2. Bölüm

1.AYNI YER

Nur Şahin
dilhun

Düzenlemelrin ardından yeniden paylaşmaya başlıyorum. Okunma oranı hiç istediğim gibi değil ama yine de paylaşacağım. KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.

Gökyüzü gibidir çocukluk , hiçbir yere gitmiyor.

 

&Edip Cansever

Yıl 2008 Çocuk Acil önü

Bir mart sabahında çocuk acilin önü tıklım tıklım doluydu. Çocukların bağrış sesleri, molada birbiriyle sohbet eden hastane çalışanları ve hastane önünde balon satan yaşlı adamların işlerden yakınmaları... Ve en önemlisi her sabah hastanenin karşısında seyyar minibüsüyle ücretsiz çorba dağıtan Kudret Dayıydı. Herkes ona böyle hitap ederdi. Kızını yıllar önce bu hastanede kanserden kaybetmişti. Bir lokantası vardı , kızını kaybettiğinden beri her sabah burada onun hayrına çorba dağıtıyordu sonrasında dükkanını açıp rızkını kovalıyordu. Çünkü bilirdi içeride hastan varsa aç olsan bile bir yere gidip bir lokma yemeyi insanın canı istemezdi. Eli ayağı tutmazdı insanın. Yaşamak bile yük olurdu. Böyle zamanlarda bir bardak sıcak çorba ve derdini anlayan birinin olması iyi gelirdi insana.

Oturduğu yerden yolun karşısına park etmiş minibüsü izliyordu Alparslan. Dedesiyle amcasının konuşmasını dinlemekten sıkılmış kendine yeni bir uğraş arıyordu. Etrafı izlemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Zaten mutsuzdu bir de üstüne onu hiç bilmediği bir yere getirmişlerdi. Mutsuzdu çünkü annesi gitmişti , zaten bu yüzden onu Sivas'tan Ankara'ya dedesi ve amcası getirmişti. Gelmeyi hiç istememişti ama mecbur kalmıştı , ona fikrini soran olmamıştı , ya ben yokken annem ve Cihangir geri gelirse diye düşünmeden edemiyordu.

Bir an önce eve dönmeleri gerekiyordu. Dedesi ve amcası konuşmaya dalmışken ayrılsa yanlarından Sivas'ı bulabilir miydi acaba? Ama dedesi üzülürdü onu daha fazla üzemezdi. Şu hayatta üzülmesini istemediği tek kişi oydu.

Dedesi Musa son olaydan sonra daha da yaşlanmıştı sanki. Kır saçları artık bembeyazdı, yüzündeki çizgiler yaşadığı acıyı gömmek istercesine daha da derinleşmişti. İlk kalp krizini de haberi alınca geçirmişti. Evleri , ocakları dağılmıştı dik durmak kolay değildi. Bu vatana bir amca bir de evlat feda etmişti Musa. Süleyman’ı en büyük yürek yangınıydı artık.

Hastaneye gelmelerine ise Alparslan'ın üç aydır hiç konuşmaması sebep olmuştu. Kimse onun ne tek kelime konuştuğuna ne de ağladığına şahit olmuştu. Zaten konuşkan bir çocuk değilken annesinden sonra iyice içine kapanmıştı. Üç ay boyunca ruh gibiydi , yemek yemez ve uyumaz olmuştu. Yaşadıklarını atlatabilmiş miydi bunu henüz kimse bilmiyordu. Bu sessizliği yüzünden Sivas'ta da hastaneye götürmüşlerdi ama bir teşhis konulamayınca üniversite hastanesine gitmeleri söylenmişti. Görünürde hiçbir problem yoktu bu yüzden psikiyatriye yönlendirmişlerdi.

Musa da acısını yüreğine gömmüş, büyük oğlu İlyas'ı yanına alarak Ankara'nın yolunu tutmuştu. Hayat her şeye rağmen devam ediyordu. Oğlunun emanetine daha sıkı sarılmalıydı artık. Oğlundan sonra tutunabileceği tek dalıydı. Alparslan yaşamak için tek sebebiydi. Torun oğul balı derlerdi, Alparslan Musa için baldan daha öteydi.

On metre ötelerinde ise başka derdi olan bir aile vardı. Kızları doğuştan kalp hastasıydı ve yakında ikinci ameliyatını olacaktı. Doktorlar ameliyat başarılı geçse bile yaşama şansının düşük olduğunu söylemişti. Küçük kız için pek umut olduğu söylenemezdi. Ölüm acısını daha önce tadan anne ile baba şimdi de evlatlarıyla belki de onun acısıyla sınanacaktı. Evlat acısının tarifi olmaz derlerdi. Murat ve Aynur çiftinin üç çocukları olmuştu , ama Şüheda'ya daha düşkünlerdi onu daha farklı severlerdi ne var ki onun için yapacakları hiçbir şey yoktu Allah'a yalvarmak dışında. Sakınılan göze çöp batar derlerdi. Doğduğundan beri Şüheda'nın üstüne titremişti tüm aile çünkü yaşadıkları acıdan sonra gelen bir teselliydi. Kim bilebilirdi ki teselli diye bekledikleri Şüheda’nın içlerindeki en büyük yara olacağını.

Minik Şüheda sanki hissetmiş gibi eve gitmek ve kardeşlerini görmek için ağlayıp duruyordu. Belki de onları son kez görmek istiyordu. Ağlamaktan artık gözyaşları tükenen Aynur tüm gücünü toplayarak kızıyla bir kez daha konuşmayı deneyecekti. Allah'tan ümidini kesmiyordu ama dayanmak da çok zordu. Kızı günden güne gözlerinin önünde eriyordu. Vücudu açılan damar yollarından , yapılan iğnelerden dolayı delik deşik ve mosmordu. Onu böyle görmeye dayanamıyordu. Kızı ise yanan canına rağmen neşesini kaybetmiyor o tatlı diliyle herkesle konuşmak için can atıyordu. Çocukluğun verdiği o heyecanı kaybetmemeye ant içmişti adeta.

Şüheda ameliyat izini banyodayken görmüştü daha önce. Çığlık çığlığa yaygarayı koparmıştı ; bana ne oldu , ne yaptılar diye. Ameliyatı iyi geçip kurtulsa bile ileride onu daha zor günlerin bekleyeceği de bir gerçekti. Şüheda’nın ne ameliyat izleri ne de yaşadıklarının izleri silinecekti.

Bu da Aynur’u kahrediyordu.

Murat ise ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Aldıkları haber yetmezmiş gibi patronu da ikide birde arayıp duruyordu , işten çıkarmakla tehdit ediyordu. Evde bekleyen iki çocuğu daha vardı , ödeyemediği muayene ücretleri ve dahası. Elini yüzünü sıvazlayarak bir çıkar yol bulmaya çalışıyordu. Çaresizdi, ilahi kudrete boyun eğiyordu. Hastane bahçesinde elinde telefonla bir sağa bir sola dönüp duruyordu. Kayınpederinden de istemeye yüzü yoktu , aylardır evin market alışverişini o yapıyordu çocukların tüm masraflarıyla da ilgileniyordu. Karısının yüzüne bakmaya da cesaret edemez olmuştu artık. Otuzunu geçmişti ama yetimliğini iliklerine kadar hissediyordu.

Aynur kızının omuzlarına dökülen saçlarını sıvazladı. "Şühedam , test sonuçların çıksın doktor eve gönderecek zaten tamam mı? Şimdi poğaçanı ye , sabahtan beri hiçbir şey yemedin acıkmadın mı annem?" O sırada çam ağaçlarının dibinde dolaşan kediyi izlemekle meşguldü Şüheda. Çimenlerin arasındaki bembeyaz kediden gözlerini alamıyordu.

"Anne kedinin yanına gidebilir miyim? Söz poğaçamı yicem." Şüheda öyle tatlı söylemişti ki izin vermemek mümkün değildi. Annesi poğaçayı kediye vereceğini anlasa da bir şey demedi , en azından ağlamayacaktı , morali biraz olsun yerine gelecekti. Çantasından çıkarıp verdi kızının eline. "Ama çağırınca gel tamam mı?" Kafasını sallayıp kedinin yanına doğru ilerledi.

Dedesi ve amcasının konuşmasını artık dinlemek istemeyen Alparslan amcasının koluna dokundu eliyle kendini ve gideceği yeri işaret ederek izin istedi. Amcası tamam deyince onların yanından yavaşça uzaklaşarak ilerideki bir kızın yanına doğru ilerledi. Hemen normale dönmelerini hazmedemiyordu. Onun anne babası ve kardeşi kimsenin umurunda değildi. Oysa onların yürek yangını onunkine eş değerdi.

Kediyle konuşan kızın yanına geldiğinde onu uzun uzun süzdü.
Ağlamaktan gözleri kızarıp şişmişti. Keşke o da ağlayabilseydi. Ama onu avutacak kimsesi yoktu artık. Nazlanabileceği anne babası yoktu. Ağlasa kimse gözyaşlarını silmezdi. Sabahtan beri açtı , kahvaltı yapmamıştı. Annesi olsaydı aç mısın diye sürekli sorar bir şeyler yedirmeye çalışırdı. Ama artık Annesi yoktu , gitmişti , onu sevseydi gitmezdi ya da onu da götürürdü. Bunları düşünürken bile yumruklarını sıkmaya başlamıştı.

Yanına geldiğini fark eden kız ona doğru dönmüş "Sen kimsin? Seni de buraya zorla mı getirdiler? Senden de kan aldılar mı? Benim kolum çok acıdı seninki de acıdı mı?" diye merakla sorularını art arda sıralamaya başlamıştı. Burada kimseyle konuşamıyordu , gördüğü tüm çocuklar ağlıyordu. Arkadaş edinmeye çok hevesliydi. Tüm sorulara tek kelimeyle cevap verdi çocuk. "Evet." Aylar sonra söylediği ilk kelimeydi. Gömüldüğü sessizlikten onu kurtaran da bir çocuk olmuştu.

Evet konuşabiliyordu , sadece susmak istiyordu. Kendi dünyasına dalmak orada kalmak istiyordu. Bu onun acısını yaşayış şekliydi. Sessizliğe gömülürse her şey daha kolaylaşırdı. O içine içine ağlardı , dışarıya güçsüzlüğünü göstermezdi. Çünkü o artık kimsesizdi , çevren ne kadar geniş olursa olsun anne baban yoksa kimsen yoktur.

Eğer konuşursa herkes ona anne babasını soracaktı , büyükler nasihat verecekti , çoğu ona acıyarak bakacaktı. Belki konuşmazsa , söylemezse artık anne babasının olmadığını gerçek olmazdı. Hem konuşmadığından annesinin haberi olursa kardeşleriyle geri dönerdi. Annesi aslan oğlum diye severdi onu , kıyamazdı hiç ona. Öğrenirse suskunluğunu aslan oğluna geri dönerdi , bir daha bırakmazdı onu.

Kız yeni bir arkadaş bulmanın heyecanıyla yerinde duramıyordu , poğaçasını bölüp yarısını oğlana uzattı. "Anneme söz verdim yemem lazım ama hepsini yiyemem , yemezsem annem çok üzülüyor , ağlıyor. Bunu sen yer misin?" Gerçekten çok acıkmıştı , kızın uzattığı poğaçayı hemen aldı.

O an bütün yaşadıklarını unuttular ve sadece çocuk oldular. Sanki parkta oynarken karşılaşmış gibi oturdular. Hayatın onların omuzlarına yüklediği ağır yükü bir kenara bırakıp birkaç dakika çocuk oldular. Alparslan Şüheda ile konuştu, son üç ayda çocuk olmayı fazlasıyla özlemişti.

Şüheda ona sürekli bir şeyler soruyor , çoğuna cevap alamasa da bıkmadan sormaya devam ediyordu. Yine sorularını ardı ardına sıralarken Alparslan parmağıyla gökyüzünü işaret ederek onun susmasını sağladı. Şüheda gösterilen yere baktığında bir uçağın geçmekte olduğunu gördü. İkisi de uçağın içindekilerin onları gördüğüne inanarak el salladılar.

Bu anın bir fotoğraf karesine sığdırıldığını bilmeden...

Geçen ise bir yolcu uçağı değildi. Hakkari'ye askeri personel ve mühimmat taşıyan askeri bir uçaktı. Aralık ayında yapılan saldırının yaraları aylar geçmesine rağmen hala sarılamamıştı. Bölgede her geçen gün daha fazla şehit veriliyordu. Bunları bilmeden çocuk masumluğuyla uçak gözden kaybolana kadar ellerini indirmedi ikisi de.

Sonrasında Şüheda annesinin yanına geri döndü , böylelikle hemen eve gidebilirlerdi. Abisi ve kardeşiyle trencilik oynayabilirdi. Giderken arkasına dönüp baktı , oğlan dolu gözlerle ona bakıyordu. Biraz sonra ayların acısını gün yüzüne çıkarmanın ilk adımı olacak ilk gözyaşı süzüldü yanağından aşağıya.

Veda etmedi giderken çünkü o çocuğunda hastaneye tekrar geleceğinden emindi. Burada gördüğü çocukları hep tekrar görürdü.

İki çocukta kendi hayatlarına ve yaşayacakları daha kötü günlere geri dönmek üzere birbirlerinden ayrıldılar. Hayat onları tekrar bir araya getirecekti ama acının değirmeninde öğütülmüş iki kırık kalp olarak.

**************

2019 Temmuz

Hayat pamuk ipliğine bağlıdır derler. O ip her an kopabilir, her şey bir anda bitebilir ve artık bunun geri dönüşü olmaz. Kalp atmayı bırakır , sahnenin ışıkları söner ve perde kapanır. Şair'in de dediği gibi Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan... Dünya'nın tüm keşmekeşi, çirkinlikleri ve güzellikleri geride kalmıştır artık. Sesler kesilir ve ebediyetin derin , anlamlı boşluğunun hüküm devri başlar. Sonrası derin bilinmezlik çukuru...

Pamuk ipliğine bağlı hayatıma tutunma çabalarıydı benimki. Kalbim defalarca atmayı bırakmıştı ama ben yaşamayı bırakmamıştım. Pamuk ipliğine sıkı sıkıya tutunup bırakmamıştım ama artık hepsi anlamsızdı. Yaşama amacını bulamazsan rüzgarın önündeki yaprak misali savururdu hayat. Ben savruluyordum , kimdim ben ve ne yapmak istiyordum? Yapmak istediklerim gerçekten benim isteklerim miydi? Ben bilinmezlik denizinde pusulasız kalmış bir garip balıkçıydım. Hayat amacımı bulamamış rüzgara göre ilerliyordum. İlerlemek istiyor muydum onu da bilmiyorum.

Ben Şüheda , anne ve babamın kayıplarından sonra gelen teselli. Onlara teselliden çok yara olan Şüheda. Ailenin el üstünde tutulan , yaşaması için mücadele verilen çocuğu. Ömrü hastane köşelerinde geçen , yaşamayı rahat nefes almak bilen ama sadece nefes alan bir ölü. Tüm acısını gözyaşlarına sığdıran ve dik duruşundan ödün vermeyen... Hayatın soğuk yüzüyle anne karnında tanışan , doktorların defalarca öldü demesine rağmen yaşam treninin vagonuna tutunan.

Adımın anlamı Şehitler demekti. İnsanların ölü sanmasının aksine diri olan şehitler... Ölüme korkusuzca gülümseyerek gidenler...

Adım çağrılınca daldığım düşünceleri bir kenara bıraktım ve kalkıp içeri yöneldim. Nerede miydim? Yıllardır olduğum yerde. Hastanenin kardiyoloji polikliniğindeydim. İçeri gireceğim sırada alışkanlıkla dönüp ardıma baktım , babam hemen arkamda olurdu bir elinde benim çantam diğer elinde dosyalarla peşimden gelirdi hep ama şimdi yanımda değildi. Bunu ben istemiştim ama yine de can sıkısıydı. Yetişkin bölümüne ilk defa gelmiştim. Etraftaki yaşlı insanların bakışlarını umursamamaya çalışıyordum ama sanki bana yıllar sonraki halim gösteriliyor gibiydi. Hastaların ben hariç hepsi altmışlı yaşlarda desteksiz yürüyemeyen kişilerdi. Bakışlarındaki acıma ucu ateşli oklar gibi saplanıyordu. Bu bakışlar bir zamanlar acınan kızdan hayranlık duyulan kıza dönüşme isteğimi perçinliyordu.

Kapıyı tıklatıp girdiğimde iki doktor karşıladı beni. Burnuma keskin hastane kokusu gelmeye başlamıştı bile, nedensizce bu koku ağlama isteği uyandırıyordu bende. Yılların geçmeyen psikolojik yansımaları diye düşündüm.

"Şüheda Kuzgun değil mi? Buyurun lütfen." Bana gösterilen yere oturdum. Temmuz ayının ortalarındaydık ve hava aşırı bunaltıcıydı. Oda çok geniş sayılmazdı, bir masa ve sedye vardı sadece ayrıca tavandan da basıktı bu da insanı daraltıyordu. Gözlerim klima aradı, kapının sağ tarafında vardı ama çalışmıyordu. Şimdiden terlemeye başladığımı hissedebiliyordum. Daha yaşlı duran doktor öğrencisi ya da asistanı olan doktora dosyam hakkında bir şeyler sormaya başladı.

Hepsine içimden tek tek cevap verdim ,bu soruları kaç defa duyduğumu ben bile saymayı bırakmıştım artık. Soru cevap faslı bittikten sonra yaşlı doktor bana doğru dönüp ezberlediğim rutin soruları sıralamaya başladı. Sorulara bu sefer yanımda çantamı tutacak babam olmadan cevap verecektim genelde babam benden önce davranıp cevap verirdi daha doğrusu ben onun cevaplaması için beklerdim. Nisan ayında on sekiz yaşına girmiştim ve artık tek başıma olma kararı aldım çünkü ailem hayat boyu yanımda olamazdı. Tek başıma olmaktan her ne kadar tedirgin olsam da bunu yapmak zorundaydım bugün yapamazsam bir daha hiç yapamazdım. Bundan sonra da yapabileceğimden emin değildim. Tüm hastalar yaşlı iken ben onların arasında kendimi boğuluyormuş gibi hissediyordum.

"Sigara veya alkol kullanıyor musunuz?" Düz bir sesle sormuştu. Bu soruyu ilk kez duymuyordum ama on sekiz yaşından küçük bir çocuğa sorulması garibime gitmişti. Neden önceleri sorarlardı ki? Bağımlılık yaşı düştüğü için tabi ki. Şu an takılabileceğim en saçma detaya takılmıştım.

"Hayır kullanmıyorum, daha öncede kullanmadım." Hemen arkasından gelecek soruyu tahmin ederek ona da cevap vermiştim.

"Son hastaneye gelişinizden bu yana hiç çarpıntınız oldu mu , olduysa kaç saniye sürdü?"

"Olmadı."

"Herhangi bir şikayetiniz oldu mu peki?"

"Hayır."

Verdiğim kısa cevapları öğrencisi bilgisayara geçirirken beni efor odasına yönlendirdi. Muayene odasından geçişi olan ve dışarıdan ayrı bir kapısı olan bir odaydı efor odası. Muayene odasından daha küçüktü, bir sedye birkaç monitör ve küçük tekli bir dolaptan başka bir şey yoktu. Koyu bordo renkteki perdeler insanın ruhunu daralmak istercesine sıkı sıkıya kapatılmıştı.

Benim için en zor olan kısım şimdi başlıyordu. Kendimi iyi yönetmem ve heyecanımı kontrol altında tutmam lazımdı. Heyecanımı kontrol etmeyi yıllardır öğrenememiştim. Bakalım bu sefer neler olacaktı?

Öğrencisi olan doktor yanıma gelerek EKG elektrotlarını yapıştırdı vücuduma. Sarı, kırmızı, siyah ve yeşil. Gömleğimin ilk ve son iki düğmesini açmıştım. Yapıştırırken bayağı tereddütlüydü ve en sonunda yanlış yaptı. Yıllardır gide gele aklımda yer edinmişti. Hocası gelmeden doğru yerleri gösterdim zaten sözlüden düşük alacaktı bir de üstüne bu eklenmemeliydi. Son olarak kalp pilinin olduğu bölgenin üzerine pil ile etkileşimli cihazı yerleştirdi ,kaymaması için elimle sabit tutuyordum. Benim mahkumiyetimin sembolü olan seslerde çıkmaya başlamıştı , yavaştan da bir heyecan dalgası vücudumu etkisi altına almaya çalıştığına göre artık her şey tamamdı.

Kapı oturduğum sedyenin tam karşısındaydı ve bir anda açılan kapı odanın dışında bekleyen adamla göz göze gelmeme sebep oldu. Karşı duvara yaslanmış elinde tuttuğu hırkayla bana bakıyordu.

İnsanlar içeride hasta varken girmemeyi bir türlü öğrenememişti. İçeri dalan ve doktora bir şeyler soran bir hasta yakını yüzünden bu anlamsız bakışma birkaç dakika daha sürdü. Bakışlarımı ondan kaçırmadım , onun ise keskin bakışları saniyelik vücudumda gezindi. İlk başta çok anlam veremesem de sonra nerede ve ne vaziyette olduğumun farkına vardım.

Birkaç dakika süren bu olayla beynimde şimşekler çaktı. Beni bu halde görmüştü , her tarafımdan kablolar çıkarken görmüştü. Hiç kimseye görünmek istemediğim bir halde görmüştü. Buna alışmam gerekiyordu ama ben şu an ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Kapı kapanmıştı ama benim kapıyı açana sinirim hala bakiydi.

Yaşlı doktorun gelmesiyle bu olayı bir süre unutmaya karar verdim zira duygularımı kontrol altına almalıydım. Gözyaşlarımın akmasına engel olmak adına tavana diktim gözlerimi. Sakin ol Şüheda , sakin ol. Nefes al ve ver , nefes al ve ver. Şimdi yeri ve zamanı değil değerlerimin iyi çıkması çok daha önemli diye dikte ettim kendime. Hastane işinin daha da uzamasına tek başıma katlanabilecek kadar güçlü değildim ve ağlayarak babamı aramak istemiyordum.

Doktor dosyamı inceledikten sonra önündeki bilgisayara benzeyen cihazın ekranına bir şeyler yazdı ve cihazı çalıştırdı. Derin bir nefes aldım. "Kalp atışını ben hızlandırıyorum, endişe etme." Bunu pilin uyarıları algılayıp ritmi normale döndürme süresini ve şiddetini ölçmek için yapıyordu. Ver coşkuyu hocam ortalık şenlensin biraz. Söylemesiyle kalbim göğüs kafesimi kırıp yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Kabına sığmıyordu adeta. İşte tam bu an yaşama dört elle sarılmak istediğim andı, ölümle pençeleşiyormuş gibi hissediyordum. Kalbimin sesi düşüncelerimi gerçek anlamda bastırıyordu tek istediğim normale dönmekti.

Sol köprücük kemiğimin altında hissettiğim keskin sızıyla birlikte göğüs kafesimde hissettiğim çarpmalar kesiliverdi. Pil devreye girerek kalbin ritmini normale döndürmüştü, şimdi gergin bekleyişim başlayacaktı. Öğrencisine bazı değerler söylemeye başladı , yıllardır gelsem de bu karışık değerlerin ne olduğunu öğrenememiştim. Öğrenmeyi istememiştim bile.

"Değerler gayet normal , bir sıkıntı görünmüyor. 6 ay sonra tekrar kontrole gelirsin. Çıkarken sekreterlikten sonraki randevunu al." Doktorun söyledikleriyle içim rahatlamıştı artık daha fazla hastanede kalmak istemiyordum. "Tekrar geçmiş olsun." Yaşlı doktor diyerek odadan çıktı. Bu kez umutla konuşmuştu, değerlerimin normal seyretmesi bile benim için bir umuttu. Gülümsedim.

Üstümü başımı düzelttikten sonra kendimi hastane bahçesine zor attığımda artık sadece eve gidebilmeyi istiyordum. Bu kadar sıcak temmuz ayı için bile gerçekten fazlaydı. Dışarı çıkar çıkmaz terlemeye başlamıştım bir de yetmezmiş gibi elektrotların bıraktığı yapışkanlık felaket bir kaşıma isteği uyandırıyordu.

Umursamayarak yokuşu çıkmaya başladım. Allah’tan arabayla gelmiştim ,bu sıcakta otobüs hiç çekilmezdi tabi yakın bir yerde park yeri bulabilseydim daha iyi olabilirdi.

Yokuş çıkarken arayan annemle sabrım bir kez daha sınandı. Sonuçların nasıl çıktığını soracaktı her zamanki gibi. Ona söyleyebileceğim fazladan bir şey yoktu, her şey aynıydı , ne düzelme ne de daha çok bozulma vardı. Önceden telefonu babam açar konuşurdu bu kez bunu da ben yapmak zorundaydım. Ama ben bırak buna cevap vermeyi komple tüm olayı hastaneden çıkar çıkmaz unutmak istiyordum gel gör ki bu pek mümkün olmuyordu. Derin bir nefes vererek telefonu cevapladım. İzahat verdikten sonra ondan babamı arayıp onun söylemesini istedim , tekrar aynı şeyleri konuşmaktan pek hazzetmezdim.

Buharlaşmadan arabaya binip klimayı açtım hemen. Dikiz aynasından kendime bakarken kapının açıldığı o an zihnimde yeniden oynamaya başladı. O an dikkat etmemiştim ama onun da kahverengi gözlerinde bir hüzün vardı. Tıpkı bendeki gibi. Çocukluğu yarım kalanların acı çeken ruhunun yansımasıydı bu bakışlar. Büyüyemeyen çocuğun çırpınışlarını sadece gözler ele verirdi.

İnsanları yaralı görmekten vazgeç. Herkes senin gibi kötü bir çocukluk geçirmedi. Onlar senin aksine çok mutlu çocuklardı ve mutlu yetişkinler oldular. Başkalarının da acı çektiğini düşünüp kendini bununla teselli etmeyi bırak.

Sözler kulaklarımda çınlasa da aldırış etmedim. Emindim , gözler yalan söylemezdi. O da benim gibiydi. Yaralarımız aynı değildi belki ama hislerimiz aynıydı sanki. Neden bu kadar emin olduğumu bilmiyordum ama bakışların yüzlerce sayfalık yazılardan, yüzlerce kelamdan daha çok şey anlattığı ve hissettirdiği de bir gerçekti.

Yara izini görüp görmediğinden emin değildim. Yaralarımı kimseye göstermemeye gayret ederdim. Hafızamı tekrar yokladım. Hatırlamıyordum , o anın şokuyla hiç dikkat etmemiştim.

Önce etrafı kontrol ettim kimse var mı diye , yoktu. Öğle saati birazdan başlayacağı için otopark bomboştu. Gömleğimin ilk iki düğmesini tekrar açtım, hastanedeki gibi sağ elimi pilin olduğu bölgenin üzerinde tuttum tekrardan. Dikiz aynasından bakmaya çalıştım önce ama yukarıda durduğu için göremedim. Dikiz aynasını icat eden bu yaptığımı görse aynanın işlevini kafama vurarak öğretirdi. Normalde böyle bir insan değilim, mantıklı düşünüp kararlar verirdim de hastaneye gelince tüm ayarlarım bozuluveriyordu. Telefonumun ön kamerasını açıp baktım. Neyse ki kolum tam denk gelmişti de iz hiçbir şekilde görünmüyordu. Kalp pili yaklaşık on bir yıl önce takıldığı için izi olması gerekenden daha büyüktü. Yaklaşık kibrit kutusu büyüklüğünde yanık izine benzer bir izdi.

Bu yaptığım çok saçma gelebilirdi kulağa , zaten o adamı tekrar nerede görecektim ki? Ama benim için önemliydi , insanlara böyle görünmek bana çok acizce hissettiriyordu. Yaralarımı herkesten saklamak benim için en iyisiydi. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum açıkçası çok da sorgulamadım küçüklüğümden beri böyle yapardım.

Çalışan klimayla bir nebze rahatlayınca emniyet kemerimi takıp yola koyulmaya hazır hale geldiğim sırada telefonum çaldı. Bu sefer kime izahat verecektim acaba? Oflayarak çantamdan telefon ekranına baktığımda gördüğüm isimle derin bir nefes verdim. İşkence veren bir konuşma olmayacaktı neyse ki. Gülümsememi takınarak Ceyda'yı daha fazla bekletmeden açtım. Açmayınca, işi vardır ondan açmamıştır demek yerine ısrarla aramaya devam etmek gibi delilikleri vardı. Kendisi benim en iyi arkadaşımdı.

"Şühedam ne yapıyorsun?" Neşeli sesiyle hayat enerjisi veriyordu insana. Özellikle ruh halimin dibe vurduğu bugün buna çok ihtiyacım vardı.

"Abimin saçma sapan işleriyle uğraşıyorum. Sen ne yapıyorsun?" Yalan söylemek zorundaydım kendimce. Zira kendi özgür irademle , kimseye sağlığımla ilgili açıklama yapacak halim yoktu. Yaptığımın yanlış olduğunu bilerek devam ediyordum ve bu hiç hoşuma gitmiyordu.

Ceyda ile lisenin ilk yılından beri arkadaştık. Benim bu hastane süreçlerini az çok biliyordu ama benimle beraber yok saymayı tercih ediyordu. Her şeyimi en ince detayına kadar sorup öğrenen kız , ki bende söylemeye gayet hevesliydim , bu konuyla ilgili soru sormazdı. Aramızda süregelen bir anlaşma varmış gibi davranırdı. O bana ailesini anlatırdı ama ben ona kendimi açmayı bir türlü beceremezdim. Ona yalan söylerdim, bu kendimde değiştirmeyi istediğim özellikler sıralamasında başı çekerdi. Yalan iyi bir şey değildi zira alışkanlık yapabilecek kadar sinsi ve masum bir huydu.

"Kenan abi yine ne istedi senden?" Masumca ,yalanıma inanmıştı. Gerçi tam yalan sayılmazdı sonuç olarak buradan sonra abimin işleriyle uğraşacaktım.

"Arkadaşının kargosu bizim eve gelmiş, onu götüreceğim. Ay bi de tembihliyor sakın açma diye. Çok meraklıyım sanki." Arkadaşımın tek sorusuyla dert yanmaya başlamıştım bile.

"Bende serin parkın birinde tek başıma oturuyorum, size diye çıktım evden." Az önceki neşesi solmuştu.

Neler olduğunu anlamam uzun sürmedi. "Yine aynı konu mu diye sormuyorum. Keşke gelseydin bende yarım saate evdeyim zaten." Normalde takmazdı yani takmamayı öğrenmişti , mutsuz olduğuna göre büyük bir olay yaşanmıştır. Ne olduğunu sormadım , isterse anlatırdı.

"Yok ya sürekli sizin evdeyim zaten. Biraz yalnız kalayım." Hayat dolu kızı her seferinde bu hale getiriyorlardı ve ben onun yıkılışını izliyordum sadece. Beni hayat bu hale getirmişti onu ailem dediği insanlar.

"Ceyda her ne kadar verirsen ver, ben senin hep yanındayım biliyorsun." Verebileceğim tek tesellinin bu olması da ayrı can sıkıcıydı. Sorunlarımızı birbirimize tam olarak anlatmasak da hep destek oluyorduk.

"Biliyorum, neyse beni boş ver hep aynı terane. Senin sesin bir garip iyi olduğuna emin misin?"

‘Sence ben başkalarının acısından zevk mi alıyorum?’ Diyemedim ,dilini ısırıp söyleyeceklerimi yine yuttum. "İyiyim, sadece üniversiteye geçiyoruz ya onun stresi."

"Az kalsın neden aradığımı unutacaktım ya! Öğleden sonra sınıfça buluşacağız ,unutmadın değil mi? Kızılay'da her zamanki yerimizde tamam mı? Hocalarda gelecek hem. Kesin geliyorsun bu sefer bak bir daha ne zaman görüşürüz belli değil." Veda etme zamanı gelmişti demek. Son cümleyi söylerken sesi hüzne boğulmuştu. Acısıyla tatlısıyla dört yıl geçirmiştik şimdi de anılarımızı mazide bırakacağımız o zamana gelmiştik.

"Tamamdır, görüşürüz." Veda etmeyi düşünmeden sıradan bir buluşma olduğunu varsayarak cevap verip telefonu kapattım.

Üniversite sınav sonuçları bir hafta önce açıklanmıştı ben derece sayılabilecek bir puan almıştım ama ne yapacağımı bilmiyordum. Sınava girdiğim zamanki tek amacım yapabileceğimi kanıtlamaktı. Yaşadığım şeylere rağmen pes etmediğimi herkese gösterecektim, gösterdim de peki şimdi ne yapacaktım ya da yapmalıydım? Bir fikrim yoktu ,ailemde sen ne istersen o diyerek tüm kararı bana bırakmıştı. Sınav zamanı olmazı olduramayacağımı yüzüme vurduktan sonra bu şansı tanımışlardı bana. Sırtımdaki yük çok fazlaydı çaresizdim , insan yaptığı işle mutlu olmalıydı peki ben ne yaparsam mutlu olurdum? Hayata dair tek hayalim yaşamak olmuştu şimdi ise nasıl yaşayacağımı seçecektim. Bu seçimimle beraber önüme yeni yollar çıkacaktı ve hayatım ona göre şekillenecekti. Ben kararsızdım kendimi hiç bir mesleği yaparken hayal etmemiştim pilotluk dışında, o da bu şartlar altında mümkün değildi zaten. Bazen keşke şartlar başka olsaydı diye geçiriyorum içimden. Hayallerine kavuşmuş biri olmak nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyorum.

Paketi bırakıp eve doğru giderken hastanedeki olay tekrar aklıma geldi. Unutmalıydım bu rezaleti. Kapıyı açana hiç dikkat etmemiştim o anda ama onunla ciddi problemlerim vardı. Düşünmemek için radyoyu açıp sesini de yükselttim. Normalde araba kullanırken müzik dikkatimi dağıtırdı ama şu an düşüncelerim daha tehlikeliydi.

Kötü ruh halimden soğuk bir duş alıp arındıktan sonra buluşma için hazırlanmaya başladım. Dolabın kapağını açıp yeni aldığım ve kızlara göstereceğim gömleğimi aradım ama yerinde yoktu. Sinirle dudaklarımdan "Büşraaaa!!" kelimesi döküldü. Tabi o şimdi evde olmadığı için beni duymadı. Ben gelmeden sıvışmıştı anlaşılan. Yine benim kıyafetlerimi almıştı , bu kız gerçekten sabrımı sınıyordu. Üstüme başka bir şey giydim eve gelince görüşürdüm ben onunla nasıl olsa. Kendimi sakin olmaya telkin ederek hazırlanıp çıktım. Arkamdan annemin Dikkatli kullan arabayı diye öğütlerini yine duymazlıktan gelerek aşağı indim. Üstüme titremeleri hoşuma gidiyordu ama bazen sıkıcı olduğunu inkar edemem.

Apartmanın kapısını açınca yüzüme sıcak hava dalgası vurdu adeta , anlaşılan saat ilerlemesine rağmen hava sıcaklığından pek bir şey kaybetmemişti. Küresel ısınmaya ikna oldum da bu kadar ısınmasaydı ya!

Buluşacağımız kafeye gittiğimde en son gelenin ben olduğumu anladım , çok sevgili kardeşimin eşyalarımı alması ve trafik yüzündendi. Beni görünce hep bir ağızdan tezahürata başladılar , sınavda en iyi yapan ben olduğum için.

Ellerimle onlara durmalarını işaret ettim ama kimse takmadı. Kafede oturan diğer insanların bize doğru bakmasını bile umursamıyorlardı. "Abartmayın ya sanki Nobel ödülü aldım hem Ceyda da bana yakın bir puan aldı." Hocalarımın da olaya dahil olması ayrı şekilde şaşırtıcıydı. Sınava hazırlanırken yapamayacağıma emin gözüyle bakan bazı hocaların yüzlerini görmeyi hep hayal etmiştim ama onlar bu başarıdan kendilerine pay çıkaracak kadar ikiyüzlü olduklarını öğrenmiş oldum. Eğitimcilerin önce iyi insan olmayı başarması gerçekten şarttı.

Bugün ise onların böyle konuşmalarına kulak asmadan çalışmaya devam edip başarmanın vermiş olduğu keyifle doyasıya eğlenecektim. Zaten onlara kulak assaydım bu noktada olamazdım.

Üstümüzde ders çalışmam lazım stresi olmaksızın saatlerce konuştuk , güldük , eğlendik. Son kez saçmaladık. Lise bende hep özel bir yeri olacak güzel tecrübeler edindiğim , güzel arkadaşlıklar kurduğum bir dönem olarak kalacaktı. Sanırım bir süre daha devam etmesini isterdim.

Aslında sınav ve tercihler hakkında konuşmak için toplanmıştık ama onlar harici her şeyi konuşmuştuk neredeyse. Hocalar da bize ayak uydurdu , daha sonra birebir konuşuruz diyerek bu konuyu rafa kaldırdılar. Şikayetçi değildim çünkü bir daha ne zaman bir araya geleceğimiz belli değildi. Şehir dışı yazanlar olacaktı , hepimiz farklı bölümlerde yeni bir yola girecektik belki de arkadaşlığımız zamana yenik düşecekti. Güzel geçen birkaç saatin ardından ayrılık vakti geldi çattı. Vedalaştık ve ben bugün öğrendim ki vedaları hiç sevmiyormuşum , en iyisi sessiz sedasız ayrılmakmış. Arkadaşlarıma , hocalarıma ve liseye veda ettim. Zordu , o samimiyetten kopmak çok zordu. Hayatımın yeni evresine geçiş yapmak çok daha zordu.

Çalışma masama alnımı yaslamış düşünüyordum. Ne yapmalıydım? Bu sorunun cevabı bu kadar zor olmamalıydı. Bu şekilde olmuyordu , başımı kaldırıp telefondan tekrar meslek araştırması yapmaya karar verdim. Kendimi hiçbir kalıba sokamıyordum hiçbirine ait değilmişim gibi geliyordu. Sanki sadece hastaneye gidip gelmek için yaşıyordum. Karşıma ilk çıkan şey ise F16 pilotlarının gösterisiydi , tüm evren birleşmiş beni delirtmeye çalışıyordu. Hava Harp olmamıştı, puanım yeterli olsa da fiziki şartları sağlamıyordum. Olmayacağı baştan belliydi ,ailem anlamıştı ama ben kabullenmemekte ısrar etmiş ve bu süreçte fazlasıyla yıpranmıştım. Kendimce imkansızı oldurmaya çalışmıştım , tabi sonuç koskoca bir hüsrandı. Benim içimde hayal olarak kalacaktı sonsuza kadar. Pilot Teğmen Şüheda Kuzgun…

Bir habere denk geldim insan genleri ile ilgili bir çalışmadan bahsediyordu , ilgimi fazlasıyla çekmişti , bu haberle yetinmeyip konuyla ilgili başka haberlere de göz attım. Araştırmaları okudum. Esnemeye başladığımda saat çoktan gece yarısını geçmişti. Büşra'nın sızlanmalarını umursamadan araştırma yapmaya ve videolar izlemeye devam ettim. Belki hayallerim gerçekleşmedi ama bu alanda ilerleyerek hastalıklara çare arayabilirdim.

Gülümsedim , sanırım bulmuştum sırada hangi meslek grubunun bu alanda çalışabileceği hakkında daha detaylı bilgi edinmek vardı. Saatlerce internetten bu konuyu araştırdım , üniversitelere baktım ve bir sonuca vardım. Bu gece rahat bir uyku uyuyabilecektim sonunda. O sırada sabah ezanı okunmaya başladı , tüm geceyi araştırmayla geçirmişim ama en azından artık ne yapacağımı biliyorum. Ezan okunmaya devam ederken balkona çıktım. Hafif esen rüzgarla ürpersem de durmadım. Gökyüzü doğmamış güneşe rağmen açıktı. Pembe ve mavi karışımı rengiyle büyüleyici bir manzara sunuyordu. Artık şarjı bitmek üzere olan telefonumu çıkarıp manzarayı çektim. Çizebilirdim belki , ne yapacağıma karar verdiğim günün anısına.

Balkonda duran sandalyelerden birine oturup gökyüzünü seyre daldım. Geçirdiğim üç büyük ameliyatta da kalbim defalarca durmasına rağmen ölmememin bir sebebi var diye düşünürdüm. Hayatta kalmamın bir sebebi olmalıydı. Bana bahşedilen ömrü boş geçirerek dünyadan silinip gitmemeliydim. Dünya’da bir izim olmalıydı. Dolan gözlerimi elimin tersiyle silip gökyüzüne doğru “Sen en doğru kararı verdin Şüheda!” diye mırıldandım. İçinde bulunduğum şartlar dahilinde en doğru kararı vermiştim.

************

2019 Eylül

Tercih sonuçları açıklanalı bir hafta olmuştu ama ben mutlu değildim. Kendi isteğimle seçmiştim ama bir haftadır içimi kaplayan bir kasvet vardı. Sanki üniversiteyi kazanınca bileklerime görünmez kelepçeler geçirilmişti. Bir haftadır debeleniyordum ama kurtulamıyordum.

Gerçek şuydu ki ben her ne kadar hayallerimden vazgeçmiş gibi görünsem de vazgeçememiştim. Şimdi de vazgeçemediğim hayallerimin yasını tutuyordum. Son ameliyatımdan bu yana uzattığım saçlarımın üstünde görünmez bir kara şal vardı ve ben etrafa gülücükler saçarken yas tutuyordum. Neden böyle olduğunu ya da bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilemez bir haldeydim. Boğuluyordum, kendi isteklerimi gerçekleştirememek boğuyordu beni.

“Sen bu hayatta neyi istedin de yapabildin Şüheda?” Diye soruyordum kendi kendime. Cevabı sorudan daha çok canımı yakıyordu. Ben hep zorunda olduğum şeyleri yaşamıştım. Bu hayatta bir fikrim, bir kararım, bir seçimim ve seçimimden doğan sonuçlara katlandığım bir an yoktu. Bir tiyatro sahnesine hapsedilmiştim ve bana yazılan senaryoyu oynuyordum. İçimi soğutamıyordum çünkü suçlayabileceğim kimse yoktu. Bu hikayenin günah keçisi kimdi? Yıllardır hastane köşelerinde sürünen ben mi yoksa benimle birlikte hayatları tamamen değişen ama yine de beni mutlu etmek için çırpınıp duran ailem mi?

Bu durgunluğumu babam ve annem de fark etmişti. Mutlu olmadığımı görüyorlardı ama ellerinden gelen bir şey yoktu.

Salonda kanepeye yayılmış yatarken babamın salonun kapısının eşiğinde durduğunu fark ettim. Karşı kanepede yatan Büşra ile aynı anda toparlandık ve babama bakmaya başladık. Kızlarını şımartmaya başlayacak babanın bakışıydı gözlerindeki. Babam bizim meraklı bakışlarımızı keyifle izliyordu, bakışları ben ve Büşra arasında gidip geliyordu. Yere eğilip bir şeyler aldıktan sonra iki kolunu da aynı anda kaldırarak aldıklarını gösterdi. En sevdiğimiz tatlıcıdan en sevdiğimiz tatlıları almıştı. Büşra ile aynı anda ayağa kalktık. Birbirimizden huy ve fiziksel özellik bakımından çok farklıydık sadece babasının prensesi olma konusunda aynı tepkileri veriyorduk. Hızlı adımlarla babama doğru koşup elindeki tatlı paketine ulaşmaya çalıştım ama babam annemi taklit ederek yemekten sonra yiyeceğimizi söyledi. Gerisin geri içeriye döndüm. Her seferinde bunu yapıyordu ve bizde her seferinde heyecanla ayaklanıyorduk.

En sevdiğim tatlı olan damla sakızlı muhallebiyi gidip benim almam ve babamın alması arasında dağlar kadar fark vardı. Önemli olan bana tatlı alması değil benim sevdiğim şeyleri bilip beni düşünerek bana tatlı almasıydı. Bunun tadını hiçbir damla sakızı veremezdi. Babam da bunu biliyordu ve her moralim bozulduğunda bu yola başvuruyordu.

Yemekten sonra salonda tatlımı yerken izleniyormuş hissiyle etrafıma baktım. Babam kolunu koltuğa yaslayıp elini yüzüne koymuş bana gururla bakıyordu. Sözlere dökülmese de gözleri her şeyi anlatıyordu. İnsanları bakışlarından tanıyabiliyordum. Kaşığı ağzıma götürdükten sonra ona gülümsedim.

Kim derdi ki eskiden ölüm haberini aldığı kızı yaşayacak ve en iyi üniversitelerden birini kazanacak. Gözünün önünde günden güne eriyen kızının artık başarılarına şahit olacaktı. Gözlerinin içi gülüyordu şimdi. Bana hep daha faklı bakardı , hastanedeyken gözlerinde acıma görürdüm, çektiğim acıyı onun gözlerinden bile hissederdim. Bugün gördüğüm gururu hiçbir şeye değişmem. Benim yasım babamın gözlerinde gördüğüm gurur ile son buldu.

Bende ona bakıp gülümsedim. Ve bu görüntüyü hafızama kazıdım. Odama geçtiğimde çekmeceden çizim malzemelerini çıkardım. Duygularımı kağıda nakşetmeden uyuyamazdım.

Picasso'nun çok sevdiğim bir sözü vardı. Derki "Resim yapmak, görme özürlü insanın uzmanlığıdır. O, gördüklerini değil; hissettiklerini ve yaşadıklarını resmeder." Hissederek çizerdim resimlerimi ve hepsi bir yaşanmışlık barındırırdı. Resme bakınca o zaman yaşadıklarım canlanırdı zihnimde.

Resmin ana hatlarını tamamlayınca sırtımın ağrıdığını hissettim, ağrı artmadan oturduğum sandalyeden kalktım, boyamayı sonraki günlere bıraksam iyi olacaktı. Yaptığım resimlerini biriktirdiğim çantamı çıkardım, diğerlerinin yanına koyarken gözüme yaptığım başka bir resim çarptı. Kapının karşında duran adam... Ne zaman yaptığımı bile hatırlamıyordum.

Hayır , kendimi kandırıyorum şu an. O gün buluşmadan döndükten sonra saatlerce bunu yapmak için uğraşmıştım. Büşra'nın şikayetlerine kulak asmadan bitirene kadar masanın başından kalkmadan tamamlamıştım. Hiçbir detayı atlamadan sanki bir fotoğrafmış gibi çizmiştim. Dimdik durmuş , sağ elinde tuttuğu hırkayı sıkıca kavramış tam karşıya yani bana bakan bir adam. Yirmili yaşlarda olmalıydı , kısa saç ve ona uygun sivilcelerini daha da belirgin gösteren sinekkaydı tıraşı ve asker ya da polis olduğunu düşünmeme sebep olan ifadesiz bakışlarıyla çok gizemli görünüyordu. Üstündeki koyu yeşil tişört ve siyah pantolonu temmuz sıcağı için pek doğru bir tercih sayılmazdı. Resim fazla gerçekçi olmuştu, bakışlarını hissedebiliyordum. Sıradan koyu kahverengi gözleri vardı , sağ kaşının kenarında da aşağı doğru uzanan minik bir iz. Çok belli olmuyordu ama yine de çizmiştim. Yüzünün her bir hattını ezber etmek istercesine kapıda dökmüştüm.

Kağıdın sağ alt köşesine yazdığım tek bir cümle resim için yazılacak sayfalarca yazıya bedeldi.

Utanç yaptıklarından dolayı duyulur ,hayatın sana yaptıklarından değil...

O esnada içeri giren kardeşimle resmi nasıl saklayacağımı şaşırdım. "Aman bakmam merak etme sır gibi sakladığın resimlerine. Bi beni çizmedin gitti." O konuşurken çoktan kaldırmıştım. Yerini biliyordu resimlerin ama benim kıyafetlerimi almaya benzemezdi bu cesaret isterdi. Bu cesareti bulan olmamıştı daha.

Sandalyeyi çekip ona doğru döndüm. "Eskiden Türkler yeni doğan çocuklarına bir kahramanlık yapınca isim verirlermiş , sende resminin çizilmesi için kayda değer bir şey yapmalısın." Onu çoktan çizdiğimi henüz bilmiyordu tabi. Birkaç ay daha sabredebilirse anlamlı bir doğum günü hediyesi alacaktı. Gerçek anlamını hiçbir zaman bilemeyeceği bir hediye.

"Ne yapmamı bekliyorsun abla? Kurtla boğuşup yenmemi falan mı?" Haklı isyanı karşısında dayanamayıp güldüm.

"Belki bir gün Büşra ama kesinlikle bugün değil. Uykum geldi hadi yatalım, ışığı kapatma sırası sendeydi." Karanlıktan korkmuyorum diyemem sadece belli etmemeye çalışıyordum.

"Ay bir şeyi de unut abla!!!" O söylenirken ben çoktan yatağa yerleşip yorganı üstüme çekmiştim. Günümü onu düşünerek tamamlamayı bende tahmin etmiyordum ama zihnimde dolaşıp duran düşünceleri yok edemiyordum. Keşke benim hakkımdaki ilk izlenimlerini öğrenme şansım olsaydı. Bana acıyıp acımadığını bile çok merak ediyordum. Cevaplayamadığım çok fazla soru vardı ama en çok kafamı karıştıran iki soru vardı.

Birincisi onun benim hakkımdaki düşünceleriyle neden bu denli ilgilendiğim ikincisi ona karşı kapıldığım hissiyatın doğruluk payıydı. Bu soruların cevabını onunla yeniden karşılaştığımda alacaktım muhtemelen.

****************

2022 Ekim

Avucunun içinde sıktığı flash belleğin eline battığını dakikalar sonra ancak hissedebildi. Saatlerdir kanepe karşısında kapalı olan televizyona bakıyordu. Televizyon kapalıydı ama Alparslan’ın gözlerinin önünde haberler oynamaya devam ediyordu. Bu haberlerden hiçbiri sıra dışı değildi. Hepsi herkesin ömründe en azından bir kez kulağına çalınan haberlerdi. Herkesin saatler belki de dakikalar sonra unuttuğu ama kimilerinin zihnine kör bıçakla kazınan haberler…

Yumruk yaptığı elini gevşettiğinde avucunun içine geçen tırnaklarını gördü ama umursamadı. Flash belleği diğer eline aldıktan sonra oturduğu kanepeden kalktı. Televizyonun arkasındaki USB girişine tek seferde taktı. Kumandayı eline alıp oturduğu kanepeye geri döndü.

İzlediği ilk günden beri her saniyesini ezbere bildiği bir haber programını izleyecekti. Bu program yıllar öncesine aitti ve 2022 yılında bu programa ulaşabilmek artık imkansızdı. Tüm internet mecralarından silinmişti yıllar önce ama Alparslan ilk önce CD’ye kaydettiği görüntüleri çoktan flash belleğe aktarmıştı. Görüntü kalitesini bile yükseltmişti. O program kinini diri tutuyordu, pes etmesine izin verdirmiyordu.

“Kinini diri tut yiğidim, intikam günü çetin geçecek!”

Program gri kalem etek ve uzun bir ceket giyen sunucu kadının konuşmasıyla başladı. Alparslan televizyonun sesini yükseltti. Hala ilk günkü gibi pürdikkat izliyordu. Bu haberi tam tamına on yıl beş ay on altı gün önce okul çıkışı eve geldiğinde sevdiği çizgi filmi bulmak için kanallar arasında gezinirken görmüştü.

Zaman akmaya devam etti, programa konuk olan elli yaşlarındaki göbekli adamlar bıkmadan usanmadan konuşmaya devam etti. Ortada bir hata olduğunu kabul ediyorlardı ama en önemli detayı atlıyorlardı, dilleri o hatanın kime ait olduğunu söylemeye gelince lal oluyordu. Kumandaya basıp görüntüleri durdurdu. “Hava sahanda kendi uçakların uçmazsa önce askerlerin şehit olur sonra o uçaklar halkının üstüne bomba yağdırır.” Sinirle soludu. Zoruna gidiyordu, Türk bayrağının gölgesinin düştüğü bir karış toprağın bile yabancıların gözetiminde olmasına tahammülü yoktu.

Sinirliydi ama umutluydu da. O iliklerini titreten günden bu güne çok şey değişmişti. Ülkesi gelişiyordu, akşam haberlerinde kulaklarda yer edinen şehit haberleri hatırı sayılır derecede azalmaya başlamıştı. Ülke sınırlarının içindeki terörün kökü kazınmıştı hatta Türk ordusuna millet meclisinden sınır dışına tezkereler bile çıkmaya başlamıştı ama yetmezdi. Bu vatan için kanı dökülen her bir vatan evladının intikamı alınmadan kimsenin içi soğumazdı. En başta da Alparslan’ın.

Televizyonu kapatıp ayağa kalktı. Salondan odasına doğru ilerlerken dudaklarında her zamanki mırıltısı vardı. “Sen onca imkansızlığa rağmen pes etmeyip terörün kara bağrına hançerini saplamaya devam ettiysen bana yapamıyorum demek yakışmaz babam.” Pes edemezdi, öyle bir lüksü yoktu hiçbir zaman da olmamıştı.

Odasına girince ilk işi komodinin çekmecesine sakladığı çerçeveli fotoğrafı çıkarıp çalışma masasının üstüne koymak oldu. Çalışmaya başladıktan bir süre sonra dayanamayarak çerçeveyi ters çevirdi. Bu fotoğrafa hala rahatça bakamıyordu, parçalanan ailesinin son mutlu anlarına bakmaya yüzü yoktu.

Elleriyle yüzünü sıvazladıktan sonra kalemini eline alıp çevirmeye başladı. Çok fena tıkanmıştı, sanki o ana kadar zehir gibi işleyen zekası birdenbire yok olmuştu, beyninde muntazam bir şekilde dönen çarklardan birinin dişlisi koptuğu için hepsi durmuştu. İşin içinden çıkamadığında ne işin savaştığını hatırlatıyordu kendine, bunu yaptığı için mazoşist gibi hissediyordu ama sert motivasyonlar ona her daim iyi geliyordu. Kim olduğunu, ne uğruna mücadele ettiğini , eğer bunu yapmazsa sonuçlarının neler olacağını hatırlatıyordu.

Tıkandığı nokta motor kısmıydı, motor karmaşık enerjiye sahip güç kaynağı demekti. Motor başlı başına bir kompleks yapıyken bir de onu tasarladığı uçağın içine yerleştirecek pozisyona getirmek kuyruğuna kabak bağlanmış fareyi sığamadığı delikten geçirmeye eşdeğerdi. Hayalet uçaklar diğer uçaklara nazaran ince olduğu için tüm parçaları ona göre dizayn etmesi gerekiyordu. Olmasını istediği tüm özellikleri maddeler halinde sıraladıktan sonra o sayfayı kapattı. Bakış açısını değiştirmesi için bu kısmı bir süre demlenmeye bırakacaktı.

Sıra sıra dizdiği cetvellerden birini aldı eline. Kabataslak çizimlerin farklı açılarını çizmekle uğraşmaya koyuldu, çalışmayı bırakacak değildi, edilmiş bir yemini ve tutulacak bir sözü vardı. Üniversiteye başladığından beri tasarlamaya çalıştığı uçakta artık son noktaya yaklaşmıştı. Motor kısmı hariç çoğu sistemini tamamlamıştı. Yapımı için gerekli tüm bilgileri derlemişti, en ince ayrıntısına kadar kalem kalem yazmıştı. Alışılmışın dışında bir uçak olacaktı, bugün bir uçak yarın bin uçak olacaktı. Türkiye’nin ilk insansız hayalet uçağı olacaktı, Dünyada hayalet uçağı olan ülke sayısı bir elin parmağını geçmezdi ve Türkiye de bu ülkeler arasında yerini alacaktı. Kalemi yeniden parmaklarının arasına alıp çevirmeye başladı, gözleri de kağıtlardaki çizimlerdeydi. İlk çizimleri özellikle dijital olarak çizmemişti, anı kalsın istiyordu. Derin bir iç çekti. Şimdi kağıt parçalarında çizimlerden ibaret olan uçağı vakti geldiğinde mavi göğü kapkara bir kuş misali tavaf edecekti.

“O gün geldiğinde bir ağacın gölgesine oturup keyifle seyredeceğim seni.” Dışarıdan bakınca masanın üstünde duran kağıtlarla konuşuyormuş gibi görünüyordu ama aslında henüz yapmadığı uçağınaydı bu sözler.

Bilmediği iki şey vardı, birincisi bir ağacın gölgesine oturup izleme isteğinin bilinçaltına çocukluktan işlenen ufak bir anı olduğu ikincisi ise uçağını izlerken yalnız olmayacağıydı. Bu yola yalnız çıkmıştı ama yalnız devam etmeyecekti. Bunu vakti gelene kadar ne kendisi ne de ortağı bilecekti.

İlk bölümü nasıl buldunuz bakalım?

Sonrasında neler olacak?

Alparslan ve Şüheda yeniden nasıl karşılaşacak sizce?

Bölüm : 14.12.2024 16:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Nur Şahin / GÖKYÜZÜYLE BULUŞMA 1.KİTAP / 1.AYNI YER
Nur Şahin
GÖKYÜZÜYLE BULUŞMA 1.KİTAP

72 Okunma

28 Oy

0 Takip
5
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...