Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. DÜŞLER ve ACILAR

@diaryofanas

 

hande yener, kırmızı

 

.

 

“Ölme diye.” içimde bir parça sızlarken yutkundum.

 

O kadar kötüydüm, hayatım o kadar kötüydü değil mi? Acınacak haldeydim. Acıyorlardı çünkü ben ölmek üzereydim.

 

Bana acıyorlardı, bana acımışlardı. Acınacak haldeydim kabul ediyordum ancak bu kadar mıydı?

 

Ölecektim. Onlar olmasa ben ölecektim ve bunu yüzüme söylüyorlardı. Beni hayatta tutmak için kurtarmışlardı.

 

Öldürecekti. Beni öz babam öldürecekti. Sinir bozukluğu ile gülmeye başladığımda gözlerim doldu. Ellerimi yüzüme kapattığımda avuç içlerim sıcak yaşlarımla doldu.

 

Kahkaha atıyordum, ağlıyordum.

Gülüyordum, acı çekiyordum.

Ölüyordum, hayatta kalmaya çalışıyordum.

 

Benim bütün çabam bu kadardı. Ben yalnızca hayatta kalmaya çalışıyordum.

 

Daha şiddetli ağlarken daha çok gülmeye başladım.

 

Babamdan nefret ediyordum, annemden de nefret ediyordum. Babamı evlatlıktan reddeden ailesinden de nefret ediyordum. Hiçbir şeyi sevmiyordum.

 

Karşımda babamın bütün şiddeti film şeridi gibi geçmeye başladı oysa gözlerim kapalıydı.

 

Küçük bir bebektim, yeni doğmuştum. Babam beni boğmaya çalışırken doktor görüp kurtarmıştı. Bu bir anı mıydı yoksa ben kafamda mı kuruyordum, bilmiyordum ama babamın bunu yapabilecek kapasitede olması canımı daha çok yakmıştı.

 

Bütün çocukluk anılarım gözlerimin önüne gelirken ağlamam daha fazla şiddetlendi. Omuzlarım sarsılıyordu, hıçkırıklarımın sesi kulaklarımı sağır ediyordu. Canım acıyordu.

 

“Şşt.” omuzlarımda Mirza'nın ellerini hissettiğimde bile ellerimi yüzümden çekmedim. “Ağla, ağla Elmas ama böyle değil.” sesi acı doluydu, hissediyordu. Acımı hissediyordu ya da sadece baba acıyordu hiçbir fikrim yoktu.

 

Sadece ağlamak istiyordum, geçmişime şimdime ve geleceğime. Kendime ağlamak istiyordum ve yaşamak zorunda bırakıldığım hayata. Hatalarıma ağlamak istiyordum ve sonuçlarına. Yaşamak istiyordum ama başaramıyordum.

 

“Mirza,” dedim sesim titrerken. Mirza'nın omzumdaki elleri beni daha çok kendisine çekti. Başım göğsüne denk geldiğinde çenesini başımın tepesine yasladı. Bir eli sırtımı okşarken diğer eli saçlarıma ulaştı.

 

Dudaklarım arasından bir hıçkırık daha kaçtığında Mirza saçlarıma bir öpücük kondurdu. Ben öyle hissetmiş de olabilirdim ama umurumda değildi. Bana sarılıyordu, ağlamama izin veriyordu. “Yaşamak istiyorum. Yaşamayı seviyorum. Lütfen,” yeniden hıçkırırken ellerimi yüzümden çektim. Nefes alamıyordum. “lütfen ölmeme izin verme. Yaşamama yardım et.”

 

Yüzüne bakmak için kafamı kaldırdığımda gözlerim bulanık görüyordu. Göz kapaklarımı kapatıp açtıktan sonra etraf dönmeye başladı, bir şey dememe kalmadan hislerim bedenimi terk etti ve bütün bedenimin karanlığa teslim olduğunu hissettim.

 

~~~

 

Düşme hissi.

 

Gözlerimi hızla araladıktan sonra aynı hızda doğruldum. Korkunç bir rüya görmüştüm.

 

Nefes nefese bir şekilde yanı başımda duran komidindeki bardağı elime aldım. Titreyen parmaklarım yüzünden dolu bardaktaki su üstüme dökülmüştü ama umursamadım.

 

Gözlerimi kapatıp avuç içlerimi şakaklarıma bastırdım. O nasıl bir rüyaydı?

 

Dün gece olanlardan sonra böyle bir rüya görmüş olmam- Dün gece.

 

Hızla gözlerimi açıp nerede olduğumu algılamaya çalıştım. Odamızdaydım. En son Mirza'nın göğsünde bayılmıştım.

 

Tebrik ederim Elmas, klasik bir ana karakter erkeğin kollarına bayılma sahnesini gerçekleştirdiğine göre öpüşme yakındır.

 

Zihnimin derininde yankılanan bir ses duyduğumda gözlerimi kocaman açtım. Ben böyle bir şey düşünmemiştim. Hayır Mirza'yı öpmeyi falan istemiyordum. Bunu hiç düşünmemiştim.

 

Yanaklarımın ısındığını hissettiğimde odada ben hariç kimsenin olmadığını bilmeme rağmen ellerimle yüzümü kapatıp inledim. Tam o sırada bir kapının açılıp kapanma sesi geldi, parmaklarımı aralayıp gelene baktığımda Mirza üstündeki beyaz bornozla aynanın önünde ıslık çalarak ıslak saçlarını düzeltiyordu.

 

Daha sesli inleyip kendimi yatakta geriye doğru bıraktım. Yanaklarım iyice alev alırken gözlerimi kapattım. Sabah sabah bu kadar aksiyon çok çok fazlaydı. “Yürü git Mirza seni öpmek istemiyorum!”

 

Mirza ıslık çalmayı bırakıp sanırım bana döndü. Gözlerimi açmaya utanırken yerin yarılıp beni içine almasını diledim. O kadar fazla utanıyordum ki yeryüzünden silinmeyi diliyordum. “Ne?” diyebildi Mirza yalnızca.

 

“Kimse sana bir kadının önünde böyle durulmayacağını öğretmedi mi? Ayıp denen bir şey var.” diyerek patladım. Ona saldırmaktan başka bir çarem yoktu. Utanıyordum.

 

“Yalnız sen bir kadın değil karım olan kadınsın. İleride çocuk yaparken de mi ayıp diyeceksin?” söylediği beynime kadar kızarmama neden olduğunda hızlıca doğrulup pancar gibi olduğuna emin olduğum yüzümle yüzüne baktım.

 

“Ne çocuğu ne yapması? Çocuk mu yapacağız?” Mirza eğlenen bir yüz ifadesiyle bana bakıp yeniden ıslık çalmaya başladı. Yavaş adımlarla yanıma yaklaşırken kitlenip kaldığımdan bir şey diyememiştim.

 

Yatağa oturduğunda yutkundum. Yüzüm kırmızıyı geçmiş, morarmaya başlamış olmalıydı. Babasıyla aynı renk olan karamelimsi gözleri benim mavilerime baktı. Sağ eli uzanıp gözümün önüne gelen bir tutam saçı geriye doğru çekti.

 

Kalbim hızlanırken nefesimi tuttum, gözlerim gözleri dışında hiçbir yere odaklanamıyordu. Parmakları saçımı ittikten sonra yanağıma dokundu. Nefesimi sesli bir şekilde dışarı verirken Mirza sırıttı. “Düşünsene etrafta küçük küçük Mirzalar Elmaslar dolaşıyor. Mirzalar baba top oynayalım diye beni çağırıyor Elmaslar senin makyaj malzemelerinle bebeklerini boyuyor. Çok güzel olmaz mı?”

 

Hayaline yüzümü buruşturup kendimi geri çektim. “Yürü git Mirza. Millet romantik hayal kurar benimki evi başımıza yıktı.” Üstümdeki yorganı iterken, “Git giyin hadi yeter bu kadar çıplaklık.” dedim.

 

Mirza gülerek ayağa kalktı. “Çocuk fikri aklına yattı mı yani?”

 

“Ne?” şaşkınlıkla yüzüne bakarken o kahkaha attı ve giyinme odasına girdi. Gülüşü hâlâ içeri girerken olduğum yerde topuklarımı yere vurdum.

 

Mirza giyindikten sonra odaya girip parfümünü sıktı, saçlarını taradı ve makyaj masasının ilk çekmecesini açıp gümüş bir saati bileğine geçirdi. “Saat zenginliği gerçekmiş.” diye mırıldandım.

 

Mirza bana dönerken ben odadaki banyoya doğru ilerledim. “Daha ne zenginliklerim var bir bilsen.”

 

Bunu hangi anlamda söylediğini umursamadan banyoya girdim ve kapıyı kilitledim. Sırtımı kapıya yaslarken ellerimi yüzüme bastırdım. Neler oluyordu? Bana neler oluyordu?

 

Lavaboya yaklaşıp soğuk suyu açtım. Birkaç defa yüzüme vurduktan sonra üstümdeki kıyafetleri çıkarmaya başladım. Aynadan vücuduma bakarken yutkundum. Kaburgalarım, ciddi anlamda sayılıyordu. Sağ göğsümün üstünde şişe kapağı kadar bir morluk oluşmuştu. Babamın yaptığı izlerden değildi çünkü daha önce yoktu, yeni oluşmuştu.

 

Bir an önce yemek düzenimi oturtmam gerekiyordu. Mirza'nın dediği gibi peynir zeytin dışında bir şey yemiyordum.

 

Dün gece gördüğüm rüya, Mirza'nın sabah ve dün söyledikleri zihnimin içinde büyük bir kargaşaya sebep olduğunda yüzümü buruşturup duş kabininin içine girdim. Ilık suyu ayarlayıp açtım ve yüzümü duş başlığına tutup suyun yüzümü ıslatmasına izin verdim.

 

Duştan çıkınca saçlarımı havluya sarmadım. Giyinme odasına girerken Mirza'nın odada olup olmadığına bakmıştım, yoktu. Rahatlıkla giyinme odasına girip iç çamaşırlarımı giyindim. Gül kurusu bir taytı bacaklarımdan geçirip üstüne beyaz kareli bir gömlek giyindim. Beyaz spor ayakkabılarımı da ayağıma geçirip giyinme odasından çıktım.

 

Odamıza girdiğimde saçlarımı hızlıca kurutup neminden arındırdım, Hazal’ın aldığı ama daha önce kullanma fırsatı bulamadığım bakım kremlerinden kokusunu sevdiğim bir taneyi eline sıkıp dağıttıktan sonra saçlarıma uyguladım.

 

Aşırı güzel kokuyordu.

 

Gözlerimi saçlarımdan ayırıp aynaya çevirdim, yüzümde yine renk yoktu ancak makyaj yapmak istemiyordum. Derin bir nefes alıp odadan çıktım ve merdivenlerle yemek salonuna inerken Hazal’ın bugün işi olmaması için içimden dua ettim.

 

“Küfür edeceğim artık Mirza sana!” Hazal’ın bağıran sesini duyduğumda odama geri dönmeyi düşünsem de yapmadım. Yavaş adımlarla yemek salonuna girip yerime, Mirza'nın yanına oturduğumda herkesin yüzü gülüyordu.

 

“Hayırdır yine ne yaptı Mirza?” Hazal sinirle bir zeytini tutup Mirza'ya attığında Mirza kahkaha atarak zeytini havada kaptı ve ağzına attı.

 

“Yok bir şey güzelim takma sen kafana.”

 

Hazal yüzünü buruşturup Mirza'nın taklidini yaptı ve yemeğine devam etti.

 

Tomris Hanım, “Oğlum dün gece doktor hanım gelmiş eve. Hayrola bir şey mi oldu?” diye sordu.

 

Mirza annesine döndü. “Yok annem benim. Elmas biraz yorgun düşmüş sanırım bayıldı birden. Bir süre uyanmayınca endişelendim. Gecenin bir vakti de hastaneye gitmek istemedim.”

 

Tomris Hanım kafasını sallarken endişeyle bana baktı. “Kızım doğru düzgün beslenmiyorsun. Ağzına bir lokma bir şey giriyor mu?”

 

Onun endişeli ve üzgün gözleri kendimi kötü hissetmeme neden olmuştu. Utanarak yüzümü eğerken tabağıma patates kızartması ve krep koydum. Krepin üzerine biraz akçaağaç şurubu döktüm. Bıçağımla bir parçayı kesip çatalımla ağzıma atarken midemin bulanacağından emindim. Yine de Tomris Hanım’ı üzmeyip en azından tabağıma aldığım şeyleri yemeye başladım.

 

Herkes sessizce yemeğini yerken Agâh Bey, “Yeni tasarımların çizimi nasıl gidiyor oğlum? Bana da hiç göstermiyorsun?” diye sordu.

 

Mirza ağzındaki lokmasını yuttu. Arkasına rahat bir şekilde yaslanıp derin bir nefes aldı. “Çizimler hazır, sana göstermek için de doğru zamanı bekliyorum. O zaman gelsin hepsini göreceksin zaten.”

 

Agâh Bey kafasını sallarken Mirza boğazını temizledi. “İzninizle bir şey sormak istiyorum.”

 

Agâh Bey peçeteyle ağzının kenarını silip kafasını salladı. “Tabii izin senin.”

 

“Elmas’la balayına çıkmak istiyoruz. Bir nevi yeni yıl tatili de denebilir. Sizin için sorun olmayacaksa hafta sonu gidebilir miyiz?”

 

Yediğim krep boğazımda kaldığında öksürmeye başladım. Küçük bir parça krep ağzımdan düştüğünde elimle ağzımı kapattım. Büyümüş gözlerimi Mirza'ya çevirdiğimde Mirza bir bardak suyu bana uzatıyordu.

 

“Elmas’ın gitmek istediğinizden haberi yok galiba.” dedi Hazal gülerken. Mirza elimi çekip bardağı dudaklarım arasına yerleştirdi. Hafifçe kaldırıp suyun dudaklarım arasından geçmesine yardım etti.

 

“İyi misin?” diye sordu endişeli gözleri yüzümü talan ederken. Gözlerimi yüzüne çevirip kafamı olumlu anlamda salladım. Herkesin endişesi geçip derin bir nefes alırlarken uzanıp içtiğim bardaktaki suyu bitirdim.

 

“Tabii oğlum,” dedi Agâh Bey gülerken. “gidin tabii. Belki hayırlı haberlerle gelirsiniz.”

 

“Babacığım sence bunlardan hayırlı haber gelecek gibi mi? Kaç gecedir kapılarını dinliyorum tık yok.” dedi Hazal. Ben kocaman açtığım gözlerimle yüzüne bakarken Mirza sırıtıyordu. Hoşuna gidiyordu sırıtır tabii.

 

“Kızım denir mi hiç öyle ayıp.” diyerek kınadı Tomris Hanım. Hazal omuz silkti.

 

“Dün gece dinleyememişsin.” dedi Mirza kaşlarını kaldırıp Hazal’a bakarken. Alttan ayağına bastığımda bana döndü. “Ayağıma basmak için geç kalmadın mı ya?” utanarak yüzümü eğerken elimi uzatıp masanın altından bacağını cimcikledim. Bacağını çekip bana kötü kötü bakarken yüzüme sevimli bir gülümseme yerleştirdim.

 

“Lan!” diye bağırdı Hazal. Hızlıca ayağa kalkıp Mirza'ya yaklaştı ve kötü kötü bakarken bağırmaya devam etti. “Lan yoksa bu yüzden mi bayıldı kız? Sen şey yaparken,” susup elleriyle yüzünü kapattı. “Aman Allah'ım inanamıyorum. Kardeşim terminatör çıktı. Tövbe estağfurullah.”

 

“Karımı nasıl bayılttığım seni alakadar ediyor mu ablacım?” Mirza çok rahatttı. Onun aksine ben bugün utançtan ölmek üzereydim. Yüzüm yine morarmaya başlamıştı.

 

“Haydi Mirza yeter bu kadar tantana. İş bizi bekler.” Agâh Bey ayağa kalktığında Mirza da hızlıca ayağa kalktı. Tomris Hanım eşi ve oğlunu yolcu etmek için ayağa kalkarken Hazal bana döndü. Kötü kötü bana bakarken ben de ayağa kalktım ve kafamı iki yana salladım.

 

“Hayır hiç öyle bakma. Biz şey yapmadık, yani şey işte,” gözlerimi kaçırıp dudaklarımı ısırdım. “birlikte olmadık.”

 

“Kızardın sen.” diyerek güldü Hazal. “Sevişmedik desene şuna. Neden utanıyorsun? Siz yeni evli genç bir çiftsiniz Elmas. Yatak odanızda yaptığınız hiçbir eylem hiç kimseyi alakadar etmez. Birbirinize aşık olarak evlenmediğinizi biliyorum ama insanların arzuları olur. Cinsel isteklerinizi birbirimizle giderdiğiniz için kimse sizi ayıplamayacak.”

 

“Biliyorum ama ben bilmiyorum ya. Belki aptallığımdan belki daha önce yaşamadığımdan bunun sevdiğim adamla olmasını istiyorum. Basit bir seksten öte ruhlarımızın sevişmesini istiyorum.” yanaklarım ısınıyordu. Çok utanmıştım. Daha önce kimseyle bu tür bir konuşma yapmamış olmanın ağırlığı omzularıma çöktü.

 

“Aptallık değil Elmas saçmalama. Herkesin düşüncesi farklıdır buna saygı duyarım.” ellerimi tutup tersini okşadığında gözlerimi yüzüne çevirdim. Gülümseyerek bana bakıyordu. “Benimle istediğin her konuda konuşabilirsin. Biliyorum bu cümle içini rahatlatmayacak ama gerçekten konuşabiliriz. Kendine yakın bir arkadaş edinmek istersen ben buradayım.” gözlerim dolduğunda hiçbir şey demeden uzanıp ona sarıldım.

 

“Teşekkür ederim Hazal.” elleri sırtımı bulduğunda okşadı ve benden ayrıldı.

 

“Rica ederim bebek. Her zaman.”

 

“Bugün bir işin var mı?” kaşlarını çatıp dudak büzdü.

 

“Hiç zannetmiyorum. Neden bir şey mi oldu?”

 

“Ya şey benim şey yapmam gerekiyor.”

 

Kaşlarını çattı. “Ne yapman gerekiyor?”

 

“Şey işte.”

 

“Ne işte Elmas? Anlamıyorum seni.”

 

“Kıllarımı almam gerekiyor.” diye mırıldandım utançla.

 

“Sabır yarabbim ya.” diyerek elini alnına vurdu. “Benden utanma dedim. Ayrıca insanız hepimizin kılları var.”

 

Omuz silktim. “Ben bugüne kadar neredeyse hiç almadım. Şey biraz fazla,” yüzümü buruşturdum. “uzamışlar. O yüzden kuaföre gitmeye çok utanıyorum.”

 

Hazal kafasını salladı. Tomris Hanım içeri girdiğinde Hazal elimi tuttu. “Annişko biz doyduk odamdayız. Bir süre bizi rahat bırakın.”

 

Birlikte Hazal’ın odasına girdiğimizde arkamızdan kapıyı kapattı. “O zaman şöyle yapıyoruz. Kol ve bacaklarını ben jiletle alıyorum, sonra benim uzmanıma gidip lazere başlıyoruz. Olur mu?”

 

Kafamı salladım. “Çıkar gömleğin ve taytını.”

 

~~~ 

 

Soğuk ve kar.

 

Küçükken karı ilk kez ne zaman gördüğümü hatırlamıyordum.

 

Karı görmemiş olmam da muhtemeldi çünkü Antalya’da büyümüştüm.

 

Küçükken soğuğu ilk kez hissettiğimde, sanırım sekiz yaşındaydım. Üstümde ince bir tayt vardı, yırtıktı ve dışarıda deli bir rüzgar vardı. Antalya hiç görmediği bir soğuğu görüyordu.

 

Okuldan dönüyordum. Rüzgar o kadar fazlaydı ki ayakta durmakta zorlanıyor, yolun ortasında düşmemek için kendimle büyük bir savaş veriyordum.

 

Gözlerimi dahi açamıyordum, saçlarım gözlerime girip önümü görmeme daha çok engel oluyordu. O gün hissettiğim soğuk kemiklerimi bile titretecek kadar fazlaydı.

 

“Elmas?” omzuma dokunan elle irkilip arkama döndüm. Mirza elindeki kupayla bana bakıyordu. “İyi misin?”

 

Kafamı olumlu anlamda sallayıp oturduğum koltuktan yeniden dışarıyı izlemeye başladım. Mirza omzuma yine dokunduktan sonra ona dönmeme kalmadan kupayı önüme uzattı. “Ne düşünüyorsun böyle bakalım?”

 

Kupayı elinden alıp büyük bir yudum aldım. Sütlü kahveydi.

 

Mirza yanımdaki koltuğu bana doğru çekip yanıma oturdu. Tıpkı benim gibi dışarıyı izlerken ayaklarımı kaldırıp topuklarımı koltuğa yasladım. “Geçmişi,” dedim aşağıda havuz kenarında soğuktan ölmek üzere olan sekiz yaşındaki halim bana el sallarken. “Şimdiyi,” dedim mavi gözlerim camdaki yansımama bakarken. “Ve geleceği.” derken gözlerimin önünde mezar taşı belirdi. Üstünde ismim yazıyordu. Korkuyla irkilip kafamı iki yana salladım.

 

“Geçmişini değiştiremem ama şimdini ve geleceğini güzelleştirmek için elimden gelen her şeyi yaparım.” dedi Mirza. Sesi düşünceli geliyordu Bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzü de düşünceli bir haldeydi. Bir şeyler canını sıkıyordu.

 

“Ne canını sıkıyor?” kahvemden bir yudum daha alırken bakışlarımı yeniden aşağı çevirdim.

 

“Bir şey canımı sıkmıyor. Sadece, hayatım bir anda değişti. Yanlış anlama senden rahatsız olmuyorum sadece,” onu dikkatle dinlerken bakışlarını daldığı yerden yüzüme çevirdi. “Her neyse boş versene. Yarından sonra gideceğiz. Gülcan ablam gelmiş çocuklarla seni görmek istiyor. Eğer inmek istemezsen-” cümlesini bitirmeden ayağa kalktım ve gülümsedim.

 

“Geliyorum. Çocukları görmek istiyordum zaten.” kafasını sallayıp odadan çıktı. Elimdeki kupada kalan son kahveyi kafama dikip boş kupayı benimle birlikte aşağı indirdim.

 

Merdivenleri indikçe Mete’nin sızlanma sesi kulaklarıma doldu. Mihrimah, kendi halinde ‘anne’ diye bir şeyler anlatıyordu. Elimdeki kupayı mutfağa bırakıp yavaş adımlarla salona girdim.

 

“Anne ya! Hava güzel bugün. Kandırdın işte beni, üzüldüm.” Mete kollarını göğsünde bağlayıp olduğu yerde topuklarını yere vurdu.

 

“Oğlum havanın güneşli olması sıcak olduğu anlamına gelmiyor.” dedi Gülcan bıkmış bir sesle.

 

Mete Mirza'ya döndü. “Mirza bir şey der misin anneme? Beni parka götürmüyor. Dün söz verdi.”

 

Mirza gülerken Mete’nin saçlarını karıştırdı. “Üzgünüm yakışıklı. Anne izin vermediyse bana laf düşmez.”

 

Mete yüzünü ağlamaklı bir ifadeye soktu. “Of dayı ya!”

 

Mirza dayı dediği için Mete’nin ensesine vurup ensesinden tutarak onu yüzüne yaklaştırdı. “Anne!” diye bağırdı Mihrimah. Herkes ona döndüğünde tutunduğu koltuktan ellerini ayırdı.

 

Gülcan abla endişeyle elini sırtına atacakken Mihrimah, yönünü bana doğru çevirdi. Kollarını iki yana açıp kocaman gülümserken sağ ayağını ileri attı. Sonra sol ayağını ileri doğru attı.

 

Herkes şaşkınlıktan dilini yutmuş bir halde Mihrimah’a bakarken yere doğru eğilip kollarımı açtım. Mihrimah, “Anne!” diye seslenip bana daha hızlı adım atarken sendeledi. Hızlıca uzanıp koltuk altlarından tutarak havaya kaldırdım. Kahkaha atıp el çırparken aşağı indirip yanağına ard arda öpücükler bıraktım. Üçlü koltukta oturan Mirza'nın yanına geçip oturdum ve Mihrimah’ı iki bacağımın üstüne oturttum.

 

“Farkında mısınız bilmiyorum ama,” dedi Gülcan şaşkınlıkla ve ağzını kapattı. “Mihrimah az önce ilk desteksiz adımlarını Elmas’a attı.”

 

Elini dudaklarının üstüne örttü. Mihrimah’a baktı. Mihrimah da gülerek annesine bakarken ‘anne’ dedi yine ve güldü. Kast ettiği ben miydim yoksa öz annesi miydi bilmiyordum ama hoşuma gitmişti. “Kızım haftalardır kafayı yiyorum adım at diye.”

 

Mihrimah anlamış gibi omuz silkti. Parmaklarımı tutarak yavaşça kendinizi yere bıraktı, annesine bakıp kollarını ona uzattı ve gülerek ona doğru küçük adımlar atmaya başladı. Gülcan kafasını iki yana sallayıp gülerken Mirza ve Mete sessizdi.

 

“Sen bana az önce dayı demiştin değil mi?” dedi Mirza Mete’yi havaya kaldırırken. Ayağa kalkıp Mete’yi bacaklarından tuttu ve tuttuğu gibi ters çevirdi.

 

“Yeni yemek yedi Mirza, yapma! Kusacak şimdi. Mirza!” Gülcan Mihrimah’ı bırakıp ayağa kalkarken Mete bir yandan gülüyor bir yandan öğürüyordu. “Mirza kusarsa sen temizleyeceksin bırak şu çocuğu.”

 

Oğlunu Mirza'nın elinden kurtardıktan sonra, “Cansu su getirir misin acil?” diye içeri seslendi. Oğlunu kucağına oturtup yüzüne gelen saçlarını düzeltti ve kızarmış yüzüne avuçları arasına aldı.

 

“Abartma ya. Bir kere de abartma. Bu kadar hassas büyütülmez çocuklar.” Mihrimah’ı kucağına alıp yanağından öptü. “Nasılsın prenses?” Mihrimah elleriyle bir şeyler anlatırken arada, “Miza Miza!” diyip duruyordu.

 

Gülcan abla Mete’ye su içirdikten sonra Mete annesinin kucağından fırlayıp yanıma geldi. “Elmas!” dedi sevimli bir biçimde. “Beni parka götürür müsün? Lütfen lütfen lütfen! Annemin işi var, dayım gıcıklık yapıyor. Teyzoşum nerede bilmiyorum. Lütfen götürür müsün?” diye sordu ellerini çenesinin altında birleştirirken.

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi yavaşça Gülcan’a çevirdim. O da bana bakarken tek kaşını kaldırdı. “Her şekilde götüreceksin, değil mi?” Yavaşça kafamı sallarken Gülcan ofladı. “Tamam,” dedi pes etmiş bir şekilde. “tamam gidin ama çok kalmak yok, terlemek yok. Terlerseniz de Elmas hemen yıkayacak sizi.” bana dönüp tembihler gibi baktı. “Dadılarıyla bırakacaktım ama kalmak istemediler. Mete ağlayınca Mihrimah da susmuyor. Ufak bir işim var, iki üç saate kalmadan gelirim.” Gülcan ayağa kalkarken Mete ona el salladı.

 

Mihrimah, Mirza onu koltuğa bıraktıktan sonra arkasını dönüp koltukta kaydı. Ayakları yere basınca kendine güvenerek ufak tefek adımlarla salonu keşfetmeye başladı.

 

Mirza Gülcan’ı yolcu ettikten sonra salona girdi, “Babam aradı Elmas. Acil çıkmam gerekiyor. Çocuklarla tek kalabilir misin Hazal ablamı arayayım mı?” dedi.

 

Ona bakıp gülümsedim. “Yok kalırım tek. Hem Mete de Mihrimah da akıllı çocuklar. Şöyle bir saat parkta oynar geliriz.”

 

Mirza emin olamasa da babası aradığı için dışarı çıktı. Mete’yi elinden tutup Mihrimah’ı da kucağıma aldım. Kapıya doğru giderken Mihrimah’ı da yere bırakıp elinden tuttum. Yavaş adımlarla tökezleyerek yürüyordu ancak yüzü gülüyordu. “Elmas.” dedi Mete sessizlikten rahatsız olmuş gibi.

 

“Efendim bebeğim?”

 

“Siz Mirza’yla ne zaman bir çocuk getireceksiniz? Annem artık kendisinin çocuk istemediğini söylüyor, Niloş’un bebeği de naz yapıyor gelmiyormuş. Sizin bebeğiniz hızlı gelir belki.”

 

Olduğum yerde çakılı kalırken Mihrimah elimi tutarak etrafında döndü ve yere düştü. Ben şaşkınlıkla Mete’ye bakarken o bana gülerek bakıyordu. Çocuk demişti, değil mi?

 

“Çocuk mu? Ne çocuğu Mete? Biz getirmiyoruz çocuk falan. İstemiyoruz da. Bizden olmaz anne baba.” Mihrimah’ı düştüğü yerden kaldırırken hiç ağlamamış olmasına şükrettim. “Çocukmuş. Biz de Mirza’yla oturup ne zaman çocuk yapsak diye düşünüyorduk.” diye söylenmeye devam ederken kapının önünde ceketini giyinen Mirza ile karşılaştım. Duymuş olamazdı, değil mi?

 

Kaşlarını kaldırıp bana bakarken yüzümün renkten renge girmesine az kalmıştı. Mirza tek kaşını kaldırırken Mete ona doğru koştu. “Dayı!” Mirza Mete’yi kucağına alırken bana bakmaya devam ediyordu. Dudaklarını ıslatıp kafasını yana eğdi ve yüzündeki gülümsemeyi saklamaya çalıştı. “Dayı siz çocuk istemiyor musunuz?”

 

Mirza bu kez Mete’ye bakıp gülerken, “İstiyoruz tabii aslanım, neden istemeyelim?” Mete bana dönüp sırıttı.

 

“İstiyormuşsunuz işte Elmas. Neden beni kandırıyorsun?”

 

Mirza sırıtırken, “Çocuk istediğini bilmiyordum.” dedi. Yüzüm renkten renge girerken cevap vermeden Mete ve Mihrimah’a montlarını giydirdim. Mirza arkamda kıkırdarken derin bir nefes aldım. “Sizi ben bırakırım birazdan da Hazal ablam gelip alır. Geç kalmayacakmış.”

 

Ayağa kalkıp Mihrimah’ı kucağıma aldım ve Mete’nin elini tuttum. “Tamam olur.”

 

Mirza centilmenlik yapıp kapıyı açarken gülümseyip kafamı yana eğdim. Mirza'nın beyaz arabasına yaklaşırken Mirza kilidi açtı ve uzanıp arka kapıyı açtı. “Neden arka bahçedeki parkta oynamıyorsunuz Meteciğim. Babam boşuna mı yaptırdı orayı?”

 

Mete arka koltuğa zıplarken omuz silkti. “Dayı ben büyük parkı istiyorum! Burası çok küçük Mihrimah bile sevmiyor.”

 

Mirza kafasını iki yana sallarken benim kapımı da açtı. “Yemin ederim çok şımarıksın. Bir de bana şımartma derler.”

 

Koltuğa geçip oturduğumda Mihrimah’ı kucağıma oturttum. Mihrimah ellerini çırparken güldü.

 

Mirza yanıma geçip otururken çocuğumuz olduğunu düşündüm. Birlikte gezmeye giderken çocukları uyutmuşuz, sohbet ediyoruz. Bunun bana huzuru hissettirmesi normal miydi? Kalbimin ritmi sakin bir düzene girmişti, yüzümde dikiz aynasından görerek fark ettiğim bir tebessüm oluşmuştu.

 

Güzel olurdu, Mirza’yla gerçek bir evlilik yapmış olsaydım.

 

“Her ne düşünüyorsan bu kadar ani duygu değişimi yaşaman normal değil.” dedi Mirza. Olduğum yerde hafifçe sıçradığımda Mihrimah bana döndü ve kaşlarını çattı.

 

“Ben,” boğazımı temizledim. “dalmışım biraz.”

 

Mirza bir şey demeden kafasını salladı. On dakika kadar sonra parka yetiştiğimizde Mete Mirza’yı öpüp kaydıraklara koştu. “Akşam ne yemek istersin?”

 

Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. “Bu soruyu benim sormam gerekmez miydi?”

 

Mirza güldü. “Yemek yemeyen sensin. Sevdiğin bir yemeği yaptıracğım. İstersen dışarıdan da alabiliriz.”

 

Dudaklarımı ıslattım. Günlerdir canımın çektiği yemeği söyleyip söylememek konusunda büyük bir savaş verdikten sonra, “Pizza. Pizza alabilir misin gelirken? Neli olduğu fark etmez.”

 

Kafasını sallayıp arabaya bindi ve o gözden kaybolana kadar onu izledim.

 

Mihrimah henüz tam olarak yürüyemediği için ellerinden tutup o beni nereye götürüyorsa peşinden gittim. İlk olarak salıncaklara yöneldi. Koyu pembe bir salıncağa elleriyle vurup, “Anne!” diye seslendiğinde koltuk altlarından tutup salıncağa oturttum.

 

Yavaş yavaş arkasından itip sallarken Mete, “Elmas bana bak!” diye bağırdı. Mihrimah’la birlikte oraya döndüğümüzde tırmanma aletinin üstündeydi. İki koluyla sallanıp bacaklarını bir sonraki tırabzana uzattı ve kollarının arasından geçirip kendini yere atarak takla attı.

 

Yere düştüğünde, “Mete.” diye seslenip yanına yaklaşacağım sırada ayağa kalkıp sırıtarak yüzüme baktı.

 

“Nasılım ama Elmas.” kafamı iki yana sallayıp gülerken Mihrimah’ı sallamaya devam ettim. “Harikasın bebeğim.”

 

Mihrimah sallanmaktan sıkılınca, “Anne.” diye seslenip kafasını arkaya çevirdi. Önüne geçip boyuna yetişmek için eğildiğimde yüzüme bakıp güldü. İşaret parmağıyla kaydırakları işaret ettiğinde, “Kaymak mı istiyorsun?” diye sordum. Kafasını salladığında onu kucağıma kaydıraklara doğru götürdüm.

 

Yarım saat kadar Mihrimah’ı kovaladıktan sonra gözleri kaymaya başladı. Uykusu geliyordu. Kaydıraktan son bir kez kaydırdıktan sonra kucağıma alıp kafasını omzuma yasladım. “Mete!” diye seslenirken üstümdeki montu tek elle çıkarmaya çalıştım.

 

Mete oynadığı yerden koşarak yanıma geldiğinde yanakları kızarmıştı, saçları alnına yapışmış ve nefes nefese kalmıştı. “Efendim?”

 

Montumu çıkarıp Mihrimah’ın üstünü örttüm. “Kardeşin çok yoruldu, biz kenardaki bankta oturuyoruz. Şimdi teyzeni arayacağım ve gelip bizi alacak. Çok uzaklaşma tamam mı?”

 

Kafasını salladı. “Tamam ben biraz daha oynayacağım.”

 

Kucağımda minik bebeğimle Mete’yi rahat görebileceğim bir banka oturduktan sonra Mihrimah’ı omzumdan indirip kafasını göğsüme yasladım. Yüzü kızarmıştı, burnun ucu fazlasıyla pembeleşmişti. Dudakları aralanmış gözleri kapanmıştı. Gülümseyerek tek elime küçük saçlarında gezdirdim.

 

Güzeldi, fazla güzeldi. Bir meleğin masumluğunu taşıyordu. Kafamı eğip çok olmasa da kokusunu içime çektiğimde bebek şampuanı kokuyordu. Kokması gerektiği gibi kokuyordu, kan kokmuyordu. “Umarım hep böyle güzel bir kokun olur ve kanın kokusunun ne demek olduğunu bilmezsin bebeğim.” gözlerim dolduğunda kafamı yukarı kaldırdım ve dudaklarımı ıslatıp yutkundum.

 

“Abla?” diye bir çocuk sesi duyduğumda kafamı kaldırdığım yerden indirip önüme baktım.

 

Mete’nin yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Belki bir ya da iki yaş daha büyüktü ama büyük olduğunu sanmıyordum. Sarıya yakın kumral saçları vardı, hafif dalgalıydı. Küçük bir burnu, yeşil gözleri ve çilli yuvarlak bir yüzü vardı. “Efendim?”

 

Çocuk utanarak saçlarını kaşıdı. “Şey ben dayımla geldim de, oyun oynarken dayımı kaybettim. Telefonunuzdan onu arasam ve beni gelip alsa olur mu?”

 

Kaşlarımı çattım. “Tabii ki bebeğim, numarayı ezbere biliyor musun?”

 

Çocuk kafasını salladı. Mihrimah’ı rahatsız etmeden telefonumu kotumun cebinden çıkarıp arama kısmına geçtim. “Adın neydi minnoşum senin?”

 

“Uzay.” telefonumu ona uzattığımda kocaman telefon minik parmakları arasında çok komik durdu. Numarayı tuşladığında telefonu bana uzattı. “Nunarayı doğru yazıp yazmadığıma bakar mısınız ben bilmiyorum da tam.”

 

Telefonu bana gösterip numarayı söyledi. “Evet doğru.”

 

Gözleri kucağımdaki Mihrimah’a takıldı. Numarayı aradıktan sonra, “Kızınız mı?” diye sordu.

 

“Hayır, yeğenim.”

 

“Alo dayı.” dedi Uzay ve gülümsedi. “Neredesin ya?” bir süre karşı tarafı dinledi. “Biz şeydeyiz, bir abla-” eliyle telefonu kapattı, “Adınız neydi?” dedi.

 

“Elmas.” diye cevap verdim.

 

“Elmas ablayla birlikte şeydeyiz,” telefonu bana uzattı. “Neredeyiz anlatabilir misin? Ben anlatamıyorum da.”

 

Telefonu elinden alıp, “Alo merhaba.” diyerek konuşmaya başladım.

 

“Merhaba.” dedi karşı taraftaki kişi. “Ben Dağhan, Uzay’ın dayısıyım. Ablam aradı ve küçük yeğenimi arabadan almamı söyledi. Uzay da o sırada oynadığı yerden ayrılmış. Şu an nerede olduğunuzu söyleyebilir misiniz?”

 

Etrafıma bakıp dudaklarımı ıslattım. “Şey parkın ortasındayız. Hayvanların olduğu tarafta.”

 

“Anladım Elmas Hanım, geliyorum hemen. Uzay’a yardım ettiğiniz için çok teşekkür ederim.” dedi.

 

“Ne demek küçük bir çocuğa yardım ettim sadece. Bekliyoruz sizi.”

 

Telefonu kapattım ve yeniden kotumun cebine koydum. “Gel otur Uzaycım. Dayın kardeşinle geliyormuş.”

 

Uzay yanıma oturduğunda Mete, kaşlarını çatarak yanımıza geldi. Kollarını göğsünde bağlayıp bana döndü. “Elmas bu kim?”

 

Dudak büzerek Mete’ye baktım. “Dayısını kaybetmiş aşkım, dayısı gelene kadar yanımızda oturacak.”

 

Mete omuz silkti. “Bize ne bundan? Neden yanında oturuyor?”

 

Kaşlarımı kaldırdım. “Çok ayıp Mete denir mi öyle? Yardıma ihtiyacı olan kişilere yardım etmemiz gerekir.”

 

Mete ofladı ve öbür yanıma oturdu. O sırada bebek arabasıyla bir adam bize doğru gelmeye başladığında kaşlarımı çattım. Siması çok tanıdık geliyordu.

 

“Dayı!” diye koşarak yanına gitti Uzay.

 

“Zekâ küpüm!” diyerek adam onu kucağına aldı ve etrafında döndürdü. Sonra bana döndü, “Çok teşekkür ederim Elmas Hanım, ben gerçekten ne kadar teşekkür etsem az. Uzay’ı kaybetseydim ablamın dilinden kurtulamazdım.”

 

Bu ses tonu, bu yüz ifadesi, bu sima, bu duruş... Bu bana alış veriş merkezinde çarpan adamdı.

 

^^^

 

instagram diaryofanas

Loading...
0%