Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. KALBİN GÜRÜLTÜSÜ

@diaryofanas

Yazardan

 

 

Mirza kollarına bayılan kadını belinden tutarken elindeki etherli bezi kadının çantasına atmış kadını kucağına alarak yüzüne endişeli bir ifade yerleştirmişti.

 

“Yardım eder misiniz? Eşim hamile ve bayıldı hastaneye gitmemiz gerek.” onları gören genç bir adam yanlarına yaklaştı.

 

“Ben yardım edeyim efendim nasıl yardımcı olabilirim?” Mirza yardım istemişti ama yardım beklemiyordu çünkü sosyal medyada büyük bir linç kampanyası başlatılmıştı kendi adına.

 

“Arabamın kapısını açarsanız eşimi oraya yatırabilirim.” dedi Mirza yine endişeyle. Endişesi o kadar gerçekçiydi ki, bir an kendisi bile oynadığı role inanacaktı.

 

Genç adam Mirza'ya arabasına kadar eşlik edip kapıyı açtıktan sonra geçmiş olsun diyerek onlardan uzaklaştı.

 

Mirza Elmas’ı dikkatli bir şekilde arka koltuğa yatırıp kapıyı kapattı, kimseye daha fazla görünmeden ortadan kaybolmak için kendi koltuğuna oturdu.

 

Gaza basarken gözleri dikiz aynasından Elmas'ın yüzüne takıldı. Yüzünde yine o hastalıklı tebessüm oluşunca kafasını aşağı yukarı salladı. “Yaşıyorsun Elmas ama ben aldığın nefesi bile dar edeceğim sana. Bana yaptığın her şey için pişman olacaksın.”

 

Gözlerini yola kilitledi ve eve doğru sürmeye başladı. Kimsenin aklına Elmas'ı kendi evinde aramak gelmezdi, Mirza bunun rahatlığıyla onu aldattığı eve doğru gitmeye başladı.

 

~

 

Endişe Dağhan'ın damarlarında yeniden kanından daha yoğun bir biçimde dolaşmaya başlamıştı.

 

Elmas konum atarken canlı konumunu atmıştı ve yaklaşık yarım saattir bulunduğu konumdan ileri doğru hareket ediyordu. “Neredesin güzelim sen, nereye gidiyorsun?” diye mırıldandı sessizce.

 

Elmas’ın attığı konumun olduğu yere gelmiş, Elmas'ın hareket ettiği yöne doğru ilerlemişti ancak Elmas hiçbir yerde yoktu.

 

Yolda giderken kaldırımdaki neredeyse herkesi incelemiş ancak Elmas’a dair bir ipucu bulamamıştı. Canlı konuma girip baktığında süresinin dolduğunu gördü, dudakları arasından bir küfür yuvarlanırken kalbi endişenin tohumlarıyla birlikte atmaya başladı.

 

“Neredesin Elmas?” diye fısıldadı yeniden, bu sefer endişenin yanına çaresizlik de eklenmişti. Ne yapacaktı? Elmas’ı nerede bulacaktı?

 

Oflayarak arabasını sağa çekti. Konumu en son durmuştu, buralarda olabilirdi. Durup etrafına baktı ancak yoktu. Kaldırımda değildi arabası da yoktu.

 

Yine de ne olur ne olmaz diyerek çevresindeki araçlara bakmaya başladı. Hazal ya da Nilay’ın aracını bilmiyordu ama belki camlara bakarak Elmas'ı görebilirdi.

 

Birkaç dakika boyunca araçları inceledi ancak hayır Elmas da Hazal veya Nilay da hiçbir araçta yoktu. Derin bir nefesi ciğerlerine doldururken omuzları çöktü. Çaresiz hissediyordu.

 

Kafasını sola çevirdiğinde yanından gri bir araba geçti. Umursamadan kendi arabasını çalıştırırken Elmas'ın o gri arabada olduğunu bilmiyordu ve bu onu suçluluk hissiyle baş başa bırakacaktı.

 

^^^

 

Bir insan acı çektikçe mi korkuları azalırdı yoksa korkuları azaldıkça mı acısı azalırdı?

 

Hayatım boyunca acı çekmiştim, acı çektikçe daha kötüsünün olmasından ölmekten korkmuştum ancak bugünkü hâlime baktığımda korkum yoktu. Acım da öyle.

 

Ne zaman uyanmıştım, ne zaman bilincim yerine gelmişti bilmiyordum ama tam üç saattir kendi evimizin salonunda kapalı televizyonun ekranında kendimi izliyordum.

 

Mirza hangi cehennemdeydi hiçbir fikrim yoktu, evden çıkmaya çalışmıştım ama şerefsiz herif bütün kapıları kilitlemişti. Camlara da koruma taktırmış camdan çıkışımı da engellemişti. Bir insanın bütün bunları yapabilmek için ne kadar ruh hastası olması gerekirdi?

 

Derin bir nefes alarak ayağa kalktım ve mutfağa girdim. Kendi evimizde olduğuma göre yemek yememde bir sakınca yoktu.

 

Dolabın yanındaki sebzelikten üç tane patates çıkarıp bozulup bozulmadıklarına baktım. Sıkıntı yoktu. Çekmeceden bir bıçak çıkarıp patatesleri soymaya başladığımda dış kapıdan kilit sesi geldi. Umursamadan patateslerimi soymaya devam ettim. Acıkmıştım ve Mirza şu anda açlığımdan önemli değildi.

 

Adım sesleri duyduğumda dolaptan bir tencere ve yağı çıkardım. Yeteri kadar yağı tencereye döküp ocağın altını açtım. “Ne yapıyorsun sen?”

 

Mirza'nın sesini duydum ancak dönüp yüzüne bakmadım. Omuz silkerken yıkadığım patatesleri süzgecin içine doğruyordum. “Acıktım yemek yapıyorum.”

 

“Seni kaçırdığımın farkındasın, değil mi?” dedi şaşkınlıkla.

 

“Evet farkındayım.” dedim umursamadan.

 

“Sana zarar verebileceğimin de farkındasın, değil mi?” diye sordu bu kez.

 

“Evet onun da farkındayım.” dedim doğradığım patatesleri tuzlarken.

 

“Kaçırılan ve zarar görmesi an meselesi olan bir insana göre fazla rahat değil misin?”

 

Omuz silktim yine. “Yemek yiyeyim sonra istersen öldürürsün. Yüce Allah'ın huzuruna aç çıkmak istemiyorum.”

 

Yanıma yaklaşıp ocağın altını kapattı ve tek eliyle kolumu tutup beni geri salona sürükledi. “Kes sesini de saçmalamayı da. Bu kadar rahatlık fazla.”

 

“Senden korktuğumu mu düşünüyorsun?” diye sordum alay eder bir biçimde. Zira ondan korktuğumu düşünüyorsa yanılıyordu. Mirza'dan korkma devrim kapanmıştı şimdi o benden korkmalıydı.

 

“Korkmalısın.” dedi ürkütücü bir sesle. Salondaki yemek masasından bir sandalyeyi yanımıza çekti. Kolumu tutan eli kolumu çürütecekti ancak umurumda değildi.

 

Kolumu hızlıca parmakları arasından kurtardıktan sonra ondan uzaklaştım. Mutfağa doğru koşarak elimden az önce aldığı bıçağı geri elime aldım. Bana doğru yaklaştığında bıçağı ona doğru tuttum.

 

“Bana yaklaşma!” diye bağırdım ancak bu korkudan değildi. Sesimi dışarıdan birisi duyarsa polisi arayabilirdi, destek çıkabilirlerdi. İnsanlığa dair inancım azdı ama iyi insanlar hâlâ vardı olmalıydı.

 

Mirza'ya baktığımda gözlerinde yine o ifade vardı. Yabancıydı.

 

“Yanımda olacaksın!” diye bağırdı bağırışı yüzünden irkildim. Korkmadığımı iddia ediyordum ancak hâlâ korkuyordum, ondan deli gibi korkuyordum. Bana zarar vermesinden korkuyordum, veda edemeden ölmek istemiyordum. Mirza güldü, alay edercesine yüzüme bakarak güldü gülüşü kahkahaya dönüştü. Kahkahası bile korkutucuydu. “Korkuyorsun.” dedi gülüşü arasından. “Benden hâlâ korkuyorsun Elmas Arıcı. Birinden korkarken ona cehennem yaşatamazsın.”

 

Elini beline atıp siyah bir silah çıkardığında yutkundum. Elimdeki bıçağı iki elimle sıkıca tutarken tekrar yutkundum, beni kesinlikle öldürecekti. “Yanılıyorsun.” dedim sessizce. “Korku en büyük silahtır, sen korkunun senden uzak tutacağını düşünürsün ama o korku seni öldürür.”

 

Elindeki silahı yüzüme doğru tuttu. Korkuyordum ama karşısında dimdik duruyordum. Belki de aptal cesaretiydi ama yenilmeyecektim.

 

“Korkun seni öldürecek bana zarar vermeyecek.” dedi sakince. Bana doğru bir adım attığında elimdeki bıçağı daha sıkı tuttum.

 

“Yaklaşma!” diye bağırdım var gücümle. “Yaklaşma bana!” bıçağı gösterirken kafamı iki yana salladım. Hastanedeki gibi hissediyordum, çaresiz hissediyordum, geçmişim yine kapının ardında gibiydi. “Elimde bıçak var, düşünmem bıçaklarım. Sana zarar vermekten gocunmam.”

 

Mirza yine dalga geçer gibi güldü, bu kez kafasını yana eğdi ve öyle güldü. “Sen beni bıçaklayana kadar bedenine kaç kurşun girer biliyor musun?”

 

Derin nefesler alırken arkama yaslandım adımlarımı yavaş yavaş dış kapıya doğru yönlendirirken Mirza da beni takip ediyor gözlerini yüzümden ayırmıyordu. “Beni öldüremezsin.” dedim sessizce ancak sesim titremeye başlamıştı.

 

Çocukluğumun çığlıkları kulaklarıma dolduğunda kafamı yana eğerek kafamı omzuma yaslamaya çalıştım. “Seni öldürmem.”

 

“Bana zarar da veremezsin.” dedim. Kemer sesi kulaklarımı sağır etti annemin kızım çığlığı bütün mahalleyi inletti. Küfürler beni mahvetti acı kalbime doldu.

 

“Sana öyle bir zarar veririm ki Elmas bir daha hayatında hiçbir şeyin sana zarar vermediğini hissedersin.” sedi acımasızdı, sesindeki acımasızlık bir bedene dönüştü. O beden babama aitti, o beden geçmişime aitti, o beden çocukluğumun bütün acılarına aitti.

 

“Yapamazsın.” dedim dış kapıya yaklaşırken, “Agâh Bey seni yaşatmaz, Hazal, Gülcan ve Nilay arkasını döner. Dağhan öldürür seni.” dış kapıya yaklaşırken yutkundum.

 

“O kim?” dedi sesine öfke dolarken. Elini cebine attığında dış kapıya ulaşmıştım.

 

_Lütfen kapı kilitli olmasın._ gözlerimi kapatırken bir elimi kapının koluna uzattım. Aşağı kaydırmama kalmadan Mirza bana yaklaştı.

 

Korkuyla kapının kolunu aşağı indirip oluşan aralıktan çıkacağım esnada Mirza beni yakaladı, elimdeki bıçak yere düştü ve ben çığlık attım. Çığlığım bitmeden Mirza boynumun sol tarafına, enseme yakın bir yere bir şey bağırdı.

 

Vücudumdaki bütün his çekilmeye başladığında gözlerim açıldı. Sesim soluğum kesilirken Mirza beni tuttu, bezden bir bebekmişim gibi içeri taşıdı. Bedenimi koltuğa bırakırken gözlerim dışında hiçbir yerimi hareket ettiremiyordum.

 

Yanımdan uzaklaşıp dış kapıyı kilitledi. Yerdeki bıçağı alıp mutfağa geri girdi. Ne yaptığını bilmiyordum ancak çekmeceyi açtığını duymuştum.

 

Gözlerimi kapatıp ellerimi, bacaklarımı hareket ettirmeye çalıştım ancak olmuyordu. Felçli gibiydim. Bana iğne vurmuştu, vurduğu iğne beni felç etmişti. Kalıcı bir hasar bırakır mıydı vücudumda? Buradan sağ çıkabilecek miydim de geleceği düşünüyordum?

 

_Yalvarırım Dağhan beni bulsun._ Sol gözümden bir damla yaş akarken midem bulanmaya başlamıştı. Gözlerimi açmadım zira bazen karanlık gerçek hayatın acısından daha cazip gelirdi.

 

Vurduğu ilacın ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu ancak vurduğu kürarsa solunum yolumda sıkıntılar olurdu. Diyaframım felce uğrayabilir ve solunumum durabilirdi. Ölmekten korkarken yutkunmayı denedim.

 

“İlaç seni altı saat kadar felç eder. Miden bulanıp gözlerin kararırsa ilacın yan etkisindendir endişelenme.” dedi Mirza yüzsüz gibi. Mutfakta benim doğrayıp tuzladığım patatesleri kızartıyordu.

 

İçimde derin bir öfke birikintisi hissederken derin bir nefes aldım. Dudaklarımı araladım ancak sesim çıkmıyordu. Soluklarım ağırlaşmaya başladığında korktuğum başıma geliyor gibi hissettim.

 

Bu ev benim mezarım olacaktı ve ben burada can verecektim.

 

~~~

 

Yazardan

 

Üç gün geçmişti. Üç koskoca gün, yetmiş iki saat geçmişti ve Dağhan kafayı yemek üzereydi.

 

Elmas'ın telefonu alış veriş merkezinin yakınında, Dağhan'ın en son bildiği konumda parçalanmış şekilde bulunmuştu.

 

“Kafayı yiyeceğim!” Dağhan olduğu yerde ileri geri volta atarken ellerini saçlarına geçirip arkaya doğru çekiştirdi. “Koskoca emniyet nasıl bulamaz bir kadını?”

 

“Abi ellerinden geleni yapıyorlar, elbet bulacaklar Elmas'ı.” Başak da en az abisi kadar endişeliydi ancak abisi yeteri kadar strasliydi ve daha fazla üstüne gitmek istemiyordu.

 

“Üç gün oldu Başak, yaşıyor mu, nefes alıyor mu, aç mı, tok mu, iyi mi hiçbir şey bilmiyorum. Evden çıkarken hiçbir şey yememişti.” sonlara doğru sesi kısılmıştı.

 

“Ya abi,” dedi Başak ama sesine acı dolmuştu. Uzanıp abisini kendisine çekti, kafasını göğsüne yaslarken saçlarını öptü. “yıkılma bu kadar bulacağız Elmas'ı. Sen biliyor musun nerede olabileceğini?”

 

Dağhan kardeşine belli etmeden kafasını kaldırırken dolan gözlerini sildi. Elmas'ı kaybetmekten delicesine korkuyordu ve ne zaman korksa Elmas'ı kaybetme noktasına geliyordu.

 

Düşündü. Nereye gidebileceğini, kime gidebileceğini düşündü. Hazal’la birlikte değildi, Nilay en son Hazal’la birlikteydi.

 

_İkimizin aşk yuvası diye nitelendirdiğimiz evimizde beni aldattı._ Elmas'ın sesi zihninde yankılandığında hızla ayağa kalktı. Telefonunu eşofmanının cebinden çıkarıp merkezi aradı. “Hadi, hadi, hadi.” dedi sabırsızca. Kalbi heyecanın ve endişenin birleşimiyle hızlıca atıyor olduğu yerde bir türlü duramıyordu.

 

“Dağhan abicim geliş-”

 

“Elmas'ın nerede olduğunu biliyorum sanırım.” dedi karşı tarafın lafını bölerek. Yüzünde geniş bir tebessüm varken arabanın anahtarlarını eline alarak kapıya doğru büyük adımlarla yürüdü.

 

Elmas'ı bulmuş gibi hissediyordu ve bu his içini rahatlatıyordu.

 

^^^

 

Aradan bir saat bile geçmeden polis ekipleri, ambulans ve Dağhan Elmas’la Mirza'nın evinin önünde duruyordu.

 

Polis ekipleri sessizce kapıya yaklaşıp, “Etrafınız sarıldı, teslim olun!” diye bağırdı ancak içeriden herhangi bir ses gelmemişti.

 

“Burada olduğuna emin misin?” diye sordu Serkan umutsuzca Dağhan'ın yüzüne bakarken.

 

Dağhan kapıya baktı, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldığında diğer polisler kapıyı kırıyordu. “Eminim.” dedi kendinden emin bir şekilde.

 

Polisler kapıyı açarken Dağhan onlardan önce içeri daldı. Göğsü heyecan ve korkuyla inip kalkıyor endişe damarlarında bir kor gibi akıyordu.

 

“Elmas!” diye bağırdı Dağhan, adımları içeri doğru koşar bir hâl aldı.

 

İçeri girdiğinde karşısında gördüğü ve koltukta hareketsiz şekilde yatan kadına baktı. İçinin acıdığını hissettiğinde yanına koştu. “Elmas!” diye bağırdı.

 

Koltuğun yanına eğilip iki elini yüzüne yerleştirdi. Teni buz gibiydi, gözleri kapalı ve bedeni hareketsizdi. Dağhan endişeyle yüzüne bakarken parmak uçlarıyla yüzünü okşadı. “Hadi güzelim aç gözünü, bak ben geldim.” Elmas gözlerini açmadı. Bedeni hareket etmiyordu, neredeyse nefes almıyordu ve Dağhan gittikçe daha fazla endişeleniyordu.

 

Sağlık ekipleri içeri girdiğinde Dağhan Elmas'ın yanından çekilmedi. Genç kadını sedyeye yatırdıklarında Dağhan'ın hissettiği tek şey korkuydu. Elmas o kadar hareketsiz o kadar cansız duruyordu ki hayatta değil gibiydi.

 

“Yerlerde boş enjeksiyon çöpleri var. Olay yeri inceleme çağırıp toplatmalıyız.” diyordu bir polis memuru. Dağhan Elmas'ı ambulansa götüreceklerini bilerek polislere döndü.

 

“Eldiven var mı?” polisler anlamayarak ona döndü. “Ne bakıyorsunuz avukatım? Sizin topladığınız delilleri mahkemeye ben sunuyorum o delillere bakma hakkım var.” oysa yoktu. Düşündüğü şey olup olmadığını merak ediyordu.

 

Polis memurları Dağhan'a bir çift eldiven verdiğinde Dağhan ellerine takıp yere eğildi. Boş tüpü eline alıp yüzüne doğru yaklaştırdı. Parmağını üst kısma bastırıp tüpün içinde kalan birkaç damla sıvıyı parmağına akıttı. Parmağını burnuna yaklaştırırken yüzünü buruşturdu. “Alkuronyum klorür bu.” dedi sessizce.

 

Onu izleyen arkadaşları anlamadan yüzüne baktı. “O ne?” dedi Serkan yeşil gözlerindeki büyük merakla.

 

“Kürarın bir benzeri. İçeriğinde toksiferin maddesinin yarı-sentetik türevi olan alkuronyum klorür kullanılan anestezik kas gevşeticiye deniyor.” diye açıkladı Nice.

 

“Bir şey anlamadım amına koyayım.” dedi Serkan sinirle. Türkçesi yeteri kadar iyi değildi ve Nice’nin bilimsel olguları kafasını karıştırmıştı.

 

Derin bir nefes alarak ayağa kalktı Dağhan. “Anestezide kullanılan bir tür ilaç. Anesteziyi kaldıramayacak ya da fazla anestezi verilmesi gereken ameliyatlarda kullanılıyor. Anestezi kadar ağır değil ama uyuşturma etkisi var. Yani kullanımı kısmî felç yaratıyor, aynı zamanda diyaframdaki kas sistemini de durdurup solunumu yavaşlatıyor.” diye açıkladı Dağhan herkesin anlayacağı şekilde. “Fazla bir doz aldığını düşünmüyorum ama solunum sistemi zayıflamış.”

 

Nice derin bir nefes aldı. “Baygınlığının açlıktan olduğunu düşünüyorum. Dudakları da kurumuş yakın vakitte su içmemiş.”

 

Dağhan'ın içi öfkeyle doldu. Kaçırmanın da bir adabı vardı, yemek verebilirdi su verebilirdi ama orospu çocuğu herif kızı ölüme terk etmişti.

 

“Kaçırıldığına ve Mirza Çakır tarafından zorla alıkonulduğuna dair belgeleri bana yollarsınız dosyaya ekleyeceğim. Şimdi hastaneye gidiyorum.”

 

Elindeki tüpü yerine bırakıp eldivenlerini çıkardı, dışarıda hâlâ bekleyen ambulansın arkasındaki aracına bindi. Birlikte hastaneye giderlerken Dağhan sevinmeli miydi yoksa üzülmeli miydi anlayamıyordu. Elmas'ı bulduğu için elbette ki bir tarafı huzurlu ve mutluydu ancak Elmas'ın yine ve yine zarar görmüş olması içindeki huzuru da söküp alıyordu.

 

Çalan telefonuyla odaklandığı yoldan gözlerini ayırıp arabanın bağlantısından aramayı yanıtladı. “Ay abi hiç haber vermiyorsun.”

 

“Bulduk kardeşim bulduk.” dedi sakince. Ambulans trafikte sirenlerini yakarak gidiyordu ve Dağhan sürücülerin ona küfür edip etmeyeceğini umursamadan ambulansın arkasından gidiyordu.

 

Hastaneye ulaştıklarında ve Elmas besin takviyesi için odaya alındığında Dağhan odadaki koltukta oturuyordu. Doktoru gelip tansiyonunu, şekerini ve daha birkaç şeyini ölçerken ayağa kalktı. “O iyi mi?”

 

Doktor bakışlarını ona çevirdi. “Vücudundaki ilaç zehir etkisi olan bir ilaç ancak hastamız onu vücucundan kolay bir şekilde atıyor. Yaklaşık olarak seksen saattir vücuduna hiçbir besin girmediğini düşünüyoruz, serumlar besin takviyesi. Açlığı yüzünden baygın, ilaçları etki etmeye başladıktan sonra kendine gelecektir. Hastaneden çıkmadan önce mutlaka bir beslenme uzmanıyla konuşmanızı tavsiye ederim, geçmiş olsun.” doktor odadan çıktıktan sonra Elmas'ın yanına yaklaştı.

 

Kolunun içindeki seruma dikkat ederek elini tuttu. Baş parmağı Elmas'ın elinin tersini okşarken rengi yerine gelmeye başlayan yüzüne baktı.

 

“Ne zaman bitecek senin bu bahtsızlığın?” sesi üzüntülü çıkıyordu. “Ben her dışarı çıktığında kafayı mı yiyeceğim iyi misin diye? Eve mi kapatayım güzelim seni, dışarı çıkmanı mı yasaklayayım? Nasıl koruyacağım ben seni bütün bu olumsuzluklardan?” omuzları çöktü ve çaresizlik damarlarına enjekte değildi. “Bu yatakta her yattığında hissettiğim çaresizliği bir hissetsen, Elmas,” tuttuğu elini kaldırıp dudaklarını narin eline bastırdı. “kafayı yersin. Aklımı oynatıyorum başına bir şey geldiğini düşündükçe ama sen her defasında bu yatakta yatıyorsun, güzel gözlerin her defasında kapalı tenin her defasında beni kutupların ortasında yakan cehennem kadar soğuk. Söylesene Elmas delilik mi bu?”

 

Hiç beklemediği şeyler söylediğini hissettiğinde sustu. Elmas'ın yüzünü inceledi ancak Elmas'ın yüzü bu sefer tepkisizdi. Kaşları dümdüzdü ve Dağhan bu ifadesizlikten rahatsız oldu. _Ölü gibi_ yatmasın kaşlarını çatmış dahi olsa bir tepki versin istiyordu.

 

Derin bir nefesi yine ve yine ciğerlerine doldurdu. Kolunu hastane yatağının sert plastik kısmına yasladı. Kafasını koluna yaslarken genç kadının yüzünü izledi ve emindi izlerken gözleri parlıyordu.

 

~~~

 

_Elmas Arıcı için kurtuluş yoktu._ Hayatım boyunca bu cümleye inanmıştım.

 

Kısa bir süreliğine kurtulduğuma ve kurtulacağıma inanmıştım ancak hayat bana elinin tersiyle vurmuş, kurtuluşum olmadığını açıkça dile getirmişti.

 

Canım yanıyordu, canım acıyordu, aldığım fiziksel zarar da cabasıydı ve ben artık dayanamıyordum. Azrail enseme soğuk nefesini vererek hançerini kalbime batırmayı bekliyordu ancak ben hâlâ dayanıyordum çünkü annem öyle istiyordu. Beyaz ışığın içinden elini bana uzatıyor, _dayan, savaşın bitmedi_ diyordu ve ben dayanmak zorundaydım.

 

Mirza'nın yanındayken Mirza karşıma oturup yemek yemiş, su içmiş ve bana hiçbir şey vermemişti. İğnelerin etkisi geçmeye başladığı anda enseme bir iğne daha vurmuş ve hareket etmemi tamamen kısıtlamıştı.

 

Derin bir nefes alarak gözlerimi araladığımda rahat bir şekilde nefes alabiliyor olmak gülümsememe neden oldu. Tahmin ettiğim gibi bana verdiği kürar ya da benzeri bir maddeydi çünkü kürar dışında hiçbir madde solunumu engellemezdi.

 

Bakışlarımı odada gezdirdiğimde hastane odasında olduğum gerçeğiyle yüzleştim. Uzun zamandır gözlerimi hastane odasında açıyordum bu artık bana garip gelmiyordu.

 

Bakışlarım sağ yanıma döndüğünde gözleri kapalı bir şekilde kafasını yatağa yaslanmış Dağhan'la karşılaştım. Gözleri kapalı, nefesleri derindi. _Uyuyakalmıştı._

 

Bu hâline gülümseyerek bakarken yavaşça doğrulmak için ellerimi hareket ettirdim ancak sağ elimin üstündeki baskıyla kaşlarımı çattım. Bakışlarım sağ elime döndüğünde parmaklarımın Dağhan'ın avuç içinde olduğunu gördüm. Bu daha geniş gülümsememe neden olduğunda sol elimi uzatıp Dağhan'ın kıvırcık sayılacak dalgalı saçlarına dokundum. Yumuşacık buklelere dokunmak hoşuma gittiğinde avuç içimi saçlarına geçirerek okşamaya başladım.

 

Bu şekilde yatışı boynunu ağrıtacaktı ama uyandırırsam bir daha uyumazdı. Bir süre saçlarını sevdikten sonra Dağhan gözlerini araladı. Bakışları saçlarını seven elime döndüğünde gülümsedi. “Huzur nereden geldi diye düşünüyordum.” diye mırıldandı ancak sesi hâlâ kendine gelememiş gibiydi. Uyku sersemi Dağhan Soysal, çok sevimliydi.

 

“Günaydın uykucu. Bir dahaki sefere uyumak için daha düzgün bir pozisyon seçmen gerek, böyle boynun ağırır.”

 

Şaşkınlıkla kafasını kaldırdı. İki eliyle yüzünü sıvazlayıp saçlarını karıştırdı. “Ben,” dedi ama sesi hâlâ kendine gelememişti. “uyuyakalmışım. Uyumak gibi bir planım yoktu.”

 

Bu hâline yalnızca gülümsedim. “Uyumana laf etmedim ki.”

 

Yüzüme baktı ama bir şey demedi. Utanmış mıydı?

 

Hiçbir şey demeden bakışlarımı önüme çevirdim. Eve gidip kendimi eve kilitlemek ve bir süre sadece ev görmek istiyordum. Çakırların hiçbir türüyle bir araya gelmeyecektim bu defa kesin karar vermiştim.

 

°°°

 

Tam olarak geçen zamanı bilememekle birlikte eve gelmiştik. Dikişlerim temizlenmiş ve kontrol edilmişti. Üç gündür ağrı kesicileri ve enfeksiyon önleyicileri içmediğim için doktor ne olur ne olmaz diye pansuman yapmıştı.

 

Hasta olmaktan ve kendime dikkat etmekten kurtulamıyordum.

 

Eve girdiğimizde direkt olarak salona gitmiş, kendimi koltuğa bırakarak kollarımı iki yana açmıştım. Vücudumu hareket ettirebiliyor olmak mükemmel bir şeydi.

 

“O zaman ben artık uyumaya gidebilirim.” dedi Başak esneyerek. “Kaybolduğundan beri kafamı yastığa koyamadım daha.”

 

Bakışlarımı ona çevirdim. “Tabii git uyu canım.”

 

Dağhan neredeydi bilmiyordum ama onun da uyuması gerekiyordu.

 

“Ben de mi uyusam?” diye mırıldandım kendi kendime. Gözlerimi kapatıp uyumak isteyip istemediğimi düşündüm. Uyumak iyi gelirmiş gibi hissettiğimde koltuğa düzgünce yatarak yorgana sarıldım ve gözlerimi kapattım.

 

Üstümü değiştirmek, elimi yüzümü yıkamak, kahve içmek bir süre bekleyebilirdi.

 

~~~ 

 

Yarı kâbus yarı huzurlu bir rüya olan rüya aleminden sıyrılırken gözlerimi araladım.

 

Doğrulurken nefesimi tutup gözlerimi kapattım. Rüyamda hamileydim, evde tektim ve birden Mirza geliyordu. Ondan korkmuyordum aksine o benden korkuyordu ama sonra bir anda bir silah çıkarıyor ve beni vuruyordu. Bayılmadan önce doğumum başlıyordu ve ben ölmeden önce _oğlum_ doğuyordu. Onun ağlamasını duyar duymaz dünyaya gözlerimi kapatıyor ve ölüyordum.

 

Elimi kalbime bastırıp ayağa kalktım. Odama gitmeden önce banyoya girip elimi yüzümü yıkadım ve gördüğüm şeyin yalnızca bir rüya olduğunu kendime hatırlattım. Bu bir rüyaydı, Mirza bana silah çektiği için korkmuştum. Hepsi buydu.

 

Kendi odama doğru giderken mutfağa birinin girdiğini gördüm ancak umursamadım. Odama girip kapıyı kapattım, valizime eğilip siyah bir eşofman ve beyaz ince bir kazak çıkardım. Üç gündür üstümde kokan kıyafetleri ve hatta iç çamaşırlarımı da çıkarıp yeni kıyafetlerimi giyindim. Kirli çamaşırlarımı banyoya atmak için odadan çıktım, attıktan sonra susadığımı hissedip mutfağa girdim.

 

Mutfak ışığı kapalıydı ama balkon kapısı açıktı. Kendime su doldurup balkona doğru adım attım. Kaşlarımı çatarken Dağhan balkonda kapının hem yanında yere oturmuş, dizlerini kırarak kollarını dizlerine yaslamıştı. “Yere oturmaman için ne yapmam gerekiyor?”

 

Sesimle irkilip kafasını bana kaldırdı o sırada sol elinden bir şey yere düştü. Kaşlarımı daha çok çatarken uzanıp balkon ışığını açtım ve yerde hâlâ yanan sigara izmaritiyle karşılaştım.

 

Elimdeki su bardağını masaya bırakırken uzanıp yarısı yanmış izmariti elime aldım. Dağhan'ın yanına yere oturmadan önce izmariti dudaklarım arasına yerleştirdim. “Sigara içtiğini bilmiyordum.”

 

Dağhan bakışlarını gökyüzüne doğru çevirirken dışarı bir nefes verdi, dudakları arasından sigara dumanı çıktı. “Biliyor musun,” dedi kederle. “ben de bilmiyordum.”

 

Anlamayarak yüzüne baktım. “Neler oluyor Dağhan? Nedir bu son günlerdeki hâlin? Benimle ilgili bir sorun mu var? Eğer benimle ilgili bir sorun varsa söyleyebilirsin. Ya da gitmem gerekiyorsa gidebilirim gerçekten hiç sorun değil.” sigaradan bir nefes çektim. Tütün boğazımdan geçtikten sonra ciğerimi yaktı ve istemsiz olarak öksürdüm.

 

Dağhan bana döndü, uzanıp elimdeki sigarayı aldı ve kendi dudakları arasına yerleştirip sonuna kadar içine çekti. Yüzüme bakarak izmariti aşağı attı. Dumanı kafasını çevirip diğer tarafa üfledikten sonra tekrar yüzüme döndü. Bakışlarındaki yoğunluk heyecanlanmama ve kalbimin hızlanmasına neden oluyordu. “Sorun benim.” dedi sarhoş gibi.

 

Anlamayarak kafamı yana eğdim. “Ne oldu?”

 

Gözleri gözlerimi talan ettikten sonra bütün yüzümde gezindi. Elini uzatıp alnımdaki ize dokundu, kaşlarıma, kirpiklerime, burnuma ve dudaklarıma. Avuç içi yanağımı ele geçirip parmakları çene hatlarımı tuttu. Baş parmağı elmacık kemiğimi okşarken gülümsedi. “Sorun benim. Sorun benim aptal kalbim.”

 

Dokunuşu kalbimin hızlanmasına mı neden oldu yoksa durmasına mı emin değildim ancak kalp ritmimle oynadığı aşikardı. Bakışlarının yoğunluğu içime işlerken sözleri başımı döndürdü, dilim tutuldu ne dediğini algılayamadım.

 

“Ne olmuş kalbine?” diye fısıldadım yanağımı avuç içine doğru bastırırken.

 

Gözleri parladı, bu parlaklık midemde bir kasılmaya neden oldu. “Öleceğini bile bile ateşlere atar mı kendini insan Elmas?”

 

“Atlar,” dedim hiç düşünmeden.

 

“Atlar,” diye tekrar etti kafasını sallarken. “görmüyorsun değil mi?” diye sordu hemen sonrasında. “Anlamıyorsun değil mi?”

 

Kaşlarımı çattım. “Neyi Dağhan?”

 

Elini yanağımdan çekti, dizlerini yeniden yukarı doğru kırdı ve yanındaki paketten bir sigara daha çıkardı. “Senin için bütün dünyayı karşıma alacağımı. Gülüşünün bana yeryüzündeki cennet tek damla gözyaşının cehennem olduğunu. Sana zarar veren herkesi evrenden yok etmek istediğimi, mutlu ol diye değil bütün dünyayı bütün kâinatı önüne sereceğimi. Susturamadığım kalbimin adını haykırdığını duymuyor musun Elmas? Bastıramadığım hislerimin beni sana nasıl bağladığını hissetmiyor musun? Görmüyor musun kılına zarar gelse nasıl kafayı yediği delirdiğimi? Bilmiyor musun bunları Elmas? Duymuyor musun, görmüyor musun, görmezden mi geliyorsun anlamıyorum ama umurumda değil kalbim sana atıyor, seni seviyorum.”

 

Sonlara doğru sesi yükselmişti. Üzülmüş müydü, öfkelenmiş miydi anlamamıştım ancak sigarasını bitirmeden aşağı attığında ve ayaklanmak için ellerini yere bastırdığında kolunu tuttum. Yüzüme baktı, bir şey diyecekti ama izin vermedim. Elimi yanağına götürüp dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Gözlerimi kapatırken kalbim heyecandan kasılıyordu.

 

O an ölebilirdim, o an dünya durabilirdi, kalbim durabilirdi ancak umurumda değildi. Dağhan Soysal bana aşıktı. Dağhan Soysal’ın dudaklarının sıcaklığı dudaklarımdaydı.

 

Sözleri beni mahvederken ve kalbimin sesi dünyanın öbür ucundan duyulurken dudaklarımı Dağhan'ın dudaklarından ayırdım. Yavaş bir şekilde gözlerimi açarken donakalan Dağhan'a baktım.

 

“Ben de seni seviyorum şapşal. İlk gördüğüm günden beri kaderime denk gelmeni istedim.” dedim gözlerim dolarken. Dağhan bana bakarken yutkundu.

 

“Sen,” dedi sessizce. Şaşkındı, şok içindeydi ama sesi heyecanlıydı. “beni mi seviyorsun?”

 

Gözlerimden yaşlar akarken gülümsedim ve kafamı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım. “Seviyorum.”

 

Dağhan uzanıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Heyecanla karşılık vermeye başladığımda elleri belime uzandı, belimin iki yanından tutup beni kucağına çektiğinde ellerim adrenalinin verdiği korkulu heyecanla boynuna tutundu.

 

Dudaklarını aralayıp dili dilime değdiğinde ağzının içine doğru inledim. Bu onu delirtmiş gibi hareketleri sertleştiğinde soğuk elleri belimi kazağın altından tuttu. Soğuk elleri, heyecan, ne yaptığımı bilemeden kalçamı ona doğru sürttüm. Dağhan alt dudağıma dişlerini geçirdi.

 

Ellerimi boynundan ensesine çıkardığımda oradaki yumuşak tutamlara dokundum. Dağhan'ın dudakları dudaklarımdan ayrıldığında çeneme dokundu.

 

Kanım yoğun bir şekilde akıyor, heyecandan başım dönüyor ve terliyordum.

 

Dağhan'ın dudakları çenemden boynuma boynumdan gerdanıma indiğinde çıplak tenime dokunan elleri yukarı doğru çıktı.

 

Sırtımda gezinen soğuk parmaklarıyla nefesim hızlandığında, “Dağhan,” dedim inlercesine.

 

Boynuma derin bir öpücük bırakıp ellerini sütyen kopçamda oyaladı. Onu sökeceğini ve hatta parçalayacağını düşünürken, ona bunun için yalvaracak konumdayken ellerini belimden uzaklaştırdı. “Söyle güzelim, söyle yavrum emrine amadeyim. Ne istersen yapabilirsin şu an bana.”

 

Gülümserken alnımı alnına yasladım. “Öpsene yine beni, bu sefer daha uzun.”

Loading...
0%