@diaryofanas
|
.
Kulaklarım uğulduyor, kalbim heyecanla atıyor, ellerim, dizlerim titriyordu.
Bacaklarım vücudumun ağırlığını taşıyamıyordu, kalbim olanlara dayanamıyordu, gözlerim mutlulukla akmaya yer arıyordu.
Davayı kazanacağımızdan emindim, bu konuda bir anlığına bile şüpheye düşmemiştim ancak şimdi, hakimden resmen boşandığımızı duymuş olmak içimde çığlık atarak ağlama isteği yaratmıştı.
Kim ne yapıyordu, ne diyordu duyamıyordum. Dolu gözlerim Dağhan'ın gözlerine odaklandığında kafasını olumlu anlamda salladı. Sesi çıkıyor muydu bilmiyordum ama dudakları oynadığında, “Başardık.” dedi. Kafamı hızlıca salladım. “Başardık.” dedim tıpkı onun gibi dudaklarımı oynatarak.
“Baba bir şeyler yap!” diye bağırdı Mirza, “Baba hapse giremem! Baba lütfen.” sesi titriyordu, bakışları Agâh Bey’e döndüğünde benim dolu gözlerim de Agâh Bey’e döndü.
Tek eliyle yüzünü kapatmış akan gözlerini gizlemeye çalışıyordu ancak başaramıyordu. İçimin acıdığını hissettiğimde derin bir nefes aldım.
Ayağa kalkarken Dağhan kafasıyla nereye der gibi bir hareket yaptı, hiçbir şey demeden Agâh Bey’in yanına yaklaştım. Yanındaki boş yere oturdum elimi omzuna yerleştirdim. “Agâh Bey?”
Bakışlarını bana çevirdiğinde yüzünü kuruladı. “Efendim kızım?”
Yutkundum. “Ben, sizi bu hâle düşürdüğüm için üzgünüm ancak-” elini benim omzuma yerleştirdi, hafif bir şekilde omzuma vurdu. Dudakları arasından yorgun bir nefes verirken, “Hak etti kızım, her ne kadar kabullenmesi zor olsa da hak etti.” dedi sessizce.
Kafamı salladım çünkü hak etmişti.
“Yine de ailenizi bu şekilde yıktığım için üzgünüm. Hakkınızı nasıl öderim bilmiyorum.” sesim mahcuptu, bir tek Agâh Bey’e karşı mahcup hissediyordum.
“Ödemen gereken bir şey yok Elmas, sağlığın sıhhatin ve rahmetimde hakkını helal etmen kâfi.” yavaşça ayağa kalkarken kenarda hıçkırarak ağlayan Hazal’a yaklaştı.
“Kızım,” dedi ellerini omuzlarına yerleştirerek. Hazal ona dönüp, “Baba.” dedi acıyla. Babasına sımsıkı sarılıp onun omzunda ağladı, kalan herkes salonu terk ediyordu. “Baba ben ne yapacağım Mirza olmadan? Çok alıştım her şeyi onunla yapmaya, ben yapamam onsuz baba. Gitmesin!”
Agâh Bey onu teselli ederken Başak benim kolumu tuttu, gurur dolu bir tebessümle yüzüme baktı. “Hadi hayatım biz gidelim onlar baba kız dertleşsin.”
Kafamı sallarken birlikte salondan çıktık, çıktığımız gibi Çakır ailesinin fertleriyle yüz yüze geldik. Hepsinin yüzüne bakarken suçlayıcı bakışlar bekliyordum, bana kızmalarını, benden nefret etmelerini ancak hiçbiri yoktu. Bana anlayışla bakıyorlardı.
Gülcan öne uzanıp yutkundu, yutkunduktan sonra gülümsedi. Elini bana doğru uzattığında elini tuttum. “Biz düşmanın değiliz Elmas, kardeşimizin hak ettiğini bulmuş olmasına hepimiz çok üzüldük ancak hakkını aradığın için, kendini savunduğun için sana kızacak değiliz. Kabul eder misin bilmiyorum ama biz yeniden arkadaşın olmak istiyoruz. Çocuğunun teyzesi olup olmayacağımı sormuştun, şimdi ben de Nilay da çocuklarımızın teyzesi olmanı istiyoruz. Geçmişi bir kenara bırakarak arkadaş olabilir miyiz? Yeniden tanışabilir miyiz, bu kez gelince görümce olmadan?”
Gözlerim dolarken kalbim acımıştı, sol gözümden bir damla yaş akarken gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. “Olur,” yutkundum. “olur tabii ki. Bütün her şeyi sindirelim, biraz sakinleşelim iki taraf da, ondan sonra yeniden başlarız her şeye.”
O gün kazanmıştım, o gün Arıcı Cehennemi bütün Çakır ailesini yakmıştı. Pişman olmamıştım, ne Agâh Bey’in ağlaması, ne Hazal’ın ne de Gülcan’la Nilay’ın olumlu tavırları pişman olmama neden olmamıştı. Ben sadece gerekeni yapmıştım, hakkımı aramıştım ve kazanmıştım.
~~~
Bir yıl sonra 17 Ağustos
Huzurlu bir gün geçiriyordum, Dağhan'la tatile İzmir’e gitmiş ardından Antalya'ya, annemin mezarına gitmiştik.
Anneme saatlerce ağlayarak hayatımı anlatmış sıra Dağhan'a geldiğinde mutluluktan ağlamaya başlamıştım.
İstanbul sınırları içerisine girmiştik ve evimize yetişmek üzereydik.
Mahkeme gününün üstünden bir sene geçmişti. Gülcan, Nilay ve Hazal'la aramız düzeliyor gibiydi. Bu bir yıllık süreçte birlikte vakit geçirmiş dedikleri gibi geçmişi bir kenara bırakarak yeniden tanışmıştık.
Mete artık beni suçlamıyor tıpkı Hazallara seslendiği gibi bana da ‘teyzoş’ diyordu. Mihrimah adımı tamamen öğrenmiş ‘Elmas’ diye sesleniyordu.
Nilay dört ay önce dünyaya güzeller güzeli bir kız çocuğu getirmişti. İsmi konusunda çok tereddüt yaşasa da en sonunda Dora Bigem’de karar kılmışlardı. İkisi de öz Türkçe isimlerdi ve Nilay bu durumdan çok memnundu.
Hazal, neşesini kaybetmişti. Eskisi gibi enerjik değildi, etrafa gülücükler saçamıyordu, sürekli pembe giyinmiyordu hatta neredeyse hiç pembe giyinmiyordu. Beline dek uzanan saçlarını küt kestirmişti. İçine kapanmıştı ancak Gülcan iyi olduğunu söylemişti.
Mirza'yla aralarında yalnızca bir yaş vardı ve birlikte büyümüşlerdi. Gülcan da Nilay da ikisinden neredeyse on yaş büyüktü ve ikisi doğduğunda Gülcan da Nilay da çocuk bakıcılığı yapmak istememişti. Hazal ve Mirza birlikte, Gülcan ve Nilay birlikte büyümüştü. Bu sebepten ötürü Hazal kardeşine diğer ablalarından çok daha fazla bağlıydı dolayısıyla Mirza'nın yokluğu en çok Hazal'ı etkilemişti.
Agâh Bey’i şubat ayında kaybetmiştik. Geçirdiği ameliyat yüzünden kalbi daha fazla dayanamamış ve bir gece ansızın durmuştu. Tomris Hanım ağlayarak, “Huzurlu gitti,” demişti. Acı çekmeden ölmüştü ve en büyük şükür sebebi buydu.
Agâh Bey’den sonra Haziran ayında Tomris Hanım’ı da kaybetmiştik. Çakır ailesi iyice dağılmış, büyük bir acı yağmurunun altında kalmıştı.
Dağhan'ın öbür yeğeni, Uzay’ın kardeşi Hilal yeni yıldan önce, 22 Aralık gecesi doğmuştu. Ablası Nurten’le daha yakından tanışmıştım ancak ısınamamıştım. Uzay’a olan davranışları kendisinden uzaklaştırmıştı, istesem de sıcak bakamıyordum.
Uzay bir kardeşi olduğu için mutluydu, ailesi onunla vakit geçirdiği için mutluydu, Hilal abisini çok seviyordu. Kız çocuğu olduğu için çoğu zaman Hilal’le Dağhan konusunda kavga ediyorduk.
Evet bir yaşında bile olmayan bir kızla Dağhan benim diye kavga ediyorduk. Küçük de olsaydı kızdı, Dağhan'a benim diyemezdi.
Başak hangi ara okulu bitirmişti anlamamıştım ancak yanımıza gelip mezun olduğunu söylemişti. Hepimiz büyük bir şok yaşamıştık ancak hiçbirimiz ne olduğunu sorgulamamıştık.
Dağhan'ın annesi ve babasıyla tanışmıştım. Lavin Teyze ve Hasan Amca bana ilk günlerde ısınamamış olsalar da şimdi daha iyi anlaşıyor gibiydik.
İlk günlerdeki soğukluklarının sebebi Dağhan'ın avukatım olması ve medyada Mirza'yla çıkan haberlerimizdi. Dağhan ilk günlerde annesi ve babasıyla anlaşamadığım için kendini kötü hissetmiş, aramızda kalıp durmuştu.
Onun hiçbir zaman ailesiyle benim aramda kalmasını istememiştim, böyle bir istemde de bulunmamıştım. Aksine benim için ailesiyle bozmasın diye elimden geleni yapmıştım.
Psikolog randevularım bitmişti, artık tamamen sağlıklı bir bireydim. Yeme bozukluğum da tamamen düzelmiş elli beş kiloda sabit kalmıştım.
Geçen sene Eylül ayında özel bir okulda öğretmenlik yapmaya başlamıştım. Ne kadar iyi bir öğretmendim tartışılırdı ancak öğrencilerimi seviyordum.
Yeni yıldan sonra ehliyet kursuna yazılmıştım. Kaygılı bir insan olduğum için biraz zorlanmıştım ancak birkaç haftanın sonunda ehliyet almıştım. Dağhan işimizin olmadığı günlerde trafiği rahatsız etmeyeceğimiz şekilde araba kullanmam için pratik yapmama yardım etmişti. İzmir’e giderken yorulduğu saatlerde arabayı ben kullanmıştım ve Dağhan bana güvenip arkada uyumuştu.
Boşandıktan hemen sonra herkes evlenmemizi beklemişti ancak bir yıl geçmesine rağmen hâlâ evlenememiştik. Dağhan ilk günlerde boşandıktan sonra kadının bir sene kadar evlenmeye hakkı olmadığını söylemişti. Ne kadar saçma bir şey olduğunu düşünürken Dağhan bu açığı güzelce kapatacağını söylemişti. Üstüne düşmeden kabul etmiştim, evli olmasak bile evliymiş gibi bir hayat yaşıyorduk.
“Eve geçmeden önce güzel bir yemek yiyelim, eve geçince duş alıp uyuruz direkt, olur mu?” diye sordu mutlu bir sesle. “Evde yemek için yorulmanı, dışarıdan söylersek onun çöpleriyle uğraşmanı istemiyorum. Eve geçince koyalım kafamızı uyuyalım istiyorum.” dedi.
Üstünde bebek mavisi keten gömleği, aynı kumaştan beyaz pantolonu vardı. Gömleğinin neredeyse bütün düğmeleri açıktı ve güneşten bronzlaşan teni gözler önündeydi. Sıcak tenine dokunma isteğiyle yanıp tutuştuğumda alt dudağımı dişlerimin arasına alıp kaşlarımı çatarak parlayan göğüs kafesine baktım. “Güneş biraz fazla vurmuş seni.”
Dağhan kıkırdadığında, “Güneş güzele vurur bana değil,” dedi. Bakışları bana döndüğünde akşam güneşi yine ona vuruyor, elaya çalan gözlerini haddinden fazla güzel gösteriyordu.
“Ben bu kadar bronzlaşmadım.” kendi tenime baktığımda, ten rengimde neredeyse hiç değişim olmadığını fark etmek beni biraz üzmüştü.
“Güzelim yirmi beş yıl Antalya'da yaşadın, güneşin merkezindeydin. Tenin güneşe alışık o yüzden yanıp bronzlaşmaman normal değil mi?” sesi yatıştırıcıydı. Omuz silkip dudak büzdüm.
“Hâlâ benden güzel olman adil değil.”
Dağhan gülümsedi, gülümsemesinde bütün duygular saklıydı. “Böyle mutlu olman, kendini iyi hissetmen o kadar güzel ki. Geçen sene bu zamanlar senin tamamen iyileşeceğini, geçmişinden kurtulacağını söyleseler inanamazdım. Oysa şimdi yüzüne bakıyorum gözlerin parlıyor, yüzün parlıyor sağlıklı genç bir kadınsın.”
“İyileştiren biri olunca hayat daha yaşanılabilir oluyor.” dedim hiç düşünmeden. “Beni karanlığımdan çıkaran avuç içlerimi avuç içlerine hapseden ellerindi. Beni ayağa kaldıran sırtımdaki yükleri kendi yükü bilen senin omuzlarındı ve sen olmasaydın Dağhan ben o gece kendimi denize atıp sonsuzluğa karışırdım.”
Derin bir nefes aldı. “Bunları konuşmak kendimi kötü hissetmeme neden oluyor. Seni kaybedeceğim diye kafayı yediğim günleri yeniden yeniden yeniden konuşmak, kötüyü düşünmek istemiyorum.”
Kafamı salladım. “Ne yiyeceğiz? Acıktım.”
“Ne yemek ister güzelim benim?” dedi ama cevabı zaten biliyordu.
“Pizza!” heyecanlı ses tonuma gülümseyip hep gittiğimiz pizzacıya doğru yola koyuldu.
Birlikte pizza yiyip kolalarımızı içtikten sonra yeniden arabaya binmiş yola koyulmuştuk ancak eve giden yolda değildik.
Kaşlarımı çatıp yolu izlerken, “Nereye gidiyoruz?” diye sordum. Akşam saatlerini geçmiştik ve hava kararmaya başlamıştı.
“Sana göstermek istediğim bir yer var. Önceden yer ayırtmıştım oraya gidiyoruz.” dedi ama sesi heyecanlı çıkıyordu.
“İyi de üstümüz başımız uygun mu oraya?” diye mırıldandım Dağhan'ın gömleğinin renginin aynısı olan elbiseme bakarken.
“Uygun güzelim uygun. Ayrıca bunu dert etmene gerek yok, senin saf güzelliğin her yere uygun.” sesi hayrandı, bu benim de ona hayran olmama neden oluyordu.
Her seferinde aynı şeyi yapıyordu, her seferinde nutkumun tutulacağı şekilde konuşuyordu ve ben aptal aptal sırıttığımla kalıyordum.
Yaklaşık yarım saat sonra bir yerde durduğumuzda Dağhan arabadan inip benim kapımı açtı. Elimi tutup işlek ve aydınlık bir caddeye doğru yürümemize vesile olduğunda derin bir nefes aldım.
“Canımın içi nereye gidiyoruz?” elini cebine atıp bir fular çıkardı.
“Şimdi bebeğim gözlerini kapatmak zorundayım, uzun sürmeyecek söz veriyorum.” dedi. Bir şey dememe fırsat vermeden gözlerimi fularla kapatınca ellerimi fuların üstüne yerleştirdim.
“Dağhan,” dedim korkuyla, iyileşmiştim ancak bazı korkular bâkiydi.
“Şşşt!” elimi tutup öbür elini belime sardı. “Ne kadar karanlık olursa ben kalbinden geçen ışık olup yolunu aydınlatacağım. Karanlıktan sakın korkma.”
Sözleri içimi rahatlatırken ve kalbimin yumuşamasına neden olurken birkaç merdiven çıktık. Serin bir alana yetiştiğimizde etrafımızı vanilya kokusu sardı ancak kokulu mumlardan gelen vanilya kokusuydu.
Gözlerimi fuların altında iyice kapatıp derin bir nefes alırken gülümsedim. Koku güzeldi.
Yanımdan geçen insanları hissettiğimde Dağhan kolumu bıraktı. Endişeyle olduğum yerde kasıldığımda, “Dağhan,” diye fısıldadım.
“Buradayım bebeğim, seni güvende olmayacağın hiçbir yerde karanlıkta ve tek başına bırakmam. Korkma güvendesin.” yatıştırıcı sesi beni rahatlatmıyordu. Tek başıma kalmak istemiyordum, elimi bırakamazdı.
“Elimi bırakma.” sesim titremeye başladığında, “Korkma güzelim. Açacağım şimdi gözlerini çok az kaldı.” dedi.
Yutkunup gözlerimi açacağı anı bekledim ancak korkuyordum. Karanlığı sevmiyordum, karanlık beni ürkütüyordu.
Aradan ne kadar zaman geçtiği hakkında bir fikrim yoktu ancak gözlerimdeki bağın çözüldüğünü hissettiğimde bile gözlerimi aralamadım.
“Gözlerini aç bebeğim, karşındayım.” Dağhan'ın sesiyle gözlerimi araladığımda loş bir ortamda duruyorduk. Dağhan karşımda duruyordu ve etrafımızda bir sürü insan vardı. Etrafımız ateşten bir çemberle sarılmıştı, mumlar etrafa hoş bir koku salıyordu.
Yerlerde beyaz yapraklar vardı, tahmimimce gül yapraklarıydı. Anlamayarak Dağhan'a döndüm. “Da-Dağhan?” sesim titrediğinde Dağhan yere eğildi, tek dizi yere değerken avuç içini açıp elindeki kutuda parlayan yüzüğü havaya kaldırdı.
“Ne toprağın, ne denizin, ne ormanın hiçbiri umurumda değil. Ben senin safir gözlerindeki cevheri bulabilmek için üstüme yıkılacak bütün maden ocaklarına tereddüt etmeden girerim. Sen Elmas Arıcı, gözlerindeki cevheri kendime ait kılmama izin verip bütün ömrüne tâbi olmama evet der misin?”
Gözlerim dolarken ellerimi dudaklarımın üstüne kapattım. Dizlerim titremeye başladığında heyecandan bayılmak üzereydim. Sözleri o kadar güzeldi ki her bir kelime kalbime işlemiş kalbim teklemişti. Nefesim kesilirken beklentiyle yüzüme baktı ve sanki başka bir seçeneğim varmış gibi gözlerine korku yerleşti.
“Evet!” dedim sesim titrerken ve gözlerim mutluluktan akan yaşlar yüzünden yanarken.
Dağhan ayağa kalkıp elindeki yüzüğü parmağıma geçirdi. Uzanıp hızlıca dudaklarımı öptü, öpüşü sert ve istekliydi. Etrafımızda bir müzik sesi yankılandığında tepemizden aşağı bu kez lacivert yapraklar dökülmeye başladı.
Gözlerimi kapatıp Dağhan'ın öpüşüne karşılık verdim. Elleri belimi bulduğunda benim ellerim omuzlarına tutundu. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissettiğimde Dağhan kendi etrafında döndü.
Kahkaha atarak kollarımı iki yana açtığımda, “Artık Elmas Soysalsın, benim karım, kadınım, her bir zerremsin ve kimse sana zarar veremeyecek.” dedi Dağhan içtenlikle.
Doğru söylüyordu, artık Elmas Soysaldım.
~~~
Evlilik teklifinin üstünden iki ay geçtiğinde ve Kasım ayına geldiğimizde küçük, sade bir nikahla evlenmiştik.
Dağhan büyük bir düğün yapmamız için beni zorlamış olsa da istememiştim, kendime abartı olmayan ama sade diyemeyeceğim kadar kabarık, taşlı bir gelinlik almıştım.
Saçlarımın rengini birkaç ton koyulaştırıp kumral hale getirmiş ve böylesinin bana daha çok yakıştığına emin olmuştum.
Dağhan, düğün yapmadığımız için büyük bir kutlama yemeği düzenlemişti, tanıdığımız herkesi çağırıp evliliğimizi kutlamıştı. Buna Çakırlar kız kardeşler de dahildi.
Evliliğimizden önce de sonra da birlikte olmuştuk, bugüne kadar çocuk sahibi olmamız gerekiyordu ancak hamile kalmaya dair bir belirtim yoktu. Düzenli şekilde regl oluyordum ve artık çocuk sahibi olmaya dair bir umudum kalmamıştı.
Sürecin benim açımdan biraz zor ilerleyeceğini biliyordum, sağlıklı bir kadına göre hamile kalma riskimin çok daha düşük olduğunu biliyordum ancak yine de olacak bugüne kadar olurdu ve olmamış olması, umudumu köreltiyordu.
Bunu düşünüp yine kendi kendime dertlendiğim günlerden birisiydi. Dağhan her ne kadar evde temizlik yapıp kendimi zorlamamı istemediği için bir yardımcı tutmak istese de kabul etmemiştim. Kendi evimi kendim temizleyebilirdim.
Evlendikten sonra Dağhan'ın aile apartmanındaki dairesinden çıkıp müstakil bir eve geçmiştik. Bunu Dağhan istemişti, yeni evimizi baştan sona benim donatmamı ve evimizin benim eserim olmasını istemişti.
İtiraz etsem de dinlememiş kendi bildiğini okumuştu ve ben evimizi beyaz-lacivert tonlarda donatmıştım.
Temizliği bitirip koltuğa oturduğumda telefonumu elime aldım ve saate baktım. Akşam beşe geliyordu ve Dağhan hâlâ yoktu. Bugün yoğun olacağını ve geç geleceğini söylediği için arayıp üstüne gitmedim.
Yemek yapmak için mutfağa giderken ter kokumu hissettim, yüzümü buruşturduktan sonra yemeği yıkanıp yapmaya karar verdim.
Kısa bir banyodan sonra hızlıca mutfağa girdim. Dağhan'ın Hatay mutfağına ayrı bir ilgisi vardı bu yüzden tepside et ve pilav yapmaya karar verdim, umarım Dağhan yemek yemeden gelirdi.
Eti fırına atıp salona geçtim, okumam gereken yazılı kağıtları vardı. Masa başına geçip dokuzuncu sınıfların yazılı kağıtlarını elime aldım.
Yaklaşık bir saat sonra dokuzları bitirmiş onuncu sınıfların kağıtlarını okumaya başlamıştım. Fırından pişme sesi geldiğinde ayağa kalktım ancak mutfaktan gelen yemek kokusu midemi bulandırdı. Öğürerek mutfağa girip cam açtım, içerideki kokunun gitmesini bekledikten sonra pilav yapmaya başladım.
Pilava su ekleyip pişmesi için bıraktıktan sonra salona girdim, yazılı kağıtlarını okurken uykum geldi. Kendimi esnerken bulunca büyük bir şaşkınlık yaşadım çünkü erken uyumuş ve uykumu alarak uyanmıştım.
Yazılı kağıtlarını okumayı bırakıp topladım. Bugün kendimi gereğinden fazla yormuş olmalıydım.
Dağhan geldiğinde birlikte sessizce yemek yemiştik çünkü ikimizin de gözlerinden uyku akıyordu ve ikimiz de uyumak için deli gibi bir istek duyuyorduk.
Birlikte yattığımızda ve ben kafamı koyduğum gibi uyuduğumda içimde bir şüphe filizlenmeye başlamıştı.
Yine de umut etmeyip bir hafta on gün kadar beklemiş, reglim yirmi gün kadar geciktiğinde eczaneden gebelik testi almıştım.
Çift çizgiyi görünce kalbim yerinden çıkacak gibi atmıştı, gözlerim mutlulukla dolmuştu ve gözyaşları yanaklarımı ıslatırken elimi dudaklarımın üstüne bastırmıştım.
Yine de umut etmemiş, hastanede gidip ultrason çektirene kadar Dağhan'a testimin pozitif çıktığını söylememiştim.
Ve o gece, on üç ocak gecesi Dağhan'a hamile olduğumu söylemiştim.
Dağhan'ın gözleri dolmuştu, bunca zamandır bir kere bile ağlamayan adamın gözleri dolmuştu. Elini kasıklarıma bastırıp gözlerime bakarken, “Bizim bebeğimiz mi olacak şimdi?” demişti, sesi titriyordu.
“Evet,” demiştim gözyaşlarım yanaklarımdan akıp kafamı sallarken. “bizim bebeğimiz olacak.”
Dağhan uzanıp dudaklarımı öpmüş ardından belimden tutarak beni havaya kaldırmıştı. Olduğu yerde dönüp dururken kollarımı boynuna sardım ancak biraz daha devam ederse üstüne kusacaktım.
“Dağhan dur üstüne kusacağım!” dediğimde durmuş ve beni indirmişti. Elleri yanaklarımk okşayıp dolu gözleri gözlerime bakarken eğilip ard arda alnımı öpmüştü. Kollarımdan tutup kafamı göğüs kafesine yaslamış, saçlarımın tepesine de ard arda öpücükler kondurmaya başlamıştı.
“Sana yasak, ayakta durmak, temizlik yapmak, yemek yapmak, her şey yasak. Gidip okuldan da doğum izni alacaksın.” dedi heyecanla.
Kaşlarımı çattım. “Bebeğimizin cinsiyetini öğrenene kadar çalışacağım.”
Dağhan da kaşlarını çattı. “Hayır efendim hamileyken çalışamazsın.” Hormonlarımı kullanarak dudak büzüp gözlerimi doldurduğumda Dağhan iki eliyle yanaklarımı tuttu ve yüzüme doğru eğildi.“Gözlerine kurban olup canına ömrümü adadığım kadın yapma ama böyle. Ağlama tamam çalış ama dikkat edeceksin tamam mı? Ağrın, sızın, yorgunluğun olursa izin alıp eve geleceksin. Tabii önce beni arayacaksın.”
Hemen gülümseyip yanağına bir öpücük kondurdum. “Bir tanesin aşkım sen!”
Ondan sonra dört ay kadar çalışmıştım, bebeğimizin cinsiyetini öğrenmek için sosyal medyada karşıma çıkan büyük partilerden birini yapmıştık. Dağhan bütün şansını zorlayıp bebeğimizin cinsiyetini öğrenmek için küçük jet uçaklardan tutmuştu.
Herkes bebeğin cinsiyetini tahmin edip kutuya tahminini attıktan sonra Dağhan pilotlara bir işaret vermiş ve iki tane minik uçak havada süzülmeye başlamıştı.
Mavi gökzüyüne bırakılan lacivert tozla birlikte herkes alkışlamaya başlamış Dağhan beni yine ve yine kucağına alıp döndürmüştü. “Abisine bir tane de kız kardeş yaparız.” demişti herkesin içinde dudaklarıma yapışmadan önce.
Cinsiyet partimiz bu kadarla sınırlı değildi, Dağhan bana araba almıştı. Beyaz bir araba partiyi verdiğimiz açık alana yaklaştığında herkes büyük bir şaşkınlıkla Dağhan’a bakmıştı. Bir kişi hariç, o da Başak’tı.
Arabanın şoför kapısının camı açıldığında Başak bedenini dışarı çıkardı. “Gelinin görümcesi, bebeğin halasından araba!” kendi kendini alkışlayıp kahkaha atarak arabadan indikten sonra koşarak ikimize doğru yaklaştı. Kollarını aynı anda Dağhan ve bana sarıp ikimizi tebrik etti, Dağhan abisi olduğu için küfür edip baba tarafı oluşuna dert yandı.
Herkes bizi rahat bırakıp kendi kendine takılmaya başladığında Dağhan elini belirginleşmiş ve yuvarlaklaşmış karnımda gezdirdi. “Plakaya baksana,” gözlerimi arabanın plakasına çevirdiğimde, 34 DES 716 olduğunu fark ettim. “Dağhan Elmas Soysal. D, E ve S.”
Gözlerim dolu doluyken kafamı göğsüne yasladım. “Sanırım o S artık Soysal’ın S’si değil.” dedim sakince.
“Neyin S’si?” dedi Dağhan merakla. Omuz silktim.
“Yakında öğrenirsin.”
Sonraki aylar okul bitmişti, karnım artık burnumdaydı ve iki-üç haftaya kadar doğurmam bekleniyordu. Aksi gibi Dağhan'ın işleri hiç olmadığı kadar yoğundu ve eve yirmi dört saatte bir gelip üstünü değiştirerek gittiği oluyordu.
Bugün, otuz dördüncü haftama girdiğim gündü ve Dağhan yine evde değildi. Üstümde lacivert geceliğim vardı ve televizyondan dizi izliyordum.
Garip bir şekilde içimde kötü bir his vardı. Oflayarak elimdeki hurmayı tabağa bıraktım ve ayağa kalktım. Karnım artık burnumdaydı, kalkıp geri oturmak çok zoruma gidiyordu.
Masadaki telefonumu elime alıp Dağhan'ı aradım. Televizyonu kapatmadan odamıza doğru yürürken elimi belime yerleştirdim. Oğlumuz karnıma bir tekme attığında elimi karnıma yerleştirdim. “Sakin bebeğim şimdi konuşacağız babayla.” oğlum yeniden karnıma tekme attığında yüzümü buruşturdum. Tekmeleri artık sevimli değil can yakıcıydı ve doğar doğmaz ayaklarını ısıracaktım.
Oflayarak odamıza girdim, “Aç şu telefonu Dağhan,” odamıza volta atarken içim sıkıldı. Kötü bir his bütün bedenimi ele geçirmişti ve oğlum yerinde durmayarak hiç yardımcı olmuyordu.
Odamızdan çıkıp oğlumuz için hazırladığımız odaya girdim. Gülümseyerek sallanan sandalyeye oturdum, oğlumuzun beşiğinin ışığı kendi kendine yanıp ninnisi çalmaya başladığında irkilerek telefonuma daha sıkı tutundum.
Neler oluyordu?
Elimi iç güdüyle karnıma sarıp kendimce oğlumu korurken Dağhan'ı yeniden aradım. Soluklarım hızlanırken garip bir şekilde adım sesleri duymaya başlamıştım, korku bedenimde filizlenmeye başlamıştı. Belki de kafamda kuruyordum bilmiyordum ancak korku bedenimi eşe geçiriyordu.
“Efendim güzelim?” diye yorgunlukla telefonu açtı Dağhan. Tam o anda yere düşen bir metalin sesi kulaklarıma doldu.
“Dağhan,” diye mırıldandım korkuyla. Kesinlikle evde benden başka birisi vardı. Emindim. Ayağa kalkıp hızlıca odanın kapısını kapattım, kilidi çevireceğim esnada karşı taraftan birisi kilidi zorladı ve kapıya baskı uygulayarak arkaya doğru düşmeme neden oldu.
Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında korkuyla küçük bir çığlık attım, “Elmas! Lanet olsun ne oluyor?” diye bağırdı Dağhan, ardından telefonda koşma sesi duyuldu.
“Evde,” hıçkırırken kapı yavaşça açılmaya başladı. “evde birisi var. Dağhan ne olursun çabuk ol.”
Karşı taraftan alaylı bir gülme sesi geldiğinde kapı tamamen açıldı, sonra onu gördüm. Mirza'yı.
“Benden korunmak için ondan daha fazlasına ihtiyacın olacak.” Dağhan'ın telefondaki küfürlerini işittim, Mirza'nın burada olduğunu duyduğunu ve bana sakin olmamı hemen geleceğini söylediğini ancak bu geceden sağ çıkma ihtimalim yoktu.
Kasıklarıma ağrı saplandığında ve elimi kasıklarıma bastırdığımda tek korkum bebeğime zarar gelmesiydi.
Sakince ayağa kalkarken, derin bir nefes aldım. Ondan korkmuyordum, ben Elmas Soysaldım, karnımda Dağhan Soysal'ın bebeğini taşıyordum. Gücüme güç katan iki erkeğim benimleydi, biri soyadımda biri karnımdaydı.
Ayağa kalkıp onun karşısında durduğumda iki elimle karnımı sardım. Ondan mümkün olduğunca uzağa, cam tarafına geçtiğimde yine alay eder gibi güldü ancak yüz ifadesi haddinden fazla korkutucuydu.
Hapishanede iki yılda zayıflamıştı, gür saçları dökülmeye başlamış gözaltları gittikçe fazla morarmıştı. Karşımda duran hasta ruhlu biriydi. Lütfen bebeğime zarar gelmesin.
“Nasıl çıktın hapishaneden?” sesim ifadesizdi, korkuyordum ancak belli edemezdim.
Elini kulağına atıp eklemleri ağır hareket ediyormuş gibi boynunu çıtlattı. “Kaçtım. Kaçtım yardım ettiler. Kaçmama yardım ettiler ben de kaçtım.”
“Ne istiyorsun benden?” kasıklarıma ağrı saplanırken yutkundum. Hamileydim, bana zarar vermezdi değil mi? Veremezdi, can taşıyordum. Bebeğime zarar vermemeliydi.
“Seni istiyorum.” dedi gözlerini büyütüp kafasını sallarken. “Seni istiyorum Elmas, ben seni istiyorum. İstiyorum seni.” Bu hareketi sırtımı cama daha fazla yaslamama neden olduğunda, “Hareket etme! Etme hareket!” diye bağırdı. Bağırışıyla irkildiğimde elini beline attı, zihnim geçmişe gittiğinde gözlerimi kapatıp Dağhan'ın hızlı gelmesi için dua ettim. Onca günden sonra neden gelmişti? Mutluydum bunu neden bozuyordu?
Gözlerim doluyor, kalbim korkuyla atıyordu. Neden gelmişti? “Ne istiyorsun benden?” sesim titredi, dizlerim bedenimi taşıyamadı yere dizlerimin üstüne çöktüm. “Canım kaldı almadığın onu da rahat bırak artık.” gözlerimden akan yaşlar sicim gibiydi, boğazımdan çıkan hıçkırıklar canımı yakıyordu. Kasıklarımdaki ağrılar artıyor, bebeğim kötü bir şey olduğunu hissetmiş gibi içimde daha çok hareket ediyordu.
“Seni istiyorum. Seni sevdim sevmedin ama sen beni. Benim çocuğumu aldırdın onu doğuruyorsun.” bakışlarımı havaya kaldırdığımda elindeki silahı gördüm.
Bana aylar öncesinde saldırdığı silahtı. Elimde bir bıçak varken bana tuttuğu silah. Beni öldüreceğini söylediği silah. Bedenime kaç kurşunun gireceğini hesaplamamı istediği silah.
Yutkunurken ellerimi karnıma sardım ancak kollarım karnımı sarmaya yetmiyordu. Bir yer hep açıkta kalıyordu ve o açıkta kalan yerden bebeğim zarar görebilirdi. Bebeğim sağlıklı olmalıydı.
Yavaşça ayağa kalktım, ayağa kalkarken duvara tutundum ve Mirza silahı yüzüme doğru kaldırdı. “Yaklaşma! Yaklaşma vururum seni!”
“Mirza,” dedim tek elim karnımdayken. Korkuyordum, silahı bırakmalıydı. “bırak şu silahı.” elimi silaha doğru uzattığımda parmağı tetiğin üzerinde durdu. Yavaş adımlar atarak ona doğru yaklaşmaya çalıştım, silahı elinden almam gerekiyordu. Bana zarar vermemesi için silahı elimden almam gerekiyordu.
“Yaklaşma Elmas!” sesi cılız bir gürlüğün içinde kaybolmuştu, dikkati dağıldığında ağlamaya başladı. Hıçkırıkları midemi bulandırdı, ses tonu içimdeki bütün kötü hisleri uyandırdı.
Bunu fırsat bilip silahı elinden alacağım esnada ani bir refleksle parmağı tetiği çekti, karnımın sağ tarafında belime yakın bir yanma hissi baş gösterdi.
Gözlerim şaşkınlıkla büyürken yanma hissi arttı, katlanılmaz bir hal aldı. Dizlerim beni taşıyamazken kasıklarımda bir acı hissettim.
Elimi kasıklarımın altına, kadınlığıma götürdüğümde parmaklarım ıslandı.
Suyum gelmişti ve ben ölmek üzereydim.
Yere yavaş bir şekilde yığılırken ve gözlerim kapanırken duyduğum son şey, “Elmas?” diye korku dolu bir fısıldama ve koşan adım sesleriydi. Sonrası, sonsuz bir karanlıktı.
^^^
Yazardan
Elmas, kurşunun girdiği bölge yüzünden can çekişiyordu. Üstelik bebeği erken geliyor ve annesini mümkünmüş gibi daha çok zorluyordu.
“Kızım,” dedi bir kadın sesi, Elmas o tarafa döndüğünde annesiyle karşılaştı. Annesi kızının bacaklarının arasına girdi. “doğum başladı doğurman gerek.”
Bu bir hayaldi, biliyordu ancak Elmas yine de zorlukla yutkundu. Annesinin narin ellerini bacaklarında hissettiğinde iç çamaşırı bedeninden ayrıldı.
Gözleri kapanırken ağrısı arttı,kasıklarındaki acı dayanılmaz bir hal alıyordu. “Açıklığın kızım, doğum için uygun. Ikın hadi kızım,” annesinin sesini duyuyor ancak onu artık göremiyordu.
Gözlerinden sıcak yaşlar akarken terleyen şakaklarından süzülen iri bir damla yaşı hissetti. Nefes alıp vermekte zorlanıyor, Mirza’nın kurşunu sıktığı yer her saniye daha fazla sızlıyordu.
İnleyip derin bir nefes almaya çalıştığında bebeğinin gelmeye başladığını hissetti. Sancıları gittikçe artıyor, kasılmaları canını daha çok yakıyordu. Annesinin dokunuşları bir hayal oluyor, sonra geri geliyordu.
Lütfen, diye düşündü gözyaşları yanaklarından akarken. Lütfen baban gelmeden gelme bebeğim.
Ağrısı gittikçe artıyordu, bebeği gelmek için annesini zorluyordu. Genç kadın çığlık atmak istedi, bağırmak istedi. Doğum yapan her kadın gibi acısını haykırabilmeyi diledi ancak sesi çıkmıyordu. Tek yapabildiği gözlerini sıkmak, akan yaşlar yüzünden bulanıklaşan görüşünü düzeltmeye çalışmaktı.
Bağırırsa acısı artardı. Biliyordu bunu tecrübe etmişti. Yaralıyken sessiz kalmalıydı yoksa dayanamazdı. Sessiz kalmalıydı çünkü bağırırsa acıları onu tamamen ele geçirirdi.
“Ikın Elmas! Bebeğinin kafası görünüyor kızım, hadi ıkın.” annesinin sesini duyunca hıçkırmak istedi. Bağırmak istedi.
Kuru dudaklarını araladı, havanın soğukluğu yüzünden dudakları arasından beyaz bir buhar çıktı. Sıcak gözyaşları göz kenarlarından akarken soğuk rüzgar çarparak gözlerini acıtıyordu.
Mirza giderken camdan çıkmıştı ve camı açık bırakıp gitmişti. İçeri rüzgar doluyordu.
Kasıklarındaki ağrı artmaya başladığında kanlı elini oraya götürdü. Gözlerini sıkıca yumdu, kendini kastı. Bebeği şu an doğamazdı. Dağhan henüz gelmemişti. Çatlak dudakları titrerken, “Dayan,” dedi. Titreyen yalnızca dudakları değildi, sesi titriyordu.
“Elmas ıkın! Kendini kasarsan onu öldürürsün.” annesinin sesiyle kendini kasmayı bıraktı. Aralıklı duran bacakları arasında derin bir acı hissettiğinde sessizce yutkundu. Canı daha fazla yanmaya başladığında annesi Elmas'ın kadınlığına dokundu. “Dayan güzel kızım, geldi bebeğin. Biraz sonra onu kucağına alacaksın.”
Genç kızın yanaklarından sıcak yaşlar sicim gibi akarken bilinci kapanmaya başlıyordu. Gözleri gittikçe kapanırken odayı bir bebek ağlaması doldurdu.
Elmas acı içinde gülümserken gözleri kapandı, kafası yana düştü.
~~~
Dağhan, trafiğe küfür ederek arabasını yolda bıraktı. Koşarak eve doğru gitmeye başladığında polisi ve ambulansı aradı. Yağmur yağıyordu, şimşekler çakıyordu ve Dağhan'ın teri yağmur yüzünden ıslanan tenine karışıyordu.
Lanet olsun Elmas hamileydi, bebeği için canını verirdi ancak bebek şu an Dağhan'ın umurunda bile değildi. Elmas nasıldı? O şerefsiz hapishaneden nasıl çıkmıştı?
Endişesi, korkusu bütün olumsuz duygularıyla eve yetiştiğinde hızlıca kapıya ulaştı, anahtarı çıkarıp kapıyı açacağı esnada kapının açık olduğuyla yüzleşti.
“Anasını sikeyim böyle işin!” diye bağırdı. Terleyen saçlarını arkaya atıp koşarak eve girdi, salona baktı. “Elmas! Neredesin güzelim? Neredesin kalbim?” sesindeki endişe bütün eve yayıldığında bir bebek ağlaması duydu. Bebek doğmuş muydu? Elmas neden cevap vermiyordu?
Gözleri endişeyle büyüdü, korkusu somut bir hâl aldı. Koşarak bebek ağlamasının olduğu odaya gitti.
Odaya girer girmez canı yandı, bacaklarındaki tüm kuvvet çekildi ve Elmas'ın yanına yere eğildi. İki eliyle yüzünü tutarken görüşü bulanıklaşıyordu, canı acıyordu. Sevdiği kadının kafasını dizlerine yerleştirip yanaklarını okşadı. “Güzelim? Bak ben geldim uyan hadi.” Elmas gözlerini açmadı. Bacaklarının arasındaki bebek ağladığında Dağhan'ın gözleri daha çok yaşardı Elmas'a bakarken hıçkırıklarına mâni olamadı. “Elmas o ağlıyor, ben nasıl susturacağımı bilmiyorum.” Elmas’ı dikkatli bir şekilde yere yatırıp göbek bağı kesilmeyen bebeği kucağına aldı. Islak ve kanlı bebeği incitmekten korkarcasına tutarken hıçkırıkları çoğaldı. Omuzları sarsılırken ambulansın sesi dışarıdan duyulmaya başlandı. “Elmas o seni istiyor. Sana ihtiyacı var Elmas benim de sana ihtiyacım var.” hıçkırdı, kafasını Elmas'ın göğsüne bastırırken bebeği kendi göğsüne bastırdı. “Gitme,” dedi kendinden geçmiş gibi ağlarken.
Titrek bir nefes sesi duyduğunda kafasını kaldırıp tek eliyle yüzünü kuruttu. “Elmas, uyan güzelim hadi. Bak bebeğimiz ağlıyor oğlumuz ağlıyor.” Tek eliyle Elmas'ın yüzüne gelen saçlarını önünden çekti. Yüzü terliydi, doğum yaparken canı çok yanmış mıydı?
“Sa,” dedi Elmas, nefesi titredi. Kanlı elini titrek bir şekilde kaldırdı bakışları odağını bulamazken elini Dağhan'ın kucağındaki bebeğe götürdü. “Safir,” dedi oğlunun adını söyleyerek. “ona,” yutkunurken elini Dağhan'ın yanağına çıkardı. Dağhan eliyle Elmas'ın güçsüz elini tuttu. Titreyen omuzlarla gözlerini kapatıp Elmas'ın kan kokan avuç içini öptü. Dudaklarına bulaşan kan, Elmas'ın kanı mıydı, bebeğin kanı mıydı bilmiyordu ancak umurunda da değildi. “iyi bak. Birbirinize,” dedi ancak sesi çatlıyor kelimeleri düzgün çıkmıyordu morarmaya başlayan dudakları arasından. “emanetsiniz.”
Dağhan kafasını iki yana sallarken bebeği Elmas'ın göğsüne yatırdı. Safir annesinin göğsü üzerinde anında sustu, huzurlu bir şekilde sesler çıkarmaya başladı. “Birlikte,”dedi Dağhan gözünden yaşlar akarken, “birlikte büyüteceğiz oğlumuzu. Edebiyatla kafasını bozacaksın onun da, şairleri yazarları anlatacaksın. Kadınlara nasıl davranması gerektiğini öğreteceğim ben ona.” hıçkırırken elleriyle Elmas'ın yüzünü seviyordu. “Daha kız kardeş yapacağız ona.” alay eder gibi güldü ancak Dağhan da hissediyordu, bu gece sondu. “Yaşlı teyzenin beni sokak ortasında dövdüğünü anlatacağız. Elmas biz daha ilk adımlarını göreceğiz, geceleri beni uyandırmadığın için kızacağım sana. İlk kelimesinin ne olacağının kavgasını edeceğiz, Fenerbahçe maçına bile gitmedik. Gidemezsin Elmas.”
“Emzirmek,” yutkunurken bedenindeki kuvvet azalıyordu. “istiyorum. Bir kez,” kolu aşağı düşerken gözleri kapandı. Dağhan şokla donarak gözlerini büyüttü. Elmas'ın gözleri kapanırken gülümsedi ve Dağhan şokla yüzüne baktı. Elleri çaresiz bir şekilde Elmas'ın yüzüne dokunduğunda, “Elmas?” diye fısıldadı. “Elmas uyan.” Safir annesinin göğsü üzerinde ağlamaya başladığında Dağhan Safir’i yere yatırdı. Elmas'ın yüzünü iki eliyle severken gerçekle yüzleşti.
Kafasını Elmas'ın göğsüne yaslayıp ölü gibi soğuk olan bedenine sarıldı. “Elmas!” diye var gücüyle bağırırken ağlamaya devam etti. Oğlu da ağlıyor, şimşekler çakıyor, yağmurlar yağıyordu. Elektrik kesildiğinde Dağhan kafasını Elmas'ın göğsüne yaslayıp kalbinin atması için içinden bildiği bütün duaları etti.
Ve o gece şehrin bütün sokaklarında genç adamın haykırışı inledi, yağmurlar yağdı, şehre kasvet çöktü.
Ambulans ekipleri içeri girdi, Dağhan'ı Elmas'tan ayırmak istediler ancak başaramadılar.
Dağhan Elmas'ın elini bırakmadan hastaneye gittiğinde Elmas direkt olarak ameliyata alındı, Safir’i yeni doğan doktoruna götürdüler ancak Safir Dağhan'ın o kadar umurunda değildi ki, tek isteği Elmas'ın o odadan sağ çıkmasıydı. Dağhan ilk defa yanılmış olmak istedi.
Derin bir nefesi ciğerlerine doldurduğunda kanlı üstüne baktı, kanlı ellerine. Elmas'ın kanı ellerinde kurumuştu.
“Abi!” Başak’ın endişeli ses tonuyla donuk bakışları ona döndü. Başak’ın bakışları abisinin üstüne kaydı, kanları gördü. Abisinin yüzüne baktı, cansizligi gordu. Gözlerindeki karanlığı ve kaybolan ışığı. “Ne oldu?” sesi korku doluydu.
Abisi yutkundu. Ameliyathane kapısı açılınca Dağhan ilk defa arkasını dönmeye korktu. Gözleri dolarken gözlerini kapattı. “Elmas Soysal'ın yakınları siz misiniz?”
Başak hızla doktora yaklaştığında doktor maskesini indirip derin bir nefes aldı. “Üzgünüm, biz elimizden geleni yaptık ancak Elmas Hanım'ın hastaneye gelince bilinci kapalıydı, kalp atışları düşük de olsa olduğu için kurtarmaya çalıştık ancak hastayı kurtaramadık. Başınız sağ olsun.”
Başak dehşetle elini dudaklarına bastırırken Dağhan dayanamadı, yaşlar gözlerinden akarken yere çöktü. Omuzları sarsılırken, “Abi, abi yapma böyle.” dedi Başak. Abisine doğru yaklaşıp yere oturdu. Kollarını abisine sarıp abisinin kafasını göğsüne yasladı. Şefkatle saçlarını okşarken aynı zamanda öpüyordu.
“Ne yapacağım ben Başak? Oğlumuz doğdu ben nasıl büyüteceğim onu?” hıçkırıyordu, ağlıyordu elinden hiçbir şey gelmiyordu. “Sabah işe giderken gitme demişti, kal demişti ben,” kendi kendine öfkelenirken kardeşinden ayrıldı iki eliyle kafasına vurdu.
“Abi yapma böyle.” dedi Başak ağlarken. Abisinin ellerini tuttu, yüzüne bakarak kafasını iki yana salladı. “Çok üzülür seni böyle görürse. Hadi kalk ayağa, yeğenimi alıp gidelim.”
Dağhan kafasını iki yana salladı. Ayağa kalkarken, “Gidemeyiz. Gidemeyiz Elmas emzirecek onu. Bir kez olsun emzirmek istiyorum dedi, Başak emzirsin. Ne olursun yapsın, lütfen yapsın.” Başak abisinin ellerini tuttu.
“Tamam,” dedi kafasını sallarken gözleri dolu dolu. “tamam ben doktora söylerim. Gel bebeğine bakalım, hadi abicim oğluna bakman lazım. Hadi abi babasız kalmasın.”
Dağhan acıyla yutkundu. “Annesiz kaldı.” dedi çaresizlikle. “Ben Elmassız o annesiz kaldı.”
O gece Başak abisini zorla da olsa oğlunu görmeye ikna etti. İki hafta erken doğduğu için kontrolleri yapılmış, nefes almada güçlük çektiği için bir süre hastanede kalmasına karar verilmişti.
Safir Soysal.
Dağhan oğlunu kucağına alır almaz küçücük bebekten özür dilemiş, burnunu bebeğe yaklaştırıp koklayarak göğsüne bastırmıştı.
Gülcan, Nilay ve Hazal olanları haberlerden duyar duymaz hızlıca Dağhan'ı aramışlardı. Nilay küçücük bebeğiyle hastaneye gelmiş ve Safir’i emzirmişti.
Başak gece doktorla konuşmuş, doktoru emzirmenin mümkün olmadığını Elmas'ın memesinden süt gelmeyeceğini söylemişti.
Başak bunu abisine söyleyememiş Safir’in Elmas tarafından emzirildiğini, Elmas'ın morga öyle alındığını söylemişti.
“Senin sütün ne zaman biter?” diye sordu Dağhan, Nilay’a.
“Emzirmeyi bırakana kadar akması gerekiyor.” diye cevap verdi Nilay kucağındaki minik bebeğin saçlarını severken. O kadar minik, o kadar kırılgandı ki, Nilay ona dokunurken bile zarar vermekten korkuyordu.
“Onu emzirir misin? Elmas süt içsin istedi.” gözleri dolduğunda yutkundu. İsmi geçince gözlerini aşkla sevgiyle parlatan kadın, artık yaşlarla mı dolduracaktı gözlerini? Dağhan elinin tersiyle gözlerini silerken oğluna baktı.
“Çok güçlü olacaksınız ikiniz de. Safir’in annesi hiçbirimiz olamayız elbette ancak annesini aratmayacak kadar yanında olacağız. Ben de Gülcan da Hazal da, eminim halaları ve Nevra bile.” Safir’in küçücük bedenine rağmen memesini emerken çıkardığı sesleri dinleyip dolu gözlerle gülümsedi.
“Hiçbiriniz Elmas değilsiniz. Hiçbiriniz annesi olamayacaksınız.”
^^^
Üç gün sonra, Elmas'ın cenazesinde herkes siyahlara bürünmüş bir şekilde dua ediyordu.
“Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sordu cenaze namazını kılan adam.
Herkes, “Helal olsun.” derken Dağhan'ın gözleri mezar taşı bile olmayan tahtada yazan isimdeydi. Gördüğünün bir kâbus olmasını diledi, rüya olmasını istedi. Gözleri kapalıyken yutkundu. Tanrım lütfen bir rüya olsun, Elmas yanımda olsun.
Koluna biri dokununca heyecanla o tarafa döndü ancak ona dokunan kardeşi Başak’tı. Hayal kırıklığıyla omuzları çöktüğünde cenazeye gelenlere baktı.
Gülcan, Nilay, Hazal, Nevra hatta Asude bile vardı. Miraç, Elmas'ın bir sürü öğrencisi, öğrencilerin velileri ve öğretmen arkadaşları. Bakışları Hazal'ın yanına kaydığında şaşırdı. Zehra buradaydı.
Zehra yutkunup öne doğru bir adım attı, Dağhan'a yaklaştı. “Başın sağ olsun.” dedi sakince ardından elinde tuttuğu formayı gösterdi. Kırmızı milli takım formasıydı, arkasında SOYSAL yazıyordu. Forma numarası 16’ydı. Dağhan'ın doğum günü.
“Bu ne?”
“Elmas benden forma istemişti, kendi formamı vermek istemedim ona özel bir forma olsun istedim. Doğumunda verecektim ama,” yutkundu. “şimdi izin verirsen ona hediye etmek istiyorum.”
Dağhan olumlu anlamda kafasını salladıktan sonra Nilay’ın yanında duran ve sakince uyuyan oğluna yaklaştı. Bebek arabasının içinden çıkarıp dikkatlice kucağına aldığında herkes mezarlıktan uzaklaşmaya başlamıştı. Birkaç saatliğine hastaneden çıkmıştı ve geri götürülmesi gerekiyordu, yaşaması için.
Zehra Elmas'ın tahta mezarına formayı giydirip öptü, ardından ayağa kalkıp Dağhan'a baş sağlığı diledi.
Herkes dağılıp gittiğinde bir tek Dağhan, Başak ve Safir mezarlığın yanında duruyordu. Dağhan yere çöküp yüzünü toprağa yaslarken oğlunu soğuktan uzak tuttu. “Abi hasta olacaksın, bari çocuğu arabasında bıraksaydın, zaten hastaneden çıkardın küçücük bebeği.” eğilip yeğenini kucağına aldığında Dağhan ellerini toprağa bastırıp hâlâ yumuşak olan toprağı avuçladı.
“Siz hastaneye gidin.. Elmas korkar yalnız kalırsa, ben onunla kalacağım.” dedi yine çaresizlik ve acı dolu sesiyle.
Elmas, minik karnıyla kırlarda koşuşturduktan sonra Dağhan onu yakaladı. Papatyalardan yapılan tadı Elmas'ın kafasına takıp Alnını öptü, Elmas'ı belinden tutup etrafında dönmeye başladı. Elmas kahkaha atarken ellerini iki tarafa açıp, “Benim sevgilim çok güçlü! Hamileyken bile taşıyabiliyor beni!” diye haykırdı.
Dağhan gülümsedi, kahkaha atarken ikisi birden çimlere uzandı. “Senin sevgilin seni hep taşır. İstersen beş çocuğa hamile ol yine taşırım.”
Oysa az biraz önce Elmas'ın içinde yattığı tahta parçasını taşımaya gücü yetmemişti. Omuzlarına binen ağırlık bir tabutun ağırlığı değildi, kalbinin ağırlığıydı, aşkının sevginin ağırlığıydı ve Dağhan onu kaldıramamıştı.
Elmas karanlıktan ve karanlıkta yalnız olmaktan korkardı.
O gece Dağhan içi soğuyana kadar Elmas'ın mezarına sarılıp ağladı, onunla konuştu, Elmas'la birlikte sabahladı. Ve ondan sonraki gece de. Ve ondan sonraki gece de. Ve ondan sonraki her gece Dağhan evden çıkıp yağmur çamur demeden Elmas'ın yanında sabahladı.
^^^
Yıllar sonra Safir’in on sekizinci yaş günü
Genç adam okuldan çıkmış, yeni okul yılının ikinci haftasını sakin kafayla bitirdiği için kendini mutlu hissetmişti.
Bugün doğum günüydü. Aynı zamanda annesinin ölüm yıldönümüydü. İçi acıyla kavrulduğunda ve isminin anlamını taşıyan gözlerinde büyük bir hüzün peyda olduğunda bir anlığına önünü göremedi, genç bir kıza çarptı. Kızı düşmemesi için belinden tutarken bakışları kıza kaydı ve vücudundaki bütün kuvvet çekilmiş gibi hissetti.
Kızın yüzü, bakışları, yüz hatları, göz rengi, saç rengi ve geri kalan her şeyi... Annesinin kopyasıydı. Annesinin gençlik fotoğraflarına bakıyormuş gibi hissettiğinde yutkundu. “Ben,” dedi sakinlikle.
“Yakut öldün mü, neredesin?” diye seslendi başka genç bir kız ve merdivenin başına gelip kıza baktı. “Ben, bölmüyorum ya?” dedi sırıtarak.
Kız kolunu Safir’den kurtarıp yere düşen eşyalarını kaldırdı. “Sus Aydan geldim işte.”
Safir şaşkınlıkla onu dışarıda bekleyen babasının arabasına bindiğinde bakışları servise binen o kızdaydı.
Annesinin ölüm yıldönümünde annesinin kopyası olan bir kızı görmesi tesadüf müydü?
“Baba?” diye mırıldandı araba hareket etmesine rağmen bakışlarını kızdan ayırmadan. Safir babasının eskiden nasıl biri olduğunu bilmiyordu ancak bazı şeyleri anlayabileceği yaşa geldiğinden beri çökmüş bir adam olduğunun farkındaydı. 22 Eylül'ü 23 Eylül'e bağlayan gece, Dağhan Soysal’ın mahvoluşuydu.
“Efendim oğlum?” dedi Dağhan sakince. Avukatlığı bırakmıştı. Kendine küçük bir işletme satın almış, ögrenciler için kütüphane & kafe gibi bir yer yaptırmıştı.
“Reenkarnasyona inanır mısın?” diye sordu Safir bu kez umutla.
“Ben inanmıyorum öyle saçmalıklara.” dedi Dağhan, aklına hâlâ çektiği acısı gelmişti. Sokakta her gördüğü kadını Elmas'a benzetişi, bazı gecelerde Elmas yanındaymış gibi hissedip uyanışları, Safir ağlayınca çaresizce Elmas'ın gelişini bekleyişi...
“Ben sanırım bugünden itibaren inanıyorum.” dedi oğlu biraz önce çarpıştığı kıza bakarken. Oysa orada artık kimse yoktu.
^^^
Bir son ama asla veda değil.
|
0% |