@dilanzclk
|
Her kadın, babasının inşa ettiği evin içinde yaşardı. Kimisi o evin duvarlarına aile resimlerini asardı kimisi de içinde yangın çıkarırdı. Babamın bizi içine hapis etmek için inşa ettiği küçük bir cehennemdi benim evim. Benim evim babamın cehennemiydi. Ben evimin duvarları kül kokardı, benim evimin duvarları her daim gece karasıydı. Benim evimi aydınlatan şey ampul değil ateşin kendisiydi. "Sakın sesini çıkarma." Demişti, gözlerimin içine gece gibi bakan adam. Tıpkı babamın beni o cehennemde yakmaya çalışırken kulağıma bıraktığı fısıltılar gibi. Canın ne kadar yanarsa yansın sesini çıkarma. Çünkü sesin ne kadar çok çıkarsa o kadar çok canını yakarım. "Sakın." Başımı yavaşça salladım, lakin içimdeki küçük kızın dudaklarında feryatlar kopuyordu. "Şimdi elimi çekeceğim. Bağırmaya kalkarsan sesini kesmek için dilini koparmak zorunda kalırım." Yine başımı salladım. Korktuğum için değildi sessizliğim, üzerimden çekilmesi ve uzaklaşması içindi. "Güzel." Dedi benden uzaklaşmadan bir saniye önce. Gözlerimin içine bağırmayacağımdan emin olana kadar baktıktan sonra elini yavaşça çekerek uzaklaştı. Sonra bir anda yeniden üzerime doğru bir adım daha attı. Korkarak gözlerimi yumduğumda bana bir şey yapacağını sandım ama o yalnızca beni yasladığı kapının kilidini çevirmişti. Geri çekildiği sırada yumduğum gözlerimi araladım ve çok yakınımda durduğu sırada gözlerinin içine baktım. Yabancıydı. Köydeki birçok insanı tanıyordum. Birçoğunun hastalandığında geldikleri ilk yer burasıydı. Hastaneye gitmek arabası olmayanlar için çok zordu. Bu adamı daha önce görmediğime emindim. Başımı başka tarafa çevirip derin bir nefes aldım. Oda gözlerimi ondan çektiğim an geriye gitmiş ve güçsüz adımlarlar pencereye doğru yürümüştü. Gizlice pençeden dışarı kontrol ettikten sonra perdeleri çekti. "Doktor sensin değil mi?" diye sordu odanın içine yürürken. Kıyafetleri çamur içindeydi. Başımı evet anlamında salladığımda az önce Narin'in cansız bedenin olduğu kanlı sedyeye oturdu. "Yaralı mısın?" diye sordum yüzündeki acı dolu ifadeyi serbest bıraktığında. "Evet, sol omzundan içeri giren bir kurşun var. Çıkışı yok. Hala içeri de anlayacağın. Onu çıkarmanı istiyorum." "Çıkartırım ama ilk önce kim olduğunu bilmem gerekiyor. Jandarmaya bildirmem gerekiyor." Üzerinde montu çıkarmadan önce kaskatı bir ifadeyle gözlerini kaldırdı. "Polise haber vermeye gerek yok." Dedi sert bir sesle. "Merak etme suçlu da değilim. Teröriste." "Elinde silah taşıyan herkes suçludur." Dedim sedyeye bıraktığı silaha bırakarak. "Ama ben değilim doktor hanım." "Kim olduğunu söylemende bir sakınca yoktur o zaman." "Bilmemen gereken biriyim." Gözlerindeki gece hiç güneş görmemiş gibiydi. Başındaki şapkayı çıkarıp silahının yanına koydu. Montunu çıkardığında boynuna asılı duran uzun namlulu bir silahı daha ortaya çıkarıp aynı yere koydu. Asker kıyafetlerine benzer bir kamuflaj vardı üzerinde. Yanına doğru yürürken "Asker olduğunu daha önceden söyleyebilirdin." Dedim, gizemini anlamadığımı belli eden bir sesle. "Sadece bir asker değilim." dedi daha fazla açıklama yapmayacağını söyleyen bir tonda. "Üzerindeki her şeyi çıkar ve sedyeye uzan." Derken gereken olan malzemeleri çıkarmaya başladım. Bu sedye bu gün çok kan almıştı. Silahlarını ve kıyafetleri alıp başka bir sedyeye bıraktığımda kaşlarını çatık bir şekilde beni izlemişti. Sanki onun silahıyla onu vuracaktım. Karıncayı incitemezdim. Bir adamı vurmak benim yolum değildi. "O zaman jandarmaya bildirmemde bir sorun olmaz." "Sadece kendi işini yapman yeterli doktor hanım. Burada olduğumdan kimsenin haberi olmaması gerekiyor." Başımı yan çevirerek keskin yüz hatlarını incelemedim. Yüzünde ufak ufak yara izleri vardı. Gece karası gözlerinin etrafını çevrelen gür kirpikleri birçok kadını kıskandıracak cinstendi. Ve kaşlarının daima çatık durduğuna bahse girerdim. "Gizli görev mi?" Uyuşturmak için hazırladığım iğneyle yanına döndüğümde yarasına bastırdığı elini kaldırdı. "Çok meraklısın." Acı bir sesle. Kaşlarımı çattım. Bir an ne halin varsa gör demek istemiştim ama yaralı birini bırakıp gidemeyeceğimi ikimizde biliyorduk. İğneyi gördüğünde başını iki yana sallayarak "Gerek yok." Dedi. İtiraz etmek için dudaklarımı açmıştım ki "Gerek yok dedim. Acıya katlanabilirim merak etme. Sen sadece o kurşunu çıkar." Son sedyeye uzanıp bakışlarını tavana dikti. İğneyi kenara bırakıp diğer diğer malzemeleri aldım. Hala bayılmadığına göre fazla kan kaybı yaşamamıştı. Önce yarayı temizlemek için oksijenli suyu uygularken yaraya bir gözüm vereceği tepkilerdeydi. "Ne kadardır içinde?" "Birkaç saattir." Cevabı karşısında kaşlarımı çattığımda yavaşça gözlerini bana çevirdi ve boş bir bakış attı. "Ne durumda? Diye sordu ortaya çıkan yarasını şaşkın gözlerle bakarken. "Bir süre silah tutamayacaksın gibi görünüyor." Kurşunu çıkarmak için hazır olduğumda "Biraz acıtabilir." Dedim ama ben kurşunu çıkardığım sırada sessiz kalmış, gözlerini tavandan ayırmamıştı. Acısını gösteren tek tek tepki kaskatı kesilen çenesi ve gergin dudaklarıydı. Çıkardığım kurşunu suyun içine bıraktığımda rahat bir nefes aldım. Sanırım ondan daha çok ben gerilmiştim. Hayatımda ilk kez anestezi yapmadan ameliyat yapmıştım. Oluşacak ters bir tepkide işler çok daha fazla karışabilirdi. Ama o göründüğü kadar güçlü çıkmıştı. Yarayı kapattıktan sonra sargı bezini sarmaya başladığımda üzerimdeki gözlerinin ağırlığıyla başımı kaldırdım. Gece karası gözlerinde ki anlaşılmaz bir ifadeyle beni izliyordu. Gözlerimi ondan kaçırdım. "Birkaç saat dinlen." Dedim, hemen gideceğini anladığımdan. "Sargını bir kez daha değiştirmem gerekir. Hem merak etme. Bu saatten sonra kimse gelmez. Sabaha kadar bir endişen olmasın." "Sağ ol." "İşimi yaptım." Bu gece hayatımın en uzun gecelerinden biriydi. Zordu ve sabahı daha zor olacaktı. Babasına ulaştırmam gereken küçük bir kız vardı. Azer'in adamları vardı. Ve sedye de yabancı biri. Adamı yalnız bırakarak odama geçtiğimde ilk işim Dicle'ye aramak olmuştu. "Uyuyor. Birkaç defa ağlayarak uykusundan sıçradı. Bir an bile başından ayrılmadık. Babamda annem de yanımızda." "Tamam Dicle. Sabah ana yola arabayla birlikte gelin olur mu?" "Babasına mı götüreceksiniz?" diye sorduğunda "Evet." dedim. " Şu an yaşayabileceği tek yer babasının yanı." Beni onaylayan bir ses çıkardı. "Sabah orada olacağım. Yüreğine başka acı girmeden kurtarın onu bu cehennemden. Benim bile güzel yüzüne baktıkça kadersizliğini yüreğim kaldırmıyor." Telefonu kapattım. Mektubu okumanın zamanı gelmişti. Narinin kanıyla lekelenmiş mektubu cebimden çıkarıp arkama yasladığımda günün ağırlığı da omuzlarıma oturmuştu. Gözlerim daha ilk satırda acıyla yandığında yıllardır içimde tuttuğum gözyaşlarımdan ilki yanağımdan aşağı doğru ağır ağır süzüldü. Oysa bir daha ağlamayacağıma dair yemin etmiştim. " Bu kaçıncı yazıp yazıp silmem bilmiyorum. Ölmek için kaçıncı intiharım onu da bilmiyorum. Sadece seni kalbime aldığım gecenin üzerinden kaç gece geçti onu biliyorum. Sabahında seni bir daha asla göremeyeceğimi bilmeden Hoşça kal dediğim sabahın ardından gecenin ardından geçen koskoca üç ay. Neden gittin onu bile bilmiyorum ama şimdi geri gelsen yemin ederim tüm kırgınlığım geçer. Sen yeter ki gel. Gel ki, karnımdaki melek babasız büyümesin. Gel ki karnımdaki günahsız benimle birlikte ölmek zorunda kalmasın. Yarın Alaca'dan ayrılıyoruz. Babam eve dönmemi istedi, annem hastalanmış. Tarlanızda ki hasatlar da bitmek üzere zaten. Daha fazla tutmazlar kardeşimle beni burada. Üstelik karnımda belli olur yakında. Annenle konuşmaya gittim ama bana inanmadı. Ama sen inanırsın, benim senden başka hiç kimsenin sevdasına kanmayacağımı bilirsin. Boran, benim evimde yuvamda sensin. Ne olursun beni evsiz bırakma." Narin'in... 27 Ekim 2014 Boran Gökdağ Kars/ Alaca Köyü "Senin de evin başına yıkıldı Narin." Mektubu okumaya bıraktığımda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Küçük kız çocukları gibi. Çaresizce, onların çaresizliğine ağlıyordu. Bu mektuptan sonra kim bilir neler yaşamıştı. Ardından geçen beş yılda kim bilir neler yaşatmışlardı ona. Mektubunu bile gönderememişti. Gözyaşlarımla ıslanan mektup ellerimden kayıp düştüğünde hıçkırarak duvardan aşağı kaydım. Gözyaşlarım bilinçsizce akıyordu. Yüzümü avuç içlerime saklayarak dizlerime yasladım. Kalbim çok acıyordu. Kalbim bu kötülüklere katlanamıyordu artık. Bize bir hayat sunan kadına, hayatı darmaduman ediyorduk. Yerden kalkmayı başardığımda neredeyse bir saat geçmişti. Gözyaşlarımı dindirmek zordu. Belki yılların hiddetinden belki de bu gecenin serzenişinden. Mektubu çantamın içine saklayıp yeni bir önlük giydim. Ne pahasına olursa olsun Alaca'nın babasını bulacaktım. Onun evinde yangınlar değil, kahkahalar attığı sırada çekilmiş fotoğrafları asılacaktı. Boran Gökdağ, Narin'i bırakmıştı ama kızını bırakamayacaktı. Tedavi odasına geldiğimde yabancı adam hala oradaydı. Ne için burada olduğunu söylemese de, uğruna yaralandığı şey önemli olmalıydı. "Bir ağrı kesici daha yapmamı ister misin?" diye sordum içeri girerken. Tavana diktiği gözlerini bana çevirdiğinde gergince elimi önüme düşen saçlarıma götürüp kulağımın arkasına yerleştirdim. "İyi olur." Dedi ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerimin içine bakmaya devam ederken. Ağrı kesiciyi çekmeden çıkarıp bir bardak suyu hazırladıktan sonra sedyenin yanındaki masaya bırakıp, doğrulmasına yardımcı olmak için elimi ona doğru uzattım. Kaşları çatık bir şekilde elime baksa da sonunda yardımımı kabul edip elimi kavradı. Elim avuçlarında kaybolmuştu. İri vücudunu kaldırmak beni zorlarken "Sargını da değiştirmem gerekiyor." Dedim kısık bir sesle. Sedyede oturacak hale getirdikten sonra önce ağrı kesiciyi sonra suyu uzattım. Hava ikimiz içinde çok gerginde. Dışarıdaki fırtınadan başka ses yoktu. Sessizlik gece gibiydi. Korkutucu. Eski sargı bezini çıkarıp çöpe attıktan son pansuman yaptım. Acıya gerçekten dayanıklıydı. Vücudundaki diğer yara izleri belki de onu bu kadar duyarsız yapmıştı acıya karşı. Benim aksime o kabullenmişti. Yeni sargı bezini yarasına tutturmak için sırtına çevirmem gerekirken ona biraz daha yaklaştığımda gözleri üzerimdeydi. Ona bakmamak için direnirken nefesinin yüzüme bıraktığı yakıcı hissi içimde hissediyordum. Yutkunarak omzundan aşağı bıraktığım sargıyı diğer elimle koltuk altından çıkardım. Ona o kadar yakındım ki, nefesim çıplak göğsünde dans ederken karın kasları kas katı kesilmişti. Sargı bezini yaranın etrafında birkaç kez daha çevirmem gerekiyordu. Titreyen ellerimde aynı işlemi tekrar tekrar yaparken birden elimden yakalayarak beni durdurdu. Elimi tutan ellerinden yüzüne çevirdim gözlerimi. "Yaran mı acıdı?" diye sordum titreyen bir sesle. Cevabı başını iki yana sallamak olurken "Ağladığında çok ses çıkarıyorsun." Dedi kısık bir sesle. Anlamayan gözlerle yüzüne baka kaldığımda "Gözlerin ağladığını bas bas bağırıyor doktor hanım." Dedi. Öyleydi. Yeşil gözlerim acıyı kabul etmiyordu. Gözyaşı döktüğüm an içine ceset bırakılan göl gibi görünüyordu. "Maalesef." Diye kabullendim. "Şimdi elime bırakırsan devam edeceğim. Eminim ki bir daha yaranla ilgilenmeyeceksin. O yüzden sağlam yapmalıyım." Bu kez o söylediğimi kabul eden bir ifade yerleştirdi yüzüne. Sargı bezinin yeterince sardıktan sonra yara bandıyla birbirine yapıştırdım. "Bu kadar yeterli sanırım." dedim ondan uzaklaşmadan önce. "Senin böyle bir yerde ne işin var?" "Bilmem." Dedim aslında her nedenini adım kadar bilmeme rağmen. "Hayat seni bir yerden alır bir yere bırakır. Burasıda yolumun üstüydü herhalde." Ben görev yerim için burayı yazdığımda benden başka herkes şaşkındı. Kim ilk görev yerini böyle bir yere isterdi ki? Bazı zamanlarda cehennemden farkı yoktu. Hayat yoktu, parklar yoktu, gülen çocuk sesleri bile yoktu. Bütün kış karlı ve soğuktu. Başını iki yana sallayarak derin bir nefes aldı. "Aptallık etmişsin o zaman burada kalmakla." Dedi sedyeye geri uzanırken. "Burada hayat kurtaramazsın. Bura da herkes zaten ölü." "Umut olduğu sürece hayat devam eder." Kaşları alaycı bir ifadeyle havaya kalktı. "Umut." Dedi komik bir şey söylemişim gibi. "Hiçbir şeyi kalmayanların son tutanağıdır." Doğruydu. Elimdeki son şey umuttu. "Senin de elinde hiçbir şey kalmamış doktor hanım." Dedi, beynimin içindeki ses onun dudaklarından dökülüyordu. "Senin gibi mi asker." Dedim acımı örtbas etmek için alaycı bir ifade takınırken. "Bilmem." Dedi tok bir sesle. "Ben birileri yaşasın diye ölmeyi kabul eden tarafım. Benim umudumda hayatımda bir mezar taşı değerinde." Konuşmamız bu kadardı. Yorgunlukla kıvrıldığım sandalyede başımımı omzuma yaslar yaslamaz gözlerim kapandığında üzerime birşeyin bırakıldığını hissettim. Günün ilk ışıkları pencerelerden içeri süzülürken gözlerimi araladım. Rahat bir uyku olmasa da azda olsa uykumu almayı başarmıştım. Gözlerimi üzerime bırakılan battaniyeye indirdim. Üstüme almadığıma yemin edebilirdim. Hızla yerimden doğrularak battaniyeyi üzerimden atıp ayağa kalktım. Gözlerim hemen sedyeyi bulmuştu. Sedyenin üzerinde küçük not kağıdından başka bir şey yoktu. Gitmişti. "Bazen de umut insanın kendisidir. Her şey için sağ ol doktor hanım." Bölüm Sonu *Bölüm Yorumlarınızı Buraya Bırakabilirsiniz. (Yorumlarınızı acayip merak ettiğimi bilin :) ) Karakter Yorumlarımız *Süveyda *Asker *Azer *Dice *Narin *Alaca Yeni bölümde görüşmek üzere. Kendinize çok iyi bakın. Belki de siz umudun kendisinizdir. Belkide siz birilerinim umudusunuzdur.
|
0% |