Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. KIRIK GEÇMEMİŞ

@dilanzclk

 

BÖLÜM 1: KIRIK GEÇMEMİŞ

 

 

Geçmiş, zamanın üzerine beton döktüğü uzun bir yoldu. Gittikçe ardında bıraktığın, gidemedikçe ona mahkum olduğun. Unuttukça yol aldığın, hatırladıkça adım dahi atamadığın.

 

Ve herkes bir gün terk ettiği kırık geçmişle karşı karşıya kalırdı.

 

Işık, karanlığın içine bir bıçak gibi saplanmıştı. Yol karanlık ve uzun görünüyordu. Çevrede insan namına tek bir hareket yoktu üstelik. Saat gece yarısını çoktan geçtiğinden olsa gerek, otobanda bizden başka kimse, tekerleklerin yolda bıraktığı izden başka ses yoktu. Sessizlik, ölü toprağını ikimizin de üzerine sermişti. Konuşmak o kadar zor geliyordu ki. Aklımı kurcalayan soruların cevaplarından korktuğumdan olsa gerek, dilim sessizliğin hançerini sürekli kendi etine bastırıyordu. "Uyumalısın." diyen sese bakışlarımı yönlendirdim. Benimkilerin aksine daha koyu tona sahip mavi gözleri ileriye bakıyordu. Omuzları her zamankinden daha çökük, bakışları yorgundu. Sessizliği bitirdiği için minnetle dudaklarımı oynattım. "Kabus görmek istemiyorum." diye mırıldandım, uykuya aç gözlerimi ona çevirdiğimde.

 

"Hiçbir şey düşünmeden gözlerini kapat."

 

Hafifçe güldüm. "Bu durumdayken mi?" dediğimde alayla karışık ciddi bir sesle, bakışlarını anlık olarak bana çevirdi sonra da olası bir kazaya karşı yeniden yola çevirmek zorunda kaldı hemen. Araba kullanırken her zaman çok dikkatliydi. Hiçbir kazaya sonuç verecek davranışta bulunmazdı. Ne telefonla konuşurdu ne de hız sınırını aşardı. Çünkü bunun sonuçlarını çok ağır şekilde yaşayan insanlardan biriydi oda. Annesini ve babasını bir kazada kaybetmişti. "Hiçbir düşünme, çünkü ben düşündükçe kafayı yiyecek gibi oluyorum. O yüzden sen düşünmeyeceksin. Benim gibi düşmeyeceksin. Düştüğümde elimi tutacaksın sadece." İç çekerek gözlerini yumdu. "Hayatımda bir tek sen kaldın kızım."

 

Dayanamayarak hayıflandım. "Bize neden eziyet ediyorsun o zaman, neden yıllar sonra, o lanetlediğin şehre dönüyoruz?"

 

"Benim için kolay mı sanıyorsun?" Onun için de benim için de kolay olmadığını bildiğim için kabullenemiyordum. "Olmadığını biliyorum ama durduk yere, gecenin bir yarısı, yıllar sonra, neden nefret ettiğin şehre döndüğümüzü anlamıyorum." Ya da anladığımı dile getirmekten ölesiye korkuyorum.

 

Birkaç saat öncesine kadar Aydın'dayken şimdi İstanbul'a girmek üzereydik. Yıllardır adını dahi duymaya tahammül edemediği yere. Üstelik gelmeden bir saat önce haberim olmuştu taşınacağımızdan. Yanıma kıyafetlerimden başka hiçbir şey alamamıştım. Babamın yıllar önce terk ettiği şehre bir daha adımını dahi atmayacağını düşünüyordum. Annemin mezarına gitmeye bile yüreği yetmiyordu adamın. Şimdi onu buraya getiren şey neydi? "Tayin aniden geldi. Benim de haberim yoktu." diye mırıldandı, yalan söylediğini belli eden bir sesle.

 

"Eminim öyledir." Kollarımı birbirine bağlayıp yan döndüm ve yola odaklandım. "Anneme gidecek miyiz peki?" En son on üç yıl önce, annem öldükten bir ay sonra, yani burayı terk etmeden bir gün önce gitmiş, diğer gün de aniden İstanbul'u terk etmiştik. Yıllardır oradan oraya gidiyorduk. Asla sorgulamamıştım. Nereye gidersek gidelim hep yanında olmuştum ama bu şehir bizim kırık geçmemişimizin ilk durağıydı. Ya babam geçmişiyle yüzleşmeye gelmişti, ya da asla geçmeyen yaramızın intikamını almaya.

 

İkinci seçeneğin bizi uçuruma sürükleyeceğinin farkındaydı, değil mi?

 

"Henüz değil." Gözlerimi kırgınlıkla yumdum ve orada bekleyen gözyaşının yanağıma düşmesine izin verdim. "Öyle olsun." Sesim, yere düşen bir bardak gibi çıkmıştı. Düşmüş, un ufak olup acıyan kısımları sivrileşmişti. Babamın nefesini dışarı verdiğini duydum. "Seni de kaybetmeyeceğim. Buna ne ben ne de sen izin vereceksin Özgür Demir. Seni de annem gibi kaybetmeyeceğim. Yoksa seni asla affetmem ."

 

Annem de babam gibi polisti. Yıllar önce, son nefesini verinceye kadar. Annemi benden tek bir kurşun almış, aynı kurşun babamı bana hediye etmişti. Bildiğim tek şey, o gece beni uyutup gittikleri operasyonda babama doğrultulan silahın önüne annemin atlamasıydı. Masalla uyutulduğum bir gecede çığlık ata ata bir kabusa uyanmıştım. Hatırladığım tek şey ise feryatlarımla inlettiğim hastane koridoruydu. "Öyle bir şey olmayacak."

 

"Umarım." Diye fısıldadım, umduğumun bulamayacağımı bile bile. Uyku göz kapaklarıma ağırlığını verirken gözlerimi yeniden açtım ve derin bir nefes aldım. Karanlığın sonunda rengarenk ışıklarla süslenmiş şehir, içinin aksine uzaktan muhteşem görünüyordu. Büyüktü, içine düşen her şeyi yutacak kadar büyük. Arabanının camına düşen ağaç gölgelerinin yerine yavaşça binalar almaya başladı. Kimisi çok yüksek kimisi çok alçaktı. Çeşit çeşit, rengarenk ve karmakarışık.

 

Nefes aldırmayacak kadar giriftti.

 

"Polis lojmanında mı kalacağız?" derken bakışlarım yüksek binalara takılmıştı. Akıl almayacak kadar yükseklerdi. "Hayır lojmanda olmayacağız, kimsenin polis lojmanı olduğunu bilmediği bir evde kalacağız."

 

"Yani artık adım attığım yerde polis olmayacak. Yanlış anlamadım değil mi?" Başını salladı, sanki tek derdimiz buymuş gibi davranmıştım ama ufak özgürlüklerin peşinden gitmekten kendimi hiçbir zaman alamamıştım. Küçücük yaşımdan beri polislerle çevrili olmuştu hayatım, üstelik gittiğimiz yerler hep küçük olduğundan herkes babamı tanır ve beni de hep koruma altına alırlardı. "Merak etme, benim gözüm hep üzerinde olacak. Başkasına gerek yok güzelim." Bakışlarımı devirerek, koltuğa gömüldüm. "Ne kadar kaldı?"

 

"Gelmek üzereyiz." derken direksiyonu sağa kırıp, lüks evlerin olduğu bir semte girdi. Evlerin etrafı duvarlarla örülü, bahçe kapıları bile evlerinin yüksekliğindeydi. Nezih bir semt olduğu belliydi fakat babamın burayı kestirme bir yol olarak kullandığı kesindi yoksa böyle evlerde kalacağımızı zannetmiyordum. Uyku iyice göz kapaklarıma asılırken başımı cama yasladım. Acaba buradaki eski evimiz neredeydi? Bahçesinde koşup, düştüğüm, ağladığımda annemin koşup geldiği.

 

Şimdi ağlasam yine gelir misin anne?

 

Ruhumdaki demir parmaklıkların arasına sakladığım çocukluğum başını kaldırarak elleriyle oynamayı bıraktı ve özlemle gözlerini bana çevirdi. Bir damla gözyaşının kirpiklerimi hareket ettirmemle yanaklarımdan süzüldüğünü fark ettiğimde babam görmesin diye hemen elimi yanağıma götürüp başımı cama çevirdim. Tam o sırada, araba yine bir sokağa girdi ve karanlık sokağın kaldırımında yürüyen bedene ilişti gözlerim. Birazdan güneş doğardı ama alacakaranlık ayazına rağmen kaldırımda yürüyen çocuğun üzerinde kısa kollu bir tişört, altında siyah bir kot pantolon vardı. Bakışları yerdeydi çocukluğum gibi. O da ruhundaki karanlığın içinde kaybolmuş gibi duruyordu. Adımları nefret ettiği ne varsa onu ezer gibi sert ve ağır basıyordu yere. Gözyaşımı sildiğim sırada, bir güç çocuğun başını kaldırmasını ve beni görmesini sağladı. Göz göze geldik ve bir şey kalbimi ellerinin arasına alarak sıktı. İstemsizce nefesimi tuttum ve sertçe yutkundum. Yeşilin ağırlıkta olduğu gözleri bir anlığına dünyayı o renge boyadı. Gözlerimi kırpıştırarak hemen önüme döndüm ve babam başka bir sokağa sapana kadar öylece bekledim. Yeşilin yerini karanlık alana kadar gözlerimi kapatma isteğiyle yutkundum.

 

Neydi o canımı yakan ifadenin yüreğime düşürdüğü ateş?

 

Arabanın ışığı daha sakin ve sıradan bir mahalleyi aydınlattığında, dar bir sokaktan geçerek iki katlı bir evin önünde durduk. Derin bir nefes aldım. Babam avuç içlerime bir anahtar bıraktı. "Sen geç, ben valizleri alıp geliyorum. "

 

Soluk renkteki ellerimi kapıya yaslayıp araladım. Bacaklarımı arabadan sarkıttığım an soğuk sinsice tenime işlerken irkilerek arabadan çıktım. Sokağın genelinde evler iki katlı ve beş katı aşmayan küçük apartmanlarla yan yana dizilmişti. Kısaca gözlerimi yeni evimizde gezdirdim. Dış boyası yeni yapılmışa benziyordu. Alt kattaki camların penceresinde demir parmaklıklar asılıydı ve babamın da dediği gibi dışarıdan asla bir polis lojmanı olduğu fark edilmiyordu.

 

Kapının önündeki üç merdiveni aştıktan sonra anahtarı kapının deliğine yerleştirip yavaşça çevirdim. Açmadan önce gözlerimi babama çevirdiğimde bagajdan valizleri çıkarıyordu. Bakışlarımı üzerinde hissedince başını hafifçe bana çevirip yorgun bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına. Kapıyı açtım ve içeri girdim. İçimde huzur namına hiçbir şey yoktu. Yeni bir hayata değil de, kaçtığımız o hayata geri dönmüşüz gibi hissediyordum yalnızca.

 

Geçmeyen o kırık geçmişimize kendi ayaklarımızla gelmiştik ve biliyordum ki, babam o kırık geçmemişinden kalan yarasını kapatmaya gelmişti.

 

Yeni bir yara açarak.

...

 

Gözleri dalan insanlara iyi bak, demişti babam bir keresinde. Gör içindeki fırtınanın dışa yansıyan kıştan kalma yaz gününü. Hatta sorgula yüzlerinde mesken edinmiş soğuğun keşkelerini.

 

O zaman dünyada yarası olmayan tek insanın kendin olmadığının farkına varırsın, derdi. İnsanlar yaralarını konuşmazdı. Aksine susmak, onlar için en iyi kaçıştı ama dili konuşmayan insanların içi susmaz. En büyük fırtınalar durgun denizlerde kopardı.

 

Ellerimi yüzüme kapatarak yutkundum ve yüzümü yastığa gömdüm. Yorgunluktan ne ara gözlerim kapanmıştı bilmiyordum ama gözlerimi araladığımda yeniden karanlıktı her taraf. Evin içinde ses yoktu, babam beni bıraktıktan sonra hava aydınlanır aydınlanmaz gitmişti. Emniyet müdürlüğüne gitmesi gerektiğini söyleyince bir şey diyememiştim. Gelir gelmez işe başlayacağına göre gerçekten kafasındakileri harekete geçirecekti. Derin bir nefes alıp battaniyemi tepeme kadar çekip yatağın içine gömüldüm.

 

Saatler sonrasında kapının açılıp kapanma sesini işittim. "Ada." Sonunda gelmişti. Yavaşça yataktan çıktım. Bacaklarımı yataktan sürterek aşağı sarkıttığımda çıplak ayaklarım soğuk zemine değmişti. Zemin fayanstandı ve hiçbir şekilde sıcak değildi. Hafif bir ürpertiyle "Efendim?" diye bağırırken aynı zamanda küçük adımlarla ikinci katta bulunan odamdan çıkıyordum. Daha önceki lojmana göre buradaki odalar büyüktü, üstelik iki katlı olması da bize bayağı geniş bir alan yaratıyordu. Eğer uzun bir süre burada kalırsak yapmam gereken çok şey olacaktı. İşe temizlik yapmakla başlamam gerekiyordu, neyse ki ev eşyalı olduğu için çok masraf olmayacaktı. Merdivenlerden indiğimde babam mutfağa poşetler bırakıyordu. "Bir şeyler aldım ama sen de sonra gider gerekli şeyleri alırsın. Şimdilik bunlarla idare ederiz." Başımla onu onaylayarak aldıklarını dolaplara yerleştirmeye başladım. "Okul işini halledeceğim yarın. Sınava çok az kalmışken devamsızlığın artmasın. Hala dershaneye gitmek istemediğine emin misin?"

 

"Eminim, dershane ders çalışamayan ya da zekasını eksik çalıştıran insanlar için gerekli bir yer. Ben zaten ders çalışmaktan başka bir şey yapmıyorken dershaneye gidip zaman kaybetmeye ihtiyacım yok. Bana kalsa okula da gerek yok da, neyse."

 

Neredeyse iki yılda bir şehir değiştirdiğimiz için asla bir okula adapte olamıyordum. Yalnızca ders dinlemeye gittiğim bir yerdi, hiç arkadaşlık kurmazdım. Okuldaki varlığımla yokluğumla eş değerdi. "Sana kalsa zaten okulları kökten kapatmamız lazım kızım benim. O yüzden sana kalmasın." Hafifçe güldüm. Herkes benim gibi asosyal değildi tabii.

 

"Ee ne yemek yiyoruz?" Bana sence bakışı attığında gözlerimi devirerek. "Tabii ki makarna." dedim sahte bir sevinçle. İçim dışım makarna olmuştu. Acilen yemek yapmayı öğrenip babamın makarna eziyetinden kurtulmalıydım.

 

O gün babam yemek yedikten sonra konuşmadan odasına çekilmiş, yeniden sabah olur olmaz uyanmış ve gitmişti. Bir hafta boyunca böyle devam etti. O yokken evi temizlemeye başlamış, her gün bir yere dalıp güzelce dezenfekte etmiştim. Evin iki katından hariç bir de bodrum katı vardı ama oraya giden merdivenlerin sonunda kapı vardı ve kilitliydi. Umarım içinde fare falan yoktu. Yoksa hiçbir güç beni bu evde tutamazdı.

 

İstanbul' da ki bir haftamız biterken havalar iyice soğumaya başlamıştı. Kasım burada çok soğuk geçecekti belli ki. Aydın'ın kışı bile yaz gibiydi çoğu zaman. En fazla fırtına çıkar, yeri göğü inleten bir yağmur yağardı ama diğer gün mutlaka güneş doğardı.

 

Son olarak salonu temizledikten sonra mutfağa geçip bir kahve yaptım kendime. Bir haftadır hiçbir şekilde dışarı çıkmamıştım. Bu sürekli yağmur yağdığından da olabilirdi ama değildi. İçimdeki küçük Ada bunun sadece kendimi kandırmak için ortaya attığım bir bahane olduğunu biliyordu. Bu şehrin sokakları tehlike arz ediyordu. Üstelik hiçbir yeri bilmiyordum ve kaybolmayı göze alamazdım ama artık temiz hava almaya ihtiyacım olduğunun da farkındaydım.

 

Öğleden sonra, babamın gelmesine bir saat kala hazırlanarak dışarı çıkmaya karar vermiştim. Hem geç kalacak olursam babamı arar ve eve geçerken beni de almasını isterdim. Üzerime kırmızı balıkçı yaka bir kazak, altıma da siyah yüksek bel bir kot pantolon geçirdikten sonra montumu giydim. Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yapmıştım. Çıkarken yağmur yağmıyordu ama her ihtimale karşı yine de botlarımı giydim. Kol çantama anahtarlığı atıp kapıdan çıktığım an temiz hava gırtlağımdan ilaç gibi süzülerek nefes borumdan aktı. Gülümsemeden edememiştim. Mahallenin herhangi bir sokağına saparak yürümeye başladım. Dışarıda çok insan yoktu. Sokağın başında ufak iki kafeterya vardı ve ikisi de dolu görünüyordu. Yakınlarda okul olmalıydı, çünkü kafeterya üniformalı öğrenciler tarafından işgal edilmişti. Bir tanesine girdim, içerisi sıcaktı ama gürültülüydü. Karton bardakta bir kahve alıp orada çok oyalanmadan sokağa çıktım. Çok sese tahammülüm yoktu galiba. Kahvemden bir yudum alarak sokağın sessizliğine sığındım.

 

Karton bardağı avuç içlerime aldım, sıcaklığı soğuktan kızaran ellerime iyi gelmişti. Biraz daha yürüdükten sonra yeni bir sokağa girdim. Sanırım bu sokak caddeye açılıyordu. Merakla adımlarımı hızlandırdım, belki de bir kitapçı bulurdum. Caddeye ulaştığımda birkaç giyim mağazası ve daha büyük kafeteryalar gördüm. Yolun karşısındaki kırtasiye gözüme iliştiğinde yarısının da kitapçı olduğunu fark ettim.

 

Vakit kaybetmeden kırtasiyenin önünde bitmiştim. Cam kapıyı iterek açıp girdim. Yaşlı bir kadın kasada bekliyordu. İçeride iki kız öğrenci kendilerine süslü defterler arıyordu. Kadın içeri giren birisi olduğunu fark edince baygın bakışlarını kızlardan ayırarak bana yönlendirmişti. Kızların kararsızlığı canını sıkmış olmalıydı. Kadına başımla selam vererek kitap raflarının arasına karıştım. Sevdiğim yazarların yeni çıkan kitaplarını inceledikten sonra en çok merak ettiğim iki tanesini alıp kasaya yürüdüm. Okumadığım eski kitapları olmadığı için çabuk karar vermiştim yoksa benim de kızlardan farkım kalmayabilirdi.

 

Gülümseyerek kitapları kadına uzattım. "Bunları istiyorum." Kadın kitapların dekontlarını okutup "Elli iki lira. Başka istediğiniz bir şey var mıydı?" diye sorduğunda başımı iki yana sallayarak teşekkür ettim ve ücreti kitapları alırken uzattım. "İyi günler."

 

"İyi günler kızım."

 

Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken babam her zamanki gibi gelmeden önce bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sormak için aramıştı. "Ben dışarıdayım zaten?"

 

"Dışarıda mısın?" sesi şaşkın çıkmıştı. "Neredesin?"

 

"Evin arka sokaklarındaki caddedeyim. Şimdi ara sokağa gireceğim." Yeşil ışığın yanmasını beklerken arabaları izliyordum. Zaten çok yavaş ilerliyordu trafik ama durduk yere yola atmanın bir anlamı yoktu. "Bekle ben geliyorum, alayım seni. Sokağa girme."

 

Ofladım. "Gerek yok baba, sen gelene kadar ben çoktan giderim zaten." Telefonum o sırada titreyerek şarjının bittiğinin sinyallerini vermeye başladı. "Şarjım bitiyor, kapatıyorum."

 

"Ada-" Ekranım hala açıkken babamın yüzüne telefonu kapatıp yeşil ışığın yanmasıyla yola atladım lakin tam o sırada önce bir motor daha sonra da bir araba hızla önüme atladı ve arabanın tekerlekleri ayakkabılarımın dibinden geçerken çığlığımı havaya savurdum. Kalbimin bir an beynimle yer değiştirdiğini hissettim. Korkuyla geriye sıçradığımda damarlarımdaki kan ters yönde akmaya başlamıştı. Attığım çığlık arabanın durmasına neden olmazken, yine aynı hızla dönmemesi gereken yerden girerek karşı yola atlamıştı kuralları yok sayarak. Karşıdaki ara sokaklara dalıp gözden kaybolduğunda elime hızla atan kalbime bastırıp derin derin nefesler alıp vermeye başladım.

 

Birkaç göz üzerime çevrildi ama kimse yardım etme zahmetine gerek duymadı. Nasıl olsa ölmemiştim. Ölseydim gelir vah vah ederlerdi ama ölmemiştim. Sinirden gözlerim doldu ve dayanamayıp küfür ettim, neredeyse bir böcek gibi asfalta yapıştırılıp eziliyordum! Yeşil ışık hala yanmaya devam ederken derin bir nefes alıp koşarak karşıya geçtim. Babamı dinlemem gerekiyordu. Pişmanlıkla iç çektim. Bu şehrin sağının solunun bir ayarı yoktu.

 

Geldiğim yolları hatırlamaya çalıştım. Kafeteryanın olduğu sokağı bulmam zor olmamıştı. İki sokak sonrası evimiz olmalıydı. Küçük kafeleri aştıktan sonra başka bir sokağa girdim, diğerine geçmek üzereyken gördüğüm manzarayla ayaklarım olduğu yere çivilendi. Gözlerim yuvalarından çıkacaktı sanki. Biri kanlar içinde yerde yatıyordu ve onu o hale getirdiğinden emin olduğum çocuk tekmelerini nefretle çocuğa savurmaya devam ediyordu. "Yanına mı kalacak sandın lan!" diye kükredi onu hırpalamaktan bir saniye olsun vazgeçmezken. Sesindeki zehirli oklar beni bile korkutmuştu. Yutkunarak geriye doğru bir adım attım ve duvarın arkasına saklandım. Aralarına atlayacak kadar kafayı yememiştim. Onlara kafa bile tutamazdım. Aceleyle cebimden telefonu çıkarıp 155'i tuşladım.

 

"155 polis imdat!" Endişeyle dudaklarımı dişlerimin arasına alıp etrafa göz gezdirdim. "Alo, ben bir ihbarda bu-" ve telefon kapandı. Telefonu şaşkınlıkla kulağımdan çektim ve ekrana hayal kırıklığıyla baktım. Şarjım bitmişti. Kesinlikle şanssız günümdeydim. Bir elimi duvara yaslayarak yavaşça başımı sokağa çıkardım. Çocuk son tekmesini atarak biraz ileride duran arabaya yaslı arkadaşına bir el hareketi yapmıştı. Sırtı bana dönük olduğu için ne istediğini anlayamadım. Bakışlarımı diğer çocuğa kaydırdım. Siyahlar içindeydi, yüzündeki piercingleri buradan dahi görebiliyordum. Siyah saçları, renkli gözleri vardı çocuğun ve şu an kaportasına yaslandığı araba, az önce beni ezmek üzere olan arabaydı. Motosiklet de hemen ileride yerde yatıyordu. Kaşlarımı öfkeyle çattığımda piercingli çocuk yüzündeki tehlikeli gülümsemeyle cebinden çıkardığı şeyi arkadaşına fırlattı.

 

Kalbim o şeyin parlak ucunu fark ettiğinde vicdanıma bir yük gibi bindi. Onu bıçaklamayacaktı değil mi? Hızla arkama dönüp yardım isteyebilecek birini aradım ama hiç kimse yoktu. Sanki insanlar bu sokaktan geçmemek için uyarılmıştı. Yüzümü umutsuzca çocuğa çevirdim, bıçağı havada yakalamış ve yerde kanlar içinde bıraktığı enkazına dönmüştü. Yüzünü sonunda görebildiğimde, bir katilde görebileceğim en güzel yüzle tanıştım.

 

"Ben tehdit etmem Furkan, ben tehdit etmem!"

 

Ses tonu ölüm kadar sessizdi ama benim göğsümdeki tüm duvarlar onun sesiyle sarsılmıştı. Bakışlarında bin bir cinayet işleniyordu. Yeşilin maviye meydan okuyan gözlerini ilk defa görmüyordum. Bu o gece gördüğüm çocuktu. Ne İstanbul ne de dünya küçüktü ama kalbim şu an ne bu şehre ne de bu dünyaya sığabiliyordu. Göğüs kafesimden çıkmak üzere olan kalbime elimi bastırarak ardı ardına yutkundum.

 

"Benim bu hayatta kaybedeceğim hiçbir şeyim yok." diye kükredi. "Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan birine bulaşmaman gerekirdi."

 

Kaybedecek hiç kimsem yok, ne demekti?

 

Kimsesiz miydi?

 

"Biz aynı şeyi istiyoruz." dedi yerde yatan çocuk, ağzından çıkan kanı yere tükürdü. "Aynı intikamı." Başını iki yana sallayarak yeniden yakasına yapıştı. "Yanılıyorsun."

 

"Kandırma kendini, anne-" çocuk cümlesini tamamlayamadan yüzüne yediği yumrukla başı sağa savruldu. "Bu kadar sohbet yeter!" Bıçağın metal kısmı yeniden sahneye çıkmıştı. İstemsizce sokağa atladım ve tam durması için haykıracakken son anda koluma sarılan bir elin kuvvetiyle arkaya doğru çekildim. Sırtım duvarla buluşurken şaşkınlıkla ağzımı kapayan ellerin sahibine baktım.

 

"Sen ne yapıyorsun?" diye fısıldadı, gözlerinde alev alan bir ifadeyle. Ellerini çektiğinde, "Baba?" dedim, korkmuş sesimle.

 

Gözlerinden ateş fışkıracaktı sanki. Kendimi göz göre göre tehlikeye atmamı kabullenemeyen bir ifadeyle soludu. "Hemen eve gidiyorsun, hemen."

 

"Ama-"

 

Sözümü kestirip attı. "Ben icabına bakacağım, sen hemen gidiyorsun buradan. Hemen!"

 

Sessizce başımı sallayarak gerisin geri yürümeye başladım. Derin bir nefes alıp hızla önüme döndüğümde artık yürümüyor, adeta koşuyordum. Sokağı dönmeden önce omzumun üzerinden arkama kısa bir bakış attığımda babam silahını çıkarıp çoktan sokağa dalmıştı bile.

 

Loading...
0%