İkinci bölümle karşınızdayım. Bakalım beğenecek misiniz? KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.
Son olarak başlama tarihlerini alayım. Sonrasında bölüme devam edebilirsiniz.
Ve seni, benim hayatıma
Uğratan kaderin de vardır bir bildiği…
&Özdemir Asaf
2023 Ocak
Başlangıçlar...
Sabah çalan alarmımla uyandım ama yerimden kalkmadan kapatıp uyumaya geri döndüm. Uykumu alamamıştım , biraz daha yatakta kalmaya ihtiyacım vardı. Tam tekrar dalacaktım ki telefonum tekrar çaldı ,bu kez çalan zil sesiydi. Zehir olmuştu uykum yine ,hayatta nefret ettiğim şeyler sıralamasında başı çekerdi uyandırılmak hem de uykum varken uyandırılmak. Sınav haftası beni hayattan soğuttuğu için enerjimi uyuyarak toplamaya çalışıyordum. Daha fazla beklemeden açtım yoksa susacağı yoktu.
"Şüheda geldin mi? Sınav başlayacak birazdan." Ne diyordu bu kız , ben nereye gidecekmişim? Birkaç saniye bunu sorguladıktan sonra fırlayarak yerimden kalktım. Bugün tatil öncesi son sınavımız vardı, hem de uygulamalıydı ve hocası kelimenin tam anlamıyla arızaydı , bırak sınavı derse geç kalmak bile sıkıntıydı ama benim uykum vardı. Saate baktığımda hala yetişecek zamanım olduğunu görünce rahatladım. Ben geç kalmayım diye uyarıcı bir etki yaratmak istemişti. Dün arayıp beni uyandır dediğim için bu yöntemi kullanmış olmalıydı.
"Görev tamamdır asker. Uyandım ve hemen şimdi hazırlanıp yola çıkıyorum." Sesim söylediğime zıt bir şekilde uykuluydu. Hemen banyoya gidip soğuk suyla yüzümü yıkamazsam geri uyurdum. Oturur pozisyona gelip birkaç dakikalık hayat sorgulaması yaptıktan sonra kalktım.
Yüzümü yıkayıp biraz ayıldıktan sonra seçim yapmam gerektiğine karar verdim. Ya özenle hazırlanıp evden çıkacaktım ya da annemin hazırladığı o mükellef kahvaltı sofrasına oturup okula eşofman takımıyla gidecektim. Midemden gelen sesler seçimimi yapmıştı ama eşofmanla da gidecek kadar kafayı yememiştim şükür ki. Kahvaltıdan sonra ayaklarım geri geri gitse de evden çıktım. Laboratuvarda deney yaparak sınav olmak okul hayatım boyunca başıma gelmiş en zor şeydi.
Araba biner binmez açtığım radyoda enerjik bir ses konuşmaya başladı. "Sevgili izleyiciler ve dinleyiciler vedik astroloji ve sideral zodyağa göre, 2023 Yılı Koç burçlarına neler getirecek? Bugün bunu konuşuyoruz. Evet sevgili koçlar ve yükseleni koçlar , 2023 iç dünyanıza dönme senesi sizin adınıza. Ayrıca korkularınızla yüzleşeceksiniz , endişe ettiğini ve geri plana attığınız duygularla yaşam sizi yüzleştirecek. Koç kadınları içinde ayrı bir önem arz ediyor bu yıl. Jüpiter retrosu sizden yana , 2023 yılının ilk çeyreğinde aşk veya para sizi bulacak. Yine şans etkileriniz de yılın ikinci yarısına geçmeden aktive olacak. Bu hayatınızda köklü değişikliklere yol açacak. Bildiğiniz gibi Jüpiter bolluk bere-" kanalı değiştirdim, bu kadar dinlemek yeterliydi. Ceyda bu saçmalıklara inanıyordu gerçekten. İşler iyi gitmeyince insan umudunu bunlara bağlıyordu. Mutluluğu ona gezegenlerin hareketlerinin getireceğine inanmak delirmenin ilk evresiydi bence.
"Hadi canım , her sene aynı şey. Koç burçlarının yüzü güler mi hiç?" Kanallarda bir süre gezindikten sonra istediğim şarkıyı buldum ve sesini yükselttim. Direksiyona ritim tutarak şarkı söylüyordum birazdan çok önemli bir sınavım yokmuş gibi. Müzik sesi stresimi kontrol etmeme yardımcı oluyordu. Bir zamanlar müzik sesi dikkatimi dağıtırken şimdi şarkısız yapamıyordum ,abim haklıydı sanırım babam Ankara trafiğine bir maganda kazandırmıştı. Ayrıca büyük bir hız tutkum vardı , zaten yüksek hızlara çıkabilen bir şey neden yavaş kullanılırdı ki? Ama okulun otoparkına girince radyoyu kapattım , bir sürü lüks araç vardı birine çarpsam masrafını kendi arabamı satarak anca öderdim. Dikkatli olmak zorundaydım.
İki saattir dolaşmama rağmen yer yoktu , sınav haftası olduğu için kalabalıktı ama bugün daha da kalabalık görünmüştü gözüme. Sevgili okulum yine ne konferansı veriyordu kim bilir. Sinirden deliye dönmek üzereydim. Otoparkta oyalanıp geç kalamazdım , artık yer bulamazsam arabayı ortada bırakacaktım , evet stres anında mükemmel kararlar alan biriyim. Çalan telefonuma cevap verip vermemekte tereddüt ettim bir süre ama ısrarla çalmaya devam edince mecburen açtım. Arayan Ceyda'ydı.
"Nerde kaldın kızım , bu sefer gerçekten başlayacak sınav. Hocaların hepsi geldi bile." Sesi fazlasıyla tedirgindi ve bu benim daha da paniklememe sebep oldu.
"Geldim de otoparktayım şimdi de yer bulamadım , dolaşıp duruyorum iki saattir." Bu okul beni sinir hastası da yapmıştı sonunda.
"Bugün yazılımla alakalı bir konferans mı ne varmış , ondan baya kalabalık okul. Ama sen ne yap et hemen gel. Dönem uzatamazsın."
Büyük bir of çekerek telefonu kapattım. Zaten sinir küpüne dönmüşüm bir de Ceyda stres yaptırıyordu. Köşeyi döndüğümde bir boşluk gördüm. Ama sıkıntılı bir yerdi , başka bir araç arkadan vurabilirdi ama şu an bunu düşünecek halde değildim. En kötü babam hallederdi.
Kapıları kilitledikten sonra saatime baktım tam on dakikam vardı , kampüs ile otopark arasındaki mesafeyi düşünecek olursak tabana kuvvet koşmam gerekiyordu. En azından spor ayakkabı giymiştim.
Nefes nefese bizim kızların yanına ulaşabildim. Bu okul beni bir maraton koşucusuna çevirmişti en sonunda. Özge elindeki suyu bana uzatırken konuştu. "Her seferinde kıl payı yetişiyorsun , valla sağlam bir duacın var gibi duruyor." Sadece kafa sallayıp onaylamakla yetindim , nefes nefese kalmışken başka şansım da yoktu zaten.
Stresli geçen saatler sonunda nihayet sınavdan kurtulmuştuk. Ama benim deniz gözlü Ceyda'm bütün neşesini sınavda bırakmıştı. Yalnız değildi tabi hepimiz mahvolmuştuk. Sınavdan mı çıkmıştık meydan muharebesinden mi belli değildi. Kendimi çok yorgun hissediyordum, hem bedenim hem de ruhum yorgundu.
"Tamam zor sorulur da bu kadar mı zor sorulur be. Ayrıca yani bu kadar detaya ne gerek var? Bize sordukları soruların cevabına makale yazılır be!" Sesi sitemkardı. Sınav sonrası sevgilisiyle buluşacaktı ama hiç keyfi kalmamıştı. Dudak büzerek verdiğim tuzlu çubuk krakeri yemeye devam etti. Ondan sonra herkese uzattım. Tuzlu kraker candı , hemencecik düşen tansiyonlarımızı düzeltecekti. Gerçi bizimkine kraker fayda etmezdi ama kendimizi kandırıyorduk.
"Hoca utanmasa bizden yeni bilimsel kuram isteyecek." Özge'nin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Garibimin uykusuzluktan gözaltları mosmordu. Sınavda yapamadığından çok sınav için uykusuz kalıp yapamamasına üzülüyordu.
"Okulu kazanınca sevinmiştik çok salakmışız." Yapmıştık bazı hatalar. Yerimde duramamıştım ama olmayan hayat enerjimi de elimden alacağını bilmeden. Bazen ödül sandıklarımız ceza olabiliyordu.
"Neyse bütünlemeye kalmazsak kaldı bir dönem. Sonrasında Bilkent’ten tahliye olacağız. Az daha sabır." Sınav haftası boyunca tek motivasyonumu onlarla da bir kez daha paylaştım. Üstümüzdeki ölü toprağını atmak isteyen Aylin önümüze geçip yüzü bize dönük yürümeye başladı. "Eeee ne zaman parti yapıyoruz?" Grubun hiç çalışmadım diyerek en yüksek notları alan kişisiydi kendileri. Mutlu olmasının sebebi de sınavının iyi geçmiş olmasıydı tabi bizim için aynı şey söylenemezdi.
"Ya bi dur , bi kendimize gelelim, Uyku delisi olduk iyice, baksana şu halimize sarhoş gibi etrafta dolaşıyoruz." Diğerleri de beni onayladılar. Yorucu geçen iki hafta sonrası gerçekten dinlenmeliydik. Günlerdir çok az uykuyla ayaktaydım ve en az birkaç gün uyumak istiyordum.
Sınav kötü geçse de bitmiş olmasının verdiği rahatlıkla ağlanacak halimize gülerek kampüs çıkışına yürüyorduk. Klasik finaller sonrası kutlamamızı yarın yapacaktık sonrasında Özge ailesinin yanına , İstanbul’a dönecekti. Bu kutlama fikri okulun ilk döneminde yeni kaynaşmaya başladığımız sıralarda Ceyda'dan çıkmıştı , o günden beridir de sınavlardan da sağ çıkmamız şerefine parti yapıyorduk. Partiden kastımız bol abur cubur ve bol film dizili bir sohbet gecesi yapmaktı. Bu sefer ağır yaralı çıkmıştık orası ayrı.
Kızlarla konuşurken kafamı kaldırıp baktığımda tam karşımda , futbol sahasının önünde duran onu gördüm. Uykusuzluktan hayal görüyordum sanırım , o olamazdı. Hem de yıllar sonra. Gözlerimi kırpıştırdım ama görüntü yok olmadı. Bedenimi saran aşağılık duygusuyla bakmaya devam ediyordum , o da bakışlarını üzerimden çekmiyordu. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum tek bildiğim onu gördükten sonra altı kere daha hastaneye gittiğimdi. Ve tuhaf bir şekilde gözüm onu aramıştı ama kampüste görmeyi hiç beklemiyordum. Gerçi tekrar karşılaşmamızı bile beklemiyordum artık ama o kanlı canlı ve keskin bakışlarıyla karşımdaydı. Bakışlarını
unutmamamın en temel nedeni ara sıra baktığım resmiydi. Onun resmini neden çizdiğimi ve neden sürekli baktığımı açıklayacak tek bir mantıklı cümlem yoktu, sadece içimdeki bu isteğe karşı koyamamıştım.
Resim yapmak benim için büyük bir tutkuydu. Eskiden kadınlar acılarını , kederlerini kilimlere dokurlarmış bende yaşadıklarımı kağıda kalemimle ince ince işlerdim. Başkası için sıradan bir resim benim için bambaşka anlamlara sahip olurdu. Anı defteri tutmak gibiydi. Benim için anlamı olan şeyleri , kişileri çizerdim. Sayfalarca yazıya sığmayacak duygular sığdırırdım içine. Sol alt köşeye resimle alakalı tek bir cümle yazarak resme atfettiğim anlamla son noktayı koyardım.
Küçüklüğümden beri hep bir şeyler karalamayı sevmişimdir. Hastanede zaman ancak böyle geçiyordu. Babamda bunu bildiği için beni her görmeye geldiğinde çeşit çeşit boyalar , defterler getirirdi. O zamanlardaki tek eğlencem resim çizmekti. Resme yeteneğim var mıydı bilmiyorum tek bildiğim çizdiğim resimlerin içine girip özgür olduğumdu. O zamanlar özgürlüğümdü şimdi ise tam anlamıyla sanat. Bu yüzden hep parklar , bahçeler çizerdim bazen de çok gitmek istediğim için okul. Sadece anlamlı şeyler çizmeye ortaokulda karar vermiştim sanırım. Benimle dalga geçen kızları cadı şeklinde çizip kendimce eğlenmiştim. Herkes bakınca saçma sapan ve birbirinden alakasız şeyler görmüştü. Resmin anlamını ve resimdekileri yalnızca ben biliyordum. Ondan sonrada devam ettirdim. Hem zevkliydi hem de kimsenin okuması gibi bir riski yoktu.
Peki onu neden çizmiştim? Bendeki anlamı neydi? Neden onun resmine sürekli bakıyordum? Aklımda bu sorular varken karşımda o vardı. Aradan geçen zamanda pek değişmemişti. İlk gördüğümde kısa olan saçları biraz uzamış ,çok belirgin olmasa da sakal bırakmıştı. Şakaklarından çenesine doğru uzanan sivilceleri ise azalmıştı, varla yok arasıydı. Siması ve bakışları ise aynıydı. Yıllar öncesinde olduğu gibi gözlerini hiç ayırmadan bakıyordu. Bu benim paniklememe sebep olsa da belli etmeden put gibi duruyordum. Asker olsaydı bakışları bile teröristleri öldürmeye yeterdi. Bu karşılaşmaya fazla tepki verdiğimin farkında olsam da kendime engel olamıyordum.
Bedenimi saran aşağılık duygusuyla boğuşmaya çalışırken bana öyle bakması işimi zorlaştırıyordu sadece. Herkesten sakladığım sırrım onun gözleri önüne serilmişti , bundan daha büyük bir utanç olamazdı. Bu duygudan kurtuluşum yoktu ; okuduğum kitaplar , terapiler , eğitimler , danışmanlıklar anlaşılan hepsi sadece üstünü örtmüştü ama o örtü şimdi kalkmıştı. Geçti sandığım duygular açılan barajdan akan hırçın sular gibi doldu yüreğime. Bir kez daha anlamış oldum ki geçmiş hiç geçmemişti.
"Şüheda ne oldu , daldın gittin?" Ceyda'nın seslenmesiyle düştüğüm girdaptan kurtulup bakışlarımı karşımda duran adamdan çektim. Derin bir nefes alıp kızlara doğru döndüm. Baktığım adamı görmemelerini umuyordum.
"Bir şey yok arabanın anahtarını nerde bıraktığımı düşünüyordum." Diğerleri de dönüp tuhaf bir şekilde bana baktı , ayakta uyuklamaya başlayan Özge bile. Ne demiş olabilirim ki şu an?
"Düşüneceğine çantanı mı arasan acaba canım? Etrafa bakarak bulamazsın yani sadece bir öneri." Özge'nin bütün nöronlarını sınavda bırakıp çıktığını düşünürken o beni şaşırtmıştı. En azından kime baktığımı görmemişlerdi. Bedenimi tamamen onlara çevirerek odaklarını tamamen bana kaydırdım.
"Sınav öyle bir çarptı ki , aklım yerinde değil." Neyse ki kurtarıcı bahanem vardı. Karşıya orada olmamasını umarak baktığımda hocalarımızdan biriyle konuşuyordu , hala oradaydı. Şu an gördüklerimin beni yanıltmasını çok isterdim çünkü konuştuğu kişi bölüm başkanı Tarık hocaydı. Sakin ol Şüheda ve Tarık hocaya görünmeden sıvışmaya bak. Aynen öyle yapacaktım. Bölüm başkanımız biraz değişikti, kelimenin tam anlamıyla değişik bir insandı. Bir günü diğerini tutmayan , tepki ve davranışları tutarsız biriydi. Onunla nasıl konuşacağını şaşırırdı insan. Bir gün yüzümüze gülerken diğer gün bize tiksinti dolu bir ifadeyle bakarak yanımızdan geçip gidiyordu.
Bakmayı bırakıp çantamın içinden anahtarımı aramaya başlayacaktım ki adımın seslenilmesiyle mecburen kafamı kaldırdım. Tarık hoca beni yanına çağırıyordu. Keşke yüzümüze bile bakmadığı günlerden birine denk gelseydim diye geçirdim içimden. Benden tiksinen o haline çok ihtiyacım vardı ama görünüşe göre bugün iyi günüydü. Kaçar yolumun olmadığını anlayınca kızlara dönüp bir umut kırıntısı bekledim. Ama Ceyda'nın "Sen hocayı bekletme , biz kendimiz gideriz." demesiyle son umudum da ellerimin arasından kayıp gitti. Hepsi kendi paçasını kurtarma derdindeydi. Arkadaşlarımın da satışına geldikten sonra kaçar yolumun olmadığını anladım. Gülümsememi takınarak yanlarına doğru ilerledim.
"Şüheda lab 8'in anahtarı sendeydi. Bu arkadaşımıza eşlik et , bozuk bilgisayarlara bakacak." Dedi nazik bir şekilde. Bugün ultra iyi günündeydi herhalde beni asistanı gibi kullanmaya devam ettiğine göre. Söylediklerini idrak ettiğimde iş işten geçmişti. Sınıf temsilcisi olmak zor işti. Temsilci olmak için elimi kaldırdığım güne de lanet ettim içimden.
Benim mezun olunca asistanlık yapacağımdan çok emin olmakla beraber kendi asistanı olmam için bu tarz işler veriyordu şimdiden. Benim hayallerim arasında asistanlık asla yoktu sadece şimdilik oyalanıyordum.
"Hocam servisten geleceklerdi ama." Söyledikten sonra dilimi ısırmam fayda etmedi. Hazır iyi gününe denk gelmişim dilimi neden tutamıyorum ki? Hem servisten gelip yapamamışlardı. Hoca da belli ki tekrar yazı işleriyle uğraşmak yerine konferanstan birine hallettirip kurtulmak istiyordu.
Gözlüğünü burnuna indirip alttan bir bakış atması geri adım atmam için yeterli oldu. "Siz ne diyorsanız o , ben eşlik ederim." Diyerek önceki söylediğimi telafi etmeye çalıştım. Üniversite dik başlı hallerimi eğmek için elinden geleni yapıyordu. Gayet de başarılıydı bu konuda.
Onun bakışlarını üstümde hissettim. Beni hatırlıyor olma ihtimali var mıydı? Hadi benim o halde gördü diye aklımda kalmıştı ama onun beni hatırlamak için bir nedeni yoktu. Zihnimde beliren yersiz düşünceleri uzaklaştırdım. Kısa bir bakış attım. Üstünde lacivert kazağı vardı. Kazağın içinden görünen gömleği ve kravatı ilk gördüğüm halinden daha ciddi duruyordu. Daha ne kadar ciddi olabilirse tabi.
Tarık hoca "Alparslan bilgisayarlar bizim için gerçekten önemli." Diyerek cevap beklemeden her zaman yanında olan kahverengi evrak çantasıyla sallanarak yanımızdan uzaklaştı. Şu adamın birilerine anında iş kitlemesine hayranım, büyük başarıydı gerçekten, ben yapamazdım.
Tarık hoca uzaklaştığında yeniden ona döndüm. Demek adı Alparslan'dı. Ona yakışan heybetini taşıyan bir isim vermişler diye düşündüm. Normalde isimlere çok değişik olmadığı sürece takılmayan biriydim ama Ceyda sağ olsun isimle karakter analizine falan kafayı taktığı için bende de birtakım etkileri olmuştu ister istemez. İnsanların isimlerinin karakterlerine etki ettiğine inananlardandı, sevgilisinin ismini bile oturup kalem kalem analiz etmişti.
Elimle gideceğimiz binayı gösterip ilerlemeye başladım. Benim gergin halimin aksime arkamdan sakin adımlarla geliyordu. Ortada panik yapacak bir şey yoktu ama yıllar önceki o an aklımdan çıkmıyordu. Birkaç dakikalık olay bugünümü mahvetmişti resmen. Bunları düşünmeyi bir kenara bıraktım çünkü şu an hiçbir faydası yoktu bana. Çoktan unutmuştur diye teselli ettim kendimi, onun için önemsiz bir an olmalıydı.
Binaya girdiğimizde direkt merdivenlere yöneldim. "Laboratuvarlar -2. katta." Gökyüzüne bakmayı seven bana yerin altındaki laboratuvarda saatler geçirmek işkence gibi geliyordu , sanırım laboratuvarda çalışmanın tek kötü yanı buydu. Bir gün olurda kendi laboratuvarımı kurarsam en üst katta olacağı kesindi.
Gideceğimiz yere yaklaştığımızda çantamı bu kez laboratuvarın anahtarı için karıştırmaya başladım. Bu iş bir an evvel bitmeliydi , bu şekilde onun yanında olmak rahatsız ediciydi. Yıllar önceki karşılaşmamızı hatırlayıp hatırlamadığı bile bilememek de rahatsız ediyordu. Hayatım boyunca belirsizliklerden nefret etmiş biri olarak kendimi sürekli bir belirsizliğin içinde buluyordum. Her şey net olmalıydı kafa karışıklığı ya da duygu belirsizliği baş düşmanlarımdı ama insanın nefret tohumları ayağının dibinde bitermiş , yakamı belirsizliklerden kurtaramamıştım bir türlü.
İçeriye girdiğimizde bizi karşılayan ağır kimyasal kokusuyla midem bulandı. Muhtemelen o da bundan rahatsızdı. Sanki deney yapmamışlar da ceset yok etmişler gibiydi. İnsan vücudunun tamamen hangi kimyasallarla yok olacağını biliyorduk ama kullanmak gibi bir düşüncem yoktu. Hemen burnumu kapatarak havalandırmayı ve dışarı görülmese de pencereleri açtım. "Bir süre dışarıda bekleyelim istersen." Ben sözümü bitirmeden burnunu tutarak koşar adım dışarı çıkmıştı bile. Alışkın değildi tabi. Hemen peşimden koşup yanına gittim. Koskoca adam olsa da bana zimmetli sayılırdı, zehirlenmesi hiç işime gelmezdi.
"İyi misin?" Soruma cevap verecek durumda görünmüyordu , çürük yumurta ve çöp kokusuna benzeyen karışımı ilk kez bu kadar yoğun hissetmiş olmalıydı. Çantamdan açık kraker paketini çıkarıp iki üç tane eline tutuşturdum. Şu an yapabileceğim en iyi müdahale buydu.
"İyiyim de içerisi neydi öyle." Şaşırmıştı, biz bunlarla tanışalı yıllar oluyor aslanım dememek için kendimi zor tuttum. Henüz o kadar samimi değildik, şahsen samimi olmaya niyetli de değildim. "Öğrencilerin ihmali yüzünden oluyor. Havalandırmayı açmadan gidiyorlar sonuç bu." Şu an nereye düştüm ben diye hayatı sorguladığına emindim, onunda en büyük hatası benim gibi Tarık hocaya yakalanmak olmuştu. Bir süre ceza alıp kapının önünde bekletilen öğrenciler gibi bekleyip içeri girdik. Bizi ortada üç tane uzun çalışma masası karşılıyordu. Masaların üstü boş dururdu , deney yaptıktan sonra mikroskopları , ölçüm cihazlarını ve deney tüplerini tozlanmamaları için dolaplara kaldırıyorduk. Arka tarafta malzemeleri koyduğumuz büyük dolaplar vardı dolapların bitişiğindeki küçük odada derin dondurucular ve buzluklar vardı bazı kimyasalları saklamak için. O odaya sadece hocalar üniversite kartlarını okutarak girebiliyorlardı. Pencerelerin olduğu köşede bilgisayarlar ve bazı dosyaların olduğu raflar vardı.
"Bilgisayarlar burada. Şifreleri sana söylemiştir hoca." Dedim. Bilgisayarları kullanmamız yasaktı zaten yeteri kadar bilgisayarda yoktu.
"İçlerinde ne var?" İlk bilgisayarı açmaya çalışırken sorduğu soruyla şaşırdım. Tuhaf tuhaf ona bakıp "Anlamadım?" dedim.
"Yani bilgisayarlarda hangi dosyaların yüklü olduğunu biliyor musun? Virüs bulaşmış olabilir." Ben ne ara anlama yetimi kaybetmiştim ya? Sınav çıkışlarında kafam allak bullak oluyordu, bir de üstüne yıllar öncesinin yarası olunca iyice dağılmıştım.
"Yeni makaleler yüklenmişti diye biliyorum."
Omzundaki çantasını masanın üstüne bırakıp fermuarını açtı ve tablete benzer bir cihaz çıkarttı, kablolarla bilgisayara bağlayıp bir şeyler yapmaya başladı. Ciddiyetle ekrana bakıyordu. Onu izlediğimin farkına vardım ve ilgilenecek başka şeyler bulma amacıyla etrafıma bakındım. Dolapların üstündeki dağınık dosyaları gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. Ondan biraz uzaktaki masaya dosyaları bırakıp düzenlemeye başladım.
Ara sıra ona kaçamak bakışlar atıyordum. Dünyayı kurtaracak çok önemli bir iş yapıyor gibi bir hali vardı. Ciddiyetine ciddiyet eklenmişti adeta. Ben oflayıp şikayet etmesini beklemiştim, sonuçta yapmak zorunda değildi ve muhtemelen Tarık hocanın ısrarıyla gelmişti. Ama o halinden memnun görünüyordu. Dayanamayarak konuştum. "Tarık hoca seni nasıl ikna etti?"
Bakışlarını uğraştığı bilgisayarlardan çekmeden cevap verdi. "Emrivaki yaptı desek daha doğru olur. Problem değil yapacak önemli bir işim yoktu." Konuşması bittiğinde ilk bilgisayarı halletmiş olacak ki sandalyesinden kalkıp diğerine geçti. Onun önemli bir işi olmayabilir ama benim uyumak gibi çok önemli bir işim vardı. Hızlıca halletmesini umarak dosyalara geri döndüm.
"Tüm bilgisayarların aynı anda bozulması çok garip." Kendi kendine mi konuşuyordu yoksa bana mı söylüyordu anlayamasam da cevap verme ihtiyacı hissettim.
"Makalelerle ilgili bir sıkıntı olabilir. Zaten biz kullanmıyoruz, asistanlar kullanıyor." Asistanların kullandığı bilgisayarların bozulmasından bizi sorumlu tuttuklarını hatırladım. Yaptıkları akıl karı bir iş değildi.
"Virüs bulaşmış düzeltmesi biraz zaman alacak gibi duruyor." Son söylediğiyle beni kalbimden vurdu. Eve gitmek için can atıyordum oysa. Yeni dönen başlayana kadar okulun yakınlarından bile geçmemeyi planlıyorken mükemmel bir son dakika golü yemiştim. Hocalarla fazla samimi olmanın sonu buydu.
Dosyaları bıraktım, zaten beni ilgilendirmezdi. Telefonumu çıkarttım, çekmese de oyun oynayabilirdim. Oyalanacak hiçbir şey yoktu. Bir süre sonra oyundan da sıkılıp telefonu bıraktım, o üçüncü bilgisayarla uğraşıyordu. Hala ciddiyetle çalışmaya devam ediyordu. Bu sefer konuşmayı başlatan o oldu. "Son sınıf mısın?"
"Evet, sonunda bitiyor." Hafifçe güldü. Asıl eğlence mezuniyetten sonra başlayacaktı. Yaz tatilim olmayacaktı en basitinden ama öğrencilik hayatım sona ereceği için ayrı mutluydum. "Sen mezun oldun diye düşünüyorum." Benden büyük durduğu için böyle bir tahmin yürütmüştüm.
"Mezun oldum da yazılım mühendisliğinden değil. THK üniversitesi uçak mühendisliğinden mezun oldum." Allah'ım olay neye döndü. Bizim manyak bölüm başkanımız konferansa geldi diye bilgisayarları yapması için tutup kolundan uçak mühendisini getirmiş. Bu adam beni her seferinde daha fazla şaşırtıyordu.
"Uçaklarda da artık yazılım kullanıldığı için anlıyorum bu işlerden." Soracağım soruyu tahmin edip cevap vermişti.
Üçüncü bilgisayarın başından kalkıp dördüncüsüne geçti. "Bu arada virüs DNA işlenmesiyle ilgili makaleden bulaşmış sen iletirsin." Asistanların ihmaliydi besbelli. Kabak bizim başımıza patlamasa iyiydi.
"Tarık hocaya numaranı verme gafletinde bulunmadın inşallah." Elini verse kolunu kurtaramazdı. Şimdiden uyarmak en iyisi gibi düşündüm. Ben temsilci olduğumdan mecburen numaram vardı.
"Yok, vermedim de neden öyle dedin anlamadım?" Yaptığı işi bırakıp nedenini sorgular biçimde bana baktı. Tarık hocayı gerçekten tanımıyordu ve tanımaması onun için daha hayırlıydı. "Bilgisayarlarda en ufak bir sıkıntı çıkarsa sürekli arayıp başını ağrıtırdı." Tarık hoca dengesiz olduğu kadar mükemmeliyetçi biriydi. Her şey muntazam olmalı ve çalışmalıydı.
"Ucuz yırtmışım desene. Neyse sen daha fazla sıkılmadan çıkalım , hallettim ben." Sıkıldığımı o kadar mı belli etmiştim? Hemen durumu toparlamaya çalıştım. "Sıkılmak değil de sınavdan çıktım fazlasıyla yorgunum ondan." Laboratuvarı kilitledim ve beraber dışarı çıktık. Üniversitede gördüklerimin aksine gayet düzgün ve nasıl konuşacağını bilen terbiyeli biriyle karşılaşmak hoşuma gitmişti. Son zamanlarda sık rastlanmıyordu böyle insanlara.
Muhtemelen arabasız gelmişti ve yollarımız burada ayrılacaktı. Bana döndüğünde durdum. "Hocan isimleri söyledi ama tam tanışamadık. Adım Alparslan." Uzattığı elini tutup "Şüheda , tanıştığıma memnun oldum." dedim. O çıkışa doğru yürürken ben otoparka ilerledim. Bir daha onu nerede göreceğimin bilinmezliği içinde evin yolunu tuttum.
*************
Elindeki bilmem kaçıncı gömleği ütüleyip askıya astıktan sonra derin bir of çekti. Oda ütünün buharından dolayı aşırı bunaltıcı bir hal almıştı. Nefes alamayacak boyuta gelmişti. Ama ona nefes aldırmayan sadece ütü buharı değildi. Keşke gitmeseydim o konferansa diye geçirdi içinden. Keşke o hoca ile hiç konuşmasaydım demek kalbini ferahlatmıyordu. Olan olmuştu. İçinde adını koyamadığı bir duygu belirmişti. Geçen tek şeyin zaman olduğunu hissettiren bir duyguydu.
O yaralıydı her ne kadar kabuk bağladı zannetse de o yaralar ilk günkü gibi tazeydi. O kız bu yaranın kabuğunun hiç oluşmadığını hatırlatmıştı. Kaçmak istediği geçmişe dönüp dolaşıp geri geleceğini bağırıyordu sanki. Acı vericiydi.
Yıllarca susmuş, hesap sormamış, ağlamamış, yok saymaya çalışmıştı ama bugün görüyordu ki yaptığı her şey boşunaydı. İnsanın kaçmak istediği şey hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği birinde karşısına yeniden dikiliveriyordu.
Alparslan kendini başarıya adamış ancak bu şekilde huzur bulmuştu. Hayatta tutunacağı kimse kalmayınca başarısına tutunmuştu. Ama şimdi sadece kendini avuttuğunu bir kez daha anlıyordu. Anlamadığı tek şey Şüheda'yı her gördüğünde yok saydığı geçmişin aklına neden geldiğiydi. Babasını kaybettiği zaman hissettiği kimsesizliği neden onu görünce yeniden canlanmıştı? Anlam veremiyordu bir türlü. Kimsesizliğin yanı sıra içinde yeşeren bir umutta vardı. Belli belirsiz ama içini kasıp kavuran minicik bir umut.
Şüheda’yı ilk kez sedyede oturmuş endişeli bir şekilde beklerken görmüştü, öyle zannediyordu. Vücudundan çıkan kablolara kısa bir an baktığında o utancı da görmüştü birkaç dakikalık bu an onu geçmişin en karanlık odalarına götürmeye yetmişti. Yaralıydılar, ikisi de çocukluklarında beri hiç iyileşmeyeceğini sandıkları yaralar almışlardı.
Üstünden yıllar geçtikten sonra Şüheda’yı yeniden görmek iyi gelmemişti. Şüheda’yı görmeyi hiç beklemiyordu, belli etmemeye çalışmıştı hatta ikisi de daha önce birbirlerini gördükleri gerçeğini yok saymışlardı. Adını koyamadığı bir yakınlık hissediyordu , sadece iki kez gördüğü yabancıya karşı. Babamın sene-i devriyesinden yeni döndüm bu yüzden böyle hissediyordum diye kendi teselli etmeye çalıştı ama böyle olmadığının pekala farkındaydı. Birkaç gün önce Sivas’tan gelmişti, duyguları hala doruklarlayken bir kez de Şüheda gerçeği ile sarsılmıştı.
Elindeki askıyı yatağın üzerine bıraktı, dik duran omuzları çöktü. Kabullenmek istemediği gerçek dört bir yanını sarmıştı. Başarsa bile iyi hissetmeyecekti, boğazında düğümlenip kalan hevesleri gerçekleşmeyecekti. İntikam arzusu dinmeyecekti ve en önemlisi artık kendini kandıracak hiçbir şeyi kalmayacaktı. Geçen zaman ilaç olmak yerine zehir olup yayılmıştı iliklerine kadar. Bu gerçeği kabullenmek zor geliyordu şimdi.
Düşüncelerinden sıyrılmak adına kafasını kaldırıp perdesi açık pencereden dışarıya baktı. Gökyüzüne. Babası bir keresinde ona eğer beni özlersen göğe bak ve saymaya başla, ben nerede olursam olayım sen bine kadar saymayı bitirmeden gelirim demişti. Saymayı bırakalı çok olmuştu. Alparslan yıllarca saymıştı, bıkmadan usanmadan sabahlara kadar saymıştı ama artık kabullenmişti. Babası gittiği görevde şehit olmuştu ve bu dünyada onu bir daha kanlı canlı görmesi mümkün değildi.
Güneşin batacağının habercisi olan kızıllık olağanca mükemmelliğiyle gözünün önündeydi. Yaşadıkları ev en üst kattaydı. Diğer binalardan daha yüksekte kaldığından uçsuz bucaksız gökyüzü daha çok görünüyordu. Bir süre izledikten sonra kuzenine seslendi. Yoksa düşüncelerinde boğulacaktı.
"Demir... Demir..." Karşıdan cevap gelmedi. "DEMİİİRRR!" Diye bağırdı en sonunda. Konferanstan geldiğinden beri içinde dizginleyemediği bir sinir peyda olmuştu.
Demir eliyle telefonun hoparlörünü kapatmış telaşlı bir şekilde odaya girdi. "Alparslan ne oluyor? Ya Ceyda’yla konuşuyorum iki dakika beklesen ölür müsün?" Karşısında Alparslan'ın dik bakışlarını görünce ‘Aşkım ben seni sonra ararım’ diyerek hemen kapattı telefonu.
"Yemeği hazırladın mı? Ütü bitti sayılır." Sesini daha da alçaltıp sordu bu kez. Siniri anında tepesine zıplayıp anında geçiyordu.
Demir telefonu elinden bırakmış asıdaki gömlekleri inceleme koyulmuştu. "Sağ ol kardeşim , eline sağlık. Yemeği dışarıdan söyledim gelir birazdan. Bak çift çizgi yapmadın di mi yarın çok önemli bir toplantım var." Birkaç saat önce ütüyü yapması için yalvarmamış gibi yaptığı işi denetlemeye kalkmıştı. İşte bu gerçekten Alparslan'ı zıvanadan çıkaracak bir hareketti. O yaptığı her işi mükemmel ve kusursuz yapardı. İçine işleyen mükemmeliyetçilik çoğu zaman ayak bapı oluyordu ama bu huyundan asla vazgeçmiyordu.
"LAN İT. Ben senin hizmetçin miyim? Yemekte hazırlamamışsın zaten." Sakin kalmaya çalıştıkça kuzeni onun sabrını sınıyordu.
"Dolap tam takır kardeşim. Dün konferanstan sonra alışveriş yap diye liste bile verdim yapmamışsın." Hesap soramıyordu çünkü. ona muhtaçtı , Alparslan çocukluğundan beri hep arkasını toplardı. Hem yeni aldığı dosyada ona ihtiyacı vardı.
"Unuttum. Sen hayırdır , bana hesap mı soruyorsun?" Geçmeye başlayan siniri yeniden alevlenmeye hazır bekliyordu.
Demir kısa bir süre onu süzdü. "Yok da senin birkaç gündür aklın yine bir karış havada. Gerçekten iyi misin? Hem ne bu hal tavır? Senin ağzına hiç yakışmıyor bilmiş ol." Bir sıkıntısı vardı , pek belli etmese de Demir anlardı. Yılları beraber geçmişti her anına tanıklık etmişti, her zaman yanında durarak ona destek olmuştu. Bugünkü siniri normal değildi. Bir şeyleri bastırmak için kullanıyordu. Başkaları anlamazdı ama Demir Alparslan’ın iç bunalımını gözünden anlardı.
"İyiyim." Sesi olduğundan kısık çıktı çünkü yalan söylüyordu. İyi değildi, neden iyi olmadığını da bilmiyordu. Verdiği kısa cevaptan sonra yatağın üstünden yeni bir buruşuk gömlek aldı ve ütülemeye başladı. Demir'e yakalanmış olması hiç iyi olmamıştı.
Aldığı cevap Demir’i hiç tatmin etmedi. Ütünün fişini prizden çekti ve pencerenin pervazına yaslanıp kollarını bağladı. "Dökül hadi. Burada konuşulan burada kalacak." Alparslan’ın derdini dinlemeden odadan çıkmayacaktı. Alparslan’ın sesi az öncekinden katbekat ciddiydi. "Yok bir şey." Gerçekten anlatacağı bir şey yoktu. Sadece içinde tuhaf bir his vardı. Kendisi bile o hissi anlamamışken nasıl anlatacaktı?
Demir ısrar etti. Kuzenini tanıyordu, bu halinin kesinlikle bir sebebi vardı. "Herkesi inandırırsın da ben senin ciğerini bilirim, var bir şey. Ağzını da bozduğuna göre ciddi bir konu."
Alparslan tek sırdaşına içini dökme isteğiyle doluydu ama bu Demir'in anlayabileceği türden bir şey değildi. Tıpkı yıllar önce onun ailesiz kaldığını anlamadığı gibi. Hep onun ailesi olduklarından bahsetmişti ama ailede anne ve baba olurdu onun yoktu. Hem bu duygular kolaylıkla diline dökülmüyordu.
"Hiç tanımadığın birini görünce geçmişten bir anıyı hatırladığın oldu mu hiç?" Söyledikten sonra iç çekerek dışarıyı izlemeye başladı. Bakışlarını olabildiğince Demir’den uzak tutmaya çalışıyordu. Demir’in vereceği akıla ilk kez bu denli ihtiyacı olduğunu hissediyordu ama duyacaklarından da korkuyordu.
Demir ise beklemediği soru karşısında afallamıştı, açıkçası Alparslan’ın hayatında biri olduğunu zannetmişti. “Daha spesifik ol. Bu biri kız mıydı erkek miydi mesela?” Diyerek şansını denedi.
“Orasını karıştırma ,sen soruma cevap ver yeter.”
Alparslan’ın dönen sandalyesine oturup kollarını birbirine bağladı. Mevzu beklediğinden daha derin görünüyordu, vereceği her cevap çok önemliydi. Demir Alparslan’ın odağını dağıtma yolunu seçti, onun çok düşünmesini gerçekten istemiyordu. “Ya geçen gün adliye çıkışı otoparkta bir adam gördüm , aynı bizim sümüklü Neco. Sima olarak benzemiyor ama sanki karşımda o var, üstünden kaç yıl geçmiş yine de hatırladım. Belki öyle bir şeydir.” Okulda sümüklü diye anılan Necdet denen çocuğa bunca yıl geçmesine rağmen hala kin güdüyordu. Demir kendisine ve Alparslan’a yapılanları kolay kolay unutmazdı. Konu Alparslan ise asla unutmazdı.
“Biz ortaokuldayken seni çöp kutusuna oturtan mı?” Hatırladığı komik anı ile sırıttı. Çocuk olmayı özlüyordu en çok da dokuz yaşını.
Bu detay Demir’in hiç hoşuna gitmemişti, o olaydan sonra tüm sınıf ona güldüğü için bir hafta okula gitmemişti, insanların ne düşündüğünü o zaman bile fazla önemseyen bir çocuktu. “Şimdi öyle söyleyince hiş hoş olmadı, ben annem olay çıkarma dediği için bir şey yapmadım yoksa haşatını çıkarırdım o sümüklünün.”
“Seninki travma bence.”
“Alparslan seninki de travma. Belki o adamı şehit cenazesinde gördün, başka açıklaması olamaz.” Alparslan yıllardır her şehit cenazesine gitmeye çalışıyordu. Farklı şehirde olsa bile gitmeyi ,son görevi yerine getirmeyi kendine borç biliyordu. Demir’in bilmediği şey ise Alparslan’ın gördüğü kişinin bir kadın olduğu ve aralarındaki ilişkinin yıllar öncesine dayandığıydı.
“Bilmiyorum ama kötü hissettirmedi. Sanki daha önce tanıyormuşum gibi bir his doğdu, beni o günlere götürüyor, sanki annem neyse…” Annesi onun kapanmayan yarasıydı.
Alparslan’ın durgunluğunu gören Demir olaya en saçma şekilde el attı. “Olur öyle ya! Çok büyütme bence.” Alparslan’ın bu olayı didikleyerek daha çok üzülmesine engel olmaya çabalıyordu ama artık büyümüşlerdi, Alparslan’ı eskisi gibi kanatlarının altına alıp herkesten sakınamıyordu.
“Sana dert yananda kabahat.” Yatağının üstüne bıraktığı gömleklerden ütülenmeyenleri aldı eline. Demir işe sürekli takım elbise ile gittiği için çok fazla gömleği vardı. Açık mavi olanı askıdan çıkarıp ütü masasına yerleştirdi. Fokurdayan ütüyü bir kez gömleğin üstünde gezdirdiğinde tüm kırışıklıklar yok olmuştu.
Alparslan gömleği askıya asana kadar hipnotize olmuş bir şekilde onu izleyen Demir bir anda kendini savunma ihtiyacı hissetmişti. “Kardeşim ben psikolog değilim ,kendi dertlerim var benim ya!” İnsan büyüyünce dertleri de büyüyordu.
Bu açıklama Alparslan’ı tatmin etmedi, daha fazlasını beklemişti. Kaçıncı olduğunu unuttuğu beyaz gömleği aynı titizlikle serdi ütü masasına. Mükemmelliyetçiliğini her alanda belli ediyordu. “Derdin tanışma yıl dönümünde ne hediye alacağın mı gerçekten? Senin derdini… anladın sen.” Dedi az önceki telefon konuşmasına ithafen.
“Senin sevgilin yok boş keseden sallıyorsun valla. Ha olmasını istersen Ceyda’nın arkadaşıyla görüştürürüz seni.” Ceyda ile bir süredir bu çöpçatanlık üstüne çalışıyorlardı ama henüz bir ilerleme kaydedememişlerdi.
“Yok kalsın.”
Demir haddini aşarak ısrarına devam etti. Asıl amacı Alparslan’ın kafasını dağıtmaktı ama biraz daha ileri giderse dağılan kendi kafası olacaktı. “Yengeme kızın fotoğraflarını atayım mı? Ya oğlum hemen hayır deme, ne güzel hep beraber takılırız.”
Alparslan derin bir nefes alarak kuzenine döndü. "DEMİR , BİZİM RİZE' DE BİR SÖZ VARDIR BİLİR MİSİN?" Dişlerini sıkarak konuşmaya başlamıştı ve bu birazdan sinirini ondan çıkaracağının habercisiydi. Bunu yapmak istemiyordu.
Demir Alparslan’ın sinirinden gram etkilenmeden alayla karşılık verdi. "Söyle kardeşim. Sizin oraların özlü insanları hangi özlü sözü söylemiş?" Alparslan'ın annesi Rizeliydi. Onda da bir Karadeniz damarı olduğu belliydi. Hatta Demir'e göre bu damar sinirlenince iki kaşının arasından alnına doğru uzanan damardı. O damar kalp atışına eş şekilde atıyordu.
"Ya yağlı yedun dilin gayayi ya da mermiden hızlı goşaysun." Demir anlık Alparslan'ın silahı olup olmadığı düşündü yoktu ama onu daha fazla sinirlendirmeye de hiç niyeti yoktu. Bu kadar eğlence yeterliydi.
"Mesaj alındı. Yemekler gelir birazdan ben bi bakıp geleyim." Ağzını fermuar gibi kapattı. Kaçarcasına odadan çıkarken Alparslan’ın fırlattığı terlik kapanan kapıya çarptı, son anda kurtulmuştu.
"Bak sakın bu saçmalıklarını senaryolaştırıp anneme anlatma , sakın." Demir'in arkasından tehdit edercesine seslendi. Annesinin öğrenmesi işleri daha da karıştırırdı. Şu an birde onunla uğraşamazdı. Tek derdim aşk olsa diye iç geçirdi.
Demir çıkınca yatağının kenarına çöktü. İçinde patlamaya hazır duran öfke yerini sessiz bir hüzne bıraktı tekrardan. Bir yolu olmalıydı , geçmişi unutmanın bir yolu olmalıydı. Onun yaşadığını yaşayan binlerce çocuk vardı ve sanki tek o yaşıyormuş gibi etkisinden yıllardır kurtulamaması çok saçmaydı. Bunu yaşayan herkes mi aynı durumdaydı? İçlerinde zamanın küllendirdiği ama sönmeyen bir ateş var mıydı onlarında?
Hala sevinçle eve koşup annesinin feryadıyla öylece kalakalan o çocuktu Alparslan. Hep o anda takılı kalmıştı. Yıllar geçmişti ama o hiç büyüyememişti. Belki verdiği sözü tutarsa bu işkenceden kurtulurdu. Hayır kurtulamayacaktı. O feryat hep kulaklarında çınlayacaktı , top oynayan çocukları görünce hep o an aklına gelecekti. Derin bir iç çekti.
Komodinin çekmecesinden çıkardığı fotoğrafa kısa bir bakış attı. Fotoğrafı çerçeveden çıkarıp arkasını çevirdiğinde ezbere bildiği o yazıyı bir kez daha gördü. Süleyman Şahin’in muntazam bir şekilde yazdığı eğik el yazısına baktı.
21 Aralık 2007
Sevgili oğlum Alparslan'a
VATAN; uğruna feda edilen canlar, yarlar, analar, babalardır. Benim kanımda vatan toprağını suladığında dik dur. Sana yüreği yanan anneni, her şeyden habersiz kardeşini, bir ömür sırtında kambur olacak babasızlığı ve içinde yeşertmeyi başardığım vatan sevdasını bırakıyorum. Şehadet şerbetini içmek nasip olursa eğer ailenin erkeği sensin ve onları bir arada tutmak senin görevin. Allah'a emanet ol aslan oğlum.
Fotoğrafın arkasına yazılmış bu yazıda onu ayrı kahrediyordu. Babası sanki şehit olacağını ve ailesinin dağılacağını hissetmişti de bunları yazmıştı. Süleyman Şahin şehit olmuş, ailesi de dağılmıştı. Bunun içinde kendini suçluyordu ama o zamanlar dokuz yaşında bir çocuktu ne yapabilirdi ki? Kimse onu dinlememişti , fikri sorulmamıştı , büyükler bildiğini okumuştu her zamanki gibi. Alparslan'ın çocukluğunu mahvettiklerinin farkında bile değillerdi. Zaten çocuklar iki güne unuturdu onlara göre.
Süleyman bayramın ikinci günü ailesini çarşıya götürdü. Bayram için bir haftalığına izne gelmişti. Alparslan üstünde bayramlıklarıyla babasının elinden tutmuş gerine gerine yürüyordu. Kendince mahalledeki çocuklara babasıyla nispet yapıyordu. Babasının diğer elinden de kardeşi Cihangir tutmuştu. Hava soğuktu ama ne Alparslan’ın ne de Cihangir’in umurundaydı. Babası sıcacık ve kocaman eliyle onu ısıtıyordu. Annesi Seher örgü yapan kadınların yanına uğrayıp gelecekti, o yüzden oğulları ve kocasının yanında değildi. Kocası için kalın bir kazak örmek istiyordu kaç zamandır, ördüğü kazağın kol kısımlarını nasıl birleştireceğini sorup gelecekti.
Girecekleri fotoğrafçı dükkanının önüne geldiklerinde Süleyman oğullarını bırakıp bu havada bile dükkanın önüne attıkları taburelerde oturan adamlarla sohbete başladı. Dostlarıyla adam akıllı iki kelam etmeyeli aylar olmuştu, özlemişti. Cihangir ile Alparslan da yoldan geçenleri seyrediyordu. İkisi de çok mutluydu çünkü iki aydır görmedikleri babaları izne gelmişti. İki ay çocukların dünyası için çok büyük bir zaman dilimiydi.
Yolda bir hafta önce yağan kardan kalan sulu çamurlar vardı. O sırada annesinin köşeyi dönüp onlara doğru geldiğini gördü Cihangir. Hemen babasının paçasına yapışıp annesinin geldiğini göstermeye çalıştı. Anne babasını yan yana görmek için kendini paralıyordu adeta. Alparslan'ın gözleri ise annesinin aldığı elma şekerlerindeydi. Çok severdi elma şekerini, satıcı her gün geçse her gün alıp yerdi. Annesi yanlarına gelince fotoğraf çekindikten sonra yiyin dediğinde ikisi de itirazsız kabul etti. Seher’in sözünden hiç çıkmazlardı, onu üzmemek için her dediğini yapıyorlardı. Alparslan annesi üzülmesin diye Cihangir’in tüm yaramazlıklarını sineye çekiyordu.
Hep beraber içeri geçtiler. Süleyman’ın üstünde yeni aldığı kahverengi ceketi ona uygun giydiği farklı tondaki kahverengi kumaş pantolonu ve karısının seçerek ona verdiği muntazam bağlanmış kravatı ile dimdik duruyordu. Seher’in ise üstünde açık mavi renkteki dizlerini kaplayan elbisesi vardı, elbise aldığı kilolardan dolayı çıktığını zannettiği göbeğini tam anlamıyla gizlemiyordu ama yine de giyinmişti. Dimdik duran kocasının yanında asaletle objektife bakıyordu. Karı kocanın hemen önünde duran iki taburede de Alparslan ve Cihangir oturuyordu. Alparslan’ın üstünde beyaz gömlek ve babasına özenerek aldırdığı siyah ceketi varken Cihangir bordo bir kazak giymişti. Hepsi fotoğraf makinesine bakıp içten bir şekilde gülümsediğinde Fotoğrafçı Naim Şahin ailesinin bir aradaki son halini ölümsüzleştirdi. Süleyman fotoğraftan dört tane çıkarttırdı. Herkese birer tane düşüyordu. Fotoğrafçıdan hep beraber çıktılar. Bu doyasıya gülüp eğlendikleri buruk geçmeyen son bayramlarıydı. Hiçbiri bilemedi. Bir ay bile geçmeden acı haberin ocaklarını söndüreceğini bilemediler.
O gün Cuma selası belki de Süleyman Şahin için okunmuştu.
Çekmeceyi açıp fotoğrafı aldığı yere koydu. Çekmecesinden çok fazla çıkarmıyordu, sır gibi saklıyordu mutlu günlerini. Sonrada hiç bir şey olmamış gibi odadan çıkıp Demir ile beraber yemek yedi. Acılarını bir çekmecenin içine sığdırmayı öğrenmişti, hayat bunu Alparslan’a öğretmişti. Acısını paylaştığında sevinecekler vardı. Askeri şehit eden teröristleri koruyan hatta savunanlar vardı bu ülkede. Toprağı sıksan şehit kanı çıkacak ülkede nasıl bu kadar kansız türemişti?
***************
2 hafta sonra
Esenboğa'da uçağın saatinin gelmesini bekliyorduk. Saat daha altı olmamıştı ve ben bir kez daha sabah uçuşlarından nefret ettiğim konusunda karar kıldım. İngiltere'deki bir bilim kongresine katılmaya hak kazanmıştım. Aralık ayında kızlarla beraber başvuru yaptığımız kongreye ben ve Aylin katılma hakkı kazanmıştık ama Aylin’in vizesinde bir sıkıntı çıktığı için tek başıma gidiyordum. Gelişen ve sürekli ilerleme kaydeden bir alanda çalışacaktım ve Dünyanın dört bir yanından gelen bilim insanlarının yaptıkları çalışmaları dinleme fırsatım her zaman olmayabilirdi. Bu kongre kendimi geliştirmek ve başvuracağım staj programına kabul edilmemde bana faydalı olacaktı. Hayallerimi gerçekleştirmek için bir dönüm noktası olacağını hissediyorum.
Tüm aile gelmişti benimle. İlk defa yurtdışına çıkmıyordum ama gideceğim zaman hepsi yolcu etmeye gelirdi. Annem hala ne işin var elin dış devletlerinde adlı konuşmasını yapmaya devam ediyordu. Elinden gelse her yere benimle gelecek , her şeyden beni koruyacaktı. Eğer babam olmasaydı annem beni bir cam fanusun içinde fasulye gibi yetiştirirdi. Kaderin önüne geçilmeyeceğini annem de çok iyi biliyordu ama korumacı davranışını bırakamıyordu bir türlü.
Uçağa geçmemiz için anons yapıldığında hepsine sarıldım. Sıraya doğru giderken arkamı dönüp baktığımda içimi sanki uzun bir ayrılığın eşiğindeymişiz hissi kapladı. Ailemin abartması olduğunu düşündüm. Daha doğrusu buna inanmak istedim. On günlüğüne gidip gelecektim sadece.
Yolculuk boyunca kongreye gelecek profesörlerin yazdıkları makaleleri okudum. Uçak Londra Şehir havalimanına iniş yaptığında saat öğleye geliyordu. Taksiye binip katılımcılara tahsis edilen otele giriş yaptım. Aktarmalı uçtuğum için fazlasıyla yorucu geçmişti ve sürekli uykum bölünmüştü. Yatağa uzanırken çantamdan telefonumu çıkarıp açtım. Anında mesaj yağmaya başladı. Sınıf grubundan gelenleri es geçip arkadaş grubuma göz gezdirdim. Benden daha heyecanlılardı.
Gülerek okumaya başlamışken tüm neşem soldu. Son mesajdan sonra cevap vermeye bile tenezzül etmeden telefonu yatağın üzerine bırakıp eşyalarımı yerleştirmeye başladım. Anlamıyorlardı. Eğitim almak için her yere giderdim ama kendi ülkemden başka bir yerde çalışmazdım. Kendi ülkemi geliştirmek ve daha ileriye götürmek için çabalamak istiyordum ama bazıları için yurtdışındaki teklifleri reddedip geldiğim için enayi konumundan ileri gidemeyecektim.
Bunu anlamak bu kadar zor olmamalıydı ya da en azından düşünceme saygı duymak. Şimdi bu benim moralimi bozmamalıydı çünkü bunları yıllardır duyuyordum ama arkadaşım dediğim kişilerle düşüncelerimizin apayrı olması can sıkıcıydı. Sadece Ceyda anlıyordu beni onunla tanıştığım için çok şanslıyım. Bu konunun üstünde çok durmadım sonuçta birbirimizi hiç anlamayacaktık , hiç kalkmadan kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Birkaç gün önceden gelmiştim saat farkına ve iklime alışabilmek açısından. Sabah erkenden uyandım tüm öğleden sonrayı uyuyarak geçirdiğim için. Yerleştirme işini bitirdikten sonra Londra'da yaşayan mektup arkadaşım daha doğrusu mailleştiğim arkadaşıma mail attım. Biraz geç davranmıştım sanırım , ailesinin yanına Almanya'ya gitmişti. Ama gitmemi tavsiye ettiği yerleri ve gideceğim yere hangi ulaşım araçlarıyla varacağımı yazdı. Zaten uzun metro hattı sayesinde çoğu yere sadece metro kullanarak gidilebiliyordu.
Konuşmamız bittikten sonra bilim dergilerinin arasına koyup getirdiğim resim kağıdını çıkarttım. Acıkana kadar biraz oyalanmaya karar verdim. Bükmek zorunda kalmıştım ama sıkıntı değildi. Yanımda boya getirmediğim için şimdi taslağı yapıp sonra boyamaya karar verdim. Zaten buradan almak istediğim boyalar vardı. Kağıdı ikiye böldüm. Ne mi çizecektim? Gelecekte neler yapmak istediğimi...
Birine laboratuvarda deney yaparken çekilen fotoğrafımı referans alarak hücrelerle dolu bir laboratuvarda harıl harıl çalışan kendimi diğerine ise berrak gökyüzünde süzülen uçaklar onları yerden bir kullanan kendimi çizdim.
Havacılığa hep meraklıydım. Her ne kadar havacılık ile ilgili bir bölüm okumamış olsam da bu tutkumdan hiç vazgeçemedim. Vazgeçtiğimi zannettiğim zamanlar oldu, havacılık ile ilgili her şeyi çöpe attım, dilim lal oldu tek kelime etmedim, unutmak için derslerime odaklandım ama tutkum söneceğine daha da harlandı. Çeşitli kurs ve eğitim programlarına katılarak uçuş eğitimleri alma isteğime karşı koyamadım en sonunda. Kendimi bu şekilde avutma yolunu seçmiştim. Gökyüzüne çıkamayacak olsam da yeni geliştirilen insansız uçakların pilotu olabilecek yetkinlikteydim. Şu anlık o yoldan ilerleyip ilerlemeyeceğimi bilmiyordum. Aklım ve kalbim arasında sıkışıp kalmıştım. Okuduğum alanla ilgili bir kongreye katılmak için İngiltere’ye kadar gelmişken burada havacılık ile ilgili resimler çizecek kadar araftaydım.
***********
Saat öğleye yaklaşıyordu otelden ancak hazırlanıp çıkabilmiştim. Londra'ya geleli iki gün olmuştu ve kongre yarın başlayacaktı. Bende kongre öncesi biraz gezmek istemiştim, iki gündür geziyordum, bu özgürlük bana gerçekten iyi geliyordu.
Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı , sabah hafif yağmur atıştırdığı için yerler ıslaktı. Yağmur durmuştu ama hava iç karartıcı halinden bir şey kaybetmemişti. Hava çok soğuk sayılmazdı ya da Ankara ayazına alışkın olduğum için bana öyle gelmişti. Kaldığım otel ana cadde üzerinde olduğundan kısa bir yürüyüşün ardından metro istasyonuna ulaştım.
Gişede sıra vardı ayrıca çok kalabalık görünüyordu. Daha da yaklaştığımda kalabalığın ellerindeki pankartları gördüm. Yazılardan olayı pek anlamamıştım ama diğer insanların tavrına bakılırsa çok önemli bir olay değildi. İngiltere’de her ay yapılan eylemlerden birisi olmalıydı. Geçiş için üç tane sıra vardı , en kısa olanına geçeceğim zaman çantasında bir şey arayan adam dikkatimi çekti. Sanırım kartını arıyordu ve arkasında bekleyenler bundan pek hoşnut görünmüyordu. Biraz sağa doğru döndüğünde tekrar karşılaşmanın eşiğinde olduğumuzu fark ettim.
Yollarımız yeniden kesişmişti ,üç dedim sessizce. Bu üçüncü karşılaşmamız. Bir şey üç kere tekrar etmişse o tesadüf değildir kesinlikle diyen Ceyda'nın sesi kulaklarımda yankılandı. Bu sözleri söylerken Demir ile nasıl tanıştıklarını bilmem kaçıncı kez anlatıyordu.
Tesadüf değil Şüheda dedim kendime. Tesadüf değil.
Bir şey üç kere tekrar ediyorsa bizce de tesadüf değil Şüheda'cığım. Sonraki bölümde aksiyona bodoslama dalıyoruz bilginize efendim. Şimdiden kemerlerinizi bağlasanız iyi edersiniz. Hadi bakalım ben kaçtım.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |