@dilhun
|
Bu bölüm aslında bir kırılma noktası , bölümün ikinci kısmı en yakın zamanda yayınlanacak. Herkese keyifli okumalar :) KİTAPTA ADI GEÇEN OKUL VB. İSİMLERİNİN GERÇEKLE ALAKASI YOKTUR SADECE KURGU İÇİN ÖYLESİNE SEÇİLMİŞTİR. AYRICA KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMIYLA HAYAL ÜRÜNÜDÜR.
Hata yapmak , hile yapmaktan çok daha onurluca bir eylemdir.
Abraham Lincoln
Hata yapmak deniz kenarında kumlara yazı yazmaya benzer , bir dalga gelir ve yazılan yazıları siler. Dalga gelirse hata olmaktan çıkıp tecrübeye dönüşür. Tecrübeler yeni dalgaların da önünü açar. Alparslan hayatını hata yapmamak üzere kurmuştu. Nedeni gayet açıktı , birilerinin yaptığı hataların bedelini yıllardır ödüyordu tüm ailesiyle. Bir hata beş vatan evladını toprağa koymuş , onlarca insanın yüreğine de bir mezarlık inşa etmişti. Bir hata ufacık bir çocuğun dünyasını başına yıkmış , yaslandığı dağı zelzelelere teslim etmişti. Babasını ve timini bölgeden gelen görüntülere güvenerek aslında tuzaklı bölgeye göndermişlerdi , istihbaratla teyit etme zahmeti bile gösterilmeden ateş çemberinin ortasına atmışlardı. Babasını bu hata yüzünden kaybettiğini çok sonra bir haber kanalından öğrenmişti Alparslan. Spiker ve konukları ağızlarını yayarak sanki kimse ölmemiş gibi hiçbir üzüntü belirtisi göstermeden konuşuyorlardı. Şehit olanlar da bu vatanın evladıydı. Oysa taş üstünde taş kalmamalıydı ama üstünden geçen zaman yapılan hatayı gece gibi örtmüştü. Alparslan o zamandan beri de hayatında hatalara yer vermemeyi kendine bir görev bilmişti ama Şüheda'yı öyle görünce ne yapacağını şaşırmıştı ve o an onun canı kendisininkinden daha önemli gelmişti , elindeki çantayı bırakıp geriye dönmüştü. İlk kez vurulmuştu ama canı acımamıştı , hissetmemişti bile tek düşündüğü Şüheda'yı oradan çıkarmaktı. Çıkarmayı başarmıştı da. Pişman değildi aksine bir canı korumak uğruna yaptığı için içi rahattı en azından. Ama kendine kızmaktan da geri durmuyordu , o an mantığını devre dışı bırakmasaydı böyle olmazdı. Mantığıyla hayatını kuran bir adamın mantığını devre dışı bırakması akıl almaz bir olaydı. Hele sonrasında yaptığının hiçbir açıklaması ve dahi savunması yoktu. "Niye biriyle buluşmaya bilgisayarıyla gitsin ki? Hem de hafta sonu." Eve geldiğinden beri söylediği tek cümle buydu. Asıl siniri kendineydi ve bir türlü dinmiyordu. Çırpındıkça daha da dibe batıyordu. Her zaman başka bir ihtimali olurdu ama şimdi o da yoktu. Tek şansını da kaybetmişti. Sinirden deliye dönmek üzereydi. Aklına gelen şeytani düşünceyi hızla uzaklaştırdı. Onunla sırf yaptığı hatanın telafisi için görüşmeye devam etmeyecekti dolayısıyla artık ortada bir projesi yoktu. Sıfırdı şu an. Başına giren ağrıyı hafifletmek için alnını ovuşturdu. Pek fayda etmemişti. Buzdolabında ağrı kesici ararken aklına Şüheda'nın ağrı kesici deposu geldi oysa onu ve yaşananları unutmaya çalışıyordu. Uyku haplarından başka bir şey bulamayınca sinirle kapattı. Bu ağrıyı başka şekilde geçirecekti , eline telefonunu alıp bir saat sonraya tren bileti aldı. Hızla sırt çantasına birkaç parça kıyafet koyup evden çıktı. İstikameti belliydi , daralan ve artık hiçbir yere sığmayan ruhu her şeyin başladığı yere geri dönecek ve bir nebze huzur bulacaktı. Ona dar gelende Sivas'tı ruhunu rahatlatanda. Sivas hem mutluluktu hem hüzün , hem en güzel günlerinin geçtiği hem de kabus dolu gecelerinin olduğu bir şehirdi onun için. Trene binmeden önce Demir'e de merak etmemesi için mesaj atmayı ihmal etmedi. Yol boyunca acaba Şüheda fark etti mi , fark ettiyse ona ait olduğunu anladı mı , ona gelip sorarsa ne diyeceği soruları kafasında döndü durdu. İhtimaller zincirinin gerçekleşmesini beklemek en zoruydu , insanı delirme uçurumunun kıyısına kadar getirip geri çeviriyordu. Tren Sivas il sınırına girene kadar baş ağrısı geçmedi. Beyninin içindekileri durduramıyordu. Tren garından çıkıp taksiye bindi , tüm bedenini sabırsızlıkla saran bir heyecan bulutunun içindeydi. En son Şüheda ile üniversitede karşılaşmadan önce gelmişti babasına. Süleyman’ın şehadetinin sene-i devriyesiydi. Saat akşam üzerine yaklaşıyordu. Alparslan yüzyılı deviren kavak ağaçlarından birinin dibinde dikilmiş dert bir yüz ifadesiyle tam karşıya bakıyordu. Mezarlığın etrafındaki demirler babası defnedilmeden bir hafta önce yapılmıştı , şimdi yerine duvar örülmüştü. Demirler bile bu kadar gama , kedere dayanamamıştı. Bekçi kulübesine dikti bu kez gözlerini , Kör Zeki denilen bir adam beklerdi yıllardır. O gelmeden girmeliydi , Alparslan'ı hemen tanırdı. Tanımakla kalmayıp dedesine de geldiğini yetiştirirdi. Sessiz sedasız görüp gitmek istiyordu. Önceki gelişinden bu yana çok zaman geçmemişti ama özlemişti. Sabırsızdı , mezarlıkta kimse kalmayana kadar bekleyecekti ama her an girebilirdi içeriye. Etrafta kuş seslerinden başka ses duyulmayana kadar ağacın etrafında dolaştı , kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Kimse kalmadığından emin olduktan sonra eskiden yaptığının aksine gayet yavaş adımlarla mezarlığa doğru yürümeye başladı. Eskiden hayatın tüm kargaşasından , sıkıntısından koşarak buraya gelirdi, yine bir şeylerden kaçmak babasına sığınmak için gelmişti. Yüreğine hasretin tohumları düşmüştü çoktan. Babasının mezarı girişe uzaktı , aile mezarlığına defnedilmişti. Oradaki ailenin en genci oydu. Allah sıralı ölüm versin sözünü bu şekilde tecrübe ederek anlamıştı Alparslan. Mezara yaklaşırken ilk gördüğü mezar taşının kenarında duran al bayrak oldu. Her şey onun içindi, uğruna feda edilen canlar , vazgeçilen yarlar ; hepsi onun mavi gökte dalgalanması içindi. Mezarın başına geldiğinde ilk önce duasını etti. Yeni çiçeklerin ekildiğini ve diplerinin ıslak olduğunu gördü. Demek sürekli geliyorlardı babasının yanına. Yüreğine keskin bir sızı oturdu. Ankara'ya gittiğinden beri eskisi gibi gelemiyordu. O yüzden de kendini hiçbir yere ait hissetmiyordu. Yıllardır kendini ait hissettiği tek yer bu mezarlıktı. Ondan da ayrı kalınca yersiz yurtsuz kalmıştı , oradan oraya savrulmuştu. Mezarın başucuna geçip mezar taşındaki silinmeye yüz tutmuş babasının fotoğrafını sevdi. Parmakları incitmek istemiyormuşçasına ürkekti. Düğümlenmiş sesiyle "Ben geldim baba , Alparslan." dedi . O an babasının Benim aslan oğlum dediği sesi unuttuğu aklına geldi. O sesin aklına kazınması için neler vermezdi ki. Sadece bir kere duymaya bile razıydı , o sesin verdiği güvene açtı. Zihnine bir kez daha lanet etti babasının sesini unuttuğu için. Sayıları ezberlemekte , tüm olasılıkları hesaplamakta üstüne yoktu ama babasının sesi yoktu. Askeri lojmanda yaşarlarken askeriyeye sık sık giderdi , bir kenarda oturup babasının ve diğer askerlerin tekmil vermesini izlerdi. Babasının sesi zaten kalındı ama üniformasını giyince daha da kalınlaştığını sanırdı. Hayran hayran izlerdi babasını. Bir gün kendisinde babası gibi olacağının hayalini kurardı. Hayaller bazen sadece hayal olarak kalırdı. İnsan beyni nankördü. Geçen zaman unutturmuştu babasının sesini. Yüzünü fotoğraflarına bakarak zihninde canlı tutmayı başarmıştı ama ses yoktu. Kalbine bir sızı daha oturdu. Bir zamanlar heybetiyle yeri titreten adamın sesi yoktu. Yıllarca babasına ait bir video bulabilmek için didinip durmuştu ama yoktu. Hiç yaşanamayacak bir ihtimal daha... Süleyman Şahin'in dosta güven düşmana korku veren o sesi dünya üzerinden silinmişti. Kendini hemen koyuvermeyecekti , yol boyunca bunu tembihlemişti kendini ama ilk dakikadan başlamıştı. Kafasını kaldırıp kızıllaşan göğe baktı. Derin nefesler aldı , yıllar önce kesilen nefesini geri almak istercesine arka arkaya temiz havayı çekti ciğerlerine. Çok özlemişti , insan mezarı özler miydi? Özlerdi... "Olmadı , babam. Verdiğim sözü tutamadım , senin yapmamı istediğin hiçbir şeyi yapamadım. Ne ailemi bir arada tutabildim ne de vatana hayırlı bir evlat olabildim." Sesinde büyük bir utanç vardı , dimdik duran başı yere doğru eğilmişti. Yutkunarak konuşmaya devam etti. "Çok az kalmıştı aslında , bitirecektim hatta bu yüzden uzun zamandır yanına gelemedim. Ama hata yaptım ve tüm emeklerim , yıllarım , hayallerim hepsi boşa gitti." Sesi ağlamaklı bir tondaydı artık. Boğazına takılıp kalan yumrunun geçmesi için üst üste yutkundu. Geçmedi. Hayatı boyunca hiç bu kadar güçsüz hissetmemişti. Çaresiz kalmıştı ama güçsüz olmamıştı hiçbir zaman. Şimdi projesine bile sahip çıkamayan acizin tekiydi. Yıllarını vermişti ama elinde hiçbir şey yoktu şimdi. Derin bir nefes daha aldı ve yıllardır söylediği sözleri bir kez daha tekrar etti. "Bana bir çıkar yol göstermene , nasihat vermene çok ihtiyacım var." Alparslan hala dokuz yaşındaki babasının yolunu gözleyen o çocuktu. Boğazı düğümlendi söylerken , sözler sanki boğazını yararak çıktı ağzından. Yutkunamadı. Ağlamak istedi ama ağlayamadı. Yıllar önce de ağlayamamıştı , sonra gözyaşları hiç beklemediği bir anda süzülmüştü yanaklarından. Bu seferde olsun istedi ama taşıdığı yük gözlerinden yaş olup akmadı. Yükü hafiflemedi bir türlü. Baba insanın sırtını yasladığı dağıydı. Düştüğünde arkasında olduğunu hissettiren bir dağ. Onun dağı yoktu , sırtını yıllardır soğuk bir mezar taşına yaslıyordu. Mezar taşı yaz kış hep soğuk olurdu. Ölümün gerçeklerini hissettirmek istercesine soğuk , insanı iliklerine kadar titreten soğuk... Yere oturup başını mezar taşına yasladı , küçükken babasının dizlerine başını yaslayıp saçlarını okşamasını isterdi. Babası saçlarını okşarken mayışıp uyuyakalırdı hep , gözlerini yatağında açardı. Keşke tüm bu yaşadıkları kötü bir kabustan ibaret olsaydı , gözlerini açtığında babasının büyük nasırlı ellerini saçlarında hissedebilseydi , çocuk olmaya devam edebilseydi. Yaşanamayacak ihtimalleri düşünmenin bir faydasının olmayacağını bilmesine rağmen hayali bile öyle huzurlu hissettiriyordu ki ona bunu yapmaktan vazgeçemiyordu. Sonra aklına Şüheda geldi , bu sıralar çok fazla aklına geliyordu. Gelmemeliydi oysa , hayatında buna yer yoktu. Anlatıp anlatmamak konusunda tereddütlüydü , aklındakiler diline dökülürse yapmak zorunda kalacakmış gibi hissediyordu. Anlatırsa sanki Şüheda hiç aklından çıkmayacaktı. Yeni ekilmiş mor menekşeleri narince okşamaya başladı. Şüheda mor rengi sever miydi? "Adı Şüheda... Neden bu ismi vermişler bilmiyorum ama bana ölüme gülerek onuruyla ve şerefiyle yürüyenleri hatırlatıyor ; acı kayıpları, kapanmayan yaraları değil." Bu kez başını yukarı kaldırmış göğe bakarak konuşuyordu. Dolu dolu güldüğünü göremedim ama eminim çok güzel gülüyordur demek geldi içinden ama yapamadı , sözcükleri dile dökemedi. Dillendirmek kabul etmek demekti , kabul edemezdi. "Onu korumak için vuruldum. Omzumun üstünden ufak bir kesik bırakıp geçti mermi. Tabi senin aldığın yaralar karşısında bu ne ki? Sinek ısırığı bile sayılmaz. Ona bir şey olmadı neyse ki , o iyi. Birini korumanın ne demek olduğunu yeni anladım. Bu biri birileri olup adına da millet denilince kendini feda edebiliyormuş insan. Kendi canı gözünde olmuyormuş. Anlamak için yaşamak lazımmış. Neyse vurulduğumu görünce gözlerinin belermesine de şahit oldum. Ama saçının kan olduğunu görmesi daha büyük bir etki yarattı onda." O anlar gözünün önüne gelince istemsizce yüzünde bir gülümseme palazlanmıştı ama çok sürmedi başına kara bulutların üşüşmesi. Zaten hep yüzü gülmeye başladığında felaketler yağmur gibi yağmamış mıydı üzerine? Menekşeleri bırakıp boş kalan toprağa koydu elini bu kez. Ciddileşti , tatlı hayallerden soğuk gerçeklere döndü. "Ama onu riske atamazdım baba. Öğrenmemesi onun için daha hayırlı. Benim canımdan başka kaybedecek bir şeyim yok ama onun var. Ailesi var onu bekleyen..." Dili düğümlendi sanki , gerisini getiremedi , babası var diyemedi. Onun için endişelenen bir babası vardı Şüheda'nın. Konsoloslukta onun babasıyla konuşmasını hatırladı ; babasına , kilometreler ötesinden bile medet umarcasına seslenişi hala kulaklarındaydı. Telefonu açıp baba kelimesini söylemeyi ne çok isterdi , Şüheda baba deyince içinden bir parça daha kopmuştu o gün. Havaalanında sarıldıklarını gördüğünde de yetimliğin kamburu çökmüştü üstüne. Gidip kırklı yaşlardaki güler yüzlü adama sarılma isteği doğmuştu içine , yıllardır kimseye karşı duymadığı isteği bir yabancıya karşı beslemişti. "Keşke... Keşke..." Devamını getiremedi , boğazındaki yumru izin vermedi. Geriye keşkeler kaldı. Gerçekleşmeyecek , geriye dönüşü olmayacak keşkeler... Kollarını mezar taşına sarıp birinin ona seslendiğini duyana kadar öylece bekledi. Bu kez de susarak konuştu babasıyla. Kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne baktığında bastonuna dayanarak ayakta duran dedesini gördü. Dibine geldiğini fark edemeyecek kadar dalgın mıydı? Hemen kendini toparladı , güçsüzlük buraya kadardı. Yaşlı adam mezarın yanına gelene kadar mezarın başındakinin kim olduğunu anlayamamıştı , gözleri iyi görmüyordu artık. Bazen de oğlunun mezarının yanında birilerini gördüğünü zannediyordu , yine o hayallerden biri sanmıştı ki tedirgince sormuştu sorusunu. "Alparslan oğlum ne zaman geldin?" Bu kez de Alparslan'ı görüyorum sanmıştı , iyice ihtiyarladım diye düşünmüştü. Alparslan mezar taşındaki fotoğrafa kısa bir bakış attıktan sonra tamamen dedesine döndü. "Yeni geldim dedem , babamın yanına uğrayıp öyle eve gelecektim." Yalan söylüyordu eğer dedesi görmeseydi Ankara'ya hemen geri dönecekti. Koca Sivas onun için hem yaraydı hem de şifa. Çocukken etrafını dolanırken yorulduğu o avlu onu boğacak kadar dardı artık. Gözünde mazinin tekrardan canlanmasına tahammülü yoktu. "Sen her gün geliyor musun?" Zor bir soruydu. Cevabı da bir o kadar zordu. "İnsan canından bir parçayı toprağın altına koyunca ayrı kalamıyor. Yüce rabbim evladımızdan daha fazla ayrı koymasın bizi." Ah bu evlat acısı değil miydi insanın yüreğini her gün hançerleyen ,insana ölümü dileten. Musa ölmeden mezara girmişti. Toprağa verilen bir evlat , evladının parçalanan ailesi , şehit babasına yaraşır şekilde dimdik durma zorunluluğu , aklını yitiren bir eş , tüm bunları göğüsleyebilmek kolay değildi. Yıllar geçse de dinmemişti acısı. Nasıl dinerdi ki evlat acısı? Musa önce evladını vatan uğruna koymuştu toprağın kara bağrına sonra karısı Hamide daha fazla dayanamamış aklını kaybetmişti. Her şeyi göze alıp kaçırdığı kadın onu çoğunlukla hatırlamıyordu, hatırladığında da evladı düşüyordu aklına ona ağlıyordu. Bazen Süleyman'ı onun öldürdüğünü söylüyordu ,onu suçluyordu , yüreğine bir hançer de sevdiği kadın saplıyordu. Süleyman'ın şehadeti kaç hayatı mahvetmişti , kaç hayata kapanmayacak yaralar bırakmıştı? Haberlerde beş asker şehit oldu diye yayınlanmıştı o zamanlar , isimleri yoktu sadece sayı. Beş asker denip geçilmişti , ya geride kalanlar... Sonrasında kimsenin aklına gelmemişti , zaman izleri silip atmıştı. Alparslan dedesi Musa'nın elini öptükten sonra avuçları arasına aldı. "Dedem , Allah seni başımızdan eksik etmesin. " "Biz haddi aşalı çok oldu evlat , Allah sizlere uzun ömür versin." Eskiden beri hazreti peygamberin vefat ettiği yaşı geçenler haddi aştık derlerdi. Alparslan bu kez başka zor bir soru sordu. "Zamanla geçmiyor değil mi?" Burukça güldü Musa. "Nasıl geçsin? O benim evladımdı. Onu askeri okula gönderecek param yoktu bende babamın bana aldığı deri kordonlu saati emanetçiye sattım. O zamanda adam iki ay süre verdi bana. Neyse elime para geçti gidip alacağım , adam dedi ki sattım. Yüreğime oturdu , babamdan yadigardı o saat. Eve vardığımda babanı evde buldum , meğer izne gelmiş. Akşamına çıkarıp saati bana verdi , parayı nereden bulduysa gidip saati o almış. Saati sattığımı bile dememiştim ona. Bende geri onun koluna taktım şimdi de sende." "Keşke benim koluma da babam taksaydı. Ben teslim edilen eşyaları arasında bulup aldım , belki de bana vermeyecekti. " "Oğul o saatin senin olacağı sen doğduğundan beri belliydi." Musa’nın tesellisi Alparslan’ı tatmin etmedi. "Yine de , keşke babam verseydi. Hep yaptığı gibi sırtımı sıvazlayıp kocaman gülümseseydi." Musa sırtını sıvazladı torununun. "Oğul , kader böyleymiş diyeceksin. Babanın ömrü sizin büyüdüğünüzü görmeye yetmedi." "Hadi ya ben acıktım torunu eve götürmeyecek misin?" Alparslan kendi içi kan ağlarken dedesini neşelendirmeye çalışıyordu. Yıllarca dedesi üzülmesin diye mutluluk rolü oynamıştı , oynamaya da devam ediyordu. Yüreği çok acı görmüş ihtiyarın yüzünü buruk olsa da güldürmek istiyordu. "Hadi , hadi gidelim. Herkes seni özledi. Demir gelmedi mi?" Dedesinin yüzünü kaplayan heyecan Alparslan'ı da mutlu etmeye yetmişti. "Onun işi vardı , bende boş zamanım vardı ondan geldim. Özlemiştim." Sizi özledim demedi , babamı özledim diyemedi. Musa duasını ettikten sonra Alparslan dedesinin baston olmayan koluna girdi , beraber yürümeye başladılar. Musa'nın sırtına kamburluk iyice yer edinmişti. Alparslan'ın kolunun altında küçücük kalmıştı. Yıllar onu acıyla yoğurarak tüm heybetini de elinden almıştı. Mezarlıktan çıkarken bekçi kulübesinde oturan Kör Zeki'yi gördüler. Yine kendi dünyasına dalmış bir şeyler mırıldanıyordu. Alparslan bu aklı uçmuş ihtiyara gülümseyerek çıktı eşikten. Alparslan'ın ayakları geri geri gitse de o eşikten içeriye girmek zorundaydı. Bu ihtiyarın yüreğine bir vicdan yükü daha eklemekten imtina ediyordu. Ama o ev ona şu durumda hiç iyi gelmeyecekti , anılar tekrar canlanacaktı. O sokaktan geçerek eve gitmediler , yolu uzatıp diğer taraftan bahçenin avlusuna girdiler. Oturdukları aile apartmanın önüne geldiklerinde Alparslan'ın duraksadığını gören Musa torunun kolunu daha sıkı kavradı ve o eşikten içeriye beraber girdiler. O an Alparslan'ın yüreğinde kopan fırtınaları kimse bilmedi , dışarıdan çok soğukkanlı görünüyordu. O günü zihninde tekrar oynattı. Musa elindeki anahtarla kapıyı açmaya çalışırken bir taraftan da Alparslan'a olan bitenleri anlatıyordu. Önceki geldiğinde kalmadan geri dönmüştü Ankara'ya , babaannesini de görememişti bu yüzden. "Babaannenin hastalığı iyice ilerledi bu sıralar. Benden boşanmaya kalktı geçen gün." Sözlerini bitirdikten sonra güldü. Acının tatlı tebessümü dedikleri şey tam olarak buydu. İçeri girdiklerinde babaannesini durgun bir yüzle dışarıyı izlerken gördü Alparslan. Oğlunun yolunu bekliyordu Hamide , yıllardır o koltukta imkansızın yolunu gözlüyordu. Birilerinin geldiğini fark ettiğinde hemen başını çevirdi. Alparslan'ı gördüğünde gözlerinin içi parladı adeta. Dizlerinin ağrısını umursamadan ayağa kalkıp Alparslan'a doğru ilerledi. Yüzüne yayılan mutluluk görülmeye değerdi. "Süleyman'ım kınalı kuzum." Feryat edercesine söylediği sözlerle dede torun donup kaldılar. İkisinin de ayakları yere çivilendi. Alparslan yüreğine kızgın bir demir saplandığını hissetti. Babaannesinin ona sarılmasıyla bu demir daha da derinlere ilerledi. Yaktıkça yaktı. Hamide torununu yıllar evvel Hakkari'de şehit düşen küçük oğlu Süleyman zannetmişti.
*********** İngiltere'den dönünce yine kendimi bir koşuşturmanın içinde bulmam gecikmedi. Yaşananlar rüyalarıma yansımıştı ama diğer rüyalarım kadar etkilemiyordu. Sadece babam biraz nutuk atmıştı , tek başına gitme bir daha diye. Gitme demesinin anlamsız olduğunu o da biliyordu. Abimle o günden beri konuşmayıp küçücük evde birbirimizin varlığını yok sayarak yaşıyorduk. Hayatımın akışı aynı rutinde devam ediyordu. Hatta bu rutin biraz tempoyu arttırmıştı , koşmazsam yetişemiyordum. Stajdan yeni çıkmıştım ve derse yetişmeye çalışıyordum. Okulun otoparkından koşarak dersliğe doğru ilerliyordum bir yandan da önlüğümü giymeye çalışıyordum. Perişan bir haldeydim. Kıyafetlerine karşı hep titiz olan ben, beyaz önlüğümün kırışmasını umursamaz hale gelmiştim. "Şükür bugün de yetiştin Şüheda." Ceyda'nın rahatlamış sesini duyduğumda çoktan nefes nefese kalmıştım. Yetiştim de ne hallerde yetiştim , birazcık trafiğin içinden geçmiştim. Bana uzattığı suyu içip nefesimi düzenlemeye çalıştım. "Hadi içeri girelim." Eşyalarımı bize ayrılan bölmelerden birine bırakıp bilgisayarımla laboratuvara girdim. Yaptığımız deneylerin sonuçlarını raporlayarak geçirdiğimiz bir saatten sonra nihayet hoca molaya ihtiyacımız olduğunu fark etti. "10 dakika mola verelim arkadaşlar." Üniversitenin teneffüs zili tam olarak bu cümleydi. Dışarı çıkıp her zamanki yerimize geçtik. Laboratuvardaki küçücük taburede oturabilmek için büktüğüm dizlerimi öne uzattım. Başımı da geriye atıp gözlerimi kapattım. Yetişkin olmaya çalışmak çok zordu. "Şüheda , Biyoistatistik dersinin notları sende var mıydı? Ben malum kaldım bu dersten." Nihayet Özge kaldığı gerçeğini kabul edip çalışmaya başlayacaktı. "Sana gönderirim merak etme." Gözlerimi hiç açmadan cevap verdim , gözlerim kapalı olmasına rağmen hala mikroskoptaki hücre görüntülerini görüyordum , bölüm iliklerime kadar işlemişti. Yakında bu olay rüyalarıma da yansırdı. Bilinçaltımın dışavurumculuğuna hayrandım. On dakikalık kısa molamız bitene kadar duruşumu hiç bozmadım. On dakika çok hızlı geçti. Laboratuvara geri dönerken Aylin her zamanki sitemini yineledi. "Biz modern kölelere on dakika bile fazla." "Bizi iş hayatına hazırlıyorlar daha ne istiyorsun." Yarı gerçek yarı şaka bir cevap verdim. Abartılı bir somurtmayla içeri geçti. Diğerleri de aynı somurtmayla önümden geçip laboratuvara girdiler. İstatistikleri girmeye devam etmeden önce Özge'nin istediği notu bulmak için notlar kısmından çıkıp dosyalarıma girdim. Hiçbir belgeyi silmezdim bu yüzden önceki senelerin tüm notları vardı bilgisayarımda. Sakla samanı gelir zamanı misali dururdu hepsi. Açtığımda bilgisayarımın depolama alanının tükenmek üzere olduğunu gördüm. Daha önce nasıl fark edemediğime şaşırdım. Gerekli gereksiz her şeyi tutarsan sonu böyle olur Şüheda. Bununla daha sonra ilgilenecektim. Özge'nin istediği dosyayı aramaya başladım. Gerçekten bilgisayarı dijital çöplüğe çevirmiştim. "Ceyda yarın at binmeye gidelim mi?" Dosyayı Özge'ye gönderirken aklıma gelen fikirle Ceyda'ya döndüm. "Gidelim." Teklif sadece at binmek değildi , Ceyda hemen anlayıp kabul etti. Diğerleri atlara karşı bizim kadar ilgili değillerdi bu yüzden gelmiyorlardı. Bizde at bindikten sonra dertleşiyorduk. Ruh halim şu sıralar çok dalgalıydı. Son yaşananlardan sonra aldığım uçuş eğitimlerine yenilerini eklemeye karar vermiştim ama sağlık şartları yine engeldi. Bende havacılıktan tamamen umudumu kesip o defteri bir daha hiç açılmamak üzere kapatmıştım , şimdi yeniden karşıma çıkıp aklıma karıştırmıştı. Staja başladım ama sanki havacılıkta ilerlemem gerekiyormuş hatta önüme açılan yolu görmüyormuşum gibi hissediyordum. Bu da içimde bir huzursuzluk yaratıyordu. Eski halime geri dönmek ve havacılıkta ilerleyeceğime dair bir umuda kapılmak istemiyordum ama sanırım artık çok geçti. Kendimi solotürk gösterileri izlerken buluyordum. Bana ne oluyordu böyle? Yıllar önce zor da olsa bir karar vermiştim ve arkasında durmalıydım. Ceyda ile bu konuyu konuşmaya karar verdim çünkü artık ben yolumu kaybetmiştim. |
0% |