. Dağhan'la bu kadar yakınlaşmamız huzurlu hissettiriyordu.

 

Hâlâ sırıttığımı fark ettiğimde kaşlarımı çattım. “Kendine gel Elmas.” diye mırıldandım. Aklıma gelen fikirle, “Dağhan!” diye bağırdım. “Ne yapıyorsan bırak koş buraya gel!”

 

Dağhan elinde bıçakla koşarak salona girdiğinde, “Ne oldu? Dikişlerin mi açıldı, ağrın mı var, kanaman mı var?”

 

Kafamı iki yana sallarken havaya bakıp kahkaha attım. “Aklıma bir fikir geldi ama sana akıl danışmam lazım.”

 

~~~ 

 

Bir hafta sonra, davet günü

 

Yapmayacağım dediğim her şeyi yapmak bir spor olsaydı kesinlikle sayısız madalyam olurdu.

 

Dağhan’la onun evinde, girişteki aynanın önünde durmuş Başak’ı bekliyorduk.

 

Lacivert, tütülü elbisem ayak bileğimin on santim kadar üstünde bitiyordu. Göğüs kısmı korse gibi duruyordu ve kolları fiyonk şeklinde dirseklerime doğru dökülüyordu. Ayaklarımda beyaz topuklu ayakkabılarım vardı. Bandında beyaz inciye benzeyen toplar vardı.

 

“Eğer bayılırsan ya da ayağını falan burkarsan gram tepki vermem.” dedi Dağhan aynada saçlarını düzeltirken. Yüzümü buruşturup taklidini yaptım.

 

“Verirsen görürüz ama.” arkamdaki dolaba bıraktığım beyaz çantayı almak üzere arkamı döndüğümde aklıma gelen fikirle sırıttım. İki küçük adım attıktan sonra düşüyormuş gibi yaptığımda Dağhan saniyesinde arkasını döndü ve belimden tutarak beni kendisine bastırdı.

 

Sırıtarak yüzüne bakarken Dağhan endişeyle yüzüme bakıyordu. “İyi misin?” diye fısıldadı. Yüzüne bakarken kafası omzumun hemen yanındaydı. Kokusu burnumun dibindeyken fark etmeden kokusunu içime çektim. “Hani tepki vermeyecektin?”

 

“Ben hazı-” Başak salınarak yanımıza geldiğinde duraksadı. “Ov.” dedi hemen. Dağhan ellerini benden uzaklaştırıp boğazını temizlerken Başak konuşmasına devam etti. “Ben yokmuşum gibi devam edebilirsiniz inanın bana hiç rahatsız etmem.” sırıtarak kapıya doğru yürürken kendime gelmeye çalışıyordum.

 

Az önce neler yaşanmıştı öyle? Yanaklarıma allık dışında bir renk geldiğini hissettiğimde boğazımı temizledim. “Hadi çıkalım.”

 

Birlikte dışarı çıktığımızda Dağhan'ın arabasına bindik. Mart ayının son günlerindeydik, belki Nisan ayına bile girmiş olabilirdik emin değildim ama hava serindi. Esen rüzgar bedenimi ürpertiyor, bu ürperti bana iyi geliyordu.

 

“Üşüyeceğini tahmin ettiğim için ceketimi arabaya bıraktım. Başak arkadan verir misin ceketi?” Başak homurdanarak elini arkaya attı ve deri ceketi öne doğru uzattı.

 

“Bizi düşünen yok tabii.” dedi hemen sonra.

 

“Boş konuşma sana da ceketini getirdim. O da arkada.” Başak erimiş gibi yaa derken uzanıp dudaklarını abisinin yanağına bastırdı. “Cıvıtma.”

 

“Canım abim! Abi gibi abi. Herkese Dağhan Soysal lazım gerçekten.”

 

“Tamam Başak yeterli.” dedi Dağhan sırıtarak.

 

Sonraki yarım saatimiz davetin yapıldığı yere gitmekle geçti. Davet alanına yetişmeden Dağhan arabayı kenarda durdurdu. “Başak sen Elmas’la in, içeri girin ben arkanızdan geleceğim.”

 

İkimiz aynı anda kafamızı sallarken arabadan indik. “Gel koluma gir yaralısın sen.” Başak’ın koluna girdiğimde midem bulanmaya başlamıştı. Kendimi inanılmaz stresli hissediyordum. Burada bulunmam doğru değilmiş gibi geliyordu, omuzlarımda büyük bir ağırlık vardı.

 

Başak’la birlikte içeri girdiğimizde gördüğüm ilk şey yoğun ışıklardı. Etraf mavi tonlarında dizayn edilmişti, şelale şeklinde cam süsler ve su dalgası şeklinde avizeler vardı. Etraf çok yoğun bir maviydi, bu mavilik insana huzurlu hissettiriyordu.

 

“Agâh Çakır paraya kıymış.” dedi Başak etrafı incelerken. “Kendimi Wonderland’de gibi hissediyorum.”

 

Gülerken kafamı iki yana salladım. “Önemliymiş bu davet onun için. Önemini hâlâ anlamadım ama olsun.”

 

“Kenarda sana ters ters bakan bir kız var. Sebebini anlamadım ama elinde olsa burayı başına yıkacak gibi bakıyor.” Başak’ın baktığı yere baktığımda bana gerçekten de nefretle bakan Meran’ı gördüm.

 

“Mirza'nın kuzeni o. Amasya’dayken de anlaşamamıştık onun kinini yaşıyor hâlâ. Gülcan’ı görüyor musun?” Başak bakışlarını etrafta gezdirdi.

 

“Sağ tarafta küçük kızın inadıyla uğraşan bir kadın görüyorum ama Gülcan mı emin değilim.” kaşlarını çatıp gözlerini kısarak o tarafa baktı. “Gülcan hep elbise giymeli artık. O kadar yakışmış ki.”

 

Birlikte Gülcan’ın yanına doğru ilerlerken Mihrimah’ın sesini duydum. “Hayı!” ayaklarını yere vuruyor annesinin ayakkabısını ayağına geçirmesine izin vermiyordu. “I-ıh.” dedi çığlık atarken. Gülümseyerek yanlarına yaklaştığımda Başak’ın kolundan çıktım ve Mihrimah’a seslendim.

 

“Bebeğim?”

 

Mihrimah sesimi duyduğu an annesinden uzaklaşıp bana doğru koştu. “Ema.” yere eğilemeyeceğim için Başak eğilip Mihrimah’ı kucağına aldı. Mihrimah ters ters yüzüne bakarken, “Sorun değil bebeğim arkadaşım o.” dedim. Anlayıp anlamadığı konusunda emin olamamıştım ancak Başak’a

yiyecek gibi bakmayı bırakmıştı.

 

“Allah gönderdi seni gerçekten.” dedi Gülcan önüne gelen saçlarını yavaşça arkaya iterken. “İki yaş sendromu diye bir şey gerçekten varmış. Terledim ayakkabısını giydirene kadar.” oysaki giydirememişti...

 

Gülcan’a baktığımda bembeyaz elbisesini gördüm, kolları balon koldu ve etek boyu benim elbisemin boyuyla aynıydı. Ayağında yan kısımları tül olan ucu sivri bir ayakkabı vardı. Ayakkabısındaki tüller, kollarında dirseklerine kadar olan eldiven tülleriyle aynıydı. Başak haklıydı, Gülcan hep elbise giymeliydi.

 

“Nasılsın bu arada canım? Ağrın sızın var mı?” ellerimi uzatıp Mihrimah’ın ayakkabılarını elime aldım. Yavaş bir şekilde Mihrimah’ın beyaz çoraplı ayaklarına ayakkabıları geçirip yanağından öptüm.

 

“Canım bırakabilirsin Mihrimah’ı. Ağır artık ayağında topuklu varken taşıma belin ağrır.” Başak Mihrimah’ı yere indirirken, “Annem koş abiyi bul sonra buraya gel. Ortadan kaybolursan ve beni bulamazsan anne diye çığlık at ben seni bulurum.” Mihrimah kafasını salladıktan sonra paytak adımlarla kalabalığa doğru yürümeye başladı.

 

“Böyle bırakmak sağlıklı mı?”

 

Gülcan gülümsedi. “Endişelenme buradaki herkes babamın aile dostu ve Mihrimah dışında hiç kız çocuk yok. Kaybolsa bile herkesin aklına ilk babam gelir.”

 

Başak yanıma yaklaşıp koluma girdiğinde bakışlarımı ona çevirdim. Telefonunun ekranını bana çevirdiğinde Dağhan'ın attığı mesajı gördüm. Siz takılın ben uzaktan sizi izliyorum. Çıkarken karşıdaki taksi durağının orada bekleyin.

 

“Tamamdır.” dedim Başak’a. “Bu arada Başak bu Gülcan, Gülcan bu da Başak. Tanıştırma fırsatım olmadı hiç.”

 

Gülcan gülümseyerek elini öne doğru uzattı. “Tanıştığıma memnun oldum Başakçım. Elmas’a bugüne kadar sahip çıktığın ve yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim.”

 

Başak Gülcan’ın elini sıkarken dalga geçer gibi güldü. “Ben siz değilim canım bana ihtiyaç duyan birini yüz üstü bırakmam. Bu yüzden teşekkür etmene gerek yok.” Gülcan’ın yüzündeki tebessüm solarken bakışları ağır ağır bana döndü.

 

Hiçbir tepki vermediğimi gördüğünde elini hızlıca Başak’ın elinden çekti. Olduğu yerde, “Iıı,” diye mırıldandıktan sonra eliyle ileriyi gösterdi. “ben gidip Mete’ye ve Çağlar’a bakayım. İyi geceler.”

 

Başak hâlâ alay eder gibi gülerken eliyle karşıyı gösterdi. “Tabii canım git bir bak çocuk önemli sonuçta.”

 

Gülcan yanımızdan hızlıca uzaklaşırken Başak’a döndüm. “Bu kadar ağır olmasına gerek yoktu ama.” dedim gülümseyerek. “Teşekkür ederim yanımda durduğun için.”

 

Başak karşıma geçip ellerimi tuttu. “Aşkım bak amacım kimsenin canını yakmak değildi, bile isteye de kimsenin canını yakmam ki gerçek olmasa hiçbirini söylemezdim. Yanında durduğum için de teşekkür etmeni istemiyorum.”

 

Gözlerimin dolduğunu hissettiğimde Başak uzanıp bana sarıldı. “Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum.”

 

“Ben değil hayatım abim olmasaydı.” dedi Başak gülerek. Onunla birlikte güldüğümde gözümden bir damla yaş aktı.

 

“Abin olmasaydı çoktan ölmüştüm. Ama sen olmasaydın şimdi nefes alamazdım.”

 

“Biraz daha duygusallaşırsan bağırırım.” dedi ve bu tepkisi bana kahkaha attırdı. “Gel kendimize boş bir masa bulalım.”

 

Başak’la kendimize bir masa bulup kenarlarında durduktan sonra Dağhan yanımıza geldi. “Merhaba hanımlar.”

 

“Dağhan Bey,” dedim gülümseyerek. “ne güzel bir tesadüf.”

 

Başak yüzüme bakıp aynen tesadüf der gibi bir ifade takındı. Gülümserken Dağhan da gülümsedi. “Tanıyamadım sizi hanımefendi?”

 

Elimi uzattım. “Çakırların geliniyim ben. Elmas, Elmas Çakır.”

 

Dudaklarının arasından ses çıkarmadan, “Şimdilik.” dedi Dağhan.

 

“Anlayamadım?” dedim sırıtırken.

 

“Bir şey yok.” dedi.

 

Sonraki yaklaşık bir saat ayakta durmakla geçmişti ve ben yorulmuştum. Karnıma hafif bir ağrı girmeye başlıyordu, dinlenmem gerekiyordu ancak Agâh Bey hâlâ ortalıkta değildi.

 

Yüzümü buruşturup elimi karnıma bastırdığımda Başak koluma dokundu. “Ağrın varsa gidebiliriz.”

 

Dudaklarımı aralayıp gerek olmadığını söyleyeceğim esnada bir alkış tufanı koptu. Bakışlarımı sahneye çevirdiğimde Agâh Bey’in elini göğsüne bastırarak eğildiğini gördüm. Önündeki mikrofona iki kere vurup gülümsedi. “Geldiğiniz ve bu geceyi benimle birlikte anlamlı kıldığınız için çok teşekkür ederim.” dedi. Gülümseyerek onu izlerken omzuma dokunan birini hissettim, bakışlarımı sağ tarafıma çevirdiğimde Mirza'nın yüzüyle karşılaştım.

 

Kaşlarımı kaldırıp yüzüne bakarken, “Konuşabilir miyiz?” diye sordu.

 

“Hayvanlarla iletişim kurmuyorum.” önüme döndüğümde kolumu tuttu. Kaşlarımı çatarak yüzüne baktıktan sonra kolumu elinden kurtardım. “Dinlemeyeceğim seni Mirza. Rahat bırak beni.”

 

“Bu geceki tasarımların,” dedi Agâh Bey ve elindeki kumandada bir düğmeye bastığında arkasındaki ekranda birkaç fotoğraf belirdi. Şok içinde ekrana bakarken Agâh Bey konuşmasına devam etti. “Ailemizin gelini ve benim manevî kızım Elmas Çakır’a ait olduğunu bilmenizi isterim. Tasarımlar tamamiyle kendisine ait. Kendisini sahneye, yanıma çağırmak istiyorum.”

 

Alkışlar koptuğunda dolu gözlerimle yavaş bir şekilde sahneye doğru yürüdüm. Agâh Bey’in yanında durduğumda kibar bir şekilde mikrofonu bana bıraktı. Kalabalığa dönüp derin bir nefes aldığımda bakışlarım direkt olarak Dağhan'a kaydı. Gururla bana bakarken kafasını hafifçe aşağı yukarı salladı.

 

“Herkese merhaba. Şu an çok şaşkınım ama bir o kadar da mutluyum. Yanlış bir kelime kullanırsam affedin lütfen. Agâh babamdan böyle bir jest beklemiyordum doğrusunu söylemek gerekirse. Çizimlerim öylesine bir yerde duruyordu profesyonel bile değildi. Agâh Bey’e bu jestinden dolayı çok teşekkür ediyor, minnet duyuyorum.” alkışlar koptuğunda Agâh Bey yanıma yaklaştı.

 

“Bu geceki bütün bağışların ve toplanan paraların hepsi senin olacak.” dedi kulağıma doğru. Gözlerimi büyüterek ona baktığımda işaret parmağını bana doğru salladı. “Hiç itiraz kabul etmiyorum. Fazlasıyla hak ettin bunu.”

 

Gözlerim dolduğunda olumlu anlamda kafamı salladım. “Tamam Agâh Bey.” ardından yeniden kalabalığa döndüm. “Ben bu gece buraya başka bir şey konuşmak için de geldim aslında. Bu görüntüler için başta Agâh Bey olmak üzere hepinizden özür diliyorum ancak susmaktan ve ezilmekten çok yoruldum. Görüntüleri açalım lütfen.”

 

Arkamdaki ekranda Mirza ve Asude’nin bizim evimizde seks yaptıkları video sansürlü bir şekilde oynamaya başladı. Asude’nin sesine de sansür eklemiştik. O da suçlu olabilirdi ancak burada zan altında bırakmak istediğim o değildi. Mirza'ya bana tecavüz ettiğini söylediğim yere kadar videoyu izledik, ardından dudaklarımı ıslatarak arkamı döndüm. Herkes büyük bir şaşkınlıkla bana ve Mirza'ya bakarken dudaklarımı araladım.

 

“Görüntülerde de izlediğiniz gibi canım eşim Mirza Çakır bizim evimizde, ikimizin aşk yuvası diye nitelendirdiğimiz evimizde beni aldattı.” bakışlarımı Mirza'ya çevirdiğimde yumruklarını sıkarak bana baktığını gördüm. Umursamadan gülümsedim. “Ben o gün o görüntüden sonra bana tecavüz ederek yaptığı çocuğu düşürdüm. Doğuracağımdan değildi ama ben bir kadın olarak çocuk düşürdüm. Mirza'nın bana yaptığı yalnızca bu değildi, bana defalarca kez şiddet uyguladı.” bakışlarımı Mirza'fan ayırıp herkesin yüzüne baktıktan sonra yeniden Mirza'ya çevirip kaşlarımı kaldırdım. “Herkes bugün burada şahit söyleyeceklerime. Sen de beni iyi dinleyeceksin Mirza Çakır. Bugüne kadar beni susturdun, bir şekilde sindirdin ama bir savaş başlattın. Neyine güvenerek bir savaş başlattın bilmiyorum ama artık devrin bitti. Gerekirse son nefesime kadar savaşıp sana cehennemi yaşatacağım. Arıcı cehennemini yaşayacaksın. Bugünkü bir başlangıçtı, bir rüzgardı ve devamı fırtına olacak. Kork benden Mirza Çakır, önümde öyle bir diz çöktüreceğim ki sana değil seni affetmem yüzüne bakmam için bana yalvaracaksın. Bütün dünya haline acıyacak ama ben sana acımayacağım. Bugünkü rüzgar, Arıcı Rüzgarı’ydı, fırtına çok yakında çıkacak. O gün geldiğinde ve durmam için yalvardığında ben haline yalnızca güleceğim. Hepinize iyi geceler ve iyi eğlenceler diliyorum.”

 

Sahneden inerken herkes büyük bir şokla beni izliyor, fısıldaşıyor ve Mirza'yı ayıplıyordu.

 

Gülümseyerek omuzlarım dik bir şekilde Başak’a, “Gidelim.” dedim.

 

Birlikte dışarı çıktıktan sonra eğilip topuklu ayakkabılarımı çıkardım. “Of yoruldum yeminle.”

 

“Gurur duyuyorum seninle, gurur.” bana sarıldığında gülümsedim.

 

Dağhan arabayı önümüzde durdurduğunda yorgunlukla arabaya bindim. “Tebrik ederim güzelim, her yiğidin harcı değil bu şekilde bir tutum sergilemek.”

 

Kafamı arkama yasladım. “İçim rahatladı.”

 

“Yalnız Arıcı Rüzgarı çok havalıydı ağzım açık izledim.” dedi Başak hayranlıkla.

 

Gülümsedim. Arıcı Rüzgarı esmişti ve cehennemin ilk ateşi yanmıştı.

 

 

~~~~

 

Uffff Elmas ne yaptın sen hayatım???????

 

Sanırım TUTSAK’ın en uzun bölümü buydu (6.000 kelime). Aynı zamanda en keyif aldığım bölüm bu oldu.

 

Bir Dağhan atasözü var, şimdilik ;)

 

Sonraki bölümde bombalar yağacak, kıyametler kopacak aman allahım da aman allahım olacağız yazmak için şimdiden çok heyecanlıyım.

 

sizi seviyorum! ❤

Loading...
0%