@dilanzclk
|
BÖLÜM 4: NEFES Sandığım kadar değildi hiçbir şey, gördüğümün çok ötesindeydi inandıklarım. İnsanlar konuşmayı çok severdi ama doğruyu değil, yalanlarına kendilerini bile inandırmayı. Kalabalık müdürün konuşmasını tamamlamasıyla dağılırken zengin okulumun elit öğrencileri şimdiden bir hafta sonraki parti için tartışmaya başlamıştı. İlk saniyeden başımın etini yemeye başlayan Gamze de onların içindeydi. "Çok güzel olmalıyım." Zaten çok güzel bir kızdı, daha ne yapabilirdi ki? Ela gözlerini belerterek "Çok güzel olmalıyız." dedi bu sefer de. "Olmalıyız derken? Biz nereden çıktı?" "Bana sakın gelmiyorum deme." dedi, diğer ihtimali anında reddederken kendince. Tabii ki de gitmeyecektim. "Geleceğimi söylediğimi hatırlamıyorum." Bana alnımdan boynuzlarım çıkmış gibi baktığında omuzlarımı silktim. "Ne? Bana öyle bakma, kesinlikle gelmiyorum." "Sen gelmezsen ben de gitmem." "Olur." dedim hiç itiraz etme gereği duymadan. Bu zamana kadar benle yaşamıyordu, göbek bağı da bana bağlı değildi. Gidip gitmemek ona kalmıştı ama hiçbir güç beni o saçma partiye götüremezdi. "Sen ciddi misin?" dedi gücenmiş bir şekilde. Aynı kararlılıkla başımı salladıktan sonra okula girdim. Gamze inleyerek peşimden geldi. Merdivenlere yöneldiğimde adımlarını hızlandırarak önüme geçmişti. "Yoksa sen Rüzgar'dan korktuğun için mi gelmiyorsun?" "Yok artık." diyerek itiraz ettim. "O kim ki ondan korkacağım." İçimdeki Ada bana tek kaşını kaldırıp baktı tıpkı Gamze gibi. "Of, yok öyle bir şey.'' Omzuna çarparak önüme bariyer gibi koyduğu bedenini itekledim. "Ben değil, sen bile kendine inanmıyorsun. Ondan korktuğun için gelmiyorsun." Adımlarımı hızlandırıp Gamze'yi duymazlıktan gelerek kurtulmaya çalıştım ama asla pes etmek nedir bilmiyordu ki. "Rüzgar umurumda değil, gelip gelmeyeceğini bile bilmiyorken nasıl ondan korkup gelmeme kararı alabilirim? Saçma!" "O zaman kanıtla." Bir kez daha önüme fırladı. "Buna ihtiyacım yok!" O inatsa ben de inattım. "Keçi gibisin." diye isyan etti. "Ne olur gelsen, beni yalnız bırakmaya gönlün nasıl el veriyor?" "Daha tanışalı iki gün bile olmadı." göğsümü aldığım nefesle şişirip, pes etmesini bekledim. "Bunun bir önemi var mı ki?" Benim için vardı. İnsanlara çabucak güvenememem benim suçum değildi. Güvensizliği öğreten onlardı, inanmayı da mecburen öğrenmiştim. "Gamze, lütfen üsteleme. Hem ben öyle ortamlara ayak uyduramam. Rüzgar yüzünden değil, gelmek istemediğim için gelmeyeceğim." Omuzlarını düşürüp başını pes ederek salladı "Ama o güne kadar bir kez daha düşün. En azından benim için. Biliyorum tanışalı çok kısa bir süre oldu ama okul dışında Emir'in olduğu bir ortama ilk kez gireceğim. Yalnız kalırsam afallarım. Yanımda olup bana destek vermen benim için çok önemli. Ne olur hemen kestirip atma olur mu?" Dilimle dudaklarımı ıslatıp "Tamam, bir kez daha düşüneceğim." diye mırıldandım. Umutlandığını belli eden bakışlarıyla koluma girdi. Bir ona bir de koluma girmiş koluna bakarak kaşlarımı çattım. Normal iki arkadaşın yaptığını yapmıştı ama bu bile benim için bir ilkti. İstemsizce gülümseyip adımlarına eşlik ettim. Sınıfa girdiğimizde bir iki kişi başını kaldırdı fakat önlerindeki çözülmeyi bekleyen sorular çok daha önemli olduğu için bizimle fazla oyalanmadan önlerine geri dönmüşlerdi. Sınıf arkadaşlarımın çalışkanlığı beni hayrete düşürürken Gamze, okul ve Rüzgar Karahanlı yüzünden iki gündür kitap sayfası bile aralamadığımı fark ettim. Sessizce Gamze'yle birlikte sıramıza yerleştik. Bizden bir iki saniye sonra piercingli, yani Kağan sınıfa dalmış, sol tarafta kalan son sıraya yürümüştü. Gamze "Hiç ders çalışmayıp zeki olanlardan." diye açıkladı yine kaşlarım düz bir çizgi olunca. Birazdan Rüzgar da sınıfa giriş yaparsa şaşmazdım artık. Korkarak "Rüzgar burada değil, değil mi?" diye sordum. "Yok, aslında hepimizi geçecek zekaya sahip ama ne sınavlara giriyor ne de derslere." Hiç şaşırmadım. Kağan'ı takip eden bakışlarım Gamze'nin kolumu dürtmesiyle kapıya döndüğünde aklımdan geçenin gerçek olduğunu sandım ama neyse ki kapıda duran okul kaptanımızdı. Gamze "Geldi." diye fısıldadı nutku tutulmuş bir şekilde. Kapının eşiğinde duran Emir, sınıfın içinde gezdirdiği siyah gözlerini bizim üzerimizde durdurduğunda Gamze'nin kolumu koparacağını sandım. "O da mı bu sınıfta?" diye sordum cevabını bile bile. "Evet." dedi bakışlarıyla Emir'i kıskancına alırken. "Nereden tanıyıp sevdim sanıyorsun?" Emir'in siyah gözleri, beni ilk defa gördüğü için kısılarak sorgulayıcı bir ifade giyinmişti. "O buraya mı bakıyor?" dedi Gamze telaşlanarak. "Aman Allah'ım sahiden buraya bakıyor, hatta buraya doğru geliyor." "Sakin ol." dedim ikimiz de Emir'e kilitlenirken. Sahiden bize doğru geliyordu. Uzun bacakları sayesinde çok kısa bir sürede sıramıza yaklaştığında ellerini siyah saçlarına daldırıp "Gamze." dedi ikimize birden gülümseyerek. Ses tonu bile yakışıklıydı çocuğun. Niye geldiğini bilmiyordum ama Gamze'nin heyecandan eli kolu kilitlenirken ben de istemsizce gerilmiştim. "Adımı biliyor." dedi Gamze, sesini sadece ben duymuştum ama yüzünde oluşan aptal gülümsemeyi kırk yıl geçse unutamazdım. "Adını biliyorum elbette, adını unutsam bile gülümsediğinde yanaklarında açılan çukurlardan hemen hatırlarım." Ah, Emir de duymuştu. Ben bile utancımdan kıpkırmızı kesilirken Gamze nefes almayı bıraktı ve o an hızla atmaya başlayan kalbinin sesini duymaya başladım. Sanırım Gamze miladını yaşıyordu. Emir, yeni arkadaşıma küçük çaplı bir kalp krizi yaşattığının farkında değilken gözlerini bana çevirdi. "Yenisin değil mi?" diye sordu. Başımı hafifçe sallarken "Evet." diye cevapladım onu. Gülümsemesi genişledi, elini uzatırken "Hoş geldin, Ben Emir." Demişti. Sağ elimi avuçlarının içine bırakıp sıktım. "Ada, hoş buldum" Gamze haklıydı, Emir Rüzgar'a hiç benzemiyordu. Ne görünüşleri ne de kişilikleri. İnanılmaz kibar biriydi, sıcakkanlıydı ve saygılıydı. Rüzgar uçurumun bir ucunda dururken, Emir'in o uçurumlarla alakası yoktu. Düz, aile sıcaklığı barındıran çocukları anımsatıyordu. Emir bir arka sıramıza yerleşirken Gamze yeni yeni kendine gelip kalbini tuttu. "Yokluğu ne kadar da soğuktu. Geldi ya içim ısındı." Ne güzel seviyordu, gamzelerini sıkma isteğiyle dolup taşarken içeri giren hocayla birlikte onu kendisiyle baş başa bıraktım. Gelen Fizik hocasıydı ve gelir gelmez yoklamayı almaya başlamıştı, geç kalanı hemen yok diye yazıyordu kadın ama zaten ders arasında bile dışarı çıkmayan inek arkadaşlarımın eksik olması imkansızdı. "Ada Demir?" ismimi duymamla başımı kaldırdım. Elimi burada olduğumu belirtmek için kaldırdığımda "Yeni kız sensin demek ki, kısaca tanıt kendini sonra derse geçelim tatlım." Benden önce sınıfın patavatsızı olduğunu düşündüğüm biri "Olay kız." deyince herkes gülmeye başladı. Başka biri ondan yüz bularak "Rüzgar olay yeri inceleme." diye devam ederken Fizik hocası "Kesin sesinizi." diyerek araya girdi. "Bu ne ciddiyetsizlik, ben arkadaşınıza mı söz verdim size mi?" Suspus kesilen sınıfın üzerinde nefretle gözlerimi gezdirdim. Kağan rahatsızlığımdan memnun bir şekilde arkasına yaslandı ve sırıttı. Hepsi Rüzgar'ın kuklasıydı, ne bekliyordum ki? "Bir daha istemiyorum böyle hadsizlikler, kızım sen de devam et. Neden buradasın?" Dilimle dudaklarımı ıslatıp söze başladım. "Babamın tayini Aydın'dan buraya çıktı. Aslında devlet okuluna gitmeyi bekliyordum ama babam buraya başvurmuş. Burslu olarak kabul edilince kendimi burada buldum." "Başarılı öğrencileri her zaman takdir eder ve elimden geldiğince de yardım ederim, tabii okuldaki tavırların da çok önemli. Umarım burası seni de bozmaz. Baban ne işle uğraşıyordu?" Kağan'dan bakışlarımı kaçırarak "Polis." diye mırıldandım. Aniden oturduğu yerde dikleşerek bana dikkat kesilmişti. Bunu elbet öğreneceklerdi ama şimdi öğrenmeleri hiç iyi olmamıştı, hemen gidip Rüzgar'a öteceğinden o kadar emindim ki. "Annen?" diye sordu bu sefer de kadın. "O bir işle uğraşıyor mu?" "Annem mi?" dilimin üzerine hiç sönmeyen bir kibrit konmuştu sanki. "O da polisti." derken yutkunmak zorunda kaldım. Biri kanatlarımı parçalayıp önüme atmıştı da bu yüzden uçamamış gibiydim. Gözlerim kendiliğinden dolduğunda kadın sormaya çekinerek "Şu an ne yapıyor?" dedi yine de merakına yenik düşerek. Yaşamıyor. İçimde çığlık atan tarafımı susturmaya çalışırken "Şehit oldu." dedim zar zor. Sesim derinlerden gelerek boğuklaştığında kadın sorduğu sorunun pişmanlığını yaşayarak "Çok üzgünüm, başın sağ olsun." dedi. Sıkışan kalbime bir yumruk atmak istedim. Benim aksime herkesin başı önüne düştü. Nefes alamayacağımı sandım ama gülümsemek için tüm yüz kaslarımı zorlamak zorunda kalsam da sesimin titremesini umursamadan güçlü bir ifadeyle konuşmaya çalıştım. "Vatan sağ olsun." Sözlerin bir hiç olduğu yakıcı bir anın üzerinde durdu yelkovan. Akrep eş zamanlı bir şekilde içimde sönmeyen tek ateşin üzerinde sekti. Zaman durdu, herkes sustu, dilimin ucundaki kibrit içime yuvarlanırken acı kan kusarak boğazımdan yukarı yükseldi. Zaman çözüldüğünde içinde kaybolduğum sadece zehirli geçmiş değildi. İstanbul sokaklarının arasında yolunu kaybeden ayaklarım benden izinsiz ilerlemeye devam ediyordu. Okuldan nasıl çıkmıştım, ne kadardır yürüyordum, bu kafayla daha ne kadar yürürdüm bilmiyorum. Kaybolursam belki acı da beni bulamaz sanmıştım ama anılar kafamdaydı, içimdeydi, gözlerimdeydi. Nereye gidersem gideyim benimleydi. Ben kaybolsam ruhumdaydı. Acının pençeleri hep ensemdeydi. O acı somutlaşarak elle tutulur bir hal aldığında bomboş sokağın içinde aniden durarak, boğazıma kadar yükselen hıçkırığı avuçlarımı dudaklarıma bastırarak durdurmaya çalıştım ama nafileydi. Tenime usul usul sokulan rüzgar saçlarımı savurarak yüzüme düşürdüğünde gözlerimden akan yaşı hızlıca silerek yutkundum. Nasıl bir yara geçen bunca zamana rağmen kapanmazdı? Hiç iyileşmeyecek diye o kadar çok korkuyordum ki. Anne yarasının can yarasından ne farkı vardı? Üstelik can yarası ya geçer ya da öldürürdü. "Allah'ım ne öldürüyor ne de yaşatıyor bu kaybın acısı." Fısıldıyordum ama içim bas bas bağırıyordu. "Yaşamak yerine, o acıyı yaşatıyorum. Büyütüyorum, kime olduğunu bile bilmediğim nefretin kiniyle boğuluyorum." Sessiz ve kimsesiz sokağın kaldırımlarına çökmek için sızlanıyordu dizlerim. "N'olur yardım et Allah'ım." Başımı sağa çevirip bulunduğum sokağın ucuna doğru baktım, nerede olduğumu bile bilmiyordum. Annem bu lanet şehrin hangi sokağında vurulmuştu, hangi kaldırıma çökmüştü babam gözyaşlarıyla? O katil hangi yoldan kaçıp izini kaybettirmişti? İçimdeki Ada, düşüncelerimden dolayı yorgun düşerek "Yeter!" diye bağırdı. "Yeter artık, Yapma bunu kendine!" Rüzgar yeniden saçlarıma dokundu. Derin bir nefes alıp sokağın çıkışına doğru adımlarımı yönlendirdim. Duman altı bir zihinle yollar da sisli bir hal almıştı gözümde ama sokak neyse ki bir caddeye çıkmıştı. Arabaların trafik nedeniyle karınca hızında ilerleyişinden destek alarak karşıya geçtim ve boş bir taksinin geçip beni babama götürmesini bekledim. Çıktığım sokağın güvensizliği karşıdan bakılınca daha net fark ediliyordu. Bunun gibi kaç tekinsiz sokaktan geçmiştim kim bilir? Tek omzuma astığım çantamın ucu koluma düşmek üzereyken parmaklarımla askısını yerine sabitleyip çıktığım sokağa ve o sokağın içinden çıkan Lamborghini Reventon adındaki muhteşem arabaya gözlerime kestirdim. Siyah şeritli camından içerisi görünmüyordu ama birçok insanın hayranlıkla baktığı araba boş bir taksi önümde duruncaya kadar harekete geçmedi. Eğilip kapıyı açtım, otururken çantamı kucağıma çektiğimde taksinin şoförü dikiz aynasın gözlerimin içine baktı. "Nereye kızım?" Hatırladığım kadarıyla yolu tarif ettiğimde adam başını sallayarak önüne döndü. Gaza yavaşça yüklendiğinde gözlerimi sokağa çevirdim ama araba orada değil, tam dibimizdeydi. Beni mi takip ediyordu, sokakların içinde dolanırken de peşimde olabilir miydi? Aramızdaki siyah cama diktim gözlerimi. Ben içinde kimin olduğunu göremesem de o beni gayet iyi görüyordu. Rüzgar olabilir miydi, bunu da yapar mıydı? Beni takip edecek kadar psikopatlaşmış olamazdı değil mi? Tedirgince dudaklarımı ısırdığımda, aniden motorunun sesi yükseldi ve tam dibimizde olan araba, trafiği birbirine katarak gözden kayboldu. Taksici sessiz sessiz söylenerek yola girdiğinde kendi içime gömüldüm. Her şeyi ona bağlamamam gerekirdi, öylesine biri olabilirdi. Eve geldiğimde babamın da yeni gelmiş olduğunu gördüm. Beni görür görmez "Telefonun neden kapalı kızım?" diye sorduğunda "Bozuldu yine." diye yalan söyledim. Neyse ki Rüzgar babamın aramalarına cevap verecek kadar delirmemişti. "Söylesene kızım bozulduğunu, yarın yeni bir tane bakalım tamir edilmez artık o külüstür." Ceketimle çantamı portmantoya asıp yanına oturdum. "Yeni bir hat da alır mısın baba?" Rüzgar'dan telefonumu alamayacağıma göre hattım da onda kalacaktı. "Olur, iyi olur hatta, şu eski okullarında sana asılıp telefonuna mesaj atan zibidilerden de kurtulmuş oluruz." "Sen onları nereden biliyorsun?" derken utandım. Gittiğim okullarda mutlaka iki üç kişinin mesaj tacizlerine maruz kalırdım ama o kadar da ciddiye alınacak şeyler değildi. Sosyal medya hesaplarım olmadığı için bana tek ulaşabildikleri yol numaramdı, nereden buluyorlardı hala anlamış değildim. Tıpkı o gün telefonum Rüzgar'dayken atılan mesaj gibi. "Sen uyurken zırt pırt gelen bildirimlerden kızım, nereden olacak. Kızımı uyurken azıcık seveyim diyorum, eşek sıpaları kızımı rahat bırakmıyor. Gerçi bir kaçını hallettim ama..." sinirlenerek nefes alıp verdi. "Neyse, boş ver." Ah babam! "Senin halletmene gerek yoktu, ben engelliyordum zaten onları." "Hangi birini engelleyeceksin. Hattı da değiştirelim, kökten halledelim bunu işte." Gözlerimi devirirken göğsüne sokuldum. "Yarın gelip alayım seni okuldan. Hem telefon bakarız hem de biraz baba kız günü yaparız, ne dersin?" dedi babacan bir sesle. Soru muydu bu? "Sorman bile hata Özgür Demir." Onunla geçirdiğim her saniyenin kıymeti çok büyüktü. O kadar az görüyordum ki onu, kaç gece onsuz uyumuştum, kaç gece tuttuğu nöbetleri onunla birlikte uykusuz geçirmiştim bilmiyordu. Çocukluğumun yarısı okulda diğer yarısı o gelene kadar bana bakan bakıcı ablarla geçmişti "O zaman anlaştık küçük hanım." "Anlaştık Özgür Demir." Bir saat sonra yemeğimizi yerken gelen telefon babamın ayaklanmasına neden olurken "Yine mi?" diye sızlandım. "Bu önemli Ada." derken hemen eşyalarını toparlamaya başladı. Cebine attığı cüzdandan sonra beline sıkıştırdığı silaha kırgın gözlerle baktım. O metal ağırlıktan nefret ediyordum. "Kapıları arkadan kilitle, beni de bekleme tamam mı? Güzelce uyu." Sonra da çıkıp gitti. Kapıları ardından kilitledim ama içim bu evin içinde değildi. Kapıyı kendi üzerime kapatmışım gibiydi. Masayı toparladım, yarım kalmış bilmem kaçıncı tabağı çöpe boşaltarak kirli bulaşıkları yıkadım. Tedbir amaçlı salonun ışığını açık bırakarak merdivenleri tırmanırken saçlarıma sardığım tokayı çıkarıp saçlarımı karıştırdım. Başım inanılmaz ağrıyordu. Kafamın içinde tepişen fillerin ayakları altında eziliyordu beynim. Uyku dört bir yanımı sarıp göz kapaklarıma hücum ederken odamın kapısını aralayıp ışığa uzandım. Havalansın diye açık bıraktığım penceremin önündeki perde rüzgardan dolayı savrulup bir uca toplanmıştı. İçerisi buz gibiydi. Sarsak adımlarla cama yürüyüp kolundan tutarak kapattım. Perdenin eteklerine uzanırken karanlık sokağa indi gözlerim. Karşı kaldırımda bir çınar ağacı vardı, onun altında da kapüşonlu biri duruyordu. Başı pencereye dönüktü ve karanlıkta kalan yüzü dimdik bana bakıyordu. Yutkunarak penceren uzaklaştım ama elim hala perdedeydi. Kısık bir nefes alıp cama bir adım attım ve aşağı baktım. Çınar ağacının altı boş, sokak da kimsesizdi. Tek bir kıpırtı yoktu. Yanlış mı görmüştüm? Başımı iki yana sallayıp perdeyi çektim. Sarsak adımlarla yatağıma yürürken içimdeki ses sokağa çıkıp, orada kimsenin olmadığından emin olmak istiyordu ama buna halim yoktu. Halsizce yorganın altına kıvrıldım. O kadar yorgundum ki, gözlerim anında kapanmıştı. Gözlerime inen karanlık perde, uykumda yeniden aralandı. Acı acı inleyen sessiz iç çekişmeler duyuyordum, düşüncelerim karanlıkta kalmıştı ama içine sıkıştığım oda bembeyazdı. Bir penceresi vardı odanın, tek çıkış orasıydı. O sırada biri durmadan camı yumrukluyordu. "Kim var orada?" diye bağırdığımda sesim yankılanarak duvarların arasında kalmıştı. Cama gitmek istedim, sıkıştığım yerden çıkmak istedim ama camdan görülen tek şey kendi yansımamdı. O kurtuluşu burada arıyordu ben ise dışarda. "Anne." diye fısıldadım ama gelmeyeceğini kabusumdaki ben bile biliyordum. "Baba." dedim bu kez. "Baba, yardım et." Cam yumruklanmaya devam etti. "İçindekini cehennem sanma." dedi bir ses. Çok uzaktan geliyormuş gibiydi. "Daha yanmadın, daha yanmadık." Buz kesmiş ellerimi kalbime bastırdım. "Burası cehennemimin içine sakladığım karanlık cennetim." Kalbimdeki yangının sıcaklığı ellerime bulaştığı an çığlık atarak ellerimi kulaklarıma bastırdım. "Sus." diye bağırdım, çünkü o sesin sahibini tanıyordum. "Sus, sus, sus!" "Burası benim, burası benim polisin kızı." "Çıkar beni." "Cennetin de cehennemin de benim." Bu kez, camı kırmaya çalışan kişinin ellerini gördüğümde oraya koştum, ellerin sahibinin babam olduğunu düşünerek camın karşısına geçtim ama sadece kendimi gördüm. Yansımamdaki dağılmış halim asla bana ait değildi. Gözlerim kan çanağı, tenim kireç gibiydi. "Baba kurtar beni." dedim, darmadağın saçlarımı avuçlarken. "Senin kurtuluşun benim içimdeki cehennem." dediğinde yine aynı ses hıçkırarak cama yapıştım. "Neden, neden Rüzgar Karahanlı?" "Kimse cehennemin içindeki karanlık cenneti bilmez, polisin kızı." Camı yumruklayan eller babama değil, ona aitti. Yeşil mavi gözlerini gördüm. Nefreti, acıyı, çaresizliği ve karanlığı gördüm. Cehennemin içine sakladığı sahte karanlık cenneti. Yansımam, bir silah sesinin hemen ardından cama saplanan kurşunla parçalanıp dağılırken içine devrildiğim cehennem, Rüzgar Karahanlı'nın karanlık gölgesinin altında kaldı. Hayır, camı yumruklayan babamdı. Rüzgar, babama engel olmaya çalışan taraftı. Silahı sıkan ikisi de değildi. Silahı sıkan adamın yüzü tamamen karanlıkta kalmıştı. "Rüzgar." Yerimden sıçrayarak gözlerimi araladığımda aniden gözlerime çarpan ışıkla sersemleyerek yutkundum. Bu da neydi şimdi? Ellerim titriyordu, birkaç kez gözlerimi kırpıştırıp ışığa alışmaya çalışırken başucumdaki bedeni gördüm. Babam, gözlerini bana dikmiş, varla yok arasındaki bir ifadeyle beni inceliyordu. "Baba?" dedim titreyen ellerimi önümde birleştirirken. "Kabus mu gördün?" diye sordu benim aksime sakince. Yeni gelmiş olmalıydı, üstünü değiştirmemişti. Bakışlarımı başka tarafa çevirerek başımı salladım sadece. "Anneni mi?" dediğinde, aniden gözlerimi cama çevirdim. Hala biri içimdeki buzdan camları yumruklamaya devam ediyordu. Rüzgar Karahanlı ne demek istemişti? Sessizliğim babamın derin derin nefes almasına sebep oldu. Annemi görmek beni mahvediyordu ama şimdi biri dokunsa oturup saatlerce ağlayacakmış gibi hissediyordum. "Sana ilaç olamıyorum değil mi?" Güneşin odamın zeminine düşen yansımaları karanlığı paramparça etmeye başladı. "Kendime de olamıyorum ki. Eğer istersen yeniden psikologdan yardım alabiliriz." dedi çaresiz bir sesle, eksik olan sadece ben değildim ki. Babam hem eksik hem paramparçaydı. Kalbini bir karış toprağın altına saklamış, ruhunu da yanına gömmüştü. "İstemiyorum." diye reddettim keskin bir sesle. "Ben iyiyim, kabustu sadece, psikolog da nereden çıktı?" "Uyurken kuş gibi titriyorsun Ada." dedi acılı bir sesle. "Sen gidince korktum." diye bahane uydurdum. "Tedirgin uyuduğum için uykumda da rahat edemedim." Bana inanmayan bir bakış attığında "Psikolog istemiyorum, yardım da istemiyorum. Sadece..." diye fısıldadım. "Sadece..." sesim titrediği için devam edemedim. Kabuslarım arttığında birkaç kez gittiğim yardım terapilerinin hiçbir işe yaramayacağını biliyordum. Üstelik bu sefer kabuslarımda anneme değil Rüzgar'a yenilmiştim. Bunun da ciddiye alınacak hiçbir tarafı yoktu. Rüzgar'ı o kadar çok aklıma takıyordum ki rüyalarıma girmesi kaçınılmazdı. "Beni bırakma olur mu baba, beni asla bırakma." Güvendiğim tek yer babamın göğsüydü, Rüzgar'ın cehennemine nasıl sığınırdım? O adam kimdi? Gözlerimi yumarak babamın göğsüne sığındığımda o camın bin bir parçaya bölünüşünün sesini yeniden duydum. Rüzgar beni nasıl bir fırtınanın kurbanı edecekti? ....
|
0% |