@dnzkzgb
|
Kelebek kanadını görmedi. Başkası tüm kusursuzluğu izledi. Eşsiz olduğunu bilmedi, Ölene kadar... 🦢 Gözlerimi ve kulaklarımı kapadım. İçimde garip bir duygu kol geziyor, durmadan kabaran şeye artık müdahale edemiyordum. Sarsıcı bir histi. Kalbimde deprem, olabilir miydi?Saçma bir soru. Deprem bedende, enkaz kalpte kalırdı. Şu an enkazlarıma taş atılmıştı, hepsi bu. Trajik bir şekilde, yabancıydık bu bedenle. Belki de bu yüzdendi hislerimi tanımlayamamam. Karmakarışık kafama, baş dönmesi ve acı da eklenince hepten yenik başlıyordum güne. Şimdi olduğu gibi. Saat 10. 05 geçmesine rağmen yorgundum. Bir hastane odasında, koluma takılan bu şey, bana iyi gelmek yerine dibe itiyordu. Hayır, ilaç bana iyi geliyor. Dibi izlememe neden olan, yanı başımdaki bedendi.Senin yüzünden.Hastalık kokan odada, boğulmaya yüz tutmuş bedenimi, okyanusun kıyısına çekiyordum. Seni suçlamak zorundayım, senden nefret etmeliyim. Yarım saat öncesinde, yeni bir saat dilimini göremem sanmıştım. Ardından bir yabancı gibi art arda bu hastaneye girmiştik. Ben hasta, o ise tanımadığı birine hasta yakını olmuştu. Başımı ağır ağır sol tarafa çevirerek, göz kontağımı kestim. Sesli soluğuna karışmış öfke olacaklara hazırlanmamı işaret ediyordu. Oturduğu koltuktan, ayağa kalktığını hissettiğimde, acıyı genzimden geçiremedim. Ve ben, sadece okyanusun bana kucak açtığı o kıyıda bir şeyler bekliyordum. Çünkü duvarlarım, kaybetmeme neden oluyordu. "Senin yüzünden!" Dedi bir adım yatağa doğru adım attığını biliyordum. Başımı ona doğru hızla çevirerek, arabada sayıklamaya son ver diyerek beğenmediği cümlemi pişkinlikle tekrarladım. "Beni burada indir, kimseye anlatmam dedim." Diyerek sessiz bir acıyla dudaklarımı araladım. Haydi söyle, Özün.Aklından bana dair bir şeyler geçir ki umutlarım yerle bir olsun. Gözlerimi delen yeşilleri, en ufak bir değişim yaşamadı. Sıfır noktası gibi etkisizdim. Hiç oluşuma kahkaha atmak istedim. Ancak sızılarımda aklımı yitirmeye fırsat bulamıyordum. Hani derler ya, düşmanın başına vermesin; Kalp sızısı... Herhangi bir canlı varlığın tatmasını istemediğim o duygu, ağır bir yüktü. Boynuna geçirilen urgan ip ile sessizce ellerin önünde, mahçup bir ifade ile kenetlenmiş, bekliyordun. Konuşmadı, aklından tek bir harf dahi geçirmedi. Sustu. Yatağın üstündeki kırmızı düğmeye basarak, hemşireyi çağırdı. Gözlerim ondan kafamın üzerinde asılı olan seruma kaydı. Bitmişti. İçeriye giren hemşire, bana adımlayarak serumu çıkardı. Bir kaç nasihatta bulanarak, geçmiş olsun dileklerini sundu. Aralık olan kapıdan ağır ağır adımlayarak çıktı. Yatakta doğrularak, babetlerimi giymek için eğileceğim esnada benden önce davrandı. Önümde yere çömelerek, yataktan sarkan ayaklarıma giden elleri, önce sol ayağıma değdi. Daha sonra sağ ayağıma. Donuk çehresiyle doğrulduğunda bakışları hala bendeydi. Ayağa kalktığımda, sanki teşekkür edeceğimi anlamış gibi, "boş konuşma, geç kaldım zaten" diye dilimin ucuna gelen kelimeleri, elinden düşürmediği bıçağıyla deldi. Yalan bir cümle kurdum. "Git o zaman,seni tutmuyorum." Bakışları benden koptu. Kalın dudakları, yavaş yavaş aralandı: "Gidebilsem, giderdim, baş belası!"Gitmedin. Neden? O kurnaz zihnin hiç mi hayaller kurmuyor? Okuyamıyorum seni.Hiçbir şey hissetmemek... Kolay olmalıydı ki yönü hep o tarafaydı. Adımlarım onu takip ediyordu. Bana ait bir şey vardı onda. Elindeki kağıt parçası, ilaçlardı. İçemeyeceğim, işe yaramayan ilaçlardan. Kapı dışına kadar, ikimizde bizi savuran bu rüzgara teslim olmuştuk. Ardından acil kapısında bedenini bana dönerek, beni baştan aşağı özensizce süzdü.Gözlerimi elindeki kağıt parçasına değdirerek, bir hızla almak istedim. Kağıdı tutan elini, belinde sakladı.O beni anladı.Nadir de olsa bazen yaşıyordum. Çatılan kaşlarım, soluk sesim harabeydi: "Sana ihtiyacım yok!" Dedim ama İnanma bana. Yıkık, harabe halinle mi?Aklından geçirdiği cümle... Bedenimi buz kesse de, " bana ait olanı ver, çabuk!" Diye ani atakla, söylendim. Bedenimi kesen buzlar, kalbimde kırıntı oluyor - bazen çakılan, bazen sökülen- çivi izlerini sızlatıyor, beni acı içinde kıvrandırıyordu. Çenesindeki çukuruna değmeden, sıvazladı. "Nereden sana ait oluyor?" Diye homurdandı. "Sen gerçek misin?" Diyerek sağ elimle beline sakladığı elinde olan kâğıt parçasını gösterircesine işaret ettim. "İsmim yazıyor!" Elini çektiği an çene hattı daha da keskinleşti. Çukuru, gerildi. "Benim de soyadım yazıyor!" Dediğinde belini birazcık kırarak, eğildi. "ama üstünde hak iddia etmiyorum." Diyerek ağzındaki saçmalığı serdiğinde, gözleri alnımdaki yara bandına değdi. " Sen... " diyerek geriye adımladım. " sarhoş musun? Ne mantıksız bir cevap bu." Diye aklıma düşeni söylemeye devam ettim. "Kim olduğumu unutmaya çalışma, İzel." Diye bir cevap verdiğinde doğruldu ve sırtını döndü. Unutmayı aklımdan geçirmedim. Henüz bu kadar cesur değilim.Biliyorum. Bazen bazı şeyleri yanlış yapıyorum. Nefes aldığım her saniyede seni kalbimde anmak gibi... Cemiyetin zirve ismi; Yaman Özün. Kan, feda ederek yükselen tehlikenin vücut bulmuş hali olan Özün imparatorluğunun varisi.Belki de tek varisi... Krallığa girmek için feda ettikleri...Görünen yüzün perde arkasındaki, yer altını da hesaba katarsak, bu krallık tehlikeyi de aşıp ölümü çağrıştırıyordu. Yıllarca saklanan yer altı mafyaları, dedikleri -hayatları harabelerden ibaret olan insanları- tek çatı altında birleştiren bir adam... Benim ailemde bu adama itaat etmek için her şeyi göze almıştı. Örnek alınmaması gereken bir aileydi, işte.Yaşayan bir ailem vardı,neden kalbimde öldüklerini hissediyorum? Takip etmedim. Elinde bana ait olan kâğıt parçası ile arabasına binerek, gitti. Beni unutan oydu.Adımlarım, hangi yöne gidecekti? Ben nereye aittim şimdi? Annem, beni biryabancıolarak tanımlayan ona iterek, çıkmaz bir sokağa bırakmıştı.Buğulanan gözlerim, etraftaki insanlara kaydı. Her birinde ayrı dertler vardı. Ama hala nefes alıyorlardı. Belki de benim gibi çıkmaz sokakta, yere çökerek için için feryat ediyorlardı.İç sesleri... Kulaklarımda sabahın erken saatlerinde, beni koşturmak için öten sinir bozucu alarm gibiydi. Acı çekiyordu çoğu. Kimisi umuda tutunmak için dilekte bulunurken, kimisi ise bir daha buraya adım dahi atmak istemiyordu. Ben biraz farklıydım. Sadece kalpteki sızım dinsin istedim. Minicik bir ihtimal... Sevgim karşılık bulsa da sızılarım geçmezse? Bazen karşılıklı sevmekte, derde derman olmazdı, diyen büyük dedem düştü aklıma. Hastaneden çıktığımda, çantamdaki telefonu çıkardım. Devrim ve Afra dışında, kimse yoktu. İkisi de grubagünaydın, mesajı atmışlardı. Ve muhtemelen şu saatlerde derste olmalıydılar. Benim de gitmem gereken bir bale provası vardı. Ancak o kadar yavaştım ki... Mecalim yoktu. Bir dans, bir gösteri, bir yüz... bedenime yük gibi hissettiriyordu. Tik tak... Kum saatini çevir... Başa sar... Yük olsa da ben o gösteride baş balerin olmak zorundaydım. Anneme göre, mükemmel olduğumun göstergesiydi. Hare Özün'ün yetiştirdiği o kız, sahnede en ön safta yer almalıydı. Kaldırımın ucuna gelerek, yoldan geçen taksilere el kaldırdım. Üç dört tanesi su gibi akıp gitti. Ardından kısa bir bekleyiş. Birisi yavaşça yanıma yanaşarak, nereye gideceğimisordu. Bale provasının olduğu okul kurs merkezini söylediğimde, ekşiyen yüzüne rağmen kabul gördü. Taksiye binerek, yarım saat içinde, provaya on beş dakika kala, farkında olmadan yetiştirmişti. Ücreti ödeyerek, taksiden indiğimde koştum. Koşmaya, basamakları çıkmaya devam ettiğimde, son basamakta ayağım yerden kayıyorcasına başım döndü. Tutunacak bir yer aradım. Bulamadım ama o yer beni buldu. Birisi belime zarifçe dokunduğunda, merdivenin ucundaydım. Tuttuğu belimi yavaşça sararak, ayağımı merdivene gerçek anlamda basmamı sağladı. Okyanusa karışan orman gibi ferah bir koku burnuma dolduğunda tanıdık koku aldığım sık nefesle ciğerime doldu. Bedenimde sarsıcı his ben burdayım dercesine boy gösterdi. Kalbimde bir kabarma oldu. Okyanus, alabora etkisi yarattı.Kırpışan gözlerim ile başımı biraz sola eğerek, üst basamakta olmama rağmen onu görmek için gözlerimi yukarıya çevirdim. Gözbebeklerine düşen gözlerim heyecanlandı. O ise... Hasta edecek kadar soğuktu. Doğrulduğum an, parmaklarının teması kesildi. Herhangi bir şey demeden opera binasına doğru adımlamaya devam etti. Buraya gelmişti çünkü Alkım'da vals performansı sergileyecekti. Onun ardından bende opera binasına girdiğimde, üzerimi değiştirmek için soyunma odasına ilerledim. Girdiğim odada Afra, adeta tek başına köşe kapmaca oynayarak, stresini gizlemeye çalışıyordu. Masmavi gözleri büyümüş, berrak gökyüzünü andırıyordu. Yer yer dağılan çilleri, yüzünü buruşturduğu için kaybolurcasına gizleniyordu. Toprak kadar kahve olan dalgalı saçlarını geriye attığında, arkasından yaklaşarak, onun adımlarını oyun oynarcasına takip ettiğimde beni hala fark etmemişti. "Bom..." diyerek arkasındaki bedenimi, kollarımı ona dolayarak sarıldım. Hemen hemen aynı olan boylarımız çok zorlamamıştı. Dudakları arasında olan parmağı tırnağını kemirirken, yaşadığı duygu değişimi nedeniyle bu seferde kalbinin üzerine gitti. "Şapsal, korktum..." diye yakınmasına rağmen kollarımı çözerek bana doğru döndüğünde, sıkıca sarıldı. Birbirimizden ayrıldığımızda, hasar tespit çalışması yaparcasına bedenimi inceliyordu. İyi olduğuma karar vermiş olacak ki gözlerime baktı. "Daha sonra detayları ile istiyorum. Önce prova!" Diye hızla konuştuğunda, " kıyafetlerin burada..." dediğinde elindeki kağıt poşeti bana uzattı. Beni kabine iterek, kapıyı kapattı. Giydiğim kıyafetler ile dışarıya çıktığımda, Afra'yı duvara yaslanmış dudaklarını kemirir bir halde buldum. Hafif tebessüm ile üzerimdekilerle bir tur kendi etrafımda efor sarf ettim. Şımardığım, ilk ve tek kişiydi. Arkadaştan öteydik, belki de kız kardeş... Bu da onu her şeyim yapıyordu. Bana sırıtarak, kapıya yöneldi. Ardı sıra kapıya yönelerek, geniş koridorda, ilerlerken onun minik topukları olan ayakkabısı tiz bir ses çıkarırken, benim pointlerimin sesi de tıp ki benim gibi kendineydi. Acıyı sadece mermer taşlarına değil, bedene de veriyordu. Sağ çıkış kapısını gördüğümüzde, adımlarımız oraya doğru kaydı. Köşeye geldiğimizde açık olan oda kapısından dışarıya ulaşan ses, adımlarımı mıhladı. Afra'nın tutunduğum kolu, tek desteğimdi. Soruyordu. " Bana dans partneri olmadın." Diye. Öfke dolu bir soluk sesi, geldi sol tarafımdaki bedenimden. Alkım'a karşı herhangi bir duygu hissetmeyen ben, nefret, kin güden Afra'ydı. Bir zamanlar ayrılamaz üçlü olarak anılan bizdik ta ki Yaman Özün, okul kapısından girene kadar. O cevap vermedi. Ancak Dağhan, "Alkım, Yaman ve dans!" Diye alaylı bir sesle konuşmuştu. Dansediyordu. Ve Dağhan da Alkım'da bunu biliyordu. Tok topuk sesleri, ortamda cüretkar bir hava yarattı. " salak değilim. Sadece belki..." Dağhan derin bir kahkaha atarak, "Jerry?" Dedi. Kısa bir an sessizlik çöktü. Benimde bedenim, yere çöktü. Göğüs kafesim hareket etmiyordu. " onun yerine kendini koymaya çalışman..." dediğinde Alkım, cümlesini böldü. "Neden yerine kendimi koyayım? Ben sevgilisiyim. O ise..." Ciddi bir sesti kulaklarıma dolan. " o ise?" Dediğinde Cümleyi tamamla der gibiydi Dağhan. "Uğraşmayın onunla! " Diye sert, keskin sesi ortamı kurşun gibi deldi. Kalbimin ortasında o kurşun durdu. Nefes verdim. Göğüs kafesimdeki hareketliliği hissettim. "Zaten kanadı kırılmış kelebek gibi." Kanadı kırılmış kelebek... İyileşmez, Özün. Genzimde yanmayı hiçe sayarak beni çekiştiren Afra'ya teslim oldum.Beni çekiştirerek, kırmızı perdenin önüne kadar getiren Afra'ya bakamadım. Belki utanç, belki acıdan. Bir müddet benim sessizliğime bir güvercin gibi kanadını gerdi. Dakikalarca sessizlikliğim ile kavga ettim. Bağırdım. Haykırdım. Ve yine yenik düştüm. Teslim oluşum ile oturduğumuz sandalyede elimi tutan Afra'ya daha sıkı sarılırcasına elini biraz da kavradım. Duygularıma kızsa da, öfkelense de karşı çıkmıyor, ardımdan ayrılmıyordu. Sadece bazenleri sulu gözlerime, ağlıyordu. Turkuaz gömleği, beyaz kumaş pantolonu, elinde şarap şişesi ile Bale eğitmeni Dean'in perde önünde belirmesiyle, hepimiz sahne önünden, prova alanına doğru ilerledik.Afra ise beni burada bırakmak zorundaydı. Dean'in katı kuralları, içeriye kendisi dışında birisinin girmesini istemiyordu. Afra'da Dean gibi tuhaf tipi olan adamın yersizce kendisine kurulmasını istemiyordu. Bir köşeye oturarak, eline telefonu eğitmeni gördüğü an almıştı. Muhtemelen akşam gösterideki giysilerinin son dokunuşları hakkında bilgiler alacaktı. O süslenmeyi seviyordu. Çünkü buna zorlanmıyordu. Özgür bedeni, kendineydi. Geldiğimiz alanda, ayna karşısında hepimiz yerimiz almış,yavaş yavaş parmak uçlarında hareket etmeye başlamıştık.Parmak uçlarında yükselmiş bir yandan ellerimle ritim tutarak, derin düşüncelerde kaybolmam çok sürmemişti yine. Etrafımızda sert adımlar atan, bale eğitmenimiz Dean, içinden geçen bitse ve biraz daha göğüslerde shot atsam,düşüncelerini kendine saklayarak, ortamdaki zarif atmosferi kalın sesiyle yerle bir etti. "Adım bir, beli düz tut. Omuzlar dik. Başı kaldır. Bir balerinsiniz. Zarif ve etkileyici bakışlar atmalısınız. Ölü bir ruhu andıran bakışlar atmayı kesin." "Deniz, Ela, Güney, Barış, Hera. Kenara." Diye keskin sesi bedenleri kaskatı kesti. Cümlesini bitirdiğinde Anna'nın aklından geçen tek bir cümle vardı;piç kurusu. "1. 2. 3. 4. Başa Sar. 1." Biz karşımızdaki aynanın sağ köşesine geçerken, Anna ve diğerleri hala müziğe ayak uyduruyorlardı. Derin bir iç çekiş sonrası Dean, "1, 2, 3, 4. Başa Sar! 4, 3, 2..." dedi hiddetli bir şekilde. Ritim tutan ayaklar ve bu ayaklarla aynı ritimde hareket eden bir öğretmen; karşıda halen öğrenci seçmeye devam ediyordu. Buradan bakıldığı zaman hepsi gösterişten uzak renklere bürünmüşlerdi. Melek, belki de periyi andıran karelerdi. Ya kalpleri, hırsları, savaşları? "Kendini bırak! Kasma. Çok güzel Anna." "Ve bir! Anna! Kenara." Dediğinde masum bakışlar atarak geriye kalan yirmi iki kişinin arasından sıyrılarak yanımıza ilerledi. Zarif ve masum denilecek bir şekilde. Aksini söyleyen bakışlarıyla kenarda bekleyen benimle birlikte altı kişiyi görüntüsünün tersi olan kalbi olduğuna inandırmıştı. Beyaz bir sayfa da ufacık bir kara. Tüm sayfayı kirli göstermeye yeterdi.Sayfayı büz ve geri dönüşüme at.Olması gereken buydu. Olacak olanda. Yanımıza adımlayıp, hepimize gelip zarif bir şekilde nasıl oturulur göstermişti. Geride kalanlar, artık yoktu. Ya kazan, ya kaybet.Net olan iki seçenekti. Bu köşede duranlar kazanan, dışarıya adımlayan kaybedenlerdi. Diğer bir deyişle kaybedenler kalpleri kara olmayanlardı. Cennete adım adım yaklaşanlardı. Kimi ağlayarak çıkıyor, kimi bir şans daha istiyordu. Bazen geç olurdu. Onlarda bu anları yaşıyordu. Artık geçmiş olmuştu. Dönüş yoktu işte. "Bonjour!" diyerek sesini yükselterek seçtiği balerinle dönmüştü. "Bonjour!" dediğimizde koro gibi hep bir ağızdan aynı cümle çıkmıştı. Alaylı bir söylemle,"Biriniz dışında, hepiniz vasıfsız insanlar olacaksınız." Dedi. Daha sonra elindeki şarap şişesini açıp yavaşça içti Kapağını kapatmadan, gözlerimizin içine bakarak, kalan alkolü yere döktü, şişenin elinden kaymasına izin verdi. Tuzla buz olan cam şişenin, kırıkları bir elması andırarak etrafa saçıldı. İlgi odağı, etrafa dağılan kırıklar değildi. "Bu eşsizdi, duymak istediğim cümle bu." Diyerek ayağındaki spor ayakkabı ile bize doğru adımlamaya başladı. Üç adım attı ve durdu. Onu durduran önündeki büyük cam parçasının engel oluşuydu. "Ya bu engel olmasaydı?" dediğinde derin bir soluk aldı. "Daha hızlı ulaşırdım ama aynı zamanda da düzensiz bir şekilde olurdu." Dedi kafasını geriye atarak. "Şimdi hanginiz bu engeli bir balerin ya da balet gibi aşabilir?"Asalak çocuklar, diye de eklemişti; ancak gözlerine... Hepsinin bakışları ayaklarına kaymıştı; Point... Bir bez parçası, ayağa hasar verebilir, bu da yarın düzenlenecek bir gösteriyi kaçırmaya neden olabilirdi? Bir balerin bu engeli sahnede nasıl aşardı? Kısa ve net bir cevabı vardı; Adımladım.Ürkek değil, cesurdu adımlarım. Cam kırıkları, kalp kırıklarından çok daha az can yakıyordu. İki acıyı da derinden hissetmiş biriydim. Geçerdi. Zaman gerekti sadece. Büyük cam parçasının önüne gelip başımı kaldırdım usulca. Omuzlarım olabildiğince dikti. Zarif bir şekilde tıpkı Anna' nın bize adımlayışı gibi, bir bebeğin ilk adım heyecanı ile ilk adım attım. Ayağım zemine değindiği an yerdeki şişenin kırık tabanı da aynı şekilde dağılmıştı. Ayağıma da büyük parçalarını armağan etmişti. Başımı eğmedim. Adım attıkça sızıyı daha fazla hissediyordum. Gözlerimin de dolduğunu hissedebiliyordum. Ama,zarif ve masum bakışlarda nemli gözler yok muydu zaten? Aramızda ki mesafe artık soluk alış verişlerimiz duyacak kadar azdı. Gözlerini gözlerime kenetleyip birkaç saniye baktı. Herhangi olumlu ya da olumsuz bir duyguya rastlamamıştım karşımdaki gözlerde. Ancak İçinden sayıkladığı eski bir İspanyolca şarkı olanTranquilaidi. Bazen Dean' de en az benim kadar tuhaf bir kafa yapısına sahip olduğunu düşünmüyor değildim. Şarksının arasına karışan, klasikleşmiş bir bitse de gitsek cümlesi de zihnine farklı bir atmosfer yaratıyordu. Aramızdaki mesafeyi açmadan, bıkkınlıkla harmanlanan tok sesiyle konuşmaya başladı. "Acıyla harmanlanmış bir yürüyüş, saf bir zariflikten ibarettir." Dedi arkamdaki kalan beş kişiye bakarak. Aramızdaki mesafeyi açmadan konuşmaya başladı. Ancak ben içinden sayıkladığı şarkı sonrası karşımdaki adamı çok ciddiye alamıyordum. İçi günlük güneşlik, dışı alacakaranlıktı. " Hera! Bize cenneti yaşatacak bir melek. Baş balerin." Diyerek göz temasını arkamdaki balerin ve baletlerden çekip gözlerimle temas kurdu. Herhangi bir tepki verme ihtiyacı duymadım. Nemli gözlerim yeterliydi. Yüzündeki mimiksiz ifadeyi silip ufak bir tebessüm yerleştirdi; Hak ettin, diye geveledi zihni. "Tebrikler, Hera!" diyerek başını yavaşça salladı ve salon kapısına adımladı. Kapıyı kapatmasıyla yere çökmem bir olmuştu. Gözlerimdeki damlalar için bir engel yoktu artık. Usulca yanaklarımdan süzülüp boynuma doğru ılık bir şekilde yol aldı. Arkamda kalanları umursamadım. Geriye dönüp bakması gereken onlar, önüne bakacak tek kişi de bendim. Aklımda olanın gerçekleşmesi için içimdeki sayacı başlatmıştım an itibari ile;1,2,3,4,5 ve bom. Anna, bir diziyle kaygan zeminden destek alarak benim üzerime doğru eğilmişti. Onu umursamadan ayağımdaki cam kırıklarını çıkarmak için pointlerin iplerini çözmeye başladım. Onunla ilgilenmemem bir hayli moralini bozmuş olacak ki öfkeli bir şekilde oflamıştı kulağıma doğru. "Sen, şimdi mükemmel olduğunu falan düşünüyorsundur" diyerek omzuma dokunmuştu. Sabırla bir iç çektim. Cevap vermeyecektim, bu da onu sinirlendirmek için yeterliydi. Düşündüğüm gibi susmam moralini bozmuş olacak ki alaylı bir şekilde gülmeye başladı. Biraz daha kulağıma doğru eğildi." Böyle bir bedene sahipken asla zarif biriolamayacaksın!" diyerek kulağıma fısıldadığında canım ayağımdaki cam parçaları battığında bile bu denli yanmamıştı. Alkım'ın yeni arkadaşıydı. İki sene önce her şeyimizi birbirimize anlattığımız o kız, artık bizi başkasına anlatıyordu. Hislerimi biliyordu ki, bedenimin ilgi çekici olmadığını söyleyecek kadar cesurdu. Çünkü ben değil, Alkım'dı onun tercihi. Çekinmedim. Bir yılan gibi zehirimi akıtmayı tercih ettim. "Haklısın aşkı da, aileyi seçemediğimiz gibi seçemiyoruz. Beni en iyi senin anlayacağını düşünüyorum." Dediğimde benden uzaklaşmıştı. Bir şey demedi. Alayla değil sorgular gibi bakıyordu artık bana. Anlamamıştı. Babasının ve annesinin vergi kaçakçılığından, kısa bir soruşturma geçirdiğini, amcasının suçu üstlenerek iki yıldır demir parmaklıklar ardında yattığını, Alkım bile bilmiyor olabilirdi. Gözlerini kaçırdığında, hatırladıkları ile incinmiş olmalıydı. Umurumda da değildi. Kapıyı açtı ve birkaç saniye durdu. Bilip bilmediğimden emin olmak istiyordu. Ardından siyaha yakın olan gözleri, yavaşça bana doğru yön aldı. Gözlerindeki öfke net bir şekilde ortadaydı. Sonrasında da kapıyı hızlı bir şekilde çarpıp çıktı. "O neydi öyle?" diye bir ses geldi arkamda kalan sandalyelerden. Elleri boynunda gerilmiş bir halde, "Soğuk savaş. Rusların en iyi politikalarından." Diyerek Deniz' i cevapladı Barış. "Anna, Rus muydu?" diye şaşkın bir ifade ile sordu Güney. "Hola!" diyerek kapı girişinde beliren Afra, şaşkın bakışlarıyla, yanı başıma koşarak, benim gibi bağdaş kurarak, çömeldi. "Hoş bir şekilde olmasa da başardın." Dediğinde ayağıma bakmamaya çalışıyordu. Kan tutuyordu ve buna rağmen yanı başıma oturmuştu. "Hadi revire gidelim," diyerek beni aniden kucağına aldı Barış. Ben elimde pointlerimle şaşkın bir ifade ile Barış'a bakıyordum. Sabırsız bir insandı. Beni bekleyeceğine, bu işin uzmanı olan doktoru daha kısa bir süre bekleyebilirdi.Beni sinir edecek bir şey söyleyecek olacaktı ki, bakışlarını bir an olsun bana değdirmemeye çalışıyordu. Ve sıralayacağı cümleyi sessizce içinden geçirdiğinde hayır rüyanda bile göremezsin, demiştim. Ancak bende onun gibi iç sesimle konuşmuştum. Zihninden geçenleri cümleye dökerken ben zaten bunu duymuştum dercesine, dinlemeye başladım. " Hazır kucağımda iken şu geçenki esmer arkadaşının diyorum..." dediğinde sesini kontrol ediyormuşçasına öksürdü. Daha içten bir dilek dilermişçesine devam etti. " numarasını da söylesen." Diye üstten bir şekilde kucağındaki bana kısa bir bakış atarak, " yani ev adresi falan da olursa, yok demem, Külkedisi." "Rüyanda gör!" diye araya girdi Afra. Karşılık olarak, "Görmediğimi nereden biliyorsun?" diye kucağındaki beni unutmuş gibiydi. Umarım, ikisi ben kucakta iken tartışmaya girmezlerdi. Deniz tartışmanın farklı bir boyutta hayat bulacağın anlamış olacaktı ki bana kaş göz işareti yaparak, bir şeyler yap diyordu. Bu işarete karşılık aklıma ilk geleni yaptım. Acı çekiyormuşçasına kısık bir inleme döktüm, dudaklarımın arasından. Tüm bakışlar bendeydi, artık. Barış, kısa bir an duraksadığında bana kayan endişeli bakışları ile adımlarını hızlandırdı. Revire geldiğimizde dikkatli bir şekilde sedyeye oturmamda yardımcı oldu. Ayağıma batan cam kırıkları temizlendikten sonra her bir köşesi yara olmuş ayağım tüm çıplaklığıyla gözümün temasındaydı. Yan tarafında da ufak yaralar oluşmuştu. Yoğun derslerden olmalıydı. En azından uzun süredir ayağımda yer yer azalan çoğalan sızının, nedenini bulmuştum. Doktor birkaç nasihat vermiş ardından da sarmıştı ayağımı. Uygular mıydım nasihatleri?Ruh halim müsait olursa yapabilirim. Ancak sargıların akşam kalmayacağı aşikârdı. "Tam on iki tane parça çıkardı." Dedi doktor çıktığında Güney. Deniz derin gülüşüyle, "Ben on bir saydım ama!" diyerek sayılarla arasının asla iyi olamayacağını bir kez daha ortaya serdi Deniz. Sadece göz devirip, homurdanmakla yetindi Güney. Afra, doktorun ardından yükselen kapı gıcırdamasıyla gözünü açtı. Gözlerini ayağıma garipser gibi dikmiş, üç iri bedene göz devirerek aralarından sıyrılarak, baş ucumda durdu. "İyi misin? Ağrın var mı? Şimdi ne olacak?" Diye ara vermeden söylenmeye başladı. "Başladık yine mesaiye," diye laf arasına dalan Barış, Afra' ya yan bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Bıkkın bir solukta, ona çevirdiği gözleriyle "Kes sesini!" Dediğinde birbirinin omuzlarına ellerini koyarak, bir film izler gibi bakan Güney ve Deniz'e kısa bir an bende eşlik ettim. Barış ise gözlerine tam anlamıyla ona değdirerek, "Emredin yeter..." diye sırıttı. Ben yerimde doğrularak, pointlerimi giymeye çalıştığımda, Afra'nın yardımıyla ayağıma giydim. Üzerini basmama müsaade etmeyecek olsa da elimle, dur işareti yaparak, " akşamki gösteri için acıya alışmam gerek." Dediğimde bana sanki kendimi öldüreceğim demişim gibi tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı. Tek bir nefeste "Sabrımı sınıyorsun, İzel!" Dediğinde ayaklarımın üzerine basmıştım. Kaçar gibi ilerlerken, "Hadi geç kalacağız, son prova..." diye tekrar prova odasına doğru yürümeye başladım. Saat geliyordu ve hepimiz baş balerin gibi aralıksız dersler almıştık ki Dean, tek bir seferde performans sağlansın istemişti. Sahnede bekleyen bir kaç kişiye dahil olduğumda, salona bakındım. Klasik tarzda bir binaydı. Tek bir tavan zarif figürleriyle atmosferi ayırarak, üç kat olan salonun her köşesinden farklı bir açı yakalamayı sağlıyordu. Altın rengi işlemeler, göz yormuyor aksine figürlerini renginde sergilercesine ön plana atıyordu. Avizelerde, balkonların hemen yanı başında görüş açılarına netlik sağlıyordu. "Hera!" diyerek bana seslenen Deniz ile bakışlarımı Afra'nın kaş göz işareti yapan gözlerinden, ona değdirdim.Dean bana seslenmiş, ben daldığım için duymamıştım. Afra'nın kaş göz işaretleri bir uyarıydı. "Hera, adı cennet olan sessizliği ile herkesin ilgisini çeken. Tanıdığında ise cehennemin vücut bulmuş hali olan Hera." Diyerek bana adımlamıştı bale antrenörü Dean. Ne zaman bana adımlasa içimde gereksiz bir gerginlik oluşuyordu. Hem Hera, diyerek beni benliğimden koparıyor, hem de her an bana telkinde bulunacak diye korkuyordum.Ayakucuma değen gri spor ayakkabılarıyla daha da gerilmişti vücudum."Hera! Vücudun oldukça gergin." Dediğinde bakışlarımı ayaklarımızdan çekip usulca gözlerine çıkardım. Koyu kahve gözlerinin içi soğuk yüzünün aksine oldukça ışıl ışıldı. "Amacın için ne kadar ileriye gidebilirsin, göster bana!" dediğinde eliyle bulunduğumuz sahnenin ortasını gösterdi. Tırnaklarımla derisini yüzmeye çalıştığım parmaklarımda, kanın sıcaklığını hissetmiştim. Yutkundum ve ona sırtımı dönerek ağır adımlarla ilerledim sahnenin -zirve- ortasına.Burası bir balerin için zirveydi.Ve o zirveye layık görülen de bendim. Harabeden inşa edilen bir klon gibiydim. Son prova... İki saat sonra, bu sahne muhteşem kelimesini tanımlayacaktı. En azından sahneyi muhteşem kelimesi ile tanıştırmak zorundaydım. Ortaya geldiğimde yavaşça ne yapabileceğimi göstermeye başlamıştım.Parmak uçlarında yüksel.Zarif bir şekilde.1. 2. 3. Başa Sar.1.2.3.4. Yavaşça kollar yukarıya. Parmak ucunda yükselmeye devam et. Acıyı göm. Kıvrımlarını kullanarak hafifçe sola eğil..."Yeterli!" dediğinde, yükselen parmak uçlarımdaki baskıyı bitirdim. Arkama dönerek Bay Dean ile göz göze geldim. Diğerleri balerin ve baletler istemeyerek de olsa beni alkışlamaya başlamışlardı. Memnuniyetsiz suratlarından anlıyordum, istenmeyen olduğumu. Bay Dean ise sessizliğini koruyarak, bana bakmayı sürdürüyordu. Dudağının bir köşesi kıvrıldığında ona karşılık bende belli belirsiz bir tebessüm etmiştim. "Suyun, ateşte yanabileceğine şahit oluyorum. Berrak bir suyu ateşe çeviren beni tebrik etmelisin, Hera." Dediğinde sesindeki keskin tını afallatıyordu beni. Tebessüm eden dudaklarım yavaşça düz bir hal almıştı.Ani dönüşü, etraftaki diğer balerin ve baletlereydi. Herhangi bir tepki vermemi beklemedi. Belki de ruhsuz görüntümden dolayı olabilirdi. Aptal bir sarışındım, gözlerde. Öylesin, İzel. Dean bir şeyler konuşuyor ama ben yine gezmemem gereken okyanusta derinlere doğru iniyordum. Bir bakıma, nefesimi kesiyordum. Mutlu değildim. Mutsuz değildim. Sadece sızılarım vardı. Ve bedenimi hiç terk etmiyordu. İçinde bulunduğum tüm duyguların sebebi oydu: Bana kül olan adam, şu saniyelerde başkasına ateşti. "Gidebilirsiniz." Diyen Dean ile kendime geldim. Gözlerim düştüğüm boşlukta konacak dal ararcasına, Afra'ya bakındı. Bana değen mavi gözleri, konduğum bir dal oldu. Tebessümüne karşılık dudağımı kıvırdım. Herkes yavaş yavaş dağılırken, Afra'da sahneye doğru adımladı. Birlikte sahne ardına ilerlemeye başlamıştık. Beni hazırlayacaktı. Ardından beni gerçekten sahnede hissetmek isteyen tek kişi olacaktı. Soyunma odasına girdiğimizde, sandalyeye oturmam için komut verdi. Harfiyen uymuştum, ona. Oturduğum sandalyede, ardımda durarak sıkı topuz olan saçlarımı çözdüğünde, bekledi. Aynada göz göze geldik. " uzun zaman olmuştu. Saçların uzamışlar." Dediğinde konuşmamayı tercih ettim. Annemin okşamadığı saçlarımı açık bırakmak, bana görüntü kirliliği gibi geliyordu.Sessizce saçımı olabildiğince sıkı vir topuz yaptı. Susarak, devam etti. Yüzüme ferah bir hava katacak makyaj yaparak bitirmişti. Ardından aynadan gördüğüm kadarıyla, annemin ona emanet ettiği kıyafetlerimi, askıdan alarak, bana getiriyordu. Ona güveniyordu. Bana güvenmiyordu. Bu bana acı vermiyordu. Biraz da olsa bedenimi rahatlığa kavuşturuyordu. Kısıtlı alanımın çizgileri, biraz da olsa ileriye doğru siliniyordu.Sandalyeden ayağa kalkarak, bana getirdiği kıyafetler aldığımda, o da sandalyeye oturdu. Sıra ondaydı. Benim kadar hafif bir makyaj çok tarzı değildi. Muhtemelen ben kıyafetlerimi giydiğim de bile makyaja devam ediyor olacaktı. Odayı bölen perdenin ardına geçerek, üzerimdekileri çıkardım. Kısa bir an bedenime kayan gözlerim, afalladı. Çizikler, belli olan uzuvlar, derin sızılar.... Harabe gibi... Daha fazla düşünmemek için üzerimi hızla giyinerek, pointleirimi ellerimi aldım. Perdeyi açarak daha aydınlık alana çıktığımda, allık fırçasını sert bir şekilde atamaya vuran, Afra ile göz göze geldim. Fırçayı eliyle sıkıca kavrayarak, bana doğru döndü. " Hare Teyze, seni iyi tanıyor." Diye ağzında geveledi. Haklıydı. Annem, beni iyi tanıyordu ama ben neden beni tanımıyordum? Buna iznin yok, İzel! Kendini tanırsan, zıvanadan çıkarsın. Homurdanır gibi, "Doğru. Bende beğendim bu beyaz şeyi." Onayladım onu. " sen de bitirmiş gibisin." Diyerek lafın buradan evrileceğini biliyordum. Ağzı şaşkınca açıldığında, "Beni oyalama lütfen daha allık sürüyorum." Diye tekrar elindeki aynaya döndüğünde, başımı iki yana sallayarak, yanı başındaki koltuk oturdum. O makyaj yaparken, ben pointlerimi bağlıyordum. Ayakkabımı giydiğimde, dudak kalemi ile çerçevelemiş dudağına kahve tonu bir ruj sürerek, bitirdi. Ayağa kalkarak, askıdaki mini boy koyu kahve tonu omuzları düşük olan elbiseyi eline aldı. Perdeyi çekerek, bir yarım saatte elbise giymesini bekledim. Perdeyi çektiğinde, göz alıcıydı. Işıl Işıl olmuştu. Etrafında bir tur dönerek, "nasılım?" Diye dalga geçercesine sordu sorusunu. "Devrim kalıplarıyla, afet-ül dehşetsin." Dediğimde, "dehşet-ül vahşet, şapsal." Diye beni düzeltti. "Neyse en azından Devrim'de doğruyuz." Dediğinde dudağımı memnuniyetsizce büzdüm. Yanıma gelerek, bacağını bacağının üzerine atarak, oturdu. Eline aldığı telefon ile bir selfie çektiğinde, beni kendine çekerek, poz ver derecesine çimdik attı. Tebessüm ederek, telefona baktığımda, çektiği fotoğrafı sırıtarak Devrim'e gönderdi. Giden fotoğraftan iki üç dakika sonra hala elinde tuttuğu telefon titredi. İkimizde birbirimize bakarak, tebessüm ettiğimizde, telefonun üzerindeki yeşil simgeye bastım. "Külkedisi ve Pamuk Prenses..." diye neşeli bir ses boş odada yankılandı. Tebessümlerimiz genişleterek, gerçek hisli gülüşlere döndü. Afra'nın telefona yaklaşarak, "Beyefendi, nasılsınız?" Diye sormasıyla, kolumu omzundan geçirerek, ona bağlandım. "Sizsiz çöllere düştüm..." diyerek sesine yalancı bir üzüntü yerleştirdi. İkimizde derin derin gülmeye devam ettik. Devrim ve Afra ile yedi sene önce gitmeye başladığımız, annemin cemiyet ortamlarında tanışmıştık. Belki de annemin istemeden bana yaptığı ilk iyilikti. Çünkü Devrim ve Afra, farklıydı işte. Bazen kan bağı gerekmez, lafına onları görünce inanıyor, Yaman'ı gördüğüm an inançlarım kırılıyordu. "Şimdi kime yürüsem diye düşünüyorsun, değil mi?" "O kadar çöle gelmişiz. Yürümeyelim mi?" Dediğinde bir şey hatırlamış gibi duraksadı.Hayır, söylememelisin Devrim. " Kalede kaleci var diye gol atmayalım mı?" Diye aklındakileri bize aynen aktardığında, Afra'nın telefon ekranında ekşiyen yüzüne güçlü bir kahkaha attı. Afra böyle şeylerden çok hoşlanmazken, Devrim bu tür sözlerin tanımıydı. Afra tiz bir sesle, "Biz, tekrar gözden geçirmeliyiz gibi..." diye homurdanarak, gözlerini belertti. "Ben sana da mı yürüdüm, pamuk prenses?" Dediğinde kaşları havalandı. " sana yürümem mümkün değil. Muhtemelen koşmuşumdur." Dediğinde Afra göz devirerek, soludu. " şaka moruk, şaka." Dediğinde ben hafif tebessüm etmeye çalışsam da Afra'nın telefondaki görüntüden beni izleyen gözleri, ağzıma fermuar çekmeme neden oldu. "Senin orada ağzın da bozulmuş, babama anlatayım mı?" Dediğinde sesinde bir tehdit vardı; Paris'te katıldığı illegal araba yarışları... Boy boy fotoğrafları ile bize en ince ayrıntısına kadar neler yaşadığını anlatmıştı. Kaşlarını çatarak, ciddi ifadeye bürünen Devrim, "Cici kardeş dedik, saklamadık. Hemen de alnımızın ortasından vur anasını satayım." Dedi. Babaları aynı, anneleri farklı olsalarda onlar bu hayatı birbirileri ile tatmışlardı. Birbirilerine taş sopa ile saldıracak kadar nefret beslerken, açılan yaraları saracak kadar sevgi besliyorlardı. Ailelerinin yaşattıklarına rağmen birbirilerine aile olmayı başarmışlardı. " Aileye Devrim şarttı, bunu da ben yaptım işte!" Diye harika bir iş yapmış gibi böbürlendi. "Bir bu eksikti, sakin aile hayatımızda." Dediğinde sakin kelimesinin üzerine basarak, gaf yapmıştı. " Neyse biz kaçaroti, bebeğim su..." diyerek telefonu yüzüne kapatmıştı. Bana doğru döndüğü bedeni ile düşünceli bir ifade ile karşı karşıya kaldım. Dudaklarını kemirmeye başladığında, " sence o iyi mi?" Dediğinde gözleri ile gözlerimdeki ifadeyi tartımaya çalıştı. Onun ailesi... Karmakarışıktı. Ama sevgi kelimesine hala hakimdi. Annesi ve babası, evli iken belli bir müddet çocukları olmamış. Bu sürede Sadri Amca, Türkan Teyze'yi haberi dahi olmadan iki yıl boyunca aldatmıştı. Ardından Türkan Teyze, Afra'ya hamile kalmış, sancıları nedeniyle hastaneye gittiğinde üzerlerine kayıtlı olan Devrim ile karşı karşıya kalmıştı. Nasıl olduğunu anlamadan, erken doğum yapmak zorunda kalmıştı.Türkan Teyze, belki de tanıdığım güçlü kadınlardan ilkiydi. Aşık olmasına rağmen hiç bir saniyesini kaybetmeden ayrılmıştı, Sadri Amcadan. Ama Devrim'i de ötelelememişti. Çünkü annesi olmayan bir çocuğa bu denli yaklaşmayı, doğru bulmadığını söylemişti Bir suçu olmayan çocuk, kendine hakim olamayan adamın bu hayata adak olarak adadığı kurban olmuştu. Devrim'i hiç sevmemişti Sadri amca. Hatta bu yüzden bir an bile ülkede kalmasına fırsat tanımamış, her daim uzaklarda bırakarak, kendinden dışlamıştı. Devrim'in en yakını olan Yaman hariç, bir zamanlar herkes gibi bende onu öz abi olarak biliyordum. Yaman ile uzun bir süre İngiltere'de bir yatılı okulda can ciğer olmuşlardı. Ki hala devam ediyor olacak ki Yaman her sene belli bi süre İngiltere'ye gider, ardından Dağhan'da takip ederdi onları. Garip, şaibeli, ilgi çekici bir üçlüydü. O zamanlar da nadirdi Devrim ile bir araya gelişlerimiz. Bazen yetmiyordu, üçümüzü de. Bu zamanlarda da Türkan Teyze'nin otoritesi, vicdanı devreye giriyordu. Bir anne şefkati gibi sanırım. Yabancı bir duyguyu hissetmek, hissettirmiyordu. "Sen ona sesini duyurduğun sürece hep iyi olacaktır." Dediğimde gözleri dolmuştu. "Yalnız değil, ben sen en önemli etken Türkan Teyze var." Diye dudaklarımdan dökülen cümleler sonrası kendime çekerek, sıkıca sarıldım. "Bilmem. Son zamanlarda beni hiç aramıyor. Ben onu arıyorum." Diye ağlamaklı bir ses ile konuşmaya çalıştı. Ellerim omzunu sıvazlarken, " sınav haftası ve babanın ona olan tavrı..." dediğimde yutkundum. Yabancı değildi, Devrim'in hayatı. " Çalışmak zorunda ki tatilde seni görebilsin." diyerek bir nebze de olsa yüreğine su serpilsin istedim. Bir şeylerin farkına varmış gibi, aniden ayağa kalktı. "Gözümde rimel varken ağladım. Neden dur demedin, İzel?" Diyerek ciddi ciddi bunu yakındı. Aynaya, ayağımdaki bej rengi topuklu ayakkabısına rağmen koşar adım ilerledi. Masaya doğru eğilerek, yüzünde bir şeyler var mı diye bakınıyordu. Bana sorsaydı, onun gördüklerini görmeyecektim. Dikkatli, titiz, dakik biriydi. Ben buna zorlanırken, onun sevdiği yaşam tarzı buydu. Ters bakışı ile yanıma geldiğinde, gözlerini devirdi. " beni geri plana atmanı bugünlük affediyorum, bebeğim su." Dediğinde burnumu kırıştırdım. Bize sinir olduğu anlarda,bebeğim su diye hitap eder, beraberinde bizi de sinir etmeyi başarırdı. Eliyle bana öpücük yollayarak, kapıya adımladı. Çünkü verilen anons sesi zamanın geldiğine işaretti. Okulun Opera salonunda, gösteriye on dakika kalmıştı. Biz son çıkacak grup olduğumu için birazda olsa tavırlarım rahattı. İlk gösteri için start verilmiş olacak ki uğultular arka planda çoğalmıştı.Kaç dakikası burada, sessizce oturdum, bilmiyorum. Sadece ufak bir ara verilmişti. Gürültü daha da şiddetlendiğinde kapalı olan kırmızı perdenin köşesinden tek gözüm ile bakınmaya çalıştım. Ailem gelecekti. Çünkü okulun büyük gösterilerinden biriydi. Okulda Nazlı Yengeme aitti. Babam onu yalnız bırakmamak için, annem ise eserini bir süs eşyası gibi sergilemek için gelecekti. Görmüştüm. Yaman'ın omzunu sıvazlayan babam, kahkaha atıyordu. Hamile kadının korkudan, çocuğunu düşürecek kadar soğuk, ifadesiz olan suratı bir banaydı. Alaylı bir hıçkırık koptu iki dudağımın arasından. Yaman ise tebessüm ederek, babama bir şeyler anlatıyordu. Hemen yanında yer alan Nihat Amcam ise yine işi geride bırakamamış olacak ki gözleri telefonda bir şeyler okuyordu. Belki de sorun onlar değildi. Sorun bendim. "Neden izliyorsun?" Diye bir ses işittiğimde irkildim. Daha sonra perdeyi kapatarak, tanıdık bedene döndüm. Barış, kollarını birbirine bağlamış, her zaman ki gibi sırıtıyordu. Sırtımı dönmeden, "Keyfim ve kahyam öyle istedi." Diye hafızamdan kabuk bağlamış, tanıdık bir cümle kurdum. Gözlerimi kırpıştırarak, düşüncelerimi iteledim. Heyecanlı tavırlarıyla, "Bizimkiler de gelmiş mi baksana?" Dediğinde sesi titremişti. Omuz silkeleyerek, "Sen baksana. Senin ailem..."diye düz bir ifadeyle yanıtladığımda, " Ailen İspanya'da değil miydi?" Diye sorgular gibi bir soru ekledim. "Evet ama beni desteklemek için iki gün önce Türkiye'ye geldiler." Neşesi bu yüzdendi. Ailesi arkasında olduğu için. Bilmiyordum. Ailen arkanda durduğunda neler olur bilmiyordum. Hep önümden yürüyerek, gözlerim görmesin diye çabalayan bir ailem oldu. Sırtımı ona dönerek, perdeyi araladığımda gözümün buğusu, görüş açımı bulanıklaştırmıştı. Boşta kalan elim ile sol gözümü ovdum. Ardından sağ gözümü ovarak, biraz da olsa gözüm netlik kazanmıştı. Gördüğüm bedenler ile onu yanıtladım. "Gelmişler, bakmak ister misin?"Dediğimde adım sesleri gittikçe kısıldı. Heyecan yapmıştı. Gözlerim gezindiğinde, elindeki telefona bir şeyler yazan Yaman'da durdum. Kaşları çatık, başı hafif eğik, bir eli pantolonun cebinde... Yaman Özün'dü, işte. Dikkat çekici, yakışıklılığı vardı. Telefonda olan bakışlarına, hafif bir sırıtış ekledi. Ne görmüştü de sırıtıyordu?Sana ne, İzel. Kafasını kaldırdığında, direk olarak buraya kayan bakışları, perdeyi hızla kapatmama neden oldu. Perde hala hareket etse de beni görmediğine emindim. Onu izlediğim gibi saçma düşüncelere kapılmasını istemezdim. Görünmez oluşumun alaya dönmesine neden olurdu. Perdeye sırtımı dönerek, diğer balerin ve baletlerin yanına ilerlediğimde, sırada vals gösterisi olacaktı ki onlarda burada bekliyorlardı. Gözlerimi kimseye değdirmemeye özen göstererek; Barış, Güney ve Deniz'in yanına ilerledim. Güney ve Barış'ın arasındaki boş sandalyeye oturarak, başımı geriye doğru attım. Gözlerimi kapattığımda, telefonla bir şeyler yapan Barış, bir şeyleri fısıldar gibi dile getirdiğinde, Güney'de sandalyede eğilerek, kol dirseklerini diz kapaklarında sabitledi. Çenesini ellere arasına alarak, hafif sola değdiğinde, çoktan başımı kaldırmış, gözlerimi açmış ikisi arasındaki gerilimi çözmeye çalışıyordum. Ancak bu onlar arasında değil, benim ve muhtemelen Anna arasında yaşanacak bir gerilimdi;Bir şeyler... sahne ortasına cam kırıkları dökmek gibi... Tıp ki Dean gibi... Anna'ya bakmak yerine, etrafta daima kulağımdan kesilmeyen zihinlerin dillendirdiği söz karmaşalarına ikinci kez kendimi zorlayarak sesleri süzgeçten girmeye çalıştım. İlk sınırımı aşmaya çalışmam, onun içindi. Tenis turnuvasında, işittiğim o karmaşık seslerde onun adı geçmişti. Dünyam orada kitlenmişti. Nefes dahi almamıştım. Korta çıkan, Yaman ve esmer çocuk sert mizaçlarından ödün vermeden birbirlerini öldürmeye ant içiyorlardı o sıra. Kortta Yaman'a ait olan bölge sert değil, kaygandı. Bana acı bi sonuç doğursa da öğrenmiştim. Sonrası... Benim için acı içinde kıvranmaktı. Oturduğum yerde burnumdan eteğimin açıkta bıraktığı diz kapaklarıma, damlayan kanlar, tekleyen kalbim kısa bir an durmuş gibi bedenimdeki fonksiyon işlemlerini durdurmuştu. Ayağa kalkıp, yardım edin bile diyememiştim. Dilim karıncalandı. Dudaklarımı araladığım anda, bana hak görülen acı bir tat... Kandı. Yanı başımdaki Afra'ya değmişti ağzımdaki kanı silen ellerim. Onun çığlık atışı ile gözlerim alacalanmaya başlamıştı. Tek bir çift göz aradım, her şeye rağmen. Gördüğüm manzara karşısında, canım hep böyle yansa, sen de bana koşsan diyebir cümleyi dilemiştim. Dileğim gerçekleşmişti. Canım hep o günkü, öleceğimi bekleyerek yandı. Ama dilek eksikti.O bana koşsa değil, o bana hep koşsa demeliydim. Çünkü o gün bana son kez adım atmış, gibiydi. Yine denemek istedim. Çünkü ben bugün muhteşem olmak zorundaydım. Aksi takdirde karşılaşacağım bir anne değil, sadece tek bir kez şahit olduğum, Hare Özün olacaktı. Tekrar görmemek için ölmeyi yeğlerdim. Çünkü Hera Özün'de, Hare Özün'den izler vardı. Oturduğum sandalyede, diz kapaklarıma dirseklerimi koyarak, gözlerimi kapadığımda, başımı ellerimin arasına aldım. Bunu yapabilirdim. Birisi bir şeyler, düşünüyordu;Valstaki dans partneri; hayır bu değil, İzel.Ailesini düşünen, süt çocuğu Barış girdi araya. Sesli bir solukta onuda yerle bir ettim.Alkım... Bir zamanlar her şeyimi paylaştığım birisi. Afra'da bile uzun zamanıma hakim... Aşık olduğumu bildiği halde tercihi Yaman olan, arkadaşım-dı- . Benimle göz göze dahi gelmiyorken o olamazdı. O değildi ancak Anna'nın dile getirdiklerini engelleme gibi bir girişimde bulunmamıştı.Sanırım on yıl boyunca, arkadaş hisseden taraf hep bendim. Daha ileriye gidemedim. Baş ağrım kendini belli etmeye başlamıştı. Ayağa kalkarak, derin bir nefes aldım. Hayır. Şimdi olmayacaktı. Ben o sahnede olmak zorundaydım. Her ne pahasına olursa olsun. Hakkım olanı başarmışken, sergilemem gerekti. Prova odasının çıkış kapısına doğru adımladığımda, alacalanan gözlerim ile durduğum kapı önünde pervaza tutundum. Acı tat, kuruyan damağımda hayat bulurken, zihnimi okyanustaki sığ noktaya çekiyordu.Nefes al, nefes ver... Geçecek.Tutunduğum pervazda, hala ayakta dikiliyordum. Dayanıyordum. Diğer yandan geçilen anons zihnimdeki bulanıklığa, siyah bir leke çalarcasına, her şeyi daha da karıştırıyordu. Başımı ellerimin arasına alarak, nefes egzersizi yapmaya devam ettim. Yanı başımda beliren, Güney " İyi misin, İzel?" Diyerek omzuma dokunmuştu. Ellerimi indirerek, ona döndüğümde vals ekibi gitmişti. Ama ben yine de iyi değildim. Ağzımdaki o tat, git gide yayılırken, zihnim ve kalbim bedenime savaş açıyordu. Kafamı sallayarak, Güney'in destekleyici etki gösteren elleriyle koltuğa tekrar oturdum. Yaklaşıyordu. Ve ben dibe doğru çöküyordum. Aklıma yiyen sorular da üst üste gelirken, burnumdaki sıcaklık ile ellerim hemen burnuma değdi. Üzerim kirlenmemeli. Annem yakında da uzakta da otursa görecek kadar dikkatli biriydi. Gözlerimin önüne yerleşen mendili hızla alarak, burnuma tuttum. Geçilen yeni bir anons sonrası.. Dean, kapıdan içeriye girdi. Mendili saklayarak, ayağa kalktığımda Güney ile birlikte kalabalığın yanına ilerledik. Sahne arkasında yavaş yavaş yerleri aldığımızda, bana eşlik edecek Barış'ta, içinde bulunduğum duruma dümdüz sövüyordu. Ailesi izleyecek ve ben ne yapacaktım, bilmiyordu. Ellerim yumruk haline gelmiş,nefes egzersizine devam ettim. Yeni bir anons sonrası ellerim çözüldü. Bedenimi gevşetmeye çalıştım. Başım dönüyor, gözlerim yarı bulanık bir görüşe sahipti. Ancak zorundaydım. Çünkü... Babam bana bakmayacak, annem beni görmeyecekti.Kuruyan dudaklarımda, dilimi gezdirdiğimde, zihnimin içinde dolanan tüm sözler... Yutulmuyordu. Kaybolmuş gibi hissettiriyordu. Etraftaki herkes sussa bile zihnim susmamıştı. Çark gibi dönüyordu. Açılan perde ile hala karanlıktaydık. Çalan Swan Lake-( Pyotr Ilyich Tchaikovsky) - ile dünyaya gözlerini yeni açmış bebekler gibi afallamıştım.Ancak işittiğim o iç ses... zihnim özenle süzmüştü o sesi; baş belası...O burada benim performansımdaydı.Çalan müziğe, kendiliğinden ritim tuttu ayaklarım. Sahnede sadece ben vardım. Karşımda ise sadece o varmış gibi hissediyordum. Ritim durdu. Ani bir hızla tekrar yükseldi. Etraftaki baletler ve balerinler çember misali zarif hareketler ile performansı daha da yükseğe taşıdılar. Ardımda yer alan Barış, bana ayak uydurarak, hızlanan ritimde bedenlerimiz ile oyun oynuyorduk. Yavaş yavaş eğil. Kollar kulak kısmındaki hizadan, eğik bir açı ile aşağıya doğru.... Ve evet, ritimde değişiklik, vücudumda da değişiklik boy gösteriyordu.Artık ağzımdaki o tat genzime doğru doluyordu. Gözlerim, önümdeki aydınlığı bile kesik kesik hissediyordu. Son saniyeler dayanmam gerekti. Yüksel parmak uçlarında. Etraftaki iç seslere kulak vermeye çalışarak, bedenlerin yerlerini anlıyordum. Bu sayede kör olmaya yüz tutmuş gözlerime rağmen ritme ayak uyduruyordum. Öne doğru çıkarak, parmak uçlarımda yükseldiğimde, etrafımda bir tur döndüğümde ardımda beni takip eden Barış'tı.Burada bitecekti.
Parmak uçlarımda yükselerek, etrafımda hızla dönmeye başladığımda zirvede yükseldim. Kollarım eğik bir açı ile bedenime yön verdi.Ve sondu. Müzik durdu. Perde kapandı. Buğulu gözlerim, ufak bir ışık sızıntısını da kapanan perde ile kaybetti. Olduğum yere çöktüğümde, hemen önüme çömelen Dean, bir şeyler dese de algılayamıyordum. Sert zemindeki ellerimde hissettim ıslaklık, burnumdan geliyordu. Ağzımdaki tat, burumdaki ıslaklık aynıydı. Nefes al, İzel. Nefes al İzel. "Nasıl- nasıl- dım, lüt - fen cevap verin!" Diye kesik kesik konuşmaya çalıştım. Endişe dolu bir edayla, "Kusursuz, bak bana Hera!" Diyen Dean, başımı iri elleri arasına sığdırmıştı. "Hera, mükemmeldin!" Diye bana telkin verir gibi kuruyordu cümlelerini. Bir el, bir elin yerini buldu. Bana bu anları yaşadığımı anlattı. İri eller yerini kaplayan ellerde iri ama dokunuşları zarifti. İncitmemek için dokunuyor gibiydi. Gözlerim kapalı, etrafım karanlıktı. Ama okyanus kokan bu beden, bana tanıdıktı. Bir eli dudaklarıma gittiğinde, ağzıma dolan kanı hıçkırmam için başımı göğsüne doğru kaldırarak, yasladı.Genzime dolan yakıcı bir his, akıp gitti. Dudaklarımda gezinen elleri, yavaş yavaş kanı iteliyordu. Her şey bir anda oldu. Yerden yükseldim. Bir an olsun burnumu ucundaki kandan ayrılamayan o koku, boş kalan ciğerlerime doğru doluyordu. Bedenimi sarsmamaya devam ederken, " bana bak baş belası!" Diye boğuk, kalın bir sesle dile geldiğinde, " eğer olur da aklından cehenneme gitmeyi geçirirsen, ardından gelir cehennemin yedi kat altında da olsam seni katilim, diye suçlarım..." dediğinde adımlarından olsa gerek son kelimelerine doğru sesi çatallanmıştı. Gülmeye çalıştım. Acıyla inledim. Bedenim kollarında kıvrandı. Elleri gerildi, sıkılaştı. Nefesi beni daha da kendine doğru çekmesiyle yüzüme değdiğinde, yandım. Birkaç dakika öncesi üşürken, şimdi yanıyordum.Sıtma tutuyor, olabilir, İzel... "İzel..."Sesim, gözüm yoktu. Kulağım ise bir onu seçiyordu. Kafamı sağa sola sallamaya çalışarak, gözlerimi açmaya çalıştım. Olmadı."Geçecek... Buradayım." Diye konuştuğunda sırtım, yumuşak bir yere değdi. Ellerim ceketini sıkıca kavramış olacak ki geriye çekilmeye çalışsa da nefesi hala benimleydi. Ellerimi tuttu. Bırakmadı. Daha sıkı sardı. Ama o neden titriyordu? Onun da mı bedeni acıyordu? Kolumdaki ufak bir iğne acısı, bir hiç gibi geldi. Ardından bedenim kendini okyanusa bırakmaya karar verdi. Ertesi sabah, okyanus....Hadi ama İzel, o senin kaybolduğun okyanustaki kırmızı bayrağın iken hala yaşıyor musun?Derinde olsa henüz kırmızı bayrağı görmemiş, gözlerimi açtığımda alacalı ışıkta benimleydi. Yalnızdım dört duvar arasında. Ve ne evimdi, ne de ailemdi. Yine baş başa kalbimle, hesaplaşmaya zaman harcıyordum. Karşımdaki televizyonda sıradan magazin haberleri, önümdeki dergilerde okumam gereken bana hiç bir faydası olmayan insanlar arasında göz gezdirmeye devam ettim. Odanın kapısının aralanmasıyla, bakışlarım duvar kenarındaki boşluğa doğru yol aldı. Ağır adımlar ile bana gelen, Yaman'dı. Gözlerimi kaçırdığımda, yamacıma kadar sesini çıkarmadan geldi. Bana baktığını hissediyordum. Ama ona dönemiyordum. Konuşmadı. Kapının ardından birkaç beden daha yanıma kadar geldi; annem, babam, amcam ve yengem. "İyi misin, prenses?" Diyen amcam yatağın boş kısmına oturarak, elime uzandı. Tuttuğu elimi, havaya kaldırarak küçücük bir buse kondurdu. Kafamı sallamakla yetindim. Ardından annem, " bu haline rağmen senin performansının kusursuzluğu, hala kulaklarıma geliyor..." diye bir nevi farkında olmadan içimi ferahlattı. Yengem ise " Kuğu gibiydin prensesim..." diyerek biraz da olsa benim içimi rahatlatmak istiyor gibiydi. "Kanadı kırılmış kelebek desenize siz şuna. Ordan oraya konmaya çalışmaktan başka bir şey yapmadı..." Aklından geçirdiklerini, çok bir zaman kaybı olmadan ağzından duymuştum.Ama önemli olan... Beni izlemişti.Beni izlemişti. Beni izlemişti.Hayır. Hayır. Hayır.Her zamanki gibi yengem için orada kalmıştı." Sanat katili!" Diye kendimi sakinleştirmek istercesine mırıldandım. "Bir şey mi dedin, amcasının yeğeni?" Diye kaşlarını çatmış, hiçbir ifade olmayan gözleriyle bakıyordu. Cevap vermedim. Buz tutmamakta olan bu gerilimi ateşe vererek eritmek için, iyi değildim. Gözlerimi kırpıştırarak içirdiyse girdiğinde beri çıt çıkarmayan babama çevirdim gözlerimi. Dalgın bir ifade ile yatağın ayak ucunda nakış işlercesine buradaki sohbetten kopmuştu. Benim burada yatmam hoşuma gitmemiş, işlerine engel olduğum için sinirlenmişti. Ve bugüne yetişmesi gereken işlerde göz gezdirmediği için gergindi. Aklından geçenler bunlardı. Bana dair, herhangi bir keder yoktu. Gözlerimi kapatarak, sessizliğime kolaylık sağladım. Yataktaki ağırlık kayboldu. Adım sesler arttı.Kapı kapandı.O' da gitti. Okyanus kokusu, göğüs kafesimde deprem yaratmadı. Kalmadı, işte.Kimsem, kalmadı yine. Açtığım gözlerim ile tavandaki loş ışığa göz kırptım. Yatakta doğrularak, baş ucumdaki komedinin üzerindeki telefonumu aldığımda, Devrim, Afra ve Barış'tan mesajlar, Güney ve Deniz'den ise sesli mesajlar vardı.Hepsi beni merak etmişti. Tek tek cevap verdiğimde, Afra'yı aradım. Birkaç saniye çalan telefon, açıldığında derin soluk sesi, ferahlamış gibi döküldü. Can ciğer kuzu sarması;Öldüm. Öldüm.Öldüm. Tebessüm ettim. Ben de öldüm, sanmıştım. Bir an bunu da istemiştim. Çünkü bir daha acı duymama fikri, hoşuma kaçmış, aklıma da yatmıştı. Can ciğer kuzu sarması;iyi misin, bebeğim su? Ruh ikizi;Yaşıyorum. Can ciğer kuzu sarması;bende duyuyorum. Kısa bir an ikimizde sustuk. Ve ardından engelleyemediğimiz kahkahamızı bıraktık. Can ciğer kuzu sarması;Hare Yenge, bedenin zayıf düştüğünü bu yüzden olduğunu söyledi. Ama... Ruh ikizi;Öyledir, muhtemelen. Annem dediyse eğer öyledir. Can ciğer kuzu sarması;Biliyorsun değil mi, ben görmesen de yanındayım. Ruh ikizi;görmediğim için bilemiyorum. Can ciğer kuzu sarması;hah! Benden iyisi mezarda! Benim gibi bir arkadaşın olduğu için ayrıcalıklı olmalısın. Kısık bir kahkaha, tekrar yer buldu dudaklarımda. Kendiyle her daim barışık ve beni de her daim kendi ile barışık tutmasını seviyordum. Ruh ikizi;ona ne şüphe, Afra Hanzadeoğlu'sun sen. Can ciğer kuzu sarması;Şöyle yola gel, Külkedisi. Diye cümlesini bitirdiğinde içli bir soluk verdi. Arkadan gelen seslerden anladığım kadarıyla, yulaf kaşıklıyordu. Can ciğer kuzu sarması; "Sen sormadan,seni izledi, Alkım'ın performansı başlarken elindeki telefona kaşlarını çatarak, kapı dışarı çıktı" Diye homurdanırcasına dilimin ucundaki soruya, cevap verdi. İzlememişti. Neden? Uzaktan da olsa, neden bu dala tutulacaktım? Karşı taraftan baktığımda, gurursuz bir davranıştı. Ama ben ona müdahale etmiyordum ki. Sadece içimde sürekli düzensiz fonksiyon ile işleyen kalp atışlarıma engel olamıyorum. Bazenleri engel olmak için çaba sarf ederken, bazen ise kalbim işte. Onu bana hak görüyordu. Yanlış yoldayım. Yanlış yerdeyim. Ancak yanlış kişide değilim. Öyle olsa, kalbim ait olduğu bedeni bırakıp başka bedene sarılır mıydı? Can ciğer kuzu sarması;bir şeyler...demeyecek misin? İzel... Ruh ikizi;Endişelenme, iyiyim. Sadece nefes aldım. Can ciğer kuzu sarması;Bu kadar uzun soluklanma o zaman. Dediğinde arkadan yükselen sesler ile annesine seslendi. Ardından; Can ciğer kuzu sarması;sanırım gitmem gerek. Annem yine bir şeylere söylenecek. Kendine iyi bak. Okula gelmekte acele etme. Beni özlersen falan gelirim y ani. Ruh ikizi;kendine iyi bak, Çil yuvası. Dediğimde telefonu kapatmıştı. Elimdeki telefona dik bir bakış attım. Yutkunarak, ben ve Güney'in yönettiği okulun sayfasına girdiğimde, her gösteri için ayrı bir övgü vardı. Aslında hepsi bir hafta öncesinden hazırlanmıştı. Sadece olay örgüsü, geç akıyordu. Dedikodu köşesinde; O ve Alkım iki senedir ilk sırayı korumayı başarıyordu. Yine bir hafta öncesinden başlıkları dahi hazırlayan ben... Eserime bakıyordum. Alkım'ın sosyal medyasında paylaştığı fotoğrafı alıntılayarak, altına Özün ve zirvesi, diyerek hazırladığımız başlığı Güney atmıştı.Alışkındım. Ve bu alışkanlıklar can yakıyordu. Kendi kendime, deliler gibi gülmeye başladım. Sinirlerim de kalbim gibi bozulmuştu. Hazırlarken hıçkıra hıçkıra ağlarken, eserimi gördüğümde kahkaha atıyordum. Ağlayamıyordum. Bulunduğum yer güvenli bir alan olmadığı içindi belki de. Telefondaki fotoğrafı biraz yaklaştırdığımda, Kırmızı elbiseli kız, net olmasa bile güzeldi. Yaman... O her daim kalbime ilaçtı. Kırsa da dökse de yine onun gözleri ile sarıyordu, yaralarını.Ani çekilmiş bu fotoğrafta, Yaman takım elbisesine ait gömleğinin kol düğmesini düzeltirken, Alkım ise aralarındaki bir karış mesafe ile hayran hayran onu izlemekle yetiniyordu. Biri kumral, biri esmer; göz alıcıydılar. Ben de kağıt üzerinde bir Özün'düm, kötü biriydim. Kötü olan bunları dile getirmeme rağmen hala fütursuzca onu düşünebilmemdi. Telefonu kapatarak, kafamı yastığa gömmek istercesine bastırdım. Elimdeki telefonu kırmak istercesine sıkarak, gözlerimi sıkıca yumdum. Odanın açılan kapısı gıcırdadığında, tekrar hızlıca gözlerimi açtım. Elinde bir tepsi ile gelen hemşire, tebessüm ederek, geçmiş olsun dileklerini şu an evrenden uzak olan zihnime iletti. Dalgın bakışları ile nasıl bir tepki verdim, bilemiyorum. Kolumdaki şeyleri çıkartarak, geçmiş olsun cümlesini tekrarlarken kapıda beliren beden dalgınlığımı üzerine çekti. Alık alık bakışlarım ondaydı, artık. Duvara omzunu yaslamış, kolları birbirine bağlı halde beni gözleriyle tartar gibi bir ifadeye sahipti. Başımı iki yana sallayarak, kaşlarımı kaldırdım. Ayaklarımı yataktan sarkıtarak, hangi ara değişmiş olduğunu bilmediğim üzerime -muhtemelen annemin seçtiği- beyaz spor ayakkabıları giymek için yeltendim. O, yine geldi. Sessizce ayakkabılarımı giydirdi. Bana tutundu. Desteğiyle doğruldum. Belimden tutacağı esnada geriye adımladım. Elim ile ne yapıyorsun dercesine, işaretler sergilediğimde "Kör müsün, yürüyebiliyorum." diye dilimden birkaç sözcük döküldü. Biraz tıslar gibi olmuştu. Tepki vermedi. Öylece suratıma bakmaya devam etti. Gözlerimi devirerek, bir adım attığımda kendimi kolları arasında buldum. Ellerim ona dokunmaya varmadı. Kendime çektiğim ellerimi, birbirine kenetlediğimde, " Bir daha yapma!" Dedi.Yapmamam gereken neydi? Yine neye kurulmuştu? Ya da yine benden nefret etmek için hangi sebebe tutunacaktı? Bakışları kucağındaki bana yöneldiğinde, "Duydun mu beni?" Diye bir soru yöneltti. Oralı olmadım. Ona bakmam, şu müşkül durumda benim için hiç iyi olmayacaktı. Hem ne diye kucağına almıştı ki beni? "İndir beni."diye homurdandığımda, adımları sol koridora yöneldi. " indir beni diyorum, Yaman!" Dedim ısrarla. Bu en doğrusuydu. Onu sevsem de, bazı şeyler olamazdı. Yanlışlarında bir sınırı vardı. Hastane kapısından dışarıya çıktığımızda, yine birlikte bir araba yolculuğu yapacak gibiydik. Açmaya çalıştığı aracın kulpunu tutularak çektim. Ellerime, içli bir nefes eşlik etti. Beni araca gelişigüzel bıraktığında, kendisi araçın önünden dolanarak, koltuğuna oturduğunda emniyet kemerini takmıştı. Arabadaki radyo bile çalmıyordu. Sessiz bir yolculuk yapıyorduk. Direksiyondaki ellerine kayan bakışlarım, parmak boğumlarındaki kızarıklığı yeni fark etmişti. Sıkı sıkı sarıyordu, direksiyonu. "Ellerine ne oldu?" Diye fısıldar gibi kısıktı sesim. Duyacağını düşünmedim. Yine göz kapatır sandım. Kısa bir an bana yandan bir bakış atarak, tekrar yola baktı. Trafik ışıklarında durduğunda, gözleri tam anlamıyla beni buldu. " Sen..." dediğinde, seğiren çenesi kimeydi? " kimsin ki sana anlatayım?" Diye tamamladığında, içim kan ağlamaya başlarken, gözlerim donukluğuna hakim olmak için bedenime yaptığı kaçıncı soykırımdı? Saymayı bırakalı çok olmuştu. " Yoluna bak, Baş belası. Bana değer vermeye kalkma!" Dedi üzerine basa basa. Bir iki hafta...Toparlayacağım.Her şey en baştan, başlayacak. Yine kalbimsenin için ağlayacak,Özün bir başkası ile kaç gece geçireceksin?
|
0% |