11. Bölüm

İzden Hatıra

dnzkzgb
dnzkzgb

 

Anlatsana bana…

Yine toprağımı deşen ol.

Ama kal.

Göğsündeki çiçeğin bensiz açmasın.

 

Bazı kalabalık yollar vardır çiçekleriyle rüyalara bürünürsün ve o an dikenleri bir tek senin kalbine değer, kanatır. Kimse görmez kanı, kimse duymaz acı feryadını, kimse bilmez gözlerinden akan acıları. Suçlu sen olursun yine. Kadere dahi atamayacak kadar sessiz kalırsın, insan dediklerine. Çünkü insan kavramının bendeki gerçeklerini silip atamazdım; faili olduğum hayatımın mağduruydum.

Başa dönmüştüm. Yatağımdaydım, başucumda yanan bir tütsü eşliğinde annemin klasik müziğini işittiğim bir sabahta… Belki de bir döngünün içine sıkışıp kalmıştım. Ups. Bir sır. Kandırdım. Kendimi aklayamadığım kaçıncı döngüm? Sayamayacak kadar kaçık, başa saracak kadar da aptaldım. Kendine güven İzel, diyen iç sesime kulak vermek için bedenimden kalan ruhsuzluğumu ortaya koyardım ama olmuyordu işte. Kuruntular, aileler, kalpler; engel oluyordu bedenime. İşte o an göğsümde beliren ağırlık gözlerim kapanmadan önce saplanan kurşuna aitti, biliyordum. Bir sırrın kurşunuydu, titrememe neden olan. Kurşunun sahibiymiş, kan kokan yabancı. Henüz başını bilmediğim sırrı bilen tek kişi de değildim, artık. İsmini unuttum ancak hissettirdiği yabancı güveni belki de hiçbir zaman unutmayacaktım. Yarısı karanlık yarısı kan kokan adam, beni benden iyi tanıyordu sanki. O anı unutamıyordum. Gözlerimin içine bakmıştı, acı çekercesine. Nefessiz kaldığımı anlamıştı ancak el uzatmamıştı. Rüyalarım burada gerçekle olan bağını yitiriyordu işte. Çünkü bana el uzatması gerekti.

Hepsi palavraydı. Zihnimin kalbimi alt etmek için oynadığı bir oyundan ibaretti.

Nefes aldığımda, ağzımda hissettiğim kan tadına karşı yüzümü ekşittim. Üzerimdeki çarşafı kenara iteleyerek ayaklarımı yataktan sarkıttım. Hangi ara, nasıl geldiğim hakkında en ufak fikrim yoktu ancak bedenim çok yorgundu. Kemiklerimdeki anlamsız sızılar bıçak gibi kesiyordu ruhumun artıklarını. Ayağa kalktığımda, gözlerimin kararması geçene kadar yatağın başlığına tutundum. Ardından banyoya ilerleyerek, üzerimdekileri çıkartarak duşa girdim. Sıcak suyun altında kısa bir süre boşluğa daldığımda, kapının aniden açılması ile ellerim ile bedenimi kapatmaya çalıştım.

Annem ile göz göze geldiğimde, “duştan çıktığında üzerini giyme!” diyerek kapıyı aralık bıraktı. Yutkundum, hiçbir şey olmamış gibi sadece yutkunabildim. Bir an hissetmiştim insan olduğumu ancak unutmuştum iyileşeceğimin mümkün olmadığını.

Eğ başını değme tenlere, İzel. Bulaşmasın mührün insanlara.

Duştan çıktığımda, üzerime geçirdiğim bornozun da çıkacağını bilmeme rağmen bir an tutundum o dala. Ruhumun kırıntısıydı belki diyen. Kapıyı biraz daha aralayarak içeriye girdiğimde annem tartının başında haki yeşil elbisesi ile asilliğinden ödün vermeden ayağındaki rugan siyah topuklusuyla ritim tutuyordu.

Göz göze geldiğimizde üzerimdeki bornozda göz gezdirdi ve kaşlarını çattı. Anne, seni hiç affetmeyen çocukluğuma dönebilmek mümkün olsaydı… Senin beni affettiğin günler olur muydu? Aldığı nefeste öfke vardı. Tartının ucunda durduğumda, gözlerine baktım. Ne olursa olsun bedenimi görmesini istemiyordum ancak bu benim isteğimdi onun değil. Derin bir nefesle bornozumu çıkartarak gözlerimi yere eğdim. Elimdeki bornozu aldı ve yanındaki sandalyenin üzerine koyarken, tartıya çıktım. İkimizin gözleri de tek bir noktada takılıydı. Kırk sekiz sayısı ile gözlerimdeki endişe yok oldu. Kafamı kaldırmak istediğimde annem, “ayakların! Balerin olabilirsin ancak bu ayaklarındaki yaraların sebebi olamaz, İzel Hera!” dediğinde sesindeki ciddiyet gelecek olanların habercisiydi adeta.

“Özür dilerim,” demekten öteye gitmek istedim. Ancak elimden gelen hiçbir şey yoktu. Bunlar izlerin hatıralarından yalnızca görünenlerdi. Görünmeyenleri de görecek kadar açık mıydı gözün anne? Gözlerinin önünde eriyen bedenimin kemiklerini aynaya baktığımda ben bile bedenime acıyarak sayardım. Artık et parçası diyemeyecektin belki de.

“ Özür diledin ancak bu iltihap kapması muhtemel yaralar gözümü kirletmeye devam ediyor.” Dedi ve devam etti. “ Gözlerime bak, ben konuşuyorum tartı değil!” Kafamı kaldırdım, “ doktor çağıracağım, aşağıya in, aile yemeğine geç kalmak istemeyiz!” dediğinde açık ara bir kinaye vardı. Kafamı salladığımda elindeki telefondan doktoru arayarak odadan çıktığında, dizlerimin üzerine oturdum öylece. Benden bana kalan en ufak bir parça dahi yoktu, bir kez daha tahtaya yatırmaya çalıştığım başımın sızısı ile anlamıştım. Bak bana kız çocuğu… Bak bana, anlatılan o süslü masalların yalanlarına… Bitmiyordu, sandıktan çıkan gerçekler. Kalp bile bir çare olamadı; saydım içimdeki acının kimsesizliğini ama dinlemedi.

İzel bitmeyecekti, yalan sanmak istediğin gerçekler. Sen bitecektin ama yalanların akıttığı kanlar durmayacaktı. Kabullen ve yum gözlerini, acıyan bedenindeki kusurlardan daha fazla tiksinme. Birkaç dakika daha yaşayabilmek için son çaban olsun, kapattığın gözlerin.

Yutkundum ve gözümden damladı bana ağır gelen sıcaklık. Tenimi yakarak bedenime kazıdı yeniden, et parçası olduğumu. Güldüm aniden aklımdan geçenlere. Oysa dün çocuktum ben kahkahalarım ve huzurumla. O da mı yalan sandığım gerçek çıkacaktı? Aklımla kalbimin savaşında ortada mı kalmıştım? Deliriyordum belki de. Nedendi yaşadığımı sandığım gerçeklerin birer hatıraya dönmesi? Bu kadar mı acizdi kalbim? Değildim. Huzurun yalan olduğunu anlayacak kadar kalpsiz değildim. Ki kalpsiz birisi aşkı tadamazdı. Doğarken ölen bedenim yaşarken bile ruhunu teslim ediyordu kalbine. Kalpsiz olamazdım, bu kadarı ile yüz göz olacak kadar kötü bir kalbim yoktu benim.

Ups. Bir sır. Kandırdım.

Yarısı aşktı, yarısı acı. İnsandı kavrulan beden. İzden hatıraydı, bana kalan ufacık tutku.

Hepsi bu kadardı. Kalbim bundan ibaretti. Ve kirli değildi işte. Yine de gelen geçen kıyıyordu, bir taş atarak. Belki de yavaş yavaş değersizliğimin yanına bedenimdeki kusurlarında sonsuza kadar bana parazit misali yapışacağını kabul etmem gerekiyordu. Midemi bulandırdı, bu his. Hiç geçmeyen kusurlar… Hiç durmayacak kanlı yaralar… Hiç sevilmeyecek et parçası…

Dizlerimin üzerine koyduğum ellerimdeki titreklik bir an olsun dinsin diye çabalamak için etime batırdım tırnaklarımı. Ama hiçbir şey ifade etmedi. Hala işe yaramaz bir kızdan fazlası değildim, işte. Kim yaklaşırdı bana bu halde? Başa belaydım. Sanırım bu yüzdendi, etrafımdakiler hiçbir zaman hatıra olamayacaktı bana. O adamı anımsadım, kalbimde tutku ile. İzden hatıra, demek isteyeceğim ilk belki de son kişiydi. Yanında iken ne kusurlarımı ne de etrafımı görmüştüm. Onunlayken kalbimdeki duyguların üzerine kefen örtülmüştü. Yabancı, rüya olmuştu kalbime. Gerçek değildi. Yalan sandığım gerçek bile değildi, o adam.

Kahkaha attığımda hala gözlerimden süzülen yaşlara anlam veremedim. Kime dökülüyordu bilmiyordum bile. Yaman’a mıydı, yabancının benden kaçışına mıydı, annemin bir ufak tebessümünü bana çok görmesine miydi? Bana olmadığına emindim. Tutamadım; sızlayan burnumu, büzüşen çenemi. Ağladım. Ellerimle ağzımı kapattım ve çığlıklarımı kalbime değdiremeyeceğimi bilsem de ağladım. Ağla. Ağla. Ağla. Bir yara da senden açılsın, kusur dolu bedenine. Canım acıyordu sanırım ve dinecek gibi de hissetmiyordum bu defa. Ellerimi parkeye değdirdiğimde bedenimin çıplak olduğunu algıladım. Kafamı sağa sola sallayarak, soluk almaya çalıştım. Ama hala akıyordu gözlerimdeki yaşlar. Ellerimle yüzümü avuçladım. Saç diplerimden çekiştirdim, kendime gelmem gerekti. Kimsenin kusurlarımı bu denli çıplak gözle görmesini izlemek istemiyordum.

Nefes al, İzel. Nefes al ki ruhun kopsun senden.

Gözlerimdeki yaşları geriye itelemeye çalışarak ayağa kalkmak istedim ancak gözlerim karardı. Tutunacak tek bir dalım yoktu ve ben yalnızca hissettim kimsesiz kalışımı. Saçlarımı geriye iteledim, gözlerimden yanaklarıma süzülen damlaları gelişigüzel sildim. Başımı kaldırdığımda aynadaki yansımamı gördüm. Kendi bedenimden hem utandım hem iğrendim. Bu bedene ben bile bakmak istemiyorken, annemin saçımı okşamaması doğru olandı.

Başımı sağa sola salladım bir kez daha. Dolabın kapağını açtığımda, ilk askıdaki sarı elbiseyi alarak kapattım kapağı. İç çamaşırlarımı hızla giyerek, üzerime sırtı açık olan sarı elbiseyi hızla giydiğimde, beyaz babetlerimi de ayağıma geçirerek, masaya ilerledim ve elime aldığım toka ile aynaya bakmadan dağınık topuz yaptığımı düşündüm. Masanın kenarındaki çekmeceyi açtığımda, elime geçen ilk kapatıcı ve allığı alarak, kapattım. Kameraya bakarak yüzüme bir şeyler sürmek kusurlarımı daha az görmemi sağlıyordu bu yüzden telefonumu aradı gözlerim. Yatağımın başında kalan komedine yöneldim ve telefonumu elime aldığımda, bir bildirim ile yüz göz oldum.

Yabancı; bir mesaj gönderdi; video…

Yabancı; Bu isimle kayıtlı olmak istemezdim ama beni böyle kazımışsın kalbine.

Bu oydu. Karanlığın vücut bulmuş hali olan yabancı… Bana kırk üç dakikalık bir video atmıştı. O adam, bizi unutmamamı istemişti. Gözlerimdeki yaşların yerini garip bir heyecan kaplamıştı. Numaramı nasıl bulduğunu sorgulamak istemedim. İsterse her işi yapabilecek birine benziyordu.

Tebessüm ettim, yalnızca. Garipti ancak az önceki ağlak kız kaybolmuştu derinlere doğru. Sanki karanlıktı ona sahip çıkan, dünyayı tattırmaya yemin etmiş olan da… Ellerimin titrekliği belki de nadiren heyecandandı. Mesaja tıkladığımda, istemsizce profilindeki resme kaydı bakışlarım. Haki yeşil gömleğinden açıkta kalan boynunda dövmesi gözüküyordu net olmasa bile. Sırtı dönük bir şekilde bir sırt çantası ile sanki yürüyüş yaparken birisi onu çekmiş gibiydi. Kimdi acaba ona bu denli yakın olan? Belki de bana kaçamak bir şekilde bahsettiği eskilerdi. Beni ilgilendirmezdi.

Profilinden çıkarak, telefonumu kapattım. Teşekkür mesajı atmam gerekti annem beni böyle yetiştirmişti ancak bu adamda annemin bana öğrettiği hiçbir şeyi uygulamıyordum. Bunu da uygulamak istemedim. Zaten bunu dert edecek bir yaşta da değildi.

Telefonu neden elime aldığımı unutmuştum. Direk kapıya yönelerek, çıktım odadan. Annemin sessizliği iyiye yorulacak bir durum değildi. Gelen doktor falan da yoktu zaten. Merdivenleri hızlı hızlı inerek salona ilerledim. Annem koltuğuna kurulmuştu, karşısındaki de her telefon ile çat kapı gelen doktordu. İkisinin de bakışları bana kaydı. Yutkunarak, yavaş yavaş ilerledim. Doktorun bakışları ayağımdaydı artık. Zihnindeki düşünceleri ise zihnimdeydi; etkileyici bir beden, vasat bir yara.Gözlerimde ani bir nem dalgası belirlediğine emindim. Çünkü hakkımda düşündüklerini okumak iğrençti. Hiçbir şey yapamadan sessizce bana dokunmasını izlemek… Kusmak istiyordum, yalnızca. Kan kusana kadar devam etmekti amacım. Kendimden daha da tiksinerek neyi kanıtlayacağım hakkında en ufak fikrim yoktu oysa.

Nefeslerim sıklaştığında, adımlarım ani bir şekilde kesildi. Annem aralarındaki sohbete doğru gelmem gerektiğini surat ifadesi ile belli ediyordu ancak ben iki dakika önceki gibi hissetmiyordum ki gelebileyim. Ayaklarımı yerden kesecek gibi hissettiren o mesajın etkisi saat bile sürmeyecek kadardı. Bundan ibaret, İzel. Korunacak bir ruhun bile kalmamış baksana. Külsün sen.

“İzel Hera.” Dedi annem ikaz edercesine. “ Buraya gel, doktorun yetişmesi gereken bir konferans varken senin için geldi.” diyerek cümlesini tamamladığında adımlarım ürkekçe onlara doğruydu.

İlk adım, ruhumun yanışını görmeyeceğim için.

İkinci adım, çukurda terk edeceğim zihnim için.

Üçüncü adım, derimde bırakacağım dağınıklık içindi.

Ve annem ile doktorun arasındaki koltuğa oturmuştum. Yemek yemememe rağmen boğazımdan geçmeyen, gözlerimi dolduran bir şeyler vardı. Buruk gibiydi, zihnim. Kalbimi dile getirmeye gerek yoktu. En dolu anlarımda bile Yaman’a aitti o; seveceğini sanarak dilediğim geceler kadar.

“İzel Hera…” demişti yılışık doktor. Ardından önümde dizini kırarak ayağıma dokunmak istediğinde utançla geriye çektim kendimi. Tırnaklarım, avuç içlerime batıyordu ancak bu defa beni rahatlatmıyordu. “ Yarana bakmam gerek.” Diyen doktora bakmadım. Bakışlarım annemdeydi. Kaşları çatılmış bir halde, bir daha geriye kaçarak özgüvensiz bir kız çocuğu gibi davranırsam neler yapmak isteyeceğini düşünüyordu. Zihnimin her yeri iç sesler ile doluyordu.

Bu adamın zihninden geçirdiklerini sana söyleseydim anne, bana inanmazdın ki zaten.

Boğazımdaki yumruyu aşamadım ancak geriye kaçamadım. Aslında tamda şimdi özgüvensiz bir aptaldım. Ayağıma dokunduğunda, gözlerimi açmamıştım ancak bir damla yaşın süzüldüğünü annem görmüştü. İstemeden oldu anne, istemeden oldu, tekrarı olmayacak.Ups. Bir sır. Kandırdım. Yaşlarım kurumayacaktı. Gözbebeklerim dinse de kalbimdeki pınar hala diriydi, Yaman için.

Ayağıma bir şeyler süren ve ardından beyaz bir bez parçası ile saran doktora karşı dönenen annem, “ bu yaralar iltihap bağlarsa yürüyüşündeki bozukluk arşa çıkar herhalde!” dedi, benim kanayan yaralarımı zerre umursamadığını anlatıyordu.

“Kusursuz bir kadın…” dedi doktor. “ Altın çağda bile olmadı.” Diyerek devam ederken sol ayağıma krem sürüyordu ve sürdüğü her ne ise yakıyordu. “Her bedende vardır kesik akan kan olmaz kimi zaman, Hare Hanım.” Annem kaşları çatık, kolları birbirine dolanmış topuklu ayakkabısı ile yerde ritim tutarak; yılışık doktor ve ben arasında örgü örüyordu. “İşin sonunda herkes fıtratına uygun olana büründüğünde, siz o bedeni güçlü görünüyor sanmaya devam ederseniz… Bu güzellikte bir kız çocuğu da dâhil…” demişti gözlerimin içine alaylı bir sırıtış verdi, “ istediğiniz gibi olmayacak.”

Annemin kendinden emin gülüşündeki tınıya aşinaydım ben ancak yılışık doktor değildi. Bakışları hızla ona kaydığında, “prensip meselesi Aybars Bey. Siz erkekler hegemonyasında emin olduğunuz gerçeklikleri bir bakışla sileceğimizi görüyorum tekrardan,” dediğinde beni işaret etmişti annem. Annem beni yılışık bir adama gözleri ile göstermişti. Benim annem… Annemin saygınlık kriterlerinden birisi; kan bağıydı belki de. Benim mahrum olduğum o bağ, gün yüzüydü aile dediğim insanlarda.

Hayır, ağlamayacaksın İzel. Sen buydun aslında; en imkânsız anlarda kullanılacak eşya belki de mal… Et parçasısın, her bedenin büyüyen gözlerinde.

Güldü doktor, “ sizin kızınız. Büyülenmemek mümkün değil.” dedi ve ayağa kalktığında avuç içlerimdeki sıcaklık büyüyordu artık. Gözlerim hala yerdeki halı desenindeydi, birkaç dakika önce tıp ki bu halı için girdiği o müzayede gibi pazarlanmaya çalışılmıştım. Kendinden nefret et ki büyüsün o ektiğin tohum çünkü kız çocuğuydum ben dünyada, başka sansım yoktu hayata küsmemem için. Nefretin tohumuydu kız çocuklarını bu dünyada kadın yapmayı başaran. . İnsanların zihnindeki dünyaya şahit oldukça daha net anlıyordum nefretin anlamının ne denli büyük olduğunu.

Bir kız çocuğuydum; aşağılanmak için yeterli görülen.

Bir kız çocuğuydum; yere serilen.

Bir kız çocuğuydum; yaşarken kan kusmayı beceren.

Bir kız çocuğuydum; ait olduğu bir yer dahi olmayan.

Annem ile doktor yavaş yavaş kapıya adımlarken ben yerimde sabit kalmıştım. Sanki bir güç beni sarmalamıştı ve acıma boyun eğerek, koltukta daha da ezilmem gerektiğini dile getiriyordu. Zihnimin duyduğu seslere karışan, içimdeki feryadın kısık iniltileri kalbime mi değmişti yoksa?

Geçti, İzel. Ruhun yok ki kalbine değsin zihnindekiler. Geçti İzel, doğarken ölmüştün sen.

İçime çektiğim nefes ile ayağa kalkarak, kapıya doğru adımladığımda annemin sesini işitmiştim, “oraya koydurduğum ayakkabıyı giy ve acele et” demişti adeta bağırarak. Başımı yere eğerek, dolap köşesinde özenle koyulmuş beyaz kurdele ile süslenmiş babetleri giydim ayağıma. Prenses kadar eşsiz hissetmem gerekti, kendime baktığımda. Oysa hüngür hüngür ağlıyordum, gırtlağımı tıkayan kelimelerle. Kendime bakıyordum, acıyordum ve kayboluyordum kara delikte. Benim korkaklığımı yazamadığım hikâyemdi belki de. Başka bir zamanda benim gibi kimsesiz hissetmezdi kız çocukları, kim bilir? Onları saran anneler, gözlerine gülen babalar, ellerini sıkıca tutan aşklar… Var olur muydu sahiden, belki de vardı ve ben buna layık değildim; sen hiçbir şeye layık değilsin, amcasının yeğeni. Soyum sayesinde soyun olacak. Yaman’ın sesi kulaklarımı acıtırcasına çınlatsa da sesine hasret kalmıştım. Garipti ki alışmıştım, beni düz yolda dahi tepetaklak eden cümlelerine.

Kendime gülerek çıktım evden. Kafayı sıyırıyordum, evet. Ben kendimden kaçmayı başarıyordum.

İleriye kayan gözlerimi kıstım. Annem doktor ile koyu bir sohbete dalmıştı ki beni unutmuştu. Bir an gözlerimiz buluştu ve doktoru başıyla selamlayarak bana doğru döndü. Yılışık doktor uzaklaştığında, adımlarımı hızlandırmaya çalıştım. Ancak sargıdan dolayı zor giydiğim ayakkabılarımla yürümek zordu. Acı yoktu ancak kayıyordu. Annem ulaştığımda eş adımlarla amcamlara doğru ilerlerken, “İzel Hera,” diyen annemin cümlesini tamamlaması için şuraya bayılabilirdim. Ağır ağır yutkunurken, “ Gülerken izlersen, ağlatarak öldürülürsün.” Dedi annem. Kaşlarımı kaldırarak, kafamı sola çevirdim. Ne demek istediğini anlamak istememiştim. Yaman’ı kast etmesini istemiyordum çünkü. Annem hislerimi anlarsa bir savaş başlangıcı olurdu bu. Yaman ile beni bir araya getirmek için her şeyi yapardı. Hiç kazanamayacağım birinin nefretinde, kin düğümlerini annemin elleri atardı. Yanıldım ben yine. Annemin zihni Yaman demiyordu. Annem, o yabancıyı sayıkladı yersizce. “ Kankılıç…” demişti üzerine basarak. “ Senin uygun olmadığını söylediğinde babana, senin için tüm çabalarımın boşa gittiğini düşündüm.” Diyerek göz ucuyla bana baktı, canımın nasıl yandığına mı bakıyordu yoksa kendi egosunu mu tatmin etmekti niyeti hiçbir halt bilmiyordum. Diri diri gömülmüştüm ve üzerime taşan atan yabancı olmuştu. Tuhaftı ki kırıldığımı ilk kez dile getirmek istedim hayatıma değmiş birine. Yine susarak ilerledim.

İçindekilere yük bindir, İzel. Et parçasına atılan taş ne yapabilirdi ki?

Öldürmezdi bak. Yaşıyorsun hala, hayal kırıklığı dolan göğsünde.

Yaşadığım tek yermiş, hayal kırıklığı. Yuva olmuş meğerse bana. “ Babanın yüzündeki o ifadeyi aklımdan silemiyorum.” Diyen anneme bakamıyordum. Utanıyordum yetersizliğimden, süregelen bu duygunun beni esir almasından da tiksiniyordum. “Bir Özün olamayacağını her gün daha çok idrak ediyorum. Hatasın, Hera.” Dediğinde enkaz altında çırpınamayacak kadar tükenmişti nefesim. “ Benim şu hayattaki en büyük hatamsın,” diyerek tekrarladı. Kazımaktı niyeti; zihnime, kalbime, bedenimdeki kusurlara.

Göğsündeki o boşlukta tütüyor mu dumanlar? Söndürmen gerek yoksa ölü bedenindeki kusurları kesecek bıçaklar bileniyor. Kanına değecek ateş, yanacaksın diri diri.

İzel, ruhun ölüydü kusurların kapanmıyordu. Senin olmayan bir hayatta yaşamayacaktın.

“İzel Hera, sen dinliyor musun beni?” diyen annemin sesindeki tını beni çekip aldı çıkmazdan ve attı o uçurumdan aşağıya. “ İyi dinle, orada ne konuşulursa evet demekten öteye gitmeyeceksin,” dediğinde yutkunarak kafamı salladım. Kapı ağzına geldiğimizde, “ her ne olursa olsun insanlar seni Hare Özün’ün kızı olarak biliyor ve öyle de olacaksın perde önünde.” Ya perde arkası? Bu şekilde yaşayabileceğimi etrafımdakilere düşündüren neydi? Bilmiyorlardı ama bazen erken ölüyordu insanların kalpleri.

Annem zile basarak, bana baktığında başımı kaldırarak açılan kapıya baktım. Nazlı Yengemi beklerken, Yaman’ı görmek beni daha da dumura uğratmıştı. Anneme yol açarak baş selamı verdiğinde annem hızlı adımlarla içeriye doğru ilerlerken benim adımlarımı kesmişti. “ Sana da iyi akşamlar, amcasının yeğeni!” dedi alay dolu bir suratla. Kafamı kaldırarak ona baktığımda “ duyumlarıma göre banlanmışsın!” diyerek zevkle konuştu adeta.

Baştan aşağı süzdüm onu. Beyaz gömleğinin kollarını kıvırmış, siyah bir pantolon giymişti. Sıradan bir kıyafetle bile gözümde bu denli büyümesi akıl karı değildi. Gözlerimi gözlerinde kenetleyerek, hafif alımlı bir sırıtışla, “ beni bu kadar merak etmen, kalbimi tetikliyor.” Diyerek alaya bürünen sesimin aksine kurduğum cümlede açık açık ilanı aşk ediyordum. Ancak kör sağır dilsindi o, bir tek bana.

Kapıdan tutunarak, üzerime doğru eğildi. Kaçmak istedim ancak kendimi ele vermekten korktum. “ Sen benim soyadımı taşırken, seni merak etmediğim bir an bile olmaz.” dediği an kalbim gerçekten tekledi. Ayakuçlarım dahi yanmaya başlamıştı.

Gözlerim irice açıldı. “ Nasıl yani?”

Kahkaha patlattı. “ Alıksın, İzel Hera Özün.” Kast ettiği aramızdaki soydu. Yerin yarılamasını istedim. Benim yanlış anladığımı, biliyordu ve nedense hoşuna gitmişti. “ Bir acı kahve iç, kendine gel.” Dediğinde sırtını döndü bana.

Sorsana bir bana. Kendine gelebilir misin diye? Ben kendime gelemeyecek kadar kimsesizdim.

“İzel,” dediği an elimi tutmuştu. Dalgınlığımla farkına varmam zaman almıştı. Elimden tutarak ilerlemeye devam etti. “ Bir çocuk bakıcılığı yapmadığım kalmıştı,” diyerek söylenmeye başladığında elimi çekmek için çırpındım. “ Uğraşma boş yere, bırakmam.”

“Ne diye söyleniyorsun o zaman?” diyerek ses tonum yükselmişti istemsizce.

Omzunun üzerinden bana baktığında, “sesime hasret kalma, sevgili kuzen!” dedi yine alaya alarak.

Gözlerimi devirsem bile haklıydı. “ Komik şey seni.” Diyerek dudağımı kıvırdım. Kısık bir gülme sesiydi, beni mest eden. Elimi bırakmadan devam etti sert adımlar atmaya. “ Yaman!” dedim ses desibelimi artırmıştım. “Yolu biliyorum dedim.”

Derin nefesi ile elimdeki baskısını arttırdı. “ Sen bir bok bilseydin, bu şekilde yürümezdik.” Diyerek bıkkınca yanıtladı.

Beni astıkları ipte nedendi göğsüme saplanan kurşunlar? Bir insanın göğsü kaç kurşuna sahip çıkabilirdi? Yak yık, İzel. Kız çocuğu değilsin İzel, susman gerek. Hükmün yok, dünya düzeninde. Sen hiçlikle var oldun, hiçlikle yok olacaksın.

Yutkunmaya çalıştığımda, gözlerim Yaman’ın sırtından bir an olsun ayrılmadı. Gözyaşlarım hazırda bekliyordu ancak çocuk olamayacak kadar yoktum burada. Bu ne demekti, anlayabilirler miydi beni? İğreniyordum bedenimden, adımdan, bana ait olmayan soydan. Bakma ona. Sana ait değildi, yanan göğsündeki ateş sönmek bilmezdi yoksa. Yaman Özün, yine başa sardım senin yüzünden. Sana baktığımda yaralarını saymaya gücüm yetmeyecek kadar çok seviyordum seni. Sen ise bana yara açtığını görmeyecek kadar nefret ediyordun benden. Nedendi Özün, beni çalmaya çalıştığım kapından def edişin?

Adımları durduğunda sorularım yine kalbimde esir kalmıştı. Ondan çektiğim bakışlarım salondaki aile üyelerine kaydı. Elimi usulca bıraktı ve babamın yanına doğru ilerledi. Ardından bende minik bir tebessümle tekli koltuğa doğru ilerledim. Oturduğum anda amcamın bana hitap etmesi bir oldu.

“Prensesim…” demişti içten bir dilek gibi.

Prensesinin tacı yolda düştü, diyen Yaman’ın iç sesini işittiğimde zoraki bir tebessüm ile ona doğru döndüğümde, “ amcacığım… Nasıl özlemişim sizleri, bir bilseniz?” dediğimde Yaman’ın zihni susmadı; Atma Çakma prenses, atma. “ Yaman’da hep arkadaşlarıyla gezip tozdu. Oralarda sıkıldım.”

“Gezmedim!” Dedi aniden. “İşimizde gücümüzdeydik.” Dişlerini sıkmıştı, çenesi gerilmişti tıp ki bedeni gibi. “ Senin de arkanı topladım, amcasının yeğeni.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. “ Burada ne diye toplandık sanıyorsun?” dedi ve sinirle güldü. “ Sen Kankılıç’a ne dediysen bizde dâhil tüm sözleşmeleri feshetti.”

Ağzım beş karış açık bir vaziyette, herkeste göz gezdirdim. Bunu neden yapmıştı en ufak fikrim yoktu. Ama benimle bağlantılı olduğunu düşünmüyordum, Yaman gibi. “ Benim ne suçum var,” dediğimde savunmaya geçtim. “ Sizdiniz işi konuşan ve beni konuşturmayan.”

“İzel!” dedi ve ayağa kalktı, amcamın Yaman diyerek sert bir tonda onu uyarması ile oturmasını bekledi herkes. Ancak ben biliyordum. O yıkmadan kalktığı yere oturmayacak kadar gözü karaydı. “ Ne Yaman baba ne Yaman!” diyerek yükseldi. “ Başımıza gelenin tek sorumlusu soyu bile belli olmayan bu kız değil mi?” dediğinde başım dik bir şekilde hala ona bakıyordum. Ancak beni astıkları ip gerilmişti, ansızın gidecektim her insan dedikleri gibi. Yolum da yoktu bir sonumda. Bu azap hiç bitmeyecekti, başa sarmaya devam edecekti. Soyun yok, ismin yok, ruhun yok; et parçasısın bu yüzden. Tırnaklarımı etime geçirmeye devam ettim, gözyaşlarım kalbime aksın diye. Gözyaşlarımın değdiği kalbim ile ondan nefret etmeye belki becerirdim.

Nazlı Yengem ayağa kalkarak, “Yaman!” demişti ikaz edercesine. “ Kendine gel. Nasıl konuşuyorsun sen?” dediğinde şaşkınlığını saklayamadı. Gülmek istedim, bu defa Yaman’aydı içten tebessümüm. Annesi bile onu benim kadar iyi tanımıyordu. Ortak bir yönümüz var seninle, Özün. Baksana kaç yıl sonunda buldum bir buluşma noktası.

Yaman burnundan soluyarak, “ asıl siz ne saçmalıyorsunuz!” dediğinde çenesindeki kaslar o kadar netti ki… Ben kan kusacaktım. “ Soysuz bir kız yüzünden…” dedi ve bana döndü. Gözlerimin içine baktı kinin sardığı nefretiyle. “ Önce abim… Bir gecede yok oldu. Ve ne hikmetse prensesiniz abimin yanında olmasına rağmen hiçbir bok görmedi.” Dediğinde herkes put misaliydi. Barkın Özün… Bir sırdı, benimle ölüme gelecek olan. Ve ilk kez kandırmadım. “ Şimdi de tüm şirketi batıracak o hamleyi ne yaptı etti ve BAŞARDI!” Dediğinde elleri ile ritim tutarak alkışladı. “ Söylesene Özün mü olacaksın sen şimdi?” Bana attığı adımları kesen Nazlı Yengem oldu. Annesi ile göz göze geldiğinde, yutkundu. “ Benim bu aptala olan öfkem öleceğini bilsem bile dinmeyecek.” Dedi ve sırtını dönerek, hızla ilerledi. Kapıyı sert bir şekilde kapattıktan kısa bir süre sonrasında araba sesi yankılandı.

Gitmişti; beni yıkıntılar arasında kanlar içinde gördüğüne emin olmuş ve gitmişti. Tüm gözler üzerimde, başım bir kez daha yere serilmişti. İzel bundan fazlası olmayacaktın ki zaten. Haklıydı o, dedi kalbim. Akladı onu. Kıymadı bana kıydığı gibi Yaman’a. Yutkunmak istedim, oturduğum koltukta en ufak hareketlenme yaşayamadım.

“İzel,” diyerek naifçe kolumu okşadı Nazlı yengem. Bunu annemin yapması gerekmez miydi? Kan bağımız olmasa da beni büyüten oydu, işte. Acıda olsa onun elleri arasında yaş aldım. “ Bakma ona. Uykusuz kalmış, biraz da babası ile tartıştı öfkesi ondan.” Diyerek kendince beni avutmaya çalıştı. Oysa ben tanıyordum onu. Öfkesi, kini, nefreti bir tek bana yar olurdu. “Hadi gel biraz temiz hava alalım, ister misin,” dediği an bakışlarım kolumdaki eline değdi. Önümde diz çökmüştü, bir şefkatle ve açılan yaramı görmüş gibi sarmaya çalışıyordu.

Yaralarımın bu denli çıplak görmelerine izin veremezdim. Kolumdaki elini hafifçe iteleyerek, “ ben müsaadenizle Alkım’a söz vermiştim. Onu bekletmek istemem.” Dedim ve anneme baktığımda, çok şükür demişti zihni. Buradan def olup gitmemi isteyen istekli kişilerden biri de annemdi. Yeteri kadar kırışıklık oluşturmuştum on dakika içinde.

Ardıma dönmeden, kapı dışarı çıktım. Bir elim kalbimde, diğer elim telefonuma sıkı sıkı sarıldı. Görmedikleri gözyaşlarım değdi toprağa. Kaçar gibi adımlıyordum site kapısına. Gözyaşlarıma o kadar alışmıştım ki yakmıyorlardı beni. Nefesim daralıyordu, buna rağmen kaçıyordum kendimden. Vurdum kendimi yine de bitiremiyordum. Hiçbir şeyi başaramadığım gibi…

Siteden çıktığımda, gözyaşlarım hıçkırıklara döndü. Duraksadım, nefesimi yine de yetiremedim. Avazım çıktığı kadar bağırıp ardından kendimi önüme çıkan ilk arabanın önüne atmak istiyordum. Artık neden yaşadığımı dahi sorgulayamayacak kadar acıyordu, zihnimde kalbimde.

Ama o zaman Yaman’ı görmezdin, İzel. Yapabilir misin bunu, korkak mısın cesur mu? Göster kalbine.

Kuytu köşedeki kaldırım kenarına çöktüm. Yalnızca ağladım, hıçkırarak. Ne gözyaşlarım dinecek gibiydi ne de bana sıkılan kurşunun yangını göğsümde sönecek gibiydi. Sarf ettiği sözlerin gerçekliği, beni diri diri gömdüğü toprağı hissetmeme rağmen ondan nefret edememem, elimi tutan bir kişinin dahi olmayışı… Ben neye ağlıyordum onu bile bilmiyordum ki…

Bir bakışla, on adım geriye savruluyordum. Ve hissettiklerime rağmen o bakışa muhtaçtım.

Dizlerimi karnıma çektiğimde, başımı dizlerime koydum. İçin için ağlamaya devam ettim. Sönmesi gerekti, göğsümde yanan ateşin. Nefes almak istiyordum. Ellerimin titrekliğine rağmen bacaklarım sarılmaya devam ettim. Başımı kaldırdım ve gözyaşlarımı gelişigüzel sildiğimde akmaya devam ediyorlardı. Elime aldığım telefon ile önce Afra’ya mesaj atmam gerektiğini biliyordum.

Ruh ikizi; annem ararsa sizde uyuyorum. Sana anlatacağım. Sonra… Özledim çok ve öptüm bol.

Can ciğer kuzu sarması; Külkedisi yine nerede kayboldun? Ben hallederim, Hare Yengeyi… Öptüm.

Anında cevap vermişti. Her zamanki Afra’ydı. Hayatımdaki tek şansımdı.

Ellerim hala telefondaydı ve yabancı yazan o numarayı aramak ve aramamak arasında gidip geliyordum. Ne kaybederdim. Hiçbir şeyi olmayan birisiydim, korkum niyeydi? Aradım. Gözyaşlarımı iteleyerek, açmasını bekledim. Küçük bir çocuğun umuduydu içimde yeşeren.

Açmıştı, tek bir çalışta telefondaydı yabancı.

“Prenses…” dedi şaşkınlığını gizlemeden.

Burnumu çekiştirerek, “ sana neden diye sorabilir miyim?” diyerek bu defa sessizce akıttım gözyaşlarımı.

“Zarara giren ben olacaktım.” Tekte anlamış mıydı beni? Neden bir yabancı bana bu kadar hâkimken yanı başımda yıllar devirdiğim insanlar beni görmüyordu o zaman? Yutkunarak, kısa bir süre beklediğimde derin bir soluk çekti içine. “ Ağlıyor musun sen,” dedi sessizliğime ses olarak.

“ Sizi hiç bağlamaz.” Dediğimde ses tonumu yükselttim.

Telefonun ardında bir kadın sesi belirdi, Luca seni bekliyoruz demişti kadın. O ise bir yanıt vermemişti. “ İzel, bir çift lafa kafamdakileri izleyecek birisin.” Dediğinde ne demek istemişti? Kaşlarım çatıldı ancak dudaklarım aralanmıyordu çünkü ağlayacaktım. Zihin okuduğumu biliyor muydu yoksa bir tür iltifat mıydı? Belki de hakaretti. Hiçbir şey algılayamıyordum, zihnimde dönen Yaman’ın siluetinden. “Sen beni izlerken, sen beni bağlamışsın çok mu,” diyerek ortamı yumuşatmak istiyordu.

Hissettim ve hıçkırıklarıma engel olmadım. “ Devam edemez misiniz, çok mu zarara uğrarsınız?” dediğimde gizli bir yakarışta bulundum. Gerekirse açık açıkta yapabilirdim. Çünkü Yaman’dan sonrası da vardı. Annemin vereceği cezalar… Babamın beni hiç görmeden geçirmek isteyeceği günler… Hepsi üst üste binerse ne yapacaktım?

“Bazen mecbur kalırsın, İzel.” Diyerek soluklandı. “ Edersem, kana bulanır sular. Ve ben bir hatayı tekrarlamam.” Diyerek sona doğru sesini yükseltti.

Aniden öfkeyle ayağa kalktım. “Diğerleri gibisin. Sende mezardan çıkmışsın.” Diyerek sesimi yükselttim. “ Korkak!” dedim ve telefonu suratına kapattığımda, tekrar kaldırıma oturdum. Dalgalı denizde boğulurken çırpınışlarımın sesine gelen adamı bir an cankurtaran sanmıştım. Yalnızca bana değen zamandı. Fazlası da olmayacaktı.

Sana kim el uzatırdı ki zaten, İzel? Ne sanmıştım ki, dünyamda bir kalkanım olacağını mı? Kafayı sıyırmış gibi gözyaşlarıma rağmen güldüm ancak kısa sürdü. Başımı yeniden karnıma çektiğim dizlerimin üzerine koydum ve hıçkırıklarımın arasında boğulmak için çabaladım. Boğulmaktan korkarken, ağlamaya devam ettim. Çünkü aşamıyordum artık. Halledemeyecek kadar birikiyordu, omzumdaki yükler. Paramparça olan zihnim dahi yetemiyordu kalbime kazınan gerçeklere. Ne kadar zordu o gerçekleri aşmak için çabalamak, kimse bilmiyordu. Bilselerdi ne değişirdi ki İzel? Bak etrafına kim var yanında? Kimse. Nedendi o zaman bu hissettiğim karmaşalar? İnsanların uzak olduğu bedenler huzura ermez miydi? Asıl o bedenlerden uzak durmak gerekti. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri olmamıştı bu hayatta. Benim gibilerin sonu da baştan belliydi; yokluğun kafesinde esir olmaktan ötesi yoktu. Kalbindeki zehirdi seni anbean kan kusturmaya yemin eden.

Herkesin hayal kurduğu yaşlar değil miydi, on yediler on sekizler… Özgürlüğün sınırlarında olmam gerekken kusurlarımın çemberine tıkmışlardı beni. Kan kusan bedenimden zevk aldıklarını görüyordum, sesim çıkmıyordu yine de.

“İzel…” dedi içten kalın bir ses. Ağlamıştım, ağlamaya devam ediyordum. Kusurlarımla beni görecek olan bedeni tanıyordum ve benden uzaklaşacağını düşünerek, kafamı kaldıramadım. Gözlerim şiş, ellerim kan, bedenim pisti ve birini tüm kusurlarıyla kabullenmek için kalbini teslim etmek gerekti. Yabancıydı, yine kimsesizdim beni gördüğü sokaktaki gün gibi.

Yanı başımda hissettiğim varlığı, üzerime değen ceketinden yayılan odunsu koku… Daha çok hıçkırdım, hiç utanmadan tüm görgü kurallarını yıktım onunla. “ Kimseyle konuşmak istemiyorum… Çıktığın mezara geri gir.” Diyerek boğuk bir sesle söylendim, gözyaşlarımın arasından.

Kıpırdandığını işitsem de kafamı kaldırmadım. “Oysa yoldan geçen arabaların renklerini dahi sayıklayacağını bilsem, beklerim seni.” Dedi net bir tonda.

Yavaş yavaş şaşkınlıkla kaldırdım kafamı. Kafamı ona doğru çevirdiğimde, gözlerime değen bakışları yanaklarım kaydı. Gözlerinin titrediğine şahit oldum. “Neden…” diyebildim.

Tebessüm etmeye gayret etse de canı sıkkın gibiydi. İkileme düşmüştü. Ancak kalın dudaklarını aralamaktan kaçmadı. “Sokaklar cennet gibi...”

Ona bakmaya devam ediyordum, gözlerimdeki yaşların buğusuna rağmen. “ Bir evin olduğu ne kadar belli.” Dediğimde bana dönmeden yolu izlemeye devam etti, gerilen beyaz gömleğinin düğmelerinden birkaçı açık, ağır bir yutkunuşla kavislenen âdemelması çarptı gözüme.

“ İnsan evini ararsa, altında soluklandığı gök bile dar gelir.” Diye konuştuğunda bana döndü. Eli ensesine gitti. “Prenses, sokak acı kokar ama yalan değmez.”

Tebessüm etmeye gayret ettim. “ İnsanın olduğu her yerde yalanın tohumları vardır,” dediğim an başını aşağı yukarı sallayarak bana bakmaya devam etti. “ Senin sokaklarında taş yokmuş.” Engelin olmadığı yerde insan ne anlardı; yaşamın acısından da kaderinden de çırpınışlarından da?

Gözleri kısıldı biraz. Ağır ama netlikle soluyordu sanki. Ağır abi edasına bürünüyordu. Dudağımı büzdüm, gülmemek adına. “ Geçtiğim sokaklarda düşmanımı bile yürütmem ben.”

“Narsist…” diye geveledim.

Güldü içtenlikle. “ Yüreğim soğudu bak şimdi…” dedi alaya alıyor olmalıydı. Diğer türlü yüreği soğutan tek duygu, aşk olurdu.

Gözlerimi devirerek, bakışlarımı kaçırdım. “Komik şey seni. Yine formunda gelmişsin.” Kulağıma çarpan gülüşüyle zihnim daha da durgunlaştı. Gözyaşlarım dinmiş, kalbimdeki sancı belli belirsiz kemiklerimi sızlatıyordu. Unutuyordum soyumu, o yanımda yalnızca dursa bile. Tüm suçlu bu adamken nedendi bu gülüşümün sebebi? Yanlıştı, hayatımdaki ben gibi bu da günah kalıyordu bana. Uzattığı el yalandı bu adamın. Tıp ki aile olarak öğretilen kavram gibi.

Ben zihnimle yine boğuşmaya girmişken, kalın sesi kendime getirdi beni. “Kolay değil ışıkta karanlık kalmak.” Ona baktığımda, gözlerinde anlamını bilmediğim duyguların yeşermesi hoşuma gitmemişti. Şefkat miydi, hinlik miydi? Yabancı adamın duyguları da yabancı kalacaktı bana.

Bir öfkeyle zihnimdeki sesleri susturmak niyetine sesimi yükselterek konuştum. “Işığı söndür o zaman.” Dedim omuz silkeleyerek. Karanlığının farkındayken ne diye gün yüzün diye diretirdi ki bir insan? Kendini tanıyordu, yapmayacaklarını ve yapabileceklerini kimseden saklamayacak kadar. Bendeki merak duygusunu hat safhaya çıkarmıştı yine. Ellerinin kanı yürürken bile belliyken başkasına ışık olamayacağını bilecek kadar ne yaşamıştı? Biraz da olsa içinde merhamet vardı ki ağladığımı bildiği için bir saati dahi doldurmadan yanıma gelmişti. Korkak demiştim ona. Hangimiz korkaktı aslında, cevabını yoldan geçen birisi bile dillendirebilirdi.

Gözlerimin içine bakarak, “insan nefes almadan yaşar mı, prenses?” O açıkça duygularını dile getirmese de birisi varmış kalbine değen. Işıktı, nefesi olan. Işıktı yarasını saran. Işıktı, hayatını renklendiren.

Devam ettim. Ona ayak uydurmak rahatlatmıştı zihnimi. “Ya nefesin seni yakmaya ant içmiş ateşin olursa…”

En ufak bıkkınlık belirtisi yoktu yüzünde. Bu beni tebessüm ettirdi. “O zaman kumar masasına koyulan olursun.” Dediğinde ne demek istediğini anladım. Ya kazanmak için kendini yitirecektin ya da kaybetmek için kendini kaybedecektin.

“ Hepten mağlupsun diyorsun o zaman…”

Burnuna değen işaret parmağı gerginliğini gizlemek adınaydı. Yersizce rahatsız olmuştu. Kaşlarımı çattığımda, “ prenses, ihtimallerin hatır borcu olmaz.” dedi keskin bir dille. Görüyordu bir çukurda debelendiğimi ve kendi çapında farkındalık kazandırmak istiyordu. Benim beklediğim neydi ki zaten? Hiç tanımadığı birine el değdirecek değildi.

Kısa bir cevapla bitirmek istedim. “Anladım.” Dedim ve yeter diye düşündüm.

Anısızın ince bir sızı gibi işledi sesi kalbime. “Göğsündeki yangının ortasında açmaya yeltenen çiçeği bile görmezken anladın mı gerçekten, İz?” dedi ve ayağa kalktı. Başımı kaldırdığımda bana uzattığı eli il karşı karşıya kaldım. Onun hakkında her defasında yanılmak artık hoşuma gidiyordu. Diğerleri gibi olduğunu sandığımda sönen umutlarım varlığıyla yeşeriyordu.

O farkında değildi ama kalbimdeki yangında açmaya çalışan o çiçeğe su döken olmuştu yabancı.

“ İzel…” dedim yalnızca. Ben bana ait görülmeyen soya rağmen başkaları için İzel Hera Özün’düm.

Dudağının köşesini kıvırdığında, “ kalbimde İz kalmışsın…” dediğinde telefondaki mesaja yaptığı göndermeyi tekte anlamayı bende beklemiyordum.

Dilimi ağzımın içinde yuvarladığımda kaşlarımı kaldırdım. “ Adın, Kankılıç…” dediğimde unutmadığımın gururu ile göğsümü kabartmaya çalıştım. Oysa birkaç saat öncesine kadar Yaman’ın dilinden döküldüğü içindi aklımda kalması.

Kahkaha attığında gamzesi belirginleşti, gözleri derinleşti. Onun sevecen tavrının aksine ben kaşlarımı çatmaya devam ettim. “ En azından yüzümü unutmuyorsun.” Dediğinde yavaş yavaş silindi tebessümü.

Bunun cevabını bende tam bilmiyordum. Yüzüne alışmıştım, ondan olması muhtemeldi. Ancak alaya vurdum. “Yakışıklısın, göze değiyorsun” dediğimde başını sola eğdi, alayla kıvırdı dudağını. Bunu beklemiyordu. Ancak hoşuna gittiğini de saklamaya niyeti yoktu.

Kalın dudakları bir an aralandı ve geri kapandı. tereddütte düşmüştü. İkilemden çıkarak kelimelerini aramıza döktü;

“Sende güzelsin, direk kalbe kazınıyorsun.”

Günceme dökecektim, onun hissettirdiklerini;

Bir kaldırım taşında aldım ilk iltifatımı… Ruhum olduğunu hissettiğim ilk an… Ve adı Kankılıç’tı.

Bölüm : 17.05.2025 13:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...