Yeni Üyelik
25.
Bölüm

24.İÇİNDEKİ CENNET

@dilanzclk

Zamanında yaşanılan iyi şeylere de duymaya hakkım vardı.

"Ada..." babam kanayan yarasını kaşımışım gibi bakıyordu. "Lütfen..." diye mırıldandım. "Buradayız, kaçtığımız şehirde. Annemin mezarının olduğu yerde ama ben hala onu göremiyorum. Bu hakkı elimden alıyorsun. Bari güzel olan anılardan bahset bana. Onu ilk ne zaman gördüğünü, ne zaman sevdiğini anladığını..." Çünkü, aşkın ne olduğunu bilmediğim gibi, bunun nasıl anlaşıldığını da bilmiyordum. Bilmeye ihtiyacım vardı. Annemin bana anlatamadıklarını, dolaylı yoldan da olsa anlatmasına.

Başını yere eğerek derin bir nefes alıp verdiğinde "Annem olsaydı hemen anlatırdı." Diye fısıldadım. Anlatırdın değil mi annem?

"İlk kez güldüğünü gördüğümde anlamıştım." Kirpiklerimi kırpıştırarak babama baktığımda yerinden kalkmıştı gözlerini benden kaçırarak. Çünkü gözlerinin içi hemen yaşlanmıştı. Onu üzdüğümü anladığımda sertçe yutkunarak başımı yere eğdim. Babamın gideceğini sanmıştım ama o yanıma uzanıp beni kollarının arasına çekmişti. "Suratsızın tekiydi, serti. Güçlü görünmek için zaaflarını pek göstermezdi."

Annemin bir ailesinin olmadığını biliyordum. Şu zamana kadar akrabalarından kimseyle karşılaşmamıştım. Kimsesizdi. "O yüzden onu ilk kez güldüğünü gördüğümde, içindeki cenneti de gördüm." Dudaklarımda acı bir gülümseme yer edindi. O an biri bana kendini zorla olsa hatırlattığında içimdeki Ada başını iki yana sallayarak 'Sakın!' diye uyardı. İçimdeki seslerin hepsini anında susturarak babama dikkat kesildim. Onun gülüşünde bile cehennem saklıydı.

"Nasıl karşılaştınız ki?"

"Bir operasyon sırasında. Of ne gündü!" babamın gülümsediğini hissettim. Sadece anlatmıyor, yaşıyordu. "Benim tam fırlama olduğum zamanlar. Kafama estiği gibi davranıyordum. O yıl annemle babam kazada öldüğü için kimse bir şey diyemiyordu da. Herkes acıma veriyordu yaptıklarımı, belki de öyleydi. İçime sığmıyordu hiçbir şey. Durduğum yerde sanki volkan pişiyordu içimde. Her şeye koşuyordum, her operasyona katılıyordum. Nerede olay ben orada. İçten içe sanırım birinin beni öldürmesini diliyordum." Boğazıma takılan yumrukla ona daha sıkı sarıldım. O zamanlar yanına olamadığım için üzgündüm. "Her neyse, yine o gün benimle hiç ilgisi olmayan bir operasyonun haberi geldi. Tabi yerimde durmayıp olay yerine gittim. Her yer duman altı, basılan çete polisleri fark ettiği için herkes bir tarafa kaçışıyordu. İçlerinde sarı saçlı melek gibi bir kız, Rus mafyalarının ajanı gibiydi. Annenin o gün emniyetteki ilk iş günüymüş, tanımıyorum tabi. Çete üyesi sandım bende. O kadar güzeldi ki, yolda görsem cennetten düşmüş sanırım. Neyse herkes bir taraftayken bende gözüme yakalamak için ilk onu kestirdim." Dayanamayıp gülümsediğimde, babam sesli bir kahkaha atmıştı. "Tabi elimi uzatıp kolundan yakalamaya çalıştığım gibi yumruğunu suratıma yedim. Sivil olduğum için benim de polis olduğum belli değildi. Annemden sonra bir kadından yediğim ilk dayaktı. Baya baya birbirimize girişmeye başladık. O beni suçlu sanıyor, ben onu çete üyesi. Tabi en sonunda onu iki kolundan tutup yakalamayı başardığımda belindeki rozeti de sonunda görmüş oldum. Ah ah, o anki suratımı görmeliydin." Tahmin edebiliyordum. Gülümseyerek başımı babamın göğsünden kaldırıp gözlerinin içine hayranlıkla baktım. Neyse ki artık gülümsüyordu. Güzel hatıraların en kötü yanı yaşanması mümkün olup da yaşanamayan daha güzel anıların acısını da beraberinde getirmesiydi. Biz çok mutlu bir aile olabilirdik. Hayatın anneme borçlu olduğu ailesiydik biz. Bir kez daha alınmıştı ailesi elinden.

"Sonrası bayağı sıkıntılıydı. Birbirimizle anlaşmamız ister istemez zor oldu. Özellikle yüzümdeki yumruğun izi geçmedikçe daha da kuruluyordum. Aynı zamanda da sürekli etrafındaydım. Hem güzeldi, hem serti hem de emniyetin yarısına bin basardı işinde. İster istemez bütün erkeklerin gözü üzerinde oluyordu. Kimseye yüzde vermiyordu, konuşurken bile görmezdim. Neyse yavaş yavaş aynı görevlerde bulunmaya başladık. Daha doğrusu ben yine bütün görevlerine atlamaya başladım. İyi ikili olmaya başarmıştık, bir şekilde. Konuşmaya, anlaşmaya başladık yavaş yavaş. Sinirlendiğinde bağırıp çağırdığı tek kişi bile ben olmak istiyordum. Bir gün bir silahlı çatışmada ona nerdeyse bir kurşun değecekken önüne geçmiştim." Gözlerim şaşkınlıkla aralandığında babam burukça gülümsedi. "Kurşun kolumu sıyırdı. İyiydim ama sırf benimle ilgilensin diye bir hafta boyunca yataktan çıkmadım. Vicdan azabıyla sürekli bana yardım etmeye çalışıyordu. Sürekli ziyarete geliyordu. Bana can borcu olduğunu söyleyip dururdu."

Babama bak sen! "Ah, canım annem..." diyerek dudaklarımı büzdüm. Kim bilir nasıl vicdan azabı çekmişti kadıncağız? "Yavaş yavaş duvarlarını kaldırıyordu bana karşı. Bir gün sokakta yürüyorduk, geceye kalmıştık. İkimizde sessizdik. Başımı kaldırıp ona baktığımda beni gülümseyerek izlediğini gördüm. İlk defa öyle içten gülümsüyordu. Gözlerinde buz tutmuş bir deniz değil de sulanmamış bir çiçek tarlası olduğunu o an fark etmiştim."

Gözleri, gözlerimdi. Kim bilebilirdi ki onun kimsesiz bırakan gözlerinin benim gözlerim olacağını. Kim bilebilirdi ona yazılan kaderin kızına da yazılacağını. Titrek bir nefes doldurdum ciğerlerime. "İki sene sonra evlendik, bir yıl sonra da sen doğdun. Bir şeyler hep zor oldu ama mutluyduk."

Mutluyduk.

Biri babamdan cenneti alıp cehennemi ikimizin başına yıkmıştı.

Ağrıyan başıma parmaklarımı bastırıp başımı yeniden babamın göğsüne bıraktım ve kulağımı kalbinin üzerine doğru kaydım. Kalbinin sesi benim güvenli duvarlarımdı. Gözlerim yorgunlukla ağırlaşırken babam anlatmayı bırakmıştı. Babam ona yazılan mutsuz sonu kabul etmemişti hiçbir zaman. Onun için bundan sonrası yoktu, anlatmayacaktı. O geceyi, bu kez annemin onun önüne atlayışını, can borcunu nasıl ödediğini, başımıza yıkılan hayatımızı dile getirmeyecekti.

Dakikalar sonra fısıltısını duydum. "Keşke ben ölseydim." Keşke bunu duymamış olsaydım. Gözlerimden dökülen yaşla beraber göz kapaklarımı sımsıkı yumdum. Kollarımla gövdesini sıkıca kavrarken göz yaşım gömleğine düştü.

Uyuduğumu, gecenin diğer yarısında kulağıma gelen eski bir melodinin sesiyle uyandığımda anladım. Karanlık, göz kapaklarımı araladığımda da aynıydı. Odamın içi göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı. Hemen yanımda uykuya yenik düşen babamın bedeni vardı. Ellerini başının altına yerleştirmiş, yüzü bana dönük bir şekilde uyuya kalmıştı.

Yavaşça yerimden doğrulup üzerime örtüğü ince pikeyi onun üzerine bıraktım. Salondan varlığından habersiz olduğum ev telefonunun sesi yükseliyordu. Kim bu saatte arayabilirdi ki bizi? Ben bile bilmiyordum telefonun numarasını. Uyku sersemliğiyle yataktan çıkarak sarsak adımlarla odamın dışına yürüdüm. Büyük olasılıkla emniyetten arıyorlardı. Başka kim arardı ki zaten?

Odamın kapısını babam uyanmasın diye kapattım ve koridorun ışığını açtım. Telefon usanmadan çalmaya devam ediyordu. Gözüm ışığa alışmaya çalışırken merdivenin korkuluklarına tutunarak aşağı inmeyi başardım. Başımın ağrısı neyse ki geçmişti. İlaçlar iyi gelmiş olmalıydı. Salonunda ışıkları açarak duvar kenarında duran sehpanın üzerindeki eski ev telefonuna doğru yürüdüm. Hala çalmaya devam ediyordu, hattın diğer ucundaki her kimse bu saate aradığı için güzel bir küfrü hakkediyordu. Umarım önemli bir şey için arıyordur. Telefonu açmadan önce salondaki saati gözlerime gezdirdim. Dördü geçiyordu.

"Alo." Dedim telefonu açar açmaz, uykulu bir sesle.

Telefonun diğer ucunda hırıltıya benzeyen sesler geldi. "Adacık?" dedi, tanıdığım o ses. "Rüzgar!" uykum bir anda etrafa saçıldı, korkuyla karışık heyecanla "Sen misin?" diye sordum.

"Kimi bekliyordun." Onu olmadığı kesindi. "Seni değil." Diye mırıldadığımda bu kez bir şeylerin devrilme sesi gelmişti. "Neden aradın, ne istiyorsun yine?" Sesini duymak hiç iyi gelmemişti. "Dudaklarımı..." sesi kesildi ama tek sözüyle bile midemi ağzıma getirmeyi başarmıştı. Neden hala dinliyordum ki onu, neden suratına kapatmıyordum? İçimdeki Ada bana dalga geçiyormuşum gibi baktığında ona yüzümü döndüm. "Özlemişsindir." Sesi tuhaf geliyordu. Sarhoş gibiydi ama değil gibiydi de. Anlaması zordu.

"Sarhoş musun?" diye sordum, son söylediğini duymazdan gelerek. Çünkü vereceğim cevap nefretten ibaret olacaktı. Buda onu daha da sinirlendirecekti. "Sence?" dediğinde, gözlerimi devirdim. "Bu numarayı nasıl buldun?"

"Sence?" dedi bir kez daha, kaybolmuş gibiydi sesi. "Ne istiyorsun Rüzgar Karahanlı?"

"Bütün dünyayı yakıp yıkmayı istiyorum." Benim dünyamı yakıp yıkmaya başladığın gibi mi, Karahanlı? Demek istesem de sessiz kalmayı tercih ettim. "Benden ne kadar nefret ediyorsun, polisin kızı?" Hala sessizdim. Gözlerimi yere düşürüp derin bir nefes alıp verdim. Ona olan nefretimi hiçbir kelime dile getiremezdi. Onun yüzünden kimsenin yüzüne bakacak yüzüm kalmamıştı, kendime bile utanarak bakmak zorunda kalıyordum. "Kapatıyorum."

"Kapatma! Daha söyleyeceklerim bitmedi." Sarhoş olmasına rağmen sesi emrediciydi.

"Sarhoşsun ve artık saçmalaya başlıyorsun." Dedim keskin bir sesle. Boğazımda acı bir tat vardı. "Benden daha çok nefret edeceksin."

"Daha ne yapabilirsin ki?" diye sorduğumda, sessizliğe gömülen taraf o oldu bu kez. Nefes alışverişlerinin sesini duyuyordum sadece. Telefonu kapatmak için tam hareket etmiştim ki sesi beni durdurdu. "Yapacaklarımdan ben bile korkuyorum."

"Yapma o zaman." Diye fısıldadım kahrolan bir sesle. Yarın, bu konuşmamızı hatırlamayacaktı. Sarhoştu ve beni arıyordu. Neden beni arıyordu? Neden gecemi gündüzümü katletmek için elinden geleni yapıyordu? "Yapmak zorundayım."

"Değilsin." Diye reddettim onu. "Sen Rüzgar Karahanlı'sın. İstemediğin hiçbir şey yapmak zorunda değilsin." Gecenin ininden gelen bir sesle "Tamda bu yüzden yapacağım." Dedi, kısık bir sesle. Gözlerimi yerden ayırıp, başımı yukarı kaldırdım. Karanlığın beni de içine alıp gündüzle beraber yok etmesini diledim. "Rüzgar Karahanlı olduğum için."

......

 

Loading...
0%