Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.KURTARICI

@dilhun

 

Üçüncü bölüme hoşgeldiniz. Bu bölüm biraz uzun bir bölüm oldu diğerlerinden. Başrollerimiz karşılaştı hatta aksiyona atıldılar bile. Bölümü yazarken Şüheda'nın hissettiklerini bende hissettim. Umarım sizde bölümü beğenirsiniz. KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.

Oy ve yorrumlarınızı eksik etmeyin:)

 

İnsan sevmeye başlayınca yaşamaya da başlar.

 

William Shakespeare

 

Hayır dedi içimdeki ses. Bir daha kimseye adım atmayacaktın , yemin etmiştin. Diye de ekledi. Dinlememeyi seçtim. Onun farklı olduğuna dair içimde bir inanç vardı. Ona doğru ilerledim. Elimde tuttuğum kartı okutarak elimle buyurun işareti yaptım. Arkadakilerin sabırsızca söylenmesiyle bir şey diyemeden geçmek zorunda kaldı. Bende tekrar en arkaya döndüm. O da kongre için gelmiştir diye düşünürken kongrenin lisans düzeyinde olduğunu hatırladım.

Sonunda geçip metronun gelmesini beklediğim sırada birisinin "Dünya küçük derlerdi de inanmazdım." gibi klişe bir cümle kurmasıyla o tarafa döndüm. Tam karşımdaydı. Daha uzun bakınca bir ay önceki halinden daha çökmüş göründüğü fark ediliyordu. Gözaltı torbaları çıkmıştı , bakışları yorgun ve acı çeken çocuk artık saklı değil. Omuzlarına hayatın yükü binmiş gibi aşağı bükülmüş , dik ve kendinden emin duruşundan eser yoktu. Bu kısa zamanda ne yaşamıştı da bu haldeydi kim bilir.

Gülümsedim. "Sen de kongre için geldin sanırım." Merakımı gidermem gerekiyordu.

"Öyle , takip ettiğim bir profesör var sırf onun için geldim." Yine soru sormadan cevabımı almıştım. Neden lisansüstü olmasına rağmen geldiğini de öğrenmiş oldum. Sesi görüntüsüne tezat bir şekilde normaldi ,herhangi bir duygudan yoksun.

"Ha bu arada teşekkür ederim." Cebinden çıkardığı parayı bana uzattı. "Önemli değil." Desem de ısrarı sonucu parayı aldım. Klasik Türk kavgasına dönüşmesine gerek yoktu. Metronun gürültülü sesinin duyulmasıyla kısa konuşmamız sona erdi.

Yan yana oturduk. Konuşma devam etmeliydi ama nasıl? Ne diyebilirdim ki ona? Aramızda süregelen sessizliğin devam edeceğini anlayınca karşıya odaklanmaya çalıştım. O yanımda otururken ona bakmamak çok zordu. Karşımda oturan iki yaşlı adam bir haberden bahsediyorlardı. Dinlemek istemesem de merak etmiştim. Onlarda gayet yüksek sesli konuşarak benim dinleme isteğimi arttırıyorlardı. Yeni bir sokak eylemi başladığından ve ırkçılık karşıtları belediye binası önünde oturma eylemi düzenlediğinden bahsediyorlardı. Biri birkaç gün sonra sona ereceğini söylerken diğeri olaya sağcıların da karışacağını ve daha da alevleneceğini iddia ediyordu. İçimden ne olacaksa ben geri döndükten sonra olsun diye geçirdim.

"Nereye gidiyorsun?" Sorduğu soruyla dikkatimi yeniden ona verdim.

"Bir sahafa gideceğim." Telefonumu çıkarıp konumu gösterdim. Gideceğim yerin bir ismi yoktu. Elimde sadece bir adres vardı. İlk kez geldiğim bir ülkede , elimdeki doğruluğundan bile emin olmadığım adresle yola çıkmıştım. Hiç akıl karı hareket değildi.

Konumu inceledikten sonra şaşırmış gibi duruyordu. "Daha önce gittin mi buraya?"

"Yok , burada yaşayan bir arkadaşım tavsiye etti ama bulabilir miyim bilmiyorum." Türkiye'de konumla yer bulamayan ben burada ne işlere kalkışmıştım. Yer yön kavramımın iyi çalıştığı söylenemezdi. Fakültede ilk hafta karıştırmadan bölüm binasını bulamamıştım zaten. Yabancı bir ülkede adres bulamazsam şaşırmazdım yani.

"Bende oraya gidiyordum desem inanır mısın?" İşte bu güzel haberdi. Gülümsemem derinleşti. "Sende eski kitap sevenlerdensin yani."

"Severim , ilk baskılarını bulmaya çalışıyorum genelde." İlk baskı arayışı gerçekten kimseye anlatılamayan garip bir tutkuydu. Sanki yazarla o sayfalarda buluşacakmış , sanki yazarın gerçekten o kitaplara eli değmiş gibi hissettiriyordu.

Bu sefer beni gerçekten etkilemeyi başarmıştı. Kitap okumayı seviyordu ve eski kitaplar ilgisini çekiyordu. Metrodan beraber çıktık , konuma bakmama gerek olmadan onunla beraber yürümeye başladım. Benden bir karış uzun duruyordu. Abimle eskiden yürürken boylarımızı ölçerdik , oradan kalma bir alışkanlık. Eski binaların olduğu ara sokaklardan birine döndük. Şehrin tarihi dokusu kendini iyiden iyiye hissettiriyordu.

"Hangi alanda çalışacağına karar verdin mi?" Benim hakkımda gerçekten bir şeyler mi öğrenmek istiyordu yoksa sadece sohbet etmek için konu mu arıyordu? Anlamak zordu.

Okulun bitmesine bir dönem kalmıştı ama benim hala aklım başka alanlara kayıyordu. Tabi ki bunu paylaşmaya niyetim yoktu. "Az çok kafamda bir plan var ama hayatın ne getireceği de bilinmez." Yuvarlama bir cevap verdim.

Ben yürümeye devam ederken bir binanın önünde durup geldiğimizi söyledi. Dükkan tarzı camlı bir yer beklemiştim aslında ama sıradan bir eve gelmiştik. Tereddüt ettiğimi görünce önden ilerleyip küçük kapıdan girdi , benimde geçmem için kapıyı tuttu.

Kapının açıldığı kısmın üstünde bir zil vardı. İçerideki sessizliğe tezat bir şekilde neden zil olduğunu merak ettim. İçeri adımımı attığımda sanki başka bir zamana gitmiş gibi oldum , resmen tarih kokuyordu, adeta 1800'lü yıllardan fırlamıştı. Kitaplar haricinde eşyalar da vardı , ev olarak kullanıldığı açıktı. Geniş pencerenin önündeki işlemeli kanepe , kenarda sehpanın üstündeki uzun şamdanlar ve yarım kalmış bir kanaviçe sanki ömrün bir anda bitebileceğini bağırıyordu.

Eşyalar dönem filmlerindeki gibiydi ayrıca duvardaki tablolarda bir müze havası veriyordu. Sadece pencereler küçük olduğundan biraz karanlıktı. Tabloların alt köşelerinde neden çizildikleri yazıyordu. İlk bakışta karmakarışık akla gelen çizilmiş gibi görünse de yazıyı okuyunca anlam kazanıyordu. Tıpkı benim çiziklerim gibi , benimkiler daha amatörceydi. Bir süre sadece tablolara ve etrafa bakarak gezdim. Beklediğimden daha büyüktü ve yüzlerce kitap vardı.

"18. yüzyılda yazılan hangi romandaki evi yansıtıyor sence?" Sanki özellikle yapılmış gibi hissetmiştim.

Etrafına ve eşyalara göz gezdirdikten sonra bana baktı. "Benetler'in evi." Bende öyle düşünmüştüm ama bu kadar net bir cevap beklemiyordum.

"Neden?"

"İstersen kitaplara bakmadan önce üst kata çıkalım çıkınca daha iyi anlayacaksın." Daha önce gelmesinin avantajını kullanıyordu. Bir de yalandan etrafa bakmıştı.

Yukarıya çıkmak için merdivenlere yöneldik. Evin genişliğine nazaran tek kişinin zor sığabileceği büyüklükteydi merdiven. Yukarısı alt kata göre küçük ama daha ferahtı. Eliyle pencere yönünü gösterdi. Ahşaptan yapılmış , büyük aynalı bir konsol vardı. Üstünde tarak , biçimli güzel duran bir gümüş renginde el aynası ve beyaz eldivenler vardı. Biraz daha yaklaştığımda diğer eşyaların yanında kapalı bir zarf olduğunu fark ettim.

"Darcy'nin yazdığı mektup. Aşkın gururu yendiğinin en büyük kanıtı aslında. Aşk eğer çok güçlü bir şekilde hissediliyorsa gururu her zaman yener. Eşyalarla romandaki ev havası verilmiş , güzel bir detay. Özellikle yapıldığını alt katta fark etmek daha zor bu arada." Zarfı açıp içinden mektubu çıkardım. Güzel bir el yazısıyla kitaptaki mektubun aynısı yazılmıştı. Eliza'nın gözyaşı damlasına kadar düşünülmüştü.

"Kitaba hangi adı yakıştırıyorsun sen?" Ben mektubu yerine bırakırken o tablolara bakıyordu.

"Gurur ve önyargı çünkü önyargılar yıkılmazsa aşkın yeşermesi için toprakta yer açılmaz ve gururdan ödün verilmezse aşk bütün büyüsüyle yaşanmaz." Durup bakışlarını pencereye dikip konuşmaya devam etti. "Darcy gururlu , Eliza önyargılıyken başka isme gerek var mı? Eliza mektubu okuduğunda önyargıları yıkıldı ve Darcy gururunu çiğneyip mektubu yazdı. Bu yüzden bence bu ad daha uygun. Zaten genel olarak kitapta insanlardaki önyargılara da sıkça değiniliyor." Sanki bana değil de tablolara konuşuyor gibiydi.

Kitabı okurken Aşk ve Gurur adıyla basılanı okuduğumdan olacak önyargıyı çok hafife almıştım. Farklı bir bakış açısından bakmamı sağlamıştı. Önyargı olur mu bilmiyorum ama kitaplarla ilgili ve olaylara derinlikleriyle yaklaşabilen biri olabileceğini de hiç düşünmemiştim. Aşka inanabileceğini de düşünmüyordum ama yaptığı yorumla beni şaşırtmayı başarmıştı.

"Sen Darcy'nin aşırı gururundan Eliza'nın önyargısını göremedin bence." Aklımı mı okuyordu şu an ve korkmalı mıydım?

"Ama Darcy sinir olunmayacak bir karakter değil. Kabul et." Güldü. İlerideki tabloya yöneldiğinde konuyu değiştireceğini anladım. Erkekler işte.

"Ama aşk bazen acımasızlaşabilir. Karşımdaki Ophelia tablosunun bir kopyası." Ölümden bahsedeceğini anladım. Hamlet’i okumuştum.

Onun yanına geldiğimde durdum. "Aşkın amacı öldürmek değil mi zaten? Denge kurulmadığında ölüm kaçınılmaz olur." Aşk ve saplantı arasındaki o ince çizgiye inananlardım.

"Doğrudur. Birini delirecek kadar sevmek ölümü getirir." Birini delirecek kadar sevmek... O kadar ütopik geliyordu ki bana. İnsan kendini bile belli bir seviyeye kadar sevebilirken bir başkasını delirircesine sevmesi akıl alır gibi değildi.

Gözlerini tablodan ayırmadan anlatmaya başladı. "Shakespeare'in Hamlet eserinin karakterlerinden biridir Ophelia. Hamlet'e aşık olur. O büyük aşkı babasının katili olduğunda delirme noktasına gelir. Artık masum aşkıyla arasına ölüm girmiştir , artık kavuşmak imkansızdır. Tabloda da Oplhelia nehrin sularına kendini sırt üstü bırakmış , şarkı mırıldanırken tasvir edilmiş." Tablodaki tasvir edilen kıza tekrardan baktım. Bir resim insana duyguları canlı canlı sunabilir miydi? Ben Ophelia’nın gözlerindeki o delirmişliği iliklerime kadar hissediyordum.

"Onu delirten Hamlet'e olan karşılıksız aşkı mıydı yoksa Hamlet'in babasının katili olması mıydı?" Onun yorumunu merak ediyordum.

"Shakespeare'in kitabında Hamlet Ophelia'ya tabiri caiz ise insan muamelesi bile yapmıyordu. Ophelia'yı delirten aşık olduğu adamın kötü biri olmasıydı. Tabi herkese göre farklı bir yorumu vardır elbet." En akla yatan ihtimal bu olabilirdi. İnsan aşık olacağı kişiyi seçemiyordu , Oplhelia aşkını kalbinden söküp atamayınca kendini öldürmeyi dolayısıyla içindeki aşkı öldürmeyi seçmişti.

Tabloya bakmayı bırakıp yanıma geldi. "İlk kez geldiğine göre buradaki kuralı bilmiyorsun." Dediğinde Ophelia'yı düşünmeyi bıraktım. Hayali karakterleri fazla ciddiye almamam gerekiyordu sanırım.

"Ne kuralı?" Arkadaşım kuraldan bahsetmemişti. Ayrıca bir sahafta ne gibi bir kural olabilirdi ki?

"Buraya geldiğinde gözlerini kapatıp bir kitap seçersin. Kitaplar karışık yani türüne göre sıralanmamış. Aşağıda muhtemelen görmediğin yaşlı bir adam var , o seçtiğin kitabı ya sana hediye eder ya da elinden alır." Saçma gelmişti hem de fazlasıyla. Oyun mu oynuyordu yani gelenlerle? Ne değişik insanlar vardı şu dünyada.

"Neye göre karar veriyor buna?"

"Bir kitaptan herkes aynı şeyleri öğrenemez. Senin ders alman gereken kitapla benimki bir değil çünkü aynı hayatı yaşamıyoruz. Demişti bana ve seçtiğim kitabı vermemişti." İlginçti ama hoşuma gitmişti. Denemeye değerdi.

"Aşağı inince deneyelim bakalım." Birkaç nüshaya baktıktan sonra aşağı indik. Tüm duvarı kaplayan kitaplığın önünde durdum. Gözlerimi kapatıp elimi raflardaki kitaplarda gezdirmeye başladım. Eskiyen dokularını hissetmek bile büyük bir zevkti , eskimiş kitapların kağıt kokusu çok hafif bir şekilde burnuma doluyordu. Ortadaki bir kitabı seçip elime aldım.

Kitabın kapağında sadece until death do us part ( ölüm bizi ayırana kadar) yazıyordu. Yazar ismi ya da mahlası yoktu. Sayfaları çevirdiğimde kitabın el yazısıyla yazılan günlük olduğunu fark ettim. Merakımı cezbetmişti bile. Kavuşamayan aşıkların hikayesini anlattığına neredeyse emindim hatta günlüğü yazan bir kadındı bence. Yaşanmış bir hikayeydi ve ben yaşanmışlık içeren kitapları kurgulardan daha çok severdim.

Alparslan da bir kitap seçti , gözünü kapatıp en üst raftaki bir kitabı aldı. Sun Tzu -Savaş sanatı- kitap kendi dilinde yani Çince yazılmıştı. Yıpranmış sayfaları ve kağıdın dokusundan buradaki kitaplardan daha eski olduğu anlaşılıyordu.

Savaşın nasıl kazanılacağını anlatan bir tür strateji kitabı. Tamda adını zaferler kazanmış büyük komutandan alan birinin okuyacağı türden bir kitaptı. "Daha önce okudun bence." Kitabı okuması bir yana bütün klasiklerin olduğu bir kitaplığı olduğunu düşünüyordum hatta.

"Okudum ama kendi dilinde bulmayı beklemiyordum. Görünüşüne bakılırsa baya eski bir kitap." Kitabın üstündeki tozları sildi.

Seçtiğimiz kitaplar haricinde Osmanlıca kitaplarda aldık. Çok fazla Osmanlıca eser vardı. Buraya nasıl geldikleri de ayrı konuydu tabi.

Gerçekten de görmediğim duvar kenarında eski masasına kurulmuş yaşlı bir adam vardı. Saçı sakalı birbirine karışmış halde bir şeyler yazmakla meşgul görünüyordu. Masasında duran kağıtlara ve kenardaki rafta duran daktiloya baktım. Teknolojiye meydan okuyordu resmen. Kafasını kaldırıp bize bakmaya başladığında etrafı izlemeyi bıraktım. Tuhaf bir suçluluk duygusu hissettiriyordu. Uzun süredir bakıyordu , şu an bize büyü yapma ihtimali yüzde kaçtı? O bize bakarken ben ne yapacağımı şaşırmış haldeydim.

Alparslan'ın elindeki kitaba bakarak "Savaş sadece cephede olmaz modern dünyada savaşlar artık bilgiyle , teknolojiyle oluyor. Teknolojiyi geliştirmek tıpkı bir savaş stratejisi belirlemek gibidir. Ayrıca bu savaşta yanında kimin olacağını iyi seç. Yanındaki adam sana savaş kazandırır. Tanrı sana yardım etsin , içimden bir ses gelecekte senden çok bahsedileceğini söylüyor." Düzgün bir aksanla tane tane konuşuyordu. Meydan okusa da teknolojiden uzak kalmamıştı anlaşılan. Kısa bir süre duraksayarak konuşmasına devam etti. "Kitapta sır vermeyen kazanır , açık olan yitirir der. Bu söz sana rehber olsun , sırrını verme yoksa kaybetmeye mahkum kalırsın." Sanki şifreli bir şeyler söylüyordu. Alparslan'a baktım , dikkatli bir şekilde adamı dinliyordu. Sanki bir komutana öğüt veren akıl hocası gibiydi.

Ufaktan bir korkmaya başlamıştım. Bilim kurgu filmlerindeki kahinler gibi konuşuyordu. Sonrasında yönünü bana döndü , bu beni daha da germişti. Elimdeki kitabı uzattım. Sayfalarını çevirmeye başladı. Sonrasında eline tükenmez kalemi alıp kapağına bir şey yazdı ve bana geri uzattı.

Dahlia - Yıldız çiçeği

Bir mahlas yazmıştı ama kadınların kullandığına benziyordu. Yazan kişiyi tanıyor muydu yoksa? İçimden bir ses okuduktan sonra buraya tekrar geleceğimi söylüyordu.

"Hayatta yeterince acı görmediğini okudukça anlayacaksın. Unutma en büyük acılar büyük mutlulukların ardından aniden gelir. Acıların seni daha da güçlendirecek. Tanrı sana yardımcı olsun." Ne yani bana söyleyecekleri bu kadar mıydı? Ona bir paragraf laf söyleyip beni iki cümleyle geçiştirdi. Konuşmasından sadece buna takılmam da saçmaydı. Ayrıca ne demek yeterince acı görmemişsin? Sabahlara kadar kıvranmıştım günlerce , aylarca yatağa bağımlı yaşamıştım ama yeterince acı görmedim mi yani? Adam gerçekten deliydi. Söylediklerine kulak asmadım.

Tarihi görünen binaların önünden geçiyorduk. Birkaç manzara fotoğrafı çekip abime gönderdim. Kardeş terörü aramıza kilometreler girmiş olmasına rağmen devam etmeliydi.

İkimizde sessizdik. Adamın söyledikleri onunda düşüncelerini bulandırmış gibiydi. Ona söyledikleri de ilginçti. Sanki büyük işler başaracak biriymiş gibi konuşmuştu. Onun böyle bir amacı var mıydı? Kim bilir?

Metroya ulaştığımızda "Benim için tekrar kart okutman gerekecek." dedi.

"Sorun değil. Parasını vermiştin zaten." Önden ilerleyip sıraya geçtim.

Metroya bindiğimizde adam hakkındaki düşüncelerini öğrenme isteğim galip geldi. "Adam çok garip biriydi. Gerçekten bir şeyler biliyor mu yoksa kafasından kehanet falan mı uyduruyor bilemedim." Dayanamayıp düşüncelerimi söyledim , onun fikri önemliydi. Sonuçta daha önce gelmişti, adamı en azından benden daha iyi biliyordu.

"Cins biri. Önceki gelişimizde de böyleydi. Söylediklerine çok takılma kitapları okumuş ve ona göre yorumluyor sadece , bizim hayatlarımızı bilemez ya." Haklıydı. Kafama takmamalıydım zaten herkesin söyleyecek sözü hep olurdu. İnsanlar öğüt vermeyi başkalarına yol göstermeyi büyük meziyet sayardı. Hiç durup sormazlardı neden böyle yapıyorsun diye. Bana hayatta yeterince acı görmemişsin demişti , ben acılarla yoğrularak pişmiştim. Klasik bir İngiliz'di , aşk acısını acıların en büyüğü olarak görüyordu. Ama hayatta öylesine derin acıların olduğundan , uzak coğrafyalarda yaşayanların neler çektiğinden haberi bile yoktu.

"Beni bilmemde sana kesinlikle kitabın ana fikrine göre öğüt verdi." Başını sallamakla yetindi. Yolculuğumuz ondan sonra derin bir sessizlikle geçti.

Hava kararmaya başlıyordu yavaştan. Güneş olmadığı için ortada güzel bir görüntü olduğu söylenemezdi. Rüzgar kuvvetini daha da arttırmıştı ve soğuk insanın yüzüne daha keskin şekilde dokunuyordu. Montumun fermuarını sonuna kadar çektim. Şapkamı almadığım için çok pişmandım zira burada hasta olmak hiç işime gelmezdi.

Işıl ışıl sokaklardan geçiyorduk. Yolun karşısında , devlete ait olduğunu düşündüğüm binanın önünde bir grup insan oturuyordu. Biraz daha yaklaştığımızda kendilerini zincirlediklerini fark ettim. Haber kanallarından gelen gazetecilerse hiçbir detayı kaçırmadan kayda alma peşindeydiler. Alparslan'ın Bu işin ucu bize dokunmadan geri dönseydik dediğini duydum belli belirsiz. Gerçekten o kadar büyür müydü? Gayet zararsız duruyordu , bir grup insan kendilerini zincirlemiş oturuyordu işte. Kavga gürültü yoktu. Özge burada olsaydı tüm Avrupai havasıyla Ne kadarda medenice bir davranış , bayılıyorum İngilizlerin beyefendiliğine. Derdi kesinlikle. İngiltere'ye neden güneş batmayan ülke dendiğini sorduğumuzda da susup kalırdı.

Geri dönerken aynı otelde kaldığımızı ve odalarımızın da altlı üstlü olduğunu öğrendim. Odadan içeri girip kapı kapattım. Ne gündü ama. Alparslan ile tekrardan karşılaşmıştım , sahafı beraber gezmiştik. Ve en önemlisi onun edebi eserler hakkındaki yorumlarını dinlemiştim. Çok derinlikli bir karakteri olduğunu anlamamak mümkün değildi. Yorgunluktan mıydı yoksa gittiğimiz yerin atmosferinden etkilenmem miydi bilemesem de gözlerim kapanmak üzereydi. Hiç karşı koymadan montumu çıkarıp yattım. Uyku büyük bir nimetti sonuçta küstürmeye gelmezdi.

 

 

 

 

 

 

**********

 

Kongrenin dördüncü günü de bitmişti. Alparslan ile sahafa gittiğimiz günden sonra hiç karşılaşmamıştım. Zaten anlatılanlara çalışmakla meşguldüm günlerdir , aklımı sadece buna yoruyordum. İnsanlar nasıl çok çalışarak düşüncelerinden kurtuluyor diye merak ederdim , cevabı yaşayarak görmüş oldum. Ayrıca ilk karşılaşmamızla ilgili bir konu geçmediği içinde gayet mutluydum , belli ki çoktan unutmuştu.

Günün son konuşması da bittikten sonra salondan çıktım. Yorgunluğuma rağmen gezmek istiyordum, birkaç gün sonra dönecektim ve vaktimi iyi değerlendirmem lazımdı. Asansörle aşağı indiğimde girişte birileriyle konuşan Alparslan'ı gördüm. Konuştuğu kızlardan biri beni görüp çağırınca yanlarına doğru ilerledim. Kısa sohbetimizin ardından onlardan ayrıldık. Otele doğru caddeden beraber yürüyorduk. Etraf normalden daha gürültülü olsa da bizim aramızda sessizlik hakimdi. Eylemler hala devam ediyordu anlaşılan. Sessizliği ilk o bozdu.

"Hafta sonu dönüyor musun?" Kongre cuma günü bitecekti dolayısıyla vize sürem de.

Umutsuzca cevap verdim sorusuna. "Evet ama bilet bulamadım henüz. Tüm uçuşlar başka ülkeden aktarmalı." Bir günü aşan yorucu bir yolculuk yapmak istemiyordum. Ama bir şekilde geri dönmem de lazımdı. Günlerdir bilet baksam da yoktu. Gidiş-dönüş almadığım için çok pişmandım.

"Dün gece baktığımda cumartesi sabah uçuşunda yer vardı , tabi İstanbul aktarmalı. Hemen bak istersen." Söylediğiyle gözlerimin içi parladı adeta. Yürümeye devam ederken hemen telefonumu çıkarıp bileti aldım.

"Sayende bu dertten de kurtuldum , sağ ol." Sözümün bitmesiyle siren seslerinin yankılanması bir oldu. Yoldan hızla dört polis aracı geçip ileriden sola döndü. Gittikleri yol bizim gideceğimiz yere gidiyordu. Eylemleri durdurmakta zorlanıyorlardı anlaşılan. Yoldan zırhlı bir polis aracı daha geçti. Diğerlerine göre daha yavaştı ve anons geçiyordu. Sokakları boşaltmamızı ve evlerin daha güvenli olduğunu dile getiriyorlardı. Paniklemeye başladım , başka bir ülkede ortada kalmak en son isteyeceğim şeydi.

Gayet sakin görünen Alparslan'a doğru döndüm. "Şimdi ne yapacağız?" Sakin konuşmaya çalıştım ama ne kadar başarılı oldum orası tartışılırdı. Annem haklı çıkmıştı ne işim vardı elin bilmediğim yerlerinde? Hemen kötüyü düşünme Şüheda diye kendimi teskin etmeye çabaladım.

"Sakin ol ve beni takip et." Gayet sakin ve telaşsızdı. Bu kadar soğukkanlı olması garipti. Süper panik olan ben daha garip olabilirdim. Adımlarını gideceğimiz yerin tam tersi istikametine çevirdi. Arkasından derin nefesler alarak yürümeye çalışıyordum. Şu an bir çarpıntıyla uğraşamazdım. Başka bir ülkedeydim , eylem vardı ve gideceğim yere gidemiyordum , daha yeni tanıştığım adamın peşinde nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Çarpıntımın olması için çok fazla makul sebep vardı ama olmamalıydı. Şu an olmamalıydı. Hava soğuk olmasına rağmen cayır cayır yandığımı hissediyordum. Abartı bir tepkiydi belki ama sakin olamıyordum. Alparslan'a güvenmek tek seçeneğimdi , burada tanıdığım tek Türk oydu.

Acaba eylem Türkiye'deki haber kanallarında yayınlamış mıydı? Her şey o kadar karman çorman olmuştu ki. Bu kadar uzun boylu olabileceğini tahmin etmemiştim. Düşüncelerimi bölen takip ettiğim adımların yavaşlaması oldu. Köşeden dönüp dar bir sokağa girdik. Ne tarafa gideceğini gayet iyi biliyor gibiydi , daha önce gelmişti buraya benimse zayıf olan yer yön kavramım tamamen yok olmuştu. Karmaşanın uğultulu sesleri duyuluyordu. Bağrış çağırışlara birde su sesi eklenmişti. Biber gazı ya da tazyikli su olabilirdi. Ne önemi vardı ki bunu düşünmenin , gereksiz ayrıntılardı sadece. Nefesim artık vücuduma yetmemeye başlamıştı.

Binaların arasında kalan çıkmaz sokağa girmemizle durdu. Duvar gibi bir şeye sırtımı yaslayıp nefesimi düzenlemeye çalıştım. Etrafa baktığımda eski sıvası dökülmüş binaların arasında kaldığımızı gördüm , her taraf çöple doluydu ve midemi kaldırmaya yeten bir koku yayılıyordu. Gerçekten Londra mıydı burası , idrak etmek zordu. Şehri iki yüzü vardı ve biz şu an karanlık yüzüyle tanışmıştık. Her manada karanlık yüzü.

"Bi su iç istersen. Fazla paniksin." Aldığım kesik ve derin nefesler dışarıdan duyuluyordu demek. Belli etmemeye çalışmamda bir yere kadar başarılı olmuştu. Sakinliği sinir bozucu seviyeye ulaşmıştı gerçekten. Ne bu rahatlık? Başımıza ne geleceği belli değildi o bana su iç diyordu. Haklıydı gerçi , bu kadar panik yapmam bünyeme zararlıydı.

Çifte vatandaş mıydı acaba? Sakinliğinin sebebi bu olabilirdi. Düşünceme tezat bir şekilde kabanının açık kısmından görünen ceketindeki rozete takıldı gözlerim. Çifte vatandaş olsa neden Türk bayraklı rozet taksın ki? Bunları bir kenara bırakıp bir yudum su içtim ama sakinleştirmek bir yana paniğimi arttırdı.

"Şu anda bulunduğumuz durumun farkındasın değil mi? Saklambaç oynamıyoruz burada." Sesim fazla yüksek çıkmıştı ama haklıydım. Atladığım tek şey onun suçu olmadığıydı sadece bir çıkar yol arıyordu.

"Yine de sakin olmaya çalış." Neden bu kadar sakindi?

Bir elinde bilgisayar çantası diğer elinde bir kaç tuşa basıp kulağına götürdüğü telefonuyla iş görüşmesi yapan beyaz yakalı imajındaydı. Normal bir zamanda bu görüntü bende hayranlık uyandırırdı ama şimdi sadece tedirgin ediyordu. Kısa telefon konuşmasından sonra ilk defa ne yapacağını bilmez halde görünüyordu. Yüzünde kaygı belirtileri vardı , şu an o da ne yapacağını bilmiyordu. Eski sakin halinin daha iyi olduğuna karar verdim böylesi daha kötüydü. En azından birinin olaya el koyması şarttı. Telefonunu ceketinin cebine koyacağı sırada mesaj geldi. Okuduktan sonra tedirginliği artmış bir şekilde etrafına bakınmaya başladı. Mesajda her ne yazıyorsa onda bulunduğumuz durumdan daha büyük bir etki yaratmıştı. Bilmediğim bir olay vardı. Sıkıntılı bir nefes verdi. Kahretsin diye mırıldandı belli belirsiz.

Telefonu iç cebine koyup yanıma yaklaştı. "Yolda eylemciler varmış , polis yolu kapatmak zorunda kalmış. Mutfağın depo kısmından otele girmeyi deneyeceğiz." Sesini sakin tutmaya çalışıyordu sanki. O da durumun bu kadar ciddi olmasını beklemiyordu muhtemelen. Birkaç gün önce kendilerini zincirlemiş sakince oturuyorlar diye düşünüyordum oysa.

"Otelin güvenli olduğuna emin miyiz?" Cevabını bile bile sormuştum. Eylemde ölen Türk vatandaşları birilerinin çok da umurunda olmazdı herhalde.

"Değiliz ama gidecek başka yerimiz yok. Pasaportun nerde?" Odamdaydı. Hayatımın hatasını yapmış olabilirdim. Neden çantama koymadım ki? Kaybederim diye. Kaybetmek şu durumdan daha iyi bir seçenekti.

"Otelde." Kısık ve mahcup bir sesle konuştum. Kimliğim yanımdaydı ama pasaportum olmazsa kaçak muamelesi görür müydüm? Her şey o kadar karışık bir hal almıştı ki.

"Ortalığın durulmasını bekleyip gitsek." diye mükemmel bir öneri sundum. Sokaklarda mı kalacaktık?

"Durulmak yerine daha da karışacak hem hava kararınca gitmek daha zor olur." Gayet makul sebepler sundu bana.

Bir şey demeden önden yürümeye başladı. Peşinden giderken sağ salim ülkeme dönersem bir daha yurtdışına çıkmayacağıma dair kendime sözler vermekle meşguldüm. Peki bu sözleri tutacak mıydım? Kısa bir süreliğine evet. Ben iflah olmazdım. Ailemin haberi olmadan bu işten yırtmam lazımdı. Yoksa babam pasaportuma el koyardı ve benim ülke ülke gezme hayallerim yarım kalırdı.

Bir süre yürüdük , her yer birbirinin aynısı gibiydi. Sokaklarda tabela da yoktu gerçi olsa da çok anlamazdım. Sağdaki yola döndüğümüzde eylemcilerin arasında bir arbede olduğunu gördüm. Tekme tokat birbirlerine dalmışlardı ve sayıları oldukça fazlaydı. Çöp konteynerlerini bariyer niyetine yola sürükleyerek yolu kapatmışlardı. Yerler çöp ve yağmalanan malzemelerle doluydu. Duyduğum sloganlara anlam veremedim. Böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştım.

Fascists , get out of our country. (Faşistler ülkemizden defolun.)

Terrorsts, you will all die. (Teröristler, hepiniz öleceksiniz.)

"Sakin ol , dikkat çekmeden hızlıca yürüyüp geçeceğiz." Sadece benim duyacağım bir sesle söyledi. Dedi demesine de ben hiç sakinleşecek gibi değildim. Panik kalbimden vücuduma dalga dalga yayılıyordu. Olduğum yere çakılmış öylece duruyordum. Benden bir iki adım uzaklaşmıştı ki hareket etmediğimi fark ederek dönüp elimden tuttu. Ancak o zaman elimin titrediğinin farkına vardım. Eli babamın eli gibiydi , sıcacık ve güven veren. Vücuduma yayılan dalgaların azaldığını hissettim. Kulaklarımda babamın "Ben hayatta olduğum sürece bu eli hep tutacağım ve sende hiçbir şeyden korkmayacaksın" cümlesi yankılanmaya başladı. Şimdi elimi başkası tutuyordu ve ben ona rağmen korkuyordum. Korkum azalmıştı ama tamamen yok olmamıştı. Neyden korkuyordum bu kadar?

Yaralanmaktan?

Ölümden?

Başka bir ülkede olmaktan?

Hayır hiçbiri değildi. Yıllarca hastanede tedavi görmüştüm ve hep ölüme bir adım yaklaşıp geri dönmemin bir sebebi olmalı diye düşünürdüm. Yaşama tutunmak için onca çabadan sonra sıradan bir hayat sürmemeliydim. Bunu nasıl başarırdım bilmiyorum ama birilerine bir faydam olmalıydı , en çok da ülkeme. Ama ben şu an yurtdışında bir hiç uğruna ölüp gidebilirdim. Beni korkutan buydu. Ölüm kesindi , önemli olan nasıl öldüğümdü. Bu ilk korkum bir diğeri kabul etmek istemesem de yaralanmaktı. Canımın acımasına alışkındım ama tekrar hastaneye yatırılıp tedavi edilmek hem de yanımda ailem olmadan. İşte bu bacaklarımı zangır zangır titretecek bir korkuydu.

Titrediğimin farkına varmış olacak , bana bakıp başıyla gideceğimiz yönü işaret etti. Gözleri insana güven veriyordu. Güvendim. Adımlarımızı hızlandırarak ilerledik. Artık onlardan uzaklaştığımıza kanaat getirmiştim ki aniden silahlar patlamaya başladı. Silah sesleriyle beraber beynimin uyuştuğunu ve tüm algılarımın kapandığını hissettim. Tek hissettiğim kulaklarımdaki tiz sesti.

Elimi kavrayan elin yerinde artık koca bir boşluk vardı. Bırakmıştı... Tam ona güvendiğim esnada hem de.

Önce savruldum ne tarafa olduğunu ayırt edemiyordum sonra kafamda bir elin varlığını hissettim. Kuvvetle aşağı bastırıyordu. Tek kelime edecek halde değildim. Diğer eliyle de kolumdan tutup beni ilerletmeye başladı. Heybetli bir gövde arkamdan kavramıştı. Ayaklarım ona uymak zorunda kaldı. Güçlüydü hem de fazlasıyla. Her şey bir anda olup bitmişti şu an hızla ilerliyorduk. Arkamdaki iri cüssesini hissedebiliyordum. Boyu benden uzundu sanırım. Alparslan benden uzun muydu? Bilmiyorum.

Tek başıma olduğumun idrakine vardım. Keşke beni nereye doğru götürdüğünü bilmediğim adam babam olsaydı. Ona çok ihtiyacım vardı. Bütün algılarım kapanmıştı ; neredeydim , şu an burada ne oluyordu , ne tarafa sürükleniyordum , beni tutan kimdi ve en önemlisi bu durumdan nasıl kurtulacaktım? Beni tutanın Alparslan olması tek dileğimdi. Polis ya da bir başkası olsa daha sert olurdu herhalde.

Hızla ilerlerken sırtımda hafif bir darbe hissettim , hafif bir tepme gibiydi. Ne olduğuna anlam veremedim , anlık duraksadık ama sonra devam ettik.

Uğultuyla karışık duyduğum sesler siren sesleriyle daha da azaldı. En sonunda sadece su ve siren sesi duymaya başladım. Sesler gittikçe boğuklaşıyordu , yeterince uzaklaşmış mıydık? Gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Açamıyordum , vücudum irademin dışına çıkmıştı adeta. Gözlerimi açmayı başardığımda tek gördüğüm önüme düşen koyu kahve saçlarımdı.

Ne kadar süre o halde ilerledik ya da nereye vardık yine bilgim dahilinde değildi. Durduğumuzda güçlükle kafamı kaldırdım. Karşımda gördüğüm adam Alparslan’dı.

"Sen manyak mısın? Silahlar patlıyor neden öylece duruyorsun?" Sinirle hesap sorduktan sonra öksürmeye başladı. Son nefesini buna harcamıştı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kibarlığını bir kenara bıraktıracak kadar delirtmiştim adamı.

"Her gün silahların patladığına şahit olmuyorum. Daha önce kendimi böyle bir eylemin ortasında da bulmadım." İstemeden sesim yüksek çıkmıştı. Nasıl tepki vereceğimi bilmemem normaldi ama tehlike anında insanlar içgüdüsel olarak kendilerini korurlardı ama ben yapamamıştım. Kilitlenip kalmıştım , o olmasaydı ile başlayan ihtimali düşünmek bile istemiyordum.

Cevap veremeyecek haldeydi , gözleri kan çanağına dönmüştü ve dur durak bilmeden yaşlar akıyordu. Hala sırtımda olduğunu yeni hissedebildiğim çantamdan suyumu çıkarıp ona uzattım. İçmesine rağmen öksürüğü kesilmedi. Sıkılan biber gazıydı büyük ihtimal ve etkilenmişti. Benim etkilenmemem içinde kafamı aşağı bastırmıştı tabi mermi isabet etmesin diye de yapmış olabilirdi. O kendini toparlamaya çalışırken siyah kabanının omuz kısmının daha koyu göründüğünü fark ettim. Vurulmuştu. O tepme vurulduğu içindi.

Titreyen ve soğuktan kızarmış olan elimle omzuna dokunmaya çalıştığımda aniden geri çekildi. "Yaralanmışsın." Dediğimde nefes almanın daha önemli olduğunu düşünüp umursamadı. Hala hissetmiyordu belki. Bir süre nefesini düzenlemeye çalıştı. Ardı arkası kesilmeyen öksürükleri nefes almasını kolaylaştırmıyordu. Bir süre sonra rahatladı. İkinci kez nefesi kesiliyordu yanımda.

"Otele ulaşalım hallederiz." Önceki gür sesine nazaran cılız ve kısık konuşmuştu. Yeniden elimi tuttu , bu kez daha sıkı kavramıştı. Birkaç sokaktan daha geçtik , bacaklarımı hissetmeden bu kadar yürümem bir mucizeydi.

Ulaştığımız yer tanıdık gelmeye başlamıştı , açık bir kapının önünde duran adam bize hemen girmemiz için işaret verdi. Burası otelin arka tarafıydı , mutfağın depo kısmından içeri girdik nihayetinde. İçeriye girmemizle derin bir nefes aldım. Tehlikeyi atlattık sayılırdı. Hızlıca üst kata çıktık.

"Çantamı gördün mü?" dediğinde anlamaz bir şekilde ona baktım. Kongreden çıktıktan sonra elinde bilgisayar çantası vardı , onu arıyordu sanırım. Çantasını kaybetmiş olması patlayan silahlardan daha çok tedirgin etmişti onu.

"Görmedim."

"Kahretsin. Silah sesi duyunca orada bıraktım herhalde." Sinirlendiğinde alnının ortasında atmaya başlayan bir damar vardı. Ve şu an çok kuvvetli bir şekilde atıyordu. Elini göğsünde gezdirerek telefonunu aradı cebinde bulmanın verdiği rahatlamayla alnının ortasındaki damar az da olsa belirginliğini kaybetti.

"Bir sıkıntı olursa haberleşiriz." Diyerek asansörlere yöneldi. Arkasından bakakalmıştım , iki seferdir bir anda görüşürüz deyip gidiyordu. Arkasından öylece baktım. Başıma inceden ağrı girmeye başladı , bu kadar strese iyi bile dayanmıştım. Asansör geldiği zaman hemen geri döndü. Koşturan çalışanlardan biriyle konuştuktan sonra geçen siniri tekrar gelmişti , kendi kendine söyleniyordu. Dayanamayıp yanına gittim.

"Bir sorun mu var?"

"Odanın kartı çantamdaydı. Kat görevlisinden kartın gelmesi bir saati bulurmuş." Alnındaki damar ritmik bir şekilde atıyordu. Sinirliydi.

"Gel , benim odamda bekle. Hem yarana da bakarsın." Kan lekesi omzundan koluna doğru inmişti. Ciddi görünmüyordu ama enfeksiyon kapabilirdi.

Kabul etmeyeceğini düşünmüştüm ama canı acıdığından olsa gerek itiraz etmedi. Annemin insanlarla hemen samimi olma , kimin ne olduğu hiç belli olmaz adlı nakaratı zihnimde dolaşmaya başladı. O benim hayatımı kurtarmıştı. Sırtımla bütünleşmeye başlayan çantamdan kartı çıkararak kapıyı açtım.

Çok büyük değildi odam. Kapının hemen karşısında tek kişilik yatak , yatak başlığının bitiminde başlayan geniş bir pencere vardı. Girişte sağda minik bir banyosu yine tek kişilikti, banyo duvarına bitişik ve duvarı boydan boya kaplayan beyaz renk kıyafet dolabı bütün eşyalarımı alacak kadar büyüktü. Dolabın bir bölmesine mini bir buzdolabı konmuş. Yatağın karşısında yine beyaz renk çalışma masası ve dönen sandalye vardı , sandalyeye oturunca pencereden dışarıya bakabiliyordum.

İçeri girdiğimizde sabah toplayıp çıktığım için şükrettim , evde genellikle aynı odada kaldığımız için toplama işlerini Büşra'ya yıkardım. O içeriye bakarken kıyafet dolabını açıp getirdiğim ecza kutusunu çıkarttım. Kapağını kapatmadan kıyafetlerime baktım , yeni aldığım sweeti verip vermemek konusunda tereddütlüydüm. Kıyafet takıntısı başa belaydı ama bana siper olduğunu da unutmamak lazımdı. Sweeti de alarak kapağı kapattım. O sırada masamdaki resmi incelemekle meşguldü.

"Güzel resim. Havacılığa ilgin olduğunu bilmiyordum." Kendimi resme dahil ederek çizmiştim ama uçaklar gökteydi ben yerde.

"Sivil havacılık ve uçuş eğitimi almıştım." İç geçirdim. "Hep hayal olarak kalacak bir ilgi." Söylediğime pişman olmuştum çünkü hayalde kalsın istemiyordum.

"Eğitimi İHAlar üzerine aldın anladığım kadarıyla." Onayladım sadece ve bir şey demesine fırsat vermeden ecza kutusunu ve sweeti uzattım.

"Yeni almıştım. Hiç giymedim." Erkeklerin bunu çok dert ettiğini sanmıyordum , abim sağ olsun ne kadar iğrençleşebileceklerini öğretmişti. "Teşekkürler." Deyip banyoya doğru ilerledi.

Dışarıdaki korku ve panik halim biraz olsun geçmişti. Onunla konuşmak bir iki cümle de olsa iyi gelmişti. Montumu çıkardım. Pencerenin yanına gidip perdeyi araladım ve dışarı bakmaya çalıştım. Giriş katta olduğumuz için her yeri göremiyordum. Sadece yolun sonunda yanan bir ateş ve kalabalık belli oluyordu.

Telefondan canlı yayın yapan haber kanalı aradım. Eylemin durdurulduğu haberine rastlamayı umuyordum ama durum tam tersiydi. Diğer eyaletlerde de sağcılarla ırkçılık karşıtları birbirine girmiş durumdaydı. Sıra olayın dünya medyasına yansıyıp yansımadığını öğrenmeye geldi. Sosyal medyadan haberlere göz gezdirdim , şimdilik birkaç kanal dışında yayılmamıştı. Babam iştedir , annem televizyon açmaz , abimin bakacak fırsatı olmamıştır , Büşra'nın habere pek ilgisi yoktur yani ailemin henüz haberi olmamıştı. Günün tek sevindirici olayı buydu.

Banyodan elinde kanlı kıyafetlerle çıkınca annemin çantama sıkıştırdığı poşetlerini birini verdim ona. Annem her konuda yardımcı oluyordu sağ olsun.

"Mermi sıyırmış. Pansuman yaptım, idare eder."

"Sıyırdığını nasıl anladın?" Dizilerde de en merak ettiğim buydu. Merminin sıyırdığı nasıl anlaşılırdı?

"Omzumun üst kısmında hafif bir yara var sadece. Teğet geçmiş de denebilir."

"Ağrın var mı? Ağrı kesici verebilirim istersen."

"Şimdi pek yok da gece için verirsen iyi olur."

Mini buzdolabının kapağını açıp ağrı kesicilerin hepsini çıkardım. Gördüklerine şaşırmıştı. Ağrı kesici haplarla beraber iğnelerimde vardı. Ameliyatların bıraktığı etkilerden biri de ağrılardı. Ameliyat olalı yıllar olmuştu ama aynı ameliyatı üç kere olunca kemiklerde ister istemez bir hasar kalmıştı. Ve maalesef ki hasarlı kemiklerim göğüs kafesimi oluşturuyordu. Ağrılar nefes alırken canımı yakacak raddeye geldiğinde iğneler rahatlatıyordu. Haplar daha uzun sürede ancak etki ettiği için iğne daha iyi bir tercihti. Kollarımı morartması da bu işin cilvesiydi.

Açıklama yapmam gerekiyordu sanırım. Sonuçta herkeste ağrı kesici iğne yoktu. "Buranın sağlık sistemi malum." Daha fazla detaya gerek görmedim.

"İğneler daha kuvvetli etki gösterir." Şırıngalardan birini ona uzattım. Elinde evirip çevirip inceledikten sonra bana döndü.

"Sağ ol." Yazanlardan hiçbir şey anlamamıştı.

"Kolundan yap , yarısı yeterli olur. İğneyi çok derine batırma." Diğer ilaçları geri dolaba koyarken sorduğu soruyla duraksadım.

"Neden elimi bırakıp öylece durdun?" Gerçekten ilginçti. Ben onun beni bıraktığını zannetmiştim.

"Elini ben mi bıraktım? Bilmiyorum , daha önce hiç böyle bir olay başıma gelmedi. Ne yapacağımı bilemedim herhalde." Cevap olarak sadece saçmaladım , verecek net bir cevabım yoktu.

"Dünyada insanların başına bir sürü kötü olay geliyor , bunlardan biriyle karşılaştığında sakin olup bir çözüm yolu bulmalısın. Unutma hayat bir kurtarıcı bekleme yeri değil." Erkekler neden böyleydi? Olayların ortasından kurtardı diye kendini kahraman mı sanıyordu? Ya da benim bu hayatta pamuklara sarılarak büyütüldüğümü mü? İşte şimdi gözüme fazlasıyla sinir bozucu görünmeye başlamıştı.

"Sen birine iyilik yapınca hemen nasihat mi verirsin?" Her ne kadar sinirlensem de yaptığının hatırına sakinliğimi koruyarak cevap verdim.

"Sadece kriz yönetimi yapabilmen için bir tavsiye." Sanırsın bana diplomatik kriz çözdü. Sinirimi yatıştırmak için derin bir nefes aldım. Hep böyle ukala mı davranacaktı?

"Bu arada saçın kan olmuş sanırım." Söylediğiyle hemen aynanın önüne ilerledim.

Kendimi gördüğümde çığlık atmamak için zor tuttum kendimi. Saçım başım birbirine girmiş, sağ tarafım komple kan lekesi olduğu pek belli olmasa da birbirine yapışmış üstüne birde terden makyajım bozulmuştu. Kısaca rezalet bir haldeydim. Saçımda abim daha önce yumurta kırmıştı ama kan bir ilkti. Hiçbir şey söylemeden banyoya yöneldim.

"Bilgisayarını kullanmamda bir sakınca var mı?" Ardımdan seslenmesiyle ona döndüm.

"Yok kullan." Bugün eşyalarımı paylaşmak konusunda fazlasıyla cömerttim. Hayatımı kurtardığı gerçeğini aklımdan çıkaramayan çalışıyordum

Banyoya girdiğimde lavabonun sabah bıraktığım gibi tertemiz görünce ufak bir şaşkınlık geçirdim. Abimle yaşayınca tüm erkekleri onun gibi zannetmeye başlamıştım sanırım. Erkekler temiz olabiliyormuş. O an aklıma gelenle kafamı dışarı çıkardım.

"Şifre 784332 boşluk."

 

 

 

 

 

*********

Şüheda banyoya girdiği anda hemen bilgisayarı açtı. Bacağıyla ritim tutmaya başlamıştı şimdiden , buradaki olaylar umurunda bile değildi şu an tek düşündüğü bilgisayarındaki dosyaydı. Masanın üstünde bağlantı kablosu olması ayrıca işine geldi. Hemen telefonuyla bilgisayar arasında bağlantı kurdu. Şarjı azalmıştı ama şu işi halledene kadar kapanmasa onun için yeterliydi. Bilgisayarda veri tabanını açtı ve kendi bilgisayarının konumuna baktı ilk iş. Bulundukları konumdan 20 kilometre uzaklıkta görünüyordu. Birisi bulup yanında götürmüştü anlaşılan. Yani çalmıştı. Bilgisayarını gözden çıkarmak zorundaydı , bu durumda geri alması mümkün değildi. Bilgisayarının şifrelerinin çözülmemiş olması sevindirdi. Bugün aldığı mesajdan sonra tedirgin olsa da dosyası hala güvendeydi.

Sinirle çatılan kaşları gevşedi ve gülümsedi. Halledebilirdi ama Şüheda'nın bir süre daha gelmemesi lazımdı. Saçını yıkayacağını düşünüyordu , rahat bir on beş dakikası vardı. Hemen kendi bilgisayarına sızacak dosyaları aktarıp tüm verileri silecekti. Bu kadar basitti. Tek ve en büyük sorun dosyalarını yükleyeceği bir cihazın olmamasıydı. Telefonunun kapasitesi yetmiyordu.

Elleri titremeye başladı. Korkudan değildi bu titreme , paniktendi. Silahların patlaması bu kadar panikletmemişti onu. Hayallerini gerçekleştirmeye bu kadar yakınken bir anda elindeki her şeyi kaybedemezdi. Sakin olmaya ve mantıklı düşünmeye çalıştı ama yapamıyordu. Aklına babası geldi , onun intikamı içindi her şey. Böylece son bulamazdı. Şüheda' yı şüphelendirmeden bir çözüm bulması lazımdı. Yeni tanıştığı bir kıza güvenemezdi. Gerçi Alparslan kimseye güvenmezdi , hele ki iş teklifi adı altında tehdit edenlerin projesinden haberdar olma riski varken.

Odada flash bellek aramak için oturduğu yerden kalkacağı sırada ne yaptığının farkına varıp geri oturdu. Birinin eşyalarını karıştıramazdı. Hedeflerini gerçekleştirmek uğruna olsa bile ahlaki değerlerinden daha fazla ödün veremezdi. Sonuç ne olursa olsun çizgisinden sapmayacaktı. Bu yaptığı tek seferlikti ve tekrarı olmayacaktı çünkü amacına kirli işlere bulaşmadan ulaşmak istiyordu. Bu proje kirlenemezdi. Zamanın onlara neler göstereceğinden habersizdi.

Dosyayı yükledikten sonra bilgisayarda bırakmaya karar verdi. Bir süreliğine tabi. Sonrasında bir yolunu bulup geri alırdı. Aslında hackleyip alsa daha kolay olurdu ama veri güvenliği açısından bu konuda önlem almıştı. Ayrıca şimdi hacklemek de nereden çıkmıştı , lisede yakalandığı zaman bırakmıştı. Yedekleme yapmadığı için kendine kızdı.

Diğer dosyalara göz gezdirdi. Beş yüz dosya olduğunu görünce ikinci kez güldü. Önceki dönemlerin ders notları , çıkmış sorular , uçuş eğitimi dosyaları ve deneme sınav sonuçları. Deneme sınav sonuçları mı? İlginçti. Tıklayıp açtı. Tam tahmin ettiği gibi sadece birinci olduğu sonuçlar vardı. Herhalde artık bakmıyordur diye düşündü , üniversite son sınıftı sonuçta. Onu silip yerine kendi dosyasını ekledi , fark etmesi mümkün değildi , en azından kısa bir süre. Şifreleri tekrar belirleyeceği sırada Şüheda içeri girdi. Risk alarak dosyayı şifresiz bir şekilde bırakıp bilgisayarı kapattı. Ellerini ovuşturup normal durmaya çalıştı. Suçluluk psikolojisine girerse kendini ele verirdi , karşısındaki kız en ufak bir hareketinden dahi anlardı.

"Gelen maillerime baktım." Diye açıklama yapmak mecburiyetinde hissetti kendini. Yalan söylemek zorundaydı , kendi bilgisayarımdaki çok önemli dosya bir süre sende kalacak diyemezdi.

Şüheda'nın derdi ise bambaşkaydı. Az önceki konuşmayı şimdilik unutmuştu. "Durumlar ne olur sence?" Sesinde şimdi korku yerine umutsuzluk vardı. Oysa hep başkalarının başına gelir diye düşünürdü.

"İyi ya da kötü olması bizi ilgilendirmez. Bizim gideceğimiz yer belli , Konsolosluk. Kuzenimin konsoloslukta tanıdığı vardı onu ararım şimdi." Telefonuna baktığında şarjının tamamen bittiğini gördü. Elindeki telefonu salladı. Anlamıştı Şüheda , çantasından kendisininkini çıkarıp uzattı. İçinden kriz yönetimi deyip duruyor ama daha eşyalarının yönetimi kendi elinde değil , gelmiş bana tavsiye vermeye kalkıyor diye geçirip gülmemek için kendini zor tuttu.

Alparslan kuzeninin numarasını tuşladığında numaranın zaten kayıtlı olduğunu gördü.

DEMİR (CEYDA'NIN SEVGİLİSİ)

Şaşırmıştı , Demirle tanışıyor olabileceklerini hiç düşünmezdi. Ceyda muhtemelen arkadaşıydı ve Demir'in anlattığı kadarıyla Şüheda ile çok zıtlardı. Yoksa Ceyda'nın arkadaşı şu an karşısındaki kız mıydı? Dünya gerçekten küçüktü.

"Numara kayıtlıymış." Ekranı ona çevirdi. Şaşırma sırası Şüheda'daydı. Ceyda şarjı bittiğinde telefonunu kullanmıştı bir keresinde o zaman kaydetmiş olmalıydı.

Gözlerini kırpıştırdı. "Demir senin kuzenin mi?" Şaşkınlığını atlattıktan sonra derin bir nefes aldı , yanlış anlaşılmadan nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. En sonunda lafı çevirmeden direkt söyledi zaten kaçar yolu yoktu.

"Benden aramasan olur mu? Ben arkadaşımla uğraşmak istemiyorum." Daha önceki dedikodulardan zar zor kurtulmuşken bir de bunu eklemek istemezdi. Ceyda çöpçatanlığa başlarsa ömür billah yakasını kurtaramazdı ondan. Bir de diğerlerine anlatırsa ki anında anlatırdı işte o zaman tam anlamıyla yanmış demekti.

Söylediği Alparslan tarafından gayet makul derecede karşılandı çünkü o da aynısını yaşamak istemiyordu. Alparslan'ın korkusu Demir değil onun düşük çenesiydi. Annesine olayı pembe dizi senaryosuna çevirip anlatırdı kesin. Zaten ağzı iyi laf yapıyordu , annesini ikna etmesi zor olmazdı. Sonra annesinin baskılarıyla daha çok uğraşmak zorunda kalırdı.

"Haklısın. Ben sonra ararım." Diyerek telefonu geri verdi , ikisi de biliyordu ki yaşadıkları şeyi anlatsalar inanmazdı kimse.

Bir süre sessizce beklediler. Şüheda dönen sandalyeye oturmuş haberlere bakmakla meşguldü. Alparslan ise pencerenin pervazına yaslanmış dışarıya bakıyordu. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Alparslan bambaşka bir dünyadaydı. Yaşanan olaylar umurunda bile değildi , tek derdi tüm hayatını bağladığı projesindeydi. Aklına daha önce gelmeyen bir düşünceyle zihni çalkalanıyordu. Bir ortak... Bunca zamandır tek çalışırken neden şimdi aklına gelmişti? Bugünkü olay yüzündendi. Bir ortağı olsaydı şimdi bu kadar endişelenmezdi.

O hep tek çalışırdı. Bu onun tek başına gerçekleştirmesi gereken bir işti. Düşüncelerinden kurtulamayınca yaslandığı yerden doğruldu. Şüheda Yatağa oturmuş tüm dikkatiyle telefona bakıyordu. İçini vicdanının yükü doldurdu. Dakikalarca Şüheda'ya bakıp kendini vicdan kürsüsünde yargıladı. En sonunda dayanamayıp gitmeye karar verdi.

"Bir kağıda numaranı yaz. Konsolosluğa gitmemiz gerekebilir , irtibatta kalalım."

Numaranın yazılı olduğu küçük kağıdı , şırıngayı ve poşetteki kanlı elbiselerini alarak hızla odadan çıktı. Kat görevlisi kartını getirmişti. Odasına girip kapıyı kapattı. Sebepsizce nefes almakta zorlanıyordu. Ortak fikrini aklından çıkaramıyordu. O hata yapmıştı hem de bir değil bir sürü ve zincirleme. İçinde yıllarını verdiği projesi olan bilgisayarı çaldırmıştı. Hatasını bir başka hatayla kapatmaya çalışmıştı sonrasında. Dosyanın yedeksiz sadece bir tane olması , bilgisayarı 4000 kilometre gezdirmesi , potansiyelini fazlaca belli edip hedef konumuna gelmesi gibi bir sürü hatası vardı. Önemli olan şimdi ne yapacağıydı? Türkiye' ye dönünce onunla tekrar görüşüp halletmeliydi. İşler iyice çığırından çıkmıştı , yeni uçak projesi geliştiren bir mühendisin ajanlığa uzanan hikayesine dönmüştü. Şimdi aklında deli bir soru vardı. "Başarmak istediğim şey için ne kadar ileri gidebilirim?" Treni rayından çıkarmamak için çok uğraşmıştı devam da ediyordu buna ama şimdi büyük bir çıkmazdaydı.

Kağıttaki numaraya baktı. 05** *** 25 03

Kesin doğum günü diye düşündü. Ayrıca o bir kızın numarasını mı almıştı az önce?

Ani gidişinden sonra geride kalan Şüheda bu ani gidişe bir anlam veremedi. Alparslan gittikten sonra sessizce yatağın kenarına çöktü ve gözyaşlarını serbest bıraktı. Neden ağladığını bile bilmiyordu sadece hissettiği derin bir yalnızlıktı. Bembeyaz döşenmiş odada karanlığa gömülmüştü. Gözyaşları sessizce süzüldü yanaklarından. Engel olamadığı hıçkırıkları odanın karanlığına karıştı. Bunun adı güçsüzlük müydü bilmiyordu zaten hiçbir zaman kendini güçlü görmemişti. Güç hiçbir zaman onun yanına uğramamıştı.

Bugünkü panik hali , nefesinin kesilmesi , Alparslan'ın elini bırakması ; tüm bunlara mantıklı bir açıklama getiremiyordu. Bu aşırıya kaçan tepkileri normal değildi.

 

 

 

 

 

***********

Kongrenin son iki günü eylemler nedeniyle iptal edilmişti , onca başvuru kabul süreci sonrası bu hiç hoşuma gitmemişti. İki gündür odamdaydım , lobiye bile inmemiştim , yemeği de odamda yiyordum. Alparslan ile o günden beri hiçbir iletişimim olmamıştı. Uçuş gününü bekliyordum ama zaman akmayı bırakmıştı sanki. Arayan herkese iyiyim konuşması yapmaktan da bıkmıştım artık. Cumartesi sabahının gelmesi için saat değil dakika saymaya başlamıştım. Hem saymaya başlayınca aklımdaki düşünceler de dağılıyordu. Ciddi ciddi iki gündür sahaftaki yaşlı adamın ve Alparslan'ın söylediklerini düşünüyordum.

"Hayatta yeterince acı görmedin."

"Hayat kurtarıcı bekleme yeri değil."

İşin içinden çıkamamıştım. Normalde bu tarz konuşmalarla olaylar arasında bağlantı kurmam ama şimdi ister istemez etkilenmiştim. Sanki çok kötü bir olay yaşayacakmışım üstüne üstlük mutlu olduğum bir zamandan hemen sonra ve bununla tek başıma mücadele etmek zorunda kalacakmışım gibi konuşmuşlardı. Çok düşündükten sonra çocukluk anılarımı hatırlamak gibi bazı kötü özelliklerim olduğundan oturduğum koltuktan kalkıp sahaftan aldığım kitabı aramaya başladım. Eşyalarımı çoktan topladığımdan bulmam biraz zaman alacaktı. Normalde son dakikaya bırakırım ama yapacak bir işim olmayınca toplamıştım.

Sonunda kitabı buldum ve tekrar sandalyeme yerleştim. Bir sayfa daha diye diye yirminci sayfayı bulmuştum. Bir kitap kurduna göre az bir sayfa sayısıydı ama yazıların puntosu küçük ve İngilizce olduğu için ancak bu hızda okuyabiliyordum. Kitabı mektuplardan oluştuğunu zannetmiştim ilk başta ama bir kadının günlüğüymüş aslında. Günlüğünü edebi bir dille yazmıştı. Olayları ya da kişileri tam kavrayamasam da 2.Dünya savaşı zamanında yaşayan kadın tarafından kaleme alınmış. Demek ki kişilere bir sürü ad takmak sadece ünlü roman yazarlarına özgü değilmiş. Okuduğum kısımlarda sevdiğinin orduya çağırıldığını ve onu bir daha göremeyeceğinden ötürü endişesini yazmış. Sonrasında ne olduğunu merak etsem de uykum gelmeye başlamıştı. Sabah erken kalkmam gerekecekti uçağı kaçırmamak için. Uçağı da kaçırırsam gerçekten kafayı yerdim. Kitabı çantama koydum , pijamalarımı giydikten sonra yatağıma geçtim.

Uykumun en tatlı yerinde gelen seslerle yerimden sıçradım, dışarıdan kuvvetli bağrış çağrış , korna ve anons sesleri geliyordu. Bir anda mı başlamıştı yoksa beni uyandıracak kadar yüksek seviyeye yeni mi gelmişti? Kalkıp etrafıma baktığımda bulunduğum yerin farkına vardım , muhtemelen gelen seslerde eylemcilere ve polislere aitti. Polis araçlarının ışıkları perdenin ardından bile görünüyordu. Of kurtulamamıştım bu kabustan.

Saate bakacaktım ama telefonumu bulamadım , sabah bir yerden çıkar diye düşünerek aramayı bıraktım. Aşırı uykum vardı ve şu an ne olacağı umurumda olan son şeydi. Söylenerek perdeyi aralayıp dışarıya baktım. Kalabalık bir grup eylem yapıyordu ellerinde pankartlarla ve polis müdahale etmeye çalışıyordu ama pek başarılı değildi. Biraz daha ileri uzandığımda yolun adeta insan seline uğradığını gördüm.

Gerçekten dertleri neydi bunların? Yakıp yıkmaya değecek kadar ne olmuş olabilirdi?

Umursamayarak yatağıma geri döndüm. Benim yapabilecek bir şeyim yoktu , sağ salim havaalanına ulaşsam yeterdi. Hazırlanmadan bir süre daha uyumam lazımdı yoksa sarhoşlardan hallice oluyordum.

Sesler zaman geçtikçe azalmak yerine daha da arttı. Artık uyumam imkansızdı. Yatakta doğrulup oturur pozisyona geldim. Zaman ilerlemesine rağmen sesler kesilmedi daha da kesilmezdi. Ne yapacağımı bilmiyordum , havaalanına gitmem pek mümkün görünmüyordu. Çaresizlikle gözlerimi kapattım.

Sonrasında odanın kapısı şiddetli bir şekilde çalınmaya başladı. Olayın bize sıçraması şu an en istemeyeceğim şeydi hem de sabah gidecekken. Kalkıp telefonumu yeniden aramaya başladım birilerini aradım en azından. Yani Alparslan'ı. Tek umudum oydu. Kapı dışarıdan inatla çalınmaya devam ediyordu. Panikten elim ayağıma dolaştı. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Yine polisler mi gelmişti yoksa eylemciler mi?

 

Loading...
0%