6. Bölüm

5.HATALAR VE BEDELLERİ

Nur Şahin
dilhun

Bu bölümde Alparslan'a dair çoğu şeyi öğreneceğiz. Yazarken çok heyecanlandığım bir bölüm oldu açıkçası, umarım sizde beğenirsiniz.

KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.

 

Hata yapmak , hile yapmaktan çok daha onurluca bir eylemdir.

Abraham Lincoln

 

Hata yapmak deniz kenarında kumlara yazı yazmaya benzer , bir dalga gelir ve yazılan yazıları siler. Dalga gelirse hata olmaktan çıkıp tecrübeye dönüşür. Tecrübeler yeni dalgaların da önünü açar. Alparslan hayatını hata yapmamak üzere kurmuştu. Nedeni gayet açıktı , birilerinin yaptığı hataların bedelini yıllardır ödüyordu tüm ailesiyle. Bir hata beş vatan evladını toprağa koymuş , onlarca insanın yüreğine de bir mezarlık inşa etmişti. Bir hata ufacık bir çocuğun dünyasını başına yıkmış , yaslandığı dağı zelzelelere teslim etmişti.

Yıllar önce Alparslan’ın babasını ve timini bölgeden gelen görüntülere güvenerek aslında tuzaklı bölgeye göndermişlerdi , istihbaratla teyit etme zahmeti bile gösterilmeden ateş çemberinin ortasına atmışlardı. Babasını bu hata yüzünden kaybettiğini çok sonra bir haber kanalından öğrenmişti Alparslan.

Spiker ve konukları ağızlarını yayarak sanki kimse ölmemiş gibi hiçbir üzüntü belirtisi göstermeden konuşuyorlardı. Şehit olanlar da bu vatanın evladıydı. Oysa taş üstünde taş kalmamalıydı ama üstünden geçen zaman yapılan hatayı gece gibi örtmüştü. Alparslan o zamandan beri de hayatında hatalara yer vermemeyi kendine bir görev bilmişti ama Şüheda'yı öyle görünce ne yapacağını şaşırmıştı ve o an onun canı kendisininkinden daha önemli gelmişti bu yüzden elindeki çantayı bırakıp geriye dönmüştü. İlk kez vurulmuştu ama canı acımamıştı , hissetmemişti bile tek düşündüğü Şüheda'yı oradan çıkarmaktı. Çıkarmayı başarmıştı da.

Pişman değildi aksine bir canı korumak uğruna yaptığı için içi rahattı en azından. Ama kendine kızmaktan da geri durmuyordu , o an mantığını devre dışı bırakmasaydı böyle olmazdı. Mantığıyla hayatını kuran bir adamın mantığını devre dışı bırakması akıl almaz bir olaydı. Hele sonrasında yaptığının hiçbir açıklaması ve dahi savunması yoktu.

"Niye biriyle buluşmaya bilgisayarıyla gitsin ki? Hem de hafta sonu." Eve geldiğinden beri söylediği tek cümle buydu. Asıl siniri kendineydi ve bir türlü dinmiyordu. Çırpındıkça daha da dibe batıyordu. Her zaman başka bir ihtimali olurdu ama şimdi o da yoktu. Tek şansını da kaybetmişti. Sinirden deliye dönmek üzereydi.

Aklına gelen şeytani düşünceyi hızla uzaklaştırdı. Onunla sırf yaptığı hatanın telafisi için görüşmeye devam etmeyecekti dolayısıyla artık ortada bir projesi yoktu. Sıfırdı şu an. Başına giren ağrıyı hafifletmek için alnını ovuşturdu. Pek fayda etmemişti. Buzdolabında ağrı kesici ararken aklına Şüheda'nın ağrı kesici deposu geldi oysa onu ve yaşananları unutmaya çalışıyordu. Uyku haplarından başka bir şey bulamayınca sinirle kapattı. Kapanmanın şiddetiyle dolabın içindeki malzemeler döküldü, umursamadan mutfaktan çıktı.

Bu ağrıyı başka şekilde geçirecekti , eline telefonunu alıp bir saat sonraya tren bileti aldı. Hızla sırt çantasına birkaç parça kıyafet koyup evden çıktı. İstikameti belliydi , daralan ve artık hiçbir yere sığmayan ruhu her şeyin başladığı yere geri dönecek ve bir nebze huzur bulacaktı. Ona dar gelende Sivas'tı ruhunu rahatlatanda. Sivas hem mutluluktu hem hüzün hem en güzel günlerinin geçtiği hem de kabus dolu gecelerinin olduğu bir şehirdi onun için.

Trene binmeden önce Demir'e de merak etmemesi için mesaj atmayı ihmal etmedi. Yol boyunca acaba Şüheda fark etti mi , fark ettiyse ona ait olduğunu anladı mı , ona gelip sorarsa ne diyeceği soruları kafasında döndü durdu. İhtimaller zincirinin gerçekleşmesini beklemek en zoruydu , insanı delirme uçurumunun kıyısına kadar getirip geri çeviriyordu. Tren Sivas il sınırına girene kadar baş ağrısı geçmedi. Beyninin içindekileri durduramıyordu.

Tren garından çıkıp taksiye bindi , tüm bedenini sabırsızlıkla saran bir heyecan bulutunun içindeydi. En son Şüheda ile üniversitede karşılaşmadan önce gelmişti babasına. 12 ocak Süleyman Şahin’in şehadetinin sene-i devriyesiydi.

Saat akşamüzerine yaklaşıyordu. Alparslan yüzyılı deviren kavak ağaçlarından birinin dibinde dikilmiş dert bir yüz ifadesiyle tam karşıya bakıyordu. Mezarlığın etrafındaki demirler Süleyman Şahin defnedilmeden bir hafta önce yapılmıştı şimdi yerine duvar örülmüştü. Demirler bile bu kadar gama kedere dayanamamış da defalarca yenilenmişti. Bekçi kulübesine dikti bu kez gözlerini , Kör Zeki denilen bir adam beklerdi yıllardır. O gelmeden girmeliydi , Alparslan'ı hemen tanırdı. Tanımakla kalmayıp dedesine de geldiğini yetiştirirdi. Sessiz sedasız görüp gitmek istiyordu. Önceki gelişinden bu yana çok zaman geçmemişti ama özlemişti.

Sabırsızdı , mezarlıkta kimse kalmayana kadar bekleyecekti ama her an girebilirdi içeriye. Etrafta kuş seslerinden başka ses duyulmayana kadar ağacın etrafında dolaştı , kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Kimse kalmadığından emin olduktan sonra eskiden yaptığının aksine gayet yavaş adımlarla mezarlığa doğru yürümeye başladı. Eskiden hayatın tüm kargaşasından , sıkıntısından koşarak buraya gelirdi, yine bir şeylerden kaçmak babasına sığınmak için gelmişti.

Yüreğine hasretin tohumları düşmüştü çoktan. Babasının mezarı girişe uzaktı , aile mezarlığına defnedilmişti. Oradaki ailenin en genci oydu. Allah sıralı ölüm versin sözünü bu şekilde tecrübe ederek anlamıştı Alparslan. Mezara yaklaşırken ilk gördüğü mezar taşının kenarında duran al bayrak oldu. Her şey onun içindi, uğruna feda edilen canlar , vazgeçilen yarlar ; hepsi onun mavi gökte dalgalanması içindi. Mezarın başına geldiğinde ilk önce duasını etti. Yeni çiçeklerin ekildiğini ve diplerinin ıslak olduğunu gördü. Demek sürekli geliyorlardı babasının yanına. Yüreğine keskin bir sızı oturdu. Ankara'ya gittiğinden beri eskisi gibi gelemiyordu. O yüzden de kendini hiçbir yere ait hissetmiyordu. Yıllardır kendini ait hissettiği tek yer bu mezarlıktı. Ondan da ayrı kalınca yersiz yurtsuz kalmıştı , oradan oraya savrulmuştu.

Mezarın başucuna geçip mezar taşındaki silinmeye yüz tutmuş babasının fotoğrafını sevdi. Parmakları incitmek istemiyormuşçasına ürkekti. Düğümlenmiş sesiyle "Ben geldim baba , Alparslan." dedi . O an babasının Benim aslan oğlum dediği sesi unuttuğu aklına geldi. O sesin aklına kazınması için neler vermezdi ki. Sadece bir kere duymaya bile razıydı , o sesin verdiği güvene açtı. Zihnine bir kez daha lanet etti babasının sesini unuttuğu için. Sayıları ezberlemekte , tüm olasılıkları hesaplamakta üstüne yoktu ama babasının sesi yoktu. Hatay’daki askeri lojmanda yaşarlarken askeriyeye sık sık giderdi , bir kenarda oturup babasının ve diğer askerlerin tekmil vermesini izlerdi. Babasının sesi zaten kalındı ama üniformasını giyince daha da kalınlaştığını sanırdı. Hayran hayran izlerdi babasını. Bir gün kendisinde babası gibi olacağının hayalini kurardı. Hayaller bazen sadece hayal olarak kalırdı.

İnsan beyni nankördü. Geçen zaman unutturmuştu babasının sesini. Yüzünü fotoğraflarına bakarak zihninde canlı tutmayı başarmıştı ama ses yoktu. Kalbine bir sızı daha oturdu. Bir zamanlar heybetiyle yeri titreten adamın sesi yoktu. Yıllarca babasına ait bir video bulabilmek için didinip durmuştu ama yoktu. Hiç yaşanamayacak bir ihtimal daha... Süleyman Şahin'in dosta güven düşmana korku veren o sesi dünya üzerinden silinmişti.

Kendini hemen koyuvermeyecekti , yol boyunca bunu tembihlemişti kendini ama ilk dakikadan başlamıştı. Kafasını kaldırıp kızıllaşan göğe baktı. Derin nefesler aldı , yıllar önce kesilen nefesini geri almak istercesine arka arkaya temiz havayı çekti ciğerlerine.

Çok özlemişti , insan mezarı özler miydi? Özlerdi... "Olmadı babam. Verdiğim sözü tutamadım , senin yapmamı istediğin hiçbir şeyi yapamadım. Ne ailemi bir arada tutabildim ne de vatana hayırlı bir evlat olabildim." Sesinde büyük bir utanç vardı , dimdik duran başı yere doğru eğilmişti.

Yutkunarak konuşmaya devam etti. "Bitirmeme çok az kalmıştı aslında hatta bu yüzden uzun zamandır yanına gelemedim. Ama hata yaptım ve tüm emeklerim , yıllarım , hayallerim hepsi boşa gitti." Sesi ağlamaklı bir tondaydı artık. Boğazına takılıp kalan yumrunun geçmesi için üst üste yutkundu. Geçmedi. Hayatı boyunca hiç bu kadar güçsüz hissetmemişti. Çaresiz kalmıştı ama güçsüz olmamıştı hiçbir zaman. Şimdi projesine bile sahip çıkamayan acizin tekiydi. Yıllarını vermişti ama elinde hiçbir şey yoktu şimdi. Derin bir nefes daha aldı ve yıllardır söylediği sözleri bir kez daha tekrar etti. "Bana bir çıkar yol göstermene , nasihat vermene çok ihtiyacım var." Alparslan hala dokuz yaşındaki babasının yolunu gözleyen o çocuktu. Boğazı düğümlendi söylerken , sözler sanki boğazını yararak çıktı ağzından. Yutkunamadı. Ağlamak istedi ama ağlayamadı. Yıllar önce de ağlayamamıştı sonra gözyaşları hiç beklemediği bir anda süzülmüştü yanaklarından. Bu seferde olsun istedi ama taşıdığı yük gözlerinden yaş olup akmadı. Yükü hafiflemedi bir türlü.

Baba insanın sırtını yasladığı dağıydı. Düştüğünde arkasında olduğunu hissettiren bir dağ. Onun dağı yoktu , sırtını yıllardır soğuk bir mezar taşına yaslıyordu. Mezar taşı yaz kış hep soğuk olurdu. Ölümün gerçeklerini hissettirmek istercesine soğuk , insanı iliklerine kadar titreten soğuk...

Yere oturup başını mezar taşına yasladı , küçükken babasının dizlerine başını yaslayıp saçlarını okşamasını isterdi. Babası saçlarını okşarken mayışıp uyuyakalırdı hep , gözlerini yatağında açardı. Keşke tüm bu yaşadıkları kötü bir kabustan ibaret olsaydı , gözlerini açtığında babasının büyük nasırlı ellerini saçlarında hissedebilseydi , çocuk olmaya devam edebilseydi.

Yaşanamayacak ihtimalleri düşünmenin bir faydasının olmayacağını bilmesine rağmen hayali bile öyle huzurlu hissettiriyordu ki ona bunu yapmaktan vazgeçemiyordu.

Sonra aklına Şüheda geldi , bu sıralar çok fazla aklına geliyordu. Gelmemeliydi oysa , hayatında buna yer yoktu. Anlatıp anlatmamak konusunda tereddütlüydü , aklındakiler diline dökülürse yapmak zorunda kalacakmış gibi hissediyordu. Anlatırsa sanki Şüheda hiç aklından çıkmayacaktı.

Yeni ekilmiş mor menekşeleri narince okşamaya başladı. Şüheda mor rengi sever miydi? "Adı Şüheda... Neden bu ismi vermişler bilmiyorum ama bana ölüme gülerek onuruyla ve şerefiyle yürüyenleri hatırlatıyor ; acı kayıpları, kapanmayan yaraları değil." Bu kez başını yukarı kaldırmış göğe bakarak konuşuyordu. Dolu dolu güldüğünü göremedim ama eminim çok güzel gülüyordur demek geldi içinden ama yapamadı , sözcükleri dile dökemedi. Dillendirmek kabul etmek demekti , kabul edemezdi.

"Onu korumak için vuruldum. Omzumun üstünden ufak bir kesik bırakıp geçti mermi. Tabi senin aldığın yaralar karşısında bu ne ki? Sinek ısırığı bile sayılmaz. Ona bir şey olmadı neyse ki , o iyi. Birini korumanın ne demek olduğunu yeni anladım. Bu biri birileri olup adına da millet denilince kendini feda edebiliyormuş insan. Kendi canı gözünde olmuyormuş. Anlamak için yaşamak lazımmış. Neyse vurulduğumu görünce gözlerinin belermesine de şahit oldum. Ama saçının kan olduğunu görmesi daha büyük bir etki yarattı onda." O anlar gözünün önüne gelince istemsizce yüzünde bir gülümseme palazlanmıştı ama çok sürmedi başına kara bulutların üşüşmesi.

Zaten hep yüzü gülmeye başladığında felaketler yağmur gibi yağmamış mıydı üzerine?

Menekşeleri bırakıp boş kalan toprağa koydu elini bu kez. Ciddileşti , tatlı hayallerden soğuk gerçeklere döndü. "Ama onu riske atamazdım baba. Öğrenmemesi onun için daha hayırlı. Benim canımdan başka kaybedecek bir şeyim yok ama onun var. Ailesi var onu bekleyen..." Dili düğümlendi sanki gerisini getiremedi , babası var diyemedi. Onun için endişelenen bir babası vardı Şüheda'nın.

Konsoloslukta onun babasıyla konuşmasını hatırladı ; babasına , kilometreler ötesinden bile medet umarcasına seslenişi hala kulaklarındaydı. Telefonu açıp baba kelimesini söylemeyi ne çok isterdi , Şüheda baba deyince içinden bir parça daha kopmuştu o gün. Havaalanında sarıldıklarını gördüğünde de yetimliğin kamburu çökmüştü üstüne. Gidip kırklı yaşlardaki güler yüzlü adama sarılma isteği doğmuştu içine , yıllardır kimseye karşı duymadığı isteği bir yabancıya karşı beslemişti.

"Keşke... Keşke..." Devamını getiremedi , boğazındaki yumru izin vermedi. Geriye keşkeler kaldı. Gerçekleşmeyecek , geriye dönüşü olmayacak keşkeler...

Kollarını mezar taşına sarıp birinin ona seslendiğini duyana kadar öylece bekledi. Bu kez de susarak konuştu babasıyla. Kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne baktığında bastonuna dayanarak ayakta duran dedesini gördü. Dibine geldiğini fark edemeyecek kadar dalgın mıydı? Hemen kendini toparladı , güçsüzlük buraya kadardı.

Yaşlı adam mezarın yanına gelene kadar mezarın başındakinin kim olduğunu anlayamamıştı , gözleri iyi görmüyordu artık. Bazen de oğlunun mezarının yanında birilerini gördüğünü zannediyordu , yine o hayallerden biri sanmıştı ki tedirgince sormuştu sorusunu. "Alparslan oğlum ne zaman geldin?" Bu kez de Alparslan'ı görüyorum sanmıştı , iyice ihtiyarladım diye düşünmüştü.

Alparslan mezar taşındaki fotoğrafa kısa bir bakış attıktan sonra tamamen dedesine döndü. "Yeni geldim dedem , babamın yanına uğrayıp öyle eve gelecektim." Yalan söylüyordu eğer dedesi görmeseydi Ankara'ya hemen geri dönecekti. Koca Sivas onun için hem yaraydı hem de şifa. Çocukken etrafını dolanırken yorulduğu o avlu onu boğacak kadar dardı artık. Gözünde mazinin tekrardan canlanmasına tahammülü yoktu.

"Sen her gün geliyor musun?" Zor bir soruydu. Cevabı da bir o kadar zordu.

"İnsan canından bir parçayı toprağın altına koyunca ayrı kalamıyor. Yüce rabbim evladımızdan daha fazla ayrı koymasın bizi." Ah bu evlat acısı değil miydi insanın yüreğini her gün hançerleyen ,insana ölümü dileten.

Musa ölmeden mezara girmişti. Toprağa verilen bir evlat , evladının parçalanan ailesi , şehit babasına yaraşır şekilde dimdik durma zorunluluğu , aklını yitiren bir eş ; tüm bunları göğüsleyebilmek kolay değildi.

Yıllar geçse de dinmemişti acısı. Nasıl dinerdi ki evlat acısı? Musa önce evladını vatan uğruna koymuştu toprağın kara bağrına sonra karısı Hamide daha fazla dayanamamış aklını kaybetmişti. Her şeyi göze alıp kaçırdığı kadın onu çoğunlukla hatırlamıyordu, hatırladığında da evladı düşüyordu aklına ona ağlıyordu. Bazen Süleyman'ı onun öldürdüğünü söylüyordu ,onu suçluyordu , yüreğine bir hançer de sevdiği kadın saplıyordu.

Süleyman'ın şehadeti kaç hayatı mahvetmişti , kaç hayata kapanmayacak yaralar bırakmıştı? Haberlerde beş asker şehit oldu diye yayınlanmıştı o zamanlar , isimleri yoktu sadece sayı. Beş asker denip geçilmişti , ya geride kalanlar... Geride kalanlar , o anlarda takılıp kalmıştı.

Sonrasında kimsenin aklına gelmemişti , zaman izleri silip atmıştı. Alparslan dedesi Musa'nın elini öptükten sonra avuçları arasına aldı. "Dedem , Allah seni başımızdan eksik etmesin." Yaşlanmıştı ama hala dinçti.

"Biz haddi aşalı çok oldu evlat , Allah sizlere uzun ömür versin." Eskiden beri hazreti peygamberin vefat ettiği yaşı geçenler haddi aştık derlerdi. Haddi aşalı olmuştu beş yıl kadar , yalnızca geride bırakacağı karısına içi yanıyordu. O öldüğünde karısına kimin bakacağını düşünüyordu.

Alparslan bu kez başka zor bir soru sordu. "Zamanla geçmiyor değil mi?" Cevabını kendisi de biliyordu. Geçmiyordu, geçmezdi. Burukça güldü Musa. "Nasıl geçsin? O benim evladımdı. Onu askeri okula gönderecek param yoktu bende babamın bana aldığı deri kordonlu saati emanetçiye sattım. O zamanda adam iki ay süre verdi bana. Neyse elime para geçti gidip alacağım , adam dedi ki sattım. Yüreğime oturdu , babamdan yadigardı o saat. Eve vardığımda babanı evde buldum , meğer izne gelmiş. Akşamına çıkarıp saati bana verdi , parayı nereden bulduysa gidip saati o almış. Saati sattığımı bile dememiştim ona. Bende geri onun koluna taktım şimdi de sende."

"Keşke benim koluma da babam taksaydı. Ben teslim edilen eşyaları arasında bulup aldım, belki de bana vermeyecekti. "

"Oğul o saatin senin olacağı sen doğduğundan beri belliydi." Musa’nın tesellisi Alparslan’ı tatmin etmedi. "Yine de keşke babam verseydi. Hep yaptığı gibi sırtımı sıvazlayıp kocaman gülümseseydi." Hiç yaşanmayacak ihtimalleri düşünmek içini yakıyordu. Musa torununun sırtını sıvazladı. "Oğul kader böyleymiş diyeceksin. Babanın ömrü sizin büyüdüğünüzü görmeye yetmedi."

Dedesinin düşüncelere daldığını gören Alparslan kendini toparladı. "Hadi ya ben acıktım torunu eve götürmeyecek misin?" Alparslan kendi içi kan ağlarken dedesini neşelendirmeye çalışıyordu. Yıllarca dedesi üzülmesin diye mutluluk rolü oynamıştı , oynamaya da devam ediyordu. Yüreği çok acı görmüş ihtiyarın yüzünü buruk olsa da güldürmek istiyordu.

"Hadi gidelim. Herkes seni özledi. Demir gelmedi mi?" Dedesinin yüzünü kaplayan heyecan Alparslan'ı da mutlu etmeye yetmişti.

"Onun işi vardı bende boş zamanım vardı da ondan geldim. Özlemiştim." Sizi özledim demedi , babamı özledim diyemedi. Bir hışımla çıkmıştı evden.

Musa duasını ettikten sonra Alparslan dedesinin baston olmayan koluna girdi , beraber yürümeye başladılar. Musa'nın sırtına kamburluk iyice yer edinmişti. Alparslan'ın kolunun altında küçücük kalmıştı. Yıllar onu acıyla yoğurarak tüm heybetini de elinden almıştı. Mezarlıktan çıkarken bekçi kulübesinde oturan Kör Zeki'yi gördüler. Yine kendi dünyasına dalmış bir şeyler mırıldanıyordu. Alparslan bu aklı uçmuş ihtiyara gülümseyerek çıktı eşikten.

Alparslan'ın ayakları geri geri gitse de o eşikten içeriye girmek zorundaydı. Bu ihtiyarın yüreğine bir vicdan yükü daha eklemekten imtina ediyordu. Ama o ev ona şu durumda hiç iyi gelmeyecekti , anılar tekrar canlanacaktı. O sokaktan geçerek eve gitmediler , yolu uzatıp diğer taraftan bahçenin avlusuna girdiler.

Oturdukları aile apartmanın önüne geldiklerinde Alparslan'ın duraksadığını gören Musa torunun kolunu daha sıkı kavradı ve o eşikten içeriye beraber girdiler. O an Alparslan'ın yüreğinde kopan fırtınaları kimse bilmedi , dışarıdan çok soğukkanlı görünüyordu. O günü zihninde tekrar oynattı.

Musa elindeki anahtarla kapıyı açmaya çalışırken bir taraftan da Alparslan'a olan bitenleri anlatıyordu. Önceki geldiğinde kalmadan geri dönmüştü Ankara'ya , babaannesini de görememişti bu yüzden.

"Babaannenin hastalığı iyice ilerledi bu sıralar. Benden boşanmaya kalktı geçen gün." Sözlerini bitirdikten sonra güldü. Acının tatlı tebessümü dedikleri şey tam olarak buydu.

İçeri girdiklerinde babaannesini durgun bir yüzle dışarıyı izlerken gördü Alparslan. Oğlunun yolunu bekliyordu Hamide , yıllardır o koltukta imkansızın yolunu gözlüyordu. Birilerinin geldiğini fark ettiğinde hemen başını çevirdi. Alparslan'ı gördüğünde gözlerinin içi parladı adeta. Dizlerinin ağrısını umursamadan ayağa kalkıp Alparslan'a doğru ilerledi. Yüzüne yayılan mutluluk görülmeye değerdi.

"Süleyman'ım kınalı kuzum." Feryat edercesine söylediği sözlerle dede torun donup kaldılar. İkisinin de ayakları yere çivilendi.

Alparslan yüreğine kızgın bir demir saplandığını hissetti. Babaannesinin ona sarılmasıyla bu demir daha da derinlere ilerledi. Yaktıkça yaktı. Hamide torununu yıllar evvel Hakkari'de şehit düşen küçük oğlu Süleyman zannetmişti.

 

***********

 

İngiltere'den dönünce yine kendimi bir koşuşturmanın içinde bulmam gecikmedi. Yaşananlar rüyalarıma yansımıştı ama diğer rüyalarım kadar etkilemiyordu. Sadece babam biraz nutuk atmıştı , tek başına gitme bir daha diye. Gitme demesinin anlamsız olduğunu o da biliyordu. Abimle o günden beri konuşmayıp küçücük evde birbirimizin varlığını yok sayarak yaşıyorduk.

Hayatımın akışı aynı rutinde devam ediyordu. Hatta bu rutin biraz tempoyu arttırmıştı , koşmazsam yetişemiyordum. Stajdan yeni çıkmıştım ve derse yetişmeye çalışıyordum. Okulun otoparkından koşarak dersliğe doğru ilerliyordum bir yandan da önlüğümü giymeye çalışıyordum. Perişan bir haldeydim. Kıyafetlerine karşı hep titiz olan ben, beyaz önlüğümün kırışmasını umursamaz hale gelmiştim.

"Şükür bugün de yetiştin Şüheda." Ceyda'nın rahatlamış sesini duyduğumda çoktan nefes nefese kalmıştım. Bana uzattığı suyu içip nefesimi düzenlemeye çalıştım.

"Hadi içeri girelim." Eşyalarımı bize ayrılan bölmelerden birine bırakıp bilgisayarımla laboratuvara girdim. Yaptığımız deneylerin sonuçlarını raporlayarak geçirdiğimiz bir saatten sonra nihayet hoca molaya ihtiyacımız olduğunu fark etti.

"10 dakika mola verelim arkadaşlar." Üniversitenin teneffüs zili tam olarak bu cümleydi. Dışarı çıkıp her zamanki yerimize geçtik. Laboratuvardaki küçücük taburede oturabilmek için büktüğüm dizlerimi öne uzattım. Başımı da geriye atıp gözlerimi kapattım. Yetişkin olmaya çalışmak çok zordu.

"Şüheda Biyoistatistik dersinin notları sende var mıydı? Ben malum kaldım bu dersten." Nihayet Özge kaldığı gerçeğini kabul edip çalışmaya başlayacaktı.

"Sana gönderirim merak etme." Gözlerimi hiç açmadan cevap verdim , gözlerim kapalı olmasına rağmen hala mikroskoptaki hücre görüntülerini görüyordum , bölüm iliklerime kadar işlemişti. Yakında bu olay rüyalarıma da yansırdı. Bilinçaltımın dışavurumculuğuna hayrandım.

On dakikalık kısa molamız bitene kadar duruşumu hiç bozmadım. On dakika çok hızlı geçti. Laboratuvara geri dönerken Aylin her zamanki sitemini yineledi. "Biz modern kölelere on dakika bile fazla."

"Bizi iş hayatına hazırlıyorlar daha ne istiyorsun." Yarı gerçek yarı şaka bir cevap verdim. Abartılı bir somurtmayla içeri geçti. Diğerleri de aynı somurtmayla önümden geçip laboratuvara girdiler. İstatistikleri girmeye devam etmeden önce Özge'nin istediği notu bulmak için notlar kısmından çıkıp dosyalarıma girdim. Hiçbir belgeyi silmezdim bu yüzden önceki senelerin tüm notları vardı bilgisayarımda.

Açtığımda bilgisayarımın depolama alanının tükenmek üzere olduğunu gördüm. Daha önce nasıl fark edemediğime şaşırdım. Gerekli gereksiz her şeyi tutarsan sonu böyle olur Şüheda. Bununla daha sonra ilgilenecektim. Özge'nin istediği dosyayı aramaya başladım. Gerçekten bilgisayarı dijital çöplüğe çevirmiştim.

"Ceyda yarın at binmeye gidelim mi?" Dosyayı Özge'ye gönderirken aklıma gelen fikirle Ceyda'ya döndüm.

"Gidelim." Teklif sadece at binmek değildi , Ceyda hemen anlayıp kabul etti. Diğerleri atlara karşı bizim kadar ilgili değillerdi bu yüzden gelmiyorlardı. Bizde at bindikten sonra dertleşiyorduk.

Ruh halim şu sıralar çok dalgalıydı. Son yaşananlardan sonra aldığım uçuş eğitimlerine yenilerini eklemeye karar vermiştim ama sağlık şartları yine engeldi. Bende havacılıktan tamamen umudumu kesip o defteri bir daha hiç açılmamak üzere kapatmıştım şimdi yeniden karşıma çıkıp aklıma karıştırmıştı. Staja başladım ama sanki havacılıkta ilerlemem gerekiyormuş hatta önüme açılan yolu görmüyormuşum gibi hissediyordum. Bu da içimde bir huzursuzluk yaratıyordu. Eski halime geri dönmek ve havacılıkta ilerleyeceğime dair bir umuda kapılmak istemiyordum ama sanırım artık çok geçti. Kendimi solotürk gösterileri izlerken buluyordum. Bana ne oluyordu böyle? Yıllar önce zor da olsa bir karar vermiştim ve arkasında durmalıydım. Ceyda ile bu konuyu konuşmaya karar verdim çünkü artık ben yolumu kaybetmiştim.

 

***********

 

Atımı dörtnala sürerken kollarımı iki yana açıp kendimi rüzgara bıraktım. Kendimi en özgür hissettiğim anlardan bir tanesi de at üstünde olduğum zamanlardı. Atın nal seslerini duyarken dağılmış saçlarımı geriye doğru savuran rüzgarın yüzümü yalayıp geçmesi muazzam bir andı. Ata binince Türklük damarlarımın kabarmadığını söylesem yalan olur. Bir gün uçsuz bucaksız Asya bozkırlarında da at koşturmak istiyordum ama şimdilik bu parkurla idare etmek zorundaydım.

Çiftliğin çevresinde iki tur attıktan sonra her zamanki oturduğumuz ağacın dibine kendimizi attık. Bir süre dinlendikten sonra Ceyda ne konuşmak istediğimi sordu. Aklımdan geçenleri ve hissettiklerimi kelimelere tam olarak dökemesem de ona hiçbir şeyi saklamadan ve o sormadan anlattım. Başka birinin fikrine ihtiyacım vardı. Bana en iyi fikri verebilecek kadar tanıyan tek kişi Ceyda'ydı.

"Şüheda bazen olmuyorsa olmaz. Olmazı oldurmaya çalışarak sadece kendini yorarsın , insan vazgeçmeyi de bilmeli." Kabul etmek istemediğim gerçeği direkt söylemişti. Ben gerçekten imkansıza uğraşıyordum sürekli bir engel çıkıyordu karşıma ama... Hep bir ama vardı , sorunda tam olarak buydu.

"Ben vazgeçtim ama o his peşimi bırakmıyor ve bende ister istemez kararımı sorguluyorum." Yerdeki çimenlerle oynamaya başladım. Hayatın bana şimdi ki dersi de ruhsal acı çekmenin fiziksel acıdan daha çık can yaktığını kabul ettirmekti sanırım.

"Çok klişe diyeceksin ama akışına bırak. Okulunu bitir diploman olsun zaten aldığın uçuş eğitimleri de var. Mezun olunca hangi alanda ilerlemek istiyorsan ona yönelirsin ayrıca illaki okuduğun bölümle alakalı bir iş yapmak zorunda değilsin." Sesini yumuşatarak psikolog edasıyla konuşmuştu ben kendi kendime aynı şeyleri söylesem bu kadar etkili gelmezdi. Haklıydı, hayat hiç beklemediği bir anda insanın önüne farklı bir yol açar bambaşka bir yöne sevk ederdi.

"Bak ne zaman kötü bir hayatın olduğunu düşünürsen aklına iç güveysinden hallice olan beni getir hemen haline şükredersin." Şakayla karışık kendi derdini de özetlemişti. Bize her ne kadar eskisi kadar takmıyorum diye rol yapsa da aslında mezuniyet günün yaklaşması onu çok korkutuyordu.

"Sizde durumlar nasıl? Demir'le." Bunu sorma ihtiyacını neden hissettiğimi bilemesem de içimden bir ses onunda büyük bir kararsızlık yaşadığını söylüyordu. "Evlenelim dedi." Gayet sıradan bir haber veriyordu sanki. Duymamla "Ne!" tepkisini vermem aynı anda oldu. Sormasam hiç haberim olmayacaktı.

"Nerede? Ne zaman? Neden benim haberim yok? Sen ne cevap verdin?" Şaka yapmadığını anlamamla ki böyle bir konunun şakasını bu kadar ciddi bir şekilde yapmazdı , sorularımı arka arkaya sıraladım.

"Dün dayanamıyorsan çık o evden , evlenelim dedi ama cevap vermedim daha." Kararsız görünüyordu ama onu çok sevmesine rağmen kabul etmeyecek gibi de duruyordu.

"Tamam onunla evlenmeyi gerçekten istiyorum ama böyle yangından mal kaçırır gibi de değil." Dolu gözlerle bana baktı.

"Ya sen anlıyorsun beni değil mi? Hep anladın." Anlamıştım, güzel bir evliliği, düğünü olsun istiyordu. Herkes gibi usulünce yapılsın her şey ve zihinlerinde hoş bir anı olarak kalsın istiyordu.

"Demir'in ailesi ne diyor bu işe?" Bir de onun için üzülsün istemiyordum. "Biliyorsun defalarca gelelim tanışalım dediler ama..." Devamını getiremeden ağlamaya başlamıştı bu kez. Aile, kiminin sabrı kimininse şükrü oluyordu.

"Bizimkiler kızlarını iyi olan hiçbir şeye layık görmedikleri için kesinlikle kabul etmedi. Demir'in ailesiyle de yalnız tanıştım onlarda ailemi sormadı. Demir anlattı mı bilmiyorum." Sesi ağlamanın etkisiyle boğuklaşmıştı.

"Evlilik işinin bu kadar erken olacağını biliyorlar mı?" Demir’in ailesiyle de aralarını bozmalarını istemezdim.

"Evet. Zeliha teyze arayıp hiçbir şeyde hevesin kalmasın gibisinden bir şeyler dedi."

"Yalnız böyle kaynana her kula nasip olmaz, tadını çıkar." Muhabbeti yumuşatmaya çabaladım. O da çabamı karşılıksız bırakmadı. "Bak sende istiyorsan Demir'in kuzeniyle seni yapalım." Demir'in kuzeninin Alparslan olduğu gerçeği bir kez daha zihnimde yankılandı.

"İş çöpçatanlığa gelince nasılda keyfin yerine geldi ha. Beni hiç karıştırma, sicilim pek parlak değil biliyorsun." Aklıma yine o gereksizin gelmesi şu an en son isteyeceğim şeydi ama gelmişti.

"Ay canım herkes Ya- yani onun gibi olacak diye bir kural yok. O gençlik hatasıydı bitti gitti." Son anda yasaklı kelimeden geri dönmüştü.

"Ay tamam hatırlatma şu şeref yoksununu. Bak sinirlerim tepeme biniyor aklıma geldikçe." Sinirle gözlerimi kapattım.

"Şüheda üstünden iki yıldan fazla zaman geçti daha ne kadar bu meselede takılı kalacaksın? Zaten sana hiç uygun bir tip değildi yani sokakta görsen yolunu değiştirirdin ama yaptın işte bir hata. Unut onu artık." Bu konuşmayı kaç kere yaptığını saymayı bırakalı çok oluyordu. Geride bırak demekle olmuyordu.

"Benim unutamadığım o değil kendi geri zekalılığım. Hem konu senin evliliğindi ne ara benden konuşur olduk?" Konu hiç iyi yerlere gitmiyordu. Elimi tuttu. "Bana bak Şüheda öncekinde içim içimi yedi gene de sustum ama yanlışını tekrarlarsan o zaman olacakların sorumlusu ben değilim. Valla senin üzülmene dayanamıyorum ben." Teselli isterken teselli etmeye başlamıştı.

"Onu ortada bir aday olursa konuşuruz." Bakışlarımı başka yere çevirdim.

"Ya sana Demir'in kuzeni diyorum , iyi çocukmuş diyorum , bir tanışsan diyorum." Ceyda şimdiden böyleyse yaşlanınca daha beter olurdu kesin. Yaşlı herkesi birbirine yakıştıran o teyze kelimenin tam anlamıyla Ceyda'ydı.

"Ya arkadaş en son seni evlendiriyorduk sen beni telli duvaklı gelin ettin. Hem daha vakti var zorlama istersen." Ayağa kalkıp atıma doğru ilerledim, başka türlü kurtulamayacaktım.

"Vakti var derken. Ömrün boyunca o şerefsizin yasını tutacak değilsin ya. Benimde adım Ceyda ise ben seni onunla görüşmeye ikna ederim." Canım arkadaşım onunla zaten tanıştığımı bilmiyordu , bilse sevinçten havalara uçardı.

Atları bıraktıktan sonra çiftlikten çıktık. Arabayla sessiz bir yolculuk yaparken birdenbire "Ben kabul edeceğim bu saatten sonra ne olacaksa olsun." dedi. Her şeyi kafasında bitirmişti. Bir şey demedim karmakarışık bir mevzunun ortasındaydı ve benim ona verebileceğim bir tavsiyem yoktu. Kelin ilacı olsa önce kendi başına sürerdi.

"Ya Şüheda biliyorum saçmaladığımı ama benim yerimde sen olsan ne yapardın?" Diye soru sordu bu kez. Benden bir onay beklediğini apaçık belli ediyordu. İlişki konusunda akıl verecek son kişi bile değildim.

"Bilemiyorum Ceyda. Sen etraflıca düşün ama sakın ailen yüzünden bu kararı verme kendin istediğin için evlen. Bak bu evliliğe ailenden bir kurtuluş gözüyle bakarsan mutlu olamazsın. Demir konusuna gelecek olursak sağlam birisi , yani umut var yani."

"Soruya cevap vermedin ama." Israrcıydı. O lafı almadan rahat etmeyecekti.

"Ceydacığım aynı hayatı yaşamadık , yaşamıyoruz. Ben bir noktaya kadar senin hayatına müdahil olabilirim sadece fikrimi söyleyebilirim. Hayat senin karar senin ve yaşayacak olan sensin." Gözümü yoldan ayırıp kısa bir süre ona baktım.

"Ne karar verirsen ver senin yanındayım. Olmadı abimi evden atarız sen bizim eve yerleşirsin." Söylediğime ikimizde güldük. Daha önce söylediğimde arkadaşlığımızı bitirecek noktaya geldiğini unutmuştu çoktan.

"Ben Demir'i sevmiyorsun sanıyordum." Pek hazzettiğim söylenemezdi ama karakterinin sağlam olduğunu inkar edemezdim.

"Sevmiyorum tabi arkadaşımı benden çaldı."

"Bak sende Demir'in ku..." Sözünü tamamlamasına izin vermedim bu kez. "Ya bu evlenecekler neden herkesi evlendirmeye çalışıyor? Biz bekarlar olarak gayet mutluyuz." Yalandan isyan ettim. "Ayrıca sen niye bu kadar taktın kuzenine? Dünya'da başka erkek mi kalmadı? Bu ısrarın sebebi ne?"

"Dörtlü takılırdık. Adı Alparslan , adının verdiği ağırlığı çok iyi taşıyor. İsimler önemli. Mühendis üstelik kendi yaptığı projeler varmış yani zeki. Çok yakışırsınız. Yani yüz yüze hiç gelmedik ama tipini beğenmezsen zekasına aşık olursun. Zaten koç kadınları sapyoseksüel olma eğiliminde." Yakışmamız kısmı doğru olabilirdi, Alparslan’la konuşurken ondan etkilenmemek mümkün değildi.

"Olabilir ama bu yaptığın kadere müdahale. Yani bizim tanışmamız gerekiyorsa tanışırız zaten senin çabana gerek yok. Ayrıca o görüşmek istiyor mu bakalım? Tek taraflı düşünmemek lazım." Söylediklerimle Ceyda'yı mı yoksa kendimi mi ikna etmeye çalıştığım belli değildi. Son görüşmemiz iyi geçmişti ama tekrar görüşür müydük , bilemiyorum.

Tanışmamız gerekiyorsa tanışırız zaten demiştim ama çoktan tanışmıştık. Hayatta tesadüfler vardır Şüheda hatırlatmasını yaptım. İçimdeki ses tevafuklar da vardır dedi.

Eve gelip tüm günün yorgunluğu ve kararsızlığından arınmak için hemen banyoya attım kendimi. Ceyda ile konuşmak iyi gelmişti en azından artık daha az düşünecektim bu konuyu. Alparslan ve sevgili konusu şu anki en son derdimdi. Duştan sonra saçlarımı kuruturken Büşra’nın umutsuzca odaya dalmasıyla tüm dikkatimi ona verdim.

"Abla şu denemedeki sorulara baksana ya." Ağlamaklı sesiyle duygu sömürüsü yapıyordu. Sınav senesi zorluğunu bildiğimden hiç huyum olmasa da alttan alıp ılımlı davranıyordum. O da bunu fark etmiş olacak iyice nazlanıyordu.

Havluyu saçlarıma sarıp masanın başına geçtim. Deneme kitapçığındaki sorulara göz gezdirdim , Türkçe sorularıyla biraz fazla bakışmış olsam da hala paslanmamıştım. Ben hiç çalışmadan tekrar sınava girsem ondan daha iyi bir puan alırdım. Alttan alma kararımı çiğnedim ama hak etmişti şu an.

"Yani Büşra bunları da yapamıyorsan git babamın yanına çıraklık öğren bari kolunda altın bileziğin olur en azından." Dalga geçmeye daha yeni başlıyordum. Sınava az kalmıştı ve aklının başına gelmesi gerekiyordu.

"Ya abla niye moralimi bozuyorsun?" Kedi gibi cırlamaya başladı. Sen çalışma sonra moralim bozulmasın, oldu hanımefendi demek yerine bilgisayarımı açıp daha çok sinirini bozacaktım.

"Gel gel , bak ablanın deneme birinciliklerine bak. Keşke sen küçükken ağzına tükürseydim belki biraz zeka kırıntısı geçerdi."

"Ay abla tamam en birinci sensin." Öyle söylese de açacağım dosyayı sabırsızlıkla bekliyordu.

... Yayınları deneme sıralamaları yazısına tıkladığımda karşıma uçak çizimleri çıktı. Yanlış mı açtım diye kontrol ettim ama doğruydu. Sayfa sayısına baktığımda 1071 sayısını görmem büyük bir şok etkisi yarattı. Bu dosya kesinlikle benim olamazdı.

"B- Büşra benim çok önemli bir işim var. Seninle uğraşamam şimdi hadi git." Onu bir an önce göndermeye çalıştım. Bulduğum dosyaya tek başıma bakmam lazımdı.

"Ay abla senin şu gelgitli halinden bıktım." Masanın üstündeki deneme kitapçığını hızla eline aldı ve aynı hızla odanın kapısını çarpıp çıktı. Şu an onun tribinden daha önemli bir mevzu vardı. Biraz üstünkörü inceledikten sonra benim uçuş eğitimleriyle alakası olmadığı anladım zaten benim 1071 sayfalık bir dosyam olamazdı. Bu dosya kimindi ve bende ne işi vardı? Bunu düşünmeyi şimdilik es geçip çizilen uçak modellerine bakacağım sırada Büşra tekrar odaya daldı.

"Yemek hazırmış prensesim. Salona teşrif etmen bekleniyor." Ergence tavırlarına sabretmek gerçekten zordu. Bakma işi yemekten sonraya kalmıştı mecburen. Bizim evin kutsallarından en önemlisi yemek sofrasıydı ,herkes aç ya da tok olsun gene de gelip otururdu , tüm ailede bir arada olurdu. Kesin bir kural değildi ama bu güne kadar çiğneyen olmamıştı.

Gözlerimi devirmekle yetindim. "Tamam şimdi def ol." Başımda sürüyle dert varken beni anlamayanlarla uğraşmak kadar zor bir şey yoktu.

Yatma vakti gelip de herkes odalarına çekilince bilgisayarımı alıp salona yerleştim. Büşra'nın şikayetlerini çekecek durumda değildim. Mutfaktan atıştırmalık bir şeyler alıp sade kahve yaptım. Normalde sütlü severim ama bu gece uzun olacaktı. Şüheda yine faydasız bir işle uğraşıp uykusuz kalıyorsun dedi içimdeki ses ama aldırış etmedim.

Babamın rahat koltuğuna kurulup kahvemden ilk yudumu aldım. Ardından çubuk krakerleri ağzıma tıkıştırdım. İşte şimdi başlıyoruz. İlk iş uçak çizimlerini incelemekti ,envanterdeki uçaklarla karşılaştırıp hangisi olduğunu bulmaya çalışıyordum. Bizim envanterdekilerle uzaktan yakından alakası yoktu , dünya çapında üretilenlere baktığımda da çok benzerini bulamadım. Uçağa benzediği de söylenemezdi zaten. Çizimler detaylandıkça diğer uçaklarla benzerliği iyice azalıyordu daha çok üçgen ve bumerang karışımı bir şekli vardı. Başımı bilgisayar ekranından kaldırdım, gördüklerimi idrak edemiyordum hala.

Gerçekten ilginçti ve bir o kadar da sıra dışı. Uçak gibiydi ama değildi. Uçaklar kuşlar baz alınarak tasarlanır ve kalıp olarak hemen hemen aynı olurlardı. Bu şekilde bir uçak yapma fikri kimin aklına gelirdi ki? Özelliklerini inceledim bilmediklerimi de araştırdım. Bu tarz uçaklara hayalet uçak dendiğini öğrendim. Radarlara ve çeşitli savunma sistemlerine yakalanmadan hedefleri vurdukları için bu isimde anılıyordu bu uçaklar. Uçağın hızı ve manevra kabiliyeti biraz ütopikti , yazılanları yapan uçakları sadece 3 ülke üretebilmişti yani imkansıza yakındı. Uçağın düzgün uçabilmesi için ufak gibi görünen ama dengesi için önemli olan birkaç eksiği not aldım. İniş kalkış sistemleri üstünde birkaç düzeltme yaptım. Bunu neden yaptığımı sorgulama kısmını şimdilik atlamıştım. Her yaptığımıza bir neden bulmak zorunda değildik ya.

Kaydırdığım sayfalarda uçağın parçalarının ön , arka , alt ve üst detaylı çizimleri vardı. Tüm parçaları ayrı ayrı analiz edilmişti. Parçaların birleşim yerleri , montajının nasıl yapılacağı , hassas ve bozulmaya müsait olan kısımları da işaretlenmişti. Tabi bunlar benim çıkarımlarımdı. Anlayamadığım çok fazla nokta vardı ,karışık harfler ve sembollerden oluşan ve formüle benzemeyen dipnotlarla doluydu. Şifreli yazılmıştı , internetten eskiden kullanılan şifreleme tekniklerine baktım ama onlardan biri kullanılmamıştı. Neden hiçbirine benzemiyordu?

Motor kısmına geldiğimde tıkandığını anladım. Ortada net bir motor çizimi yoktu sadece özellikleri vardı. Özellikleri F-16 motoruna benziyordu ama insansız hava aracı için motor gücü yüksekti. Bir uçağın en önemli parçası motordu o olmayınca diğerlerinin çok önemi kalmıyordu. Tüm parçaların totalde birleştiği emir komuta merkeziydi ve olmazsa olmazdı.

Sayfalar ilerledikçe derinlemesine yapılan araştırma karşısında şaşkınlığım katlanarak artıyordu. Malzemelerin ham maddesinin nereden , ne kadara alınabileceğinden tut gelen maddelerin hangi fabrikalarda işleneceğine kadar her bilgi mevcuttu. Montajlarının nasıl yapılacağı gibi bir sürü detaya da yer verilmişti. Sıfırdan mükemmel bir yol haritası çizilmişti adeta. Son olarak uçağın dış kaplaması için özel bir boya karışımı yazıyordu. Tabi ki formüller kullanılmıştı. Demirden yapıldığı için bir süre sonra paslanıp aşınıyordu doğal olarak ama boya sayesinde daha uzun ömürlü olacaktı.

Saatler süren incelemeden sonra nihayet sonuna gelmiştim. Ders slaytlarını üşenip okumazdım ama 1071 sayfalık dosyayı incelemiştim.

İlerlettiğim son sayfada uçağın adı yazıyordu.

Göklerdeki görünmez kahramanımız: ŞAHİN-09 (nam-ı değer hayalet)

Her şey bir hatayla başladı.

Sayfanın alt kısmına imza niteliğinde bir not düşülmüştü. Her şey bir hatayla başladı da ne anlama geliyordu?

Burada yaptığımın mantıklı bir açıklaması yoktu sadece benim dizginleyemediğim merakım vardı. Paketin dibinde kalan susamları yerken bir taraftan da bu hata kimin diye düşünüyordum. Aklıma gelen isimle susamlar soluk boruma kaçtı ve öksürmeye başladım. Bir taraftan rahat nefes almaya çalışırken bir taraftan aklıma gelen şeyi sorguluyordum. Bizimkileri uyandırmadan hemen su içip kendime gelmeye çalıştım. Kesinlikle oydu başka bir ihtimal söz konusu bile değildi.

Nefesimi düzenlediğimde işin ciddiyetinin farkına vardım. Elimde inanılmaz değerli bir dosya vardı. Belki de Türkiye’nin ilk insansız hayalet uçak projesine bakıyordum şu an. Değerli bir dosya... Bu yaşadığım gerçekten nefes kesiciydi. Bu gerçekliği idrak etmek de zordu. Savaşta karşı tarafın tüm stratejisini ele geçirmiş gibi bir coşku vardı içimde. Dünyada eşi benzeri olmayan bir uçağa ait bilgilere vakıftım. Ve en önemlisi bunu yapan bir Türk'tü. Evin içinde sevinç çığlıkları atmamak için zor tutuyordum kendimi. Sevincim bir yana bunun bende olması gibi büyük bir sorun vardı.

Kesinlikle Alparslan'dı. Uçak mühendisi olduğunu söylemişti. Tüm taşlar yerine oturmuştu. Ama bu kadar değerli belgelerin bende ne işi vardı? Hafızamı yokladığımda İngiltere'de bilgisayarımı kullandığı detayını hatırladım o zaman yüklemiş olmalıydı.

Ama neden? Neden? Neden? Uçaklardan az buçuk anlayan biri olarak bu dosyanın çok değerli , kan dökecek kadar değerli olduğunun farkındaydım. Öldürülen Türk mühendislerle ilgili okuduğum haberler gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Nefes alamadığımı hissettim.

Şifre koymamış , döndüğümüzden beri bir hafta geçmesine rağmen geri almak için herhangi bir şey yapmamıştı. Neden? Fark edeceğimi bilmesine rağmen neden yükledi? Çok fazla neden sorusu vardı kafamda çalkalanıp duran. Ya görmem için yaptıysa diye bir düşünce belirdi ve ardından aynı soruyu tekrarladım. Neden? Benim görmemi neden istesin bu ne işine yarayacaktı? Benimle ne işi ya da ne gibi bir çıkarı olabilirdi? Başıma ağrılar girmeye başlamıştı. Nasıl bir olayın ortasındaydım? Saatler öncesinde gayet normal bir hayatım vardı şu an kendimi neyin içinde bulduğumu idrak etmekte bile zorlanıyordum.

Elime telefonu alıp onu aradım en doğru cevapları o verecekti bana. Defalarca çalmasına rağmen açmadı , gecenin dördünde aradığım için kendime kızdım. Ama elbet konuşacaktık ve bu tüm nedenlerin cevabını alacaktım. Almak zorundaydım.

Bilgisayarın başından kalkıp salonu turladım ,nasıl davranacağımı bilmiyordum. Kendimi sakinleştirip yeniden yerime geçtim.

İnternette hakkında biraz araştırma yapmaya karar verdim yoksa bu sorular bütün gece beynimi kemirecekti. Soyadını bilseydim işim kolaylaşacaktı ama yine de şansımı deneyecektim. İlk olarak THK üniversitesinin sitesine girdim eğer birincilikle mezun olduysa ki tahminim o yöndeydi , soyadına ve daha fazla bilgiye erişebilirdim. Sayfayı kaydırırken gördüğüm kalın harflerle yazılmış yazıyla duraksadım.

MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ BİRİNCİSİ MEZUNİYET TÖRENİNE KATILMADI

Aradığımı bulmuştum , hemen yazının üstüne tıkladım. Adı Alparslan Şahin’di. Uçağa soyadını vermişti.

Bu sefer adını yazıp arattım ve yabancı haber sitelerine bile çıkmış olduğunu gördüm. Yer aldığı projelerle adından söz ettirmiş ama gelen hiçbir iş teklifini kabul etmemişti. Haberlerin hiçbirinde doğru düzgün fotoğrafı yoktu sadece ismi vardı. Bir neden sorusu daha , bu kadar başarılı bir mühendisken neden çalışmıyor? Bu projeyi hayata geçirebilmek için gizliden çalışıyordu bence. Aklıma yeniden daha önce gizemli bir şekilde ölü bulunan mühendisler geldi. Onlardan biri olmamak adına kendini geri çekmişti , mezuniyete de bu yüzden gitmemişti. Ama kendini unutturmayı başaramamıştı hala hakkında haberler yazılmaya devam ediyordu. Adı herkesin dilindeydi.

Yabancı haber sitelerine kadar adı duyulduğuna göre pek çok şirket peşinde olmalıydı. İşler iyice karmaşık bir hal almaya başlamıştı. ŞAHİN-09 onun projesiydi ve şu an bendeydi. Alparslan onların merceğindeyse bende girmiş olabilirdim. İngiltere'den geldiğimden beri geçen günleri düşündüm. Sıra dışı ya da esrarengiz bir olay , bir kişi dikkatimi çekmemişti. Bazen paranoyaklığım tutardı ve takip edildiğimi düşünürdüm ama öyle bir olayda olmamıştı. Bir planı mı vardı benimle ilgili? Anlayamıyordum, tüm algılarım kapanmış gibiydi. Onun gizemli bir tarafı olduğunu fark etmiştim ama bu kadarını kesinlikle beklemiyordum. İçimden bir ses başıma bela aldığımı söylüyordu ama şimdilik onu dinlememeye karar verdim.

Elim kolum bağlıydı. Üniversitenin itiraf sayfasından bir şeyler çıkar umuduyla onu araştırmaya başladım.

Fakülteyi birincilikle bitirip topluluk önünde konuşamayacak kadar yabani olmak. Gibisinden bir sürü eleştiri ve dalga geçme cümlesinden başka hiçbir şey yoktu hakkında. Akran zorbalığı belli bir yaştan sonra bitiyor zannediyordum ama öyle olmuyormuş. Sözde okumuş insanların yazdıkları şeyleri ergenler bile yapmazdı.

Alparslan o uçağı yapmayı başardığında yüzlerinin alacağı hali şimdiden merak etmeye başladım. Gece gece hiç tanımadığım insanlara sinirlenmem saçmaydı ama vaktinde bende bunları yaşayınca ister istemez içimdeki ateş harlanmıştı. Daha fazla dayanamayıp bilgisayarı kapattım.

Asıl merak ettiğim ailesiydi ama onlara dair bir bilgi bulamadan sinir yükü olmuştum. Bu kez sosyal medyasına bakmaya yeltenmiştim ki hesabı gizli olması gerçeği yüzüme çarptı. Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Şimdi ne olacaktı ya da ben ne yapmalıydım? Bu sorulara da verecek bir cevabım yoktu.

Saat beş olmuştu , içtiğim kahvenin etkisi geçmeye başlamış olmalıydı zira gözlerim kapanıyordu. Uykuya daha fazla direnmeyecektim, eşyalarımı toparlayıp odama geçtim.

İki saatlik uykunun ardından yeni bir güne yine fazlasıyla hareketli başladım. Trafiğe kalmamak için alelacele kahvaltı yapıp çıkmama rağmen yine kendimi trafikle boğuşurken buldum. Ankara'ya neler olmuştu böyle, günün her saati trafik olmamalıydı. Sinyal vermeden önüme atlayan arabaya sinirlenmemek için kendimi zor tutarken telefonum çaldı.

Alparslan geceki aramamı görmüştü ve geri arıyordu. Ne diyeceğimi bilmeden açtım telefonu.

"Gece aramışsın , bir sorun yok değil mi?" Sesi uykulu geliyordu bu saatte. Bir sorun var mı diye sana sormak lazım dememek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Hesap sormanın sırası değildi. Sesini duymamla beynime bir sinir dalgasının yayılması bir oldu. Başıma ne işler açtığının farkındaydı ve beni delirtmeye çalışıyordu. Ayrıca önemli olmasa neden gece arayayım ki?

"Konuşmamız gereken önemli bir konu var. Öğleden sonra müsait misin?" Lafı uzatmadan direkt konuya girdim. Neyin içine bulaştığımı bilmem lazımdı. Önemli konunun ne olduğunu gayet iyi biliyordu.

"Şehir dışındayım. Akşam dönüyorum. Çok öne-" Daha fazla dinlemeden sözünü kestim. Nerede olduğu beni ilgilendirmezdi daha önemli dertlerim vardı. Bu sakinliği beni delirtecekti benim projem başkasının elinde olsa kafayı yerdim ama o gayet rahat bir şekilde geziyordu.

"Dönünce ararsın yüz yüze konuşuruz." Dedikten sonra cevap vermesini beklemeden kapattım. Bu iş ciddiydi , taviz veremezdim. Neler olduğunu doğru düzgün anlatması lazımdı. Zaten ilk başta bilgisayarıma yüklemesi çok büyük bir hataydı ama onu bile es geçmiştim.

Dikiz aynasına bakıp kendi kendime konuşmaya başladım. "Hayatımda bir renk bir heyecan istiyorum demekle felaketleri kastetmemiştim ama." Diye sitem ettim kime olduğunu bilmeden. Nerede bir bela var kendime çekiyordum. Bilgisayarı da evde bırakmıştım ,bir taraftan da içindeki dosyayı düşünüyordum. Dosyaya bir zarar gelmesi ihtimali içimi kurt gibi kemiriyordu.

Konuşmamızdan sonra ertesi günü zor ettim, bugün sorular cevaplanacaktı. Büyük bir parkta buluşmak için anlaşmıştık. İçimde onunla tekrar görüşme isteği vardı ama kastettiğim kesinlikle bu değildi. Alparslan'ın bunu yapmasını hiç beklemiyordum. Zeki bir adam olduğu her halinden belliydi ama uçak projesi kadar uzun boylu olacağını hiç düşünmemiştim.

Derin bir nefes aldım ve daha önce bilmem kaç kere tekrar etmemiş gibi yeniden söyleyeceklerimin provasını yaptım. Dudaklarımın kuruduğunun farkına varınca su içtim. Zaman geçiyordu, saat ilerliyordu ama Alparslan hala ortalıkta yoktu. Etrafta parkta çocuklarını oynatanlar hariç kimse de görünmüyordu. Midemdeki kasılmalar artık çığırından çıkmıştı. Cevapsız sorular beni mahvetmişti bu birkaç günde.

O gelene kadar parkta oynayan çocuklara odaklanmaya çalıştım Oturduğum yerde ayağımla istemsizce ritim tutmaya başlamıştım. Yarım saat geç kalmıştı. Park büyük olduğundan bulamamış olabilirdi.

Duyduğum adım sesleriyle oturduğum yerde sağıma döndüm. Her zamanki gibi sakin adımlarla yürüyordu bu hali sinir katsayımı anında arttırdı yumruklarımı sıkmakla yetindim.

Sakin ol!

Sakin ol!

Sakin ol!

Bana yaklaşmasıyla ayağa kalktım hemen hesap sormayacaktım. Söylemesi kadar yapması da kolay olsaydı keşke.

Yanıma geldiğinde selamsız sabahsız direkt "Seni niye çağırdığımı biliyorsun." dedim. İtiraz etmedi , bilmiyorum demedi ; çünkü bal gibi biliyordu. Gerçekleri öğrenecektim , günlerdir düşünmekten ve dosyaya bir şey olur korkusundan hayattan soğumuştum. Bana vermesi gereken bir hesap vardı. Ve o hesabı seve seve verecekti.

Heyecan dolu bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bu arada ŞAHİN-09'un kurgusal bir uçak olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde :)

Sonraki bölümde görüşmek üzere...

Bölüm : 07.01.2025 18:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Nur Şahin / GÖKYÜZÜYLE BULUŞMA 1.KİTAP / 5.HATALAR VE BEDELLERİ
Nur Şahin
GÖKYÜZÜYLE BULUŞMA 1.KİTAP

72 Okunma

28 Oy

0 Takip
5
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...