
Her şey aniden olacak.
Şans çalacak kapını.
Terk edeceksin bedenini.
Hissedeceksin ölümün ne denli zevk verdiğini.
1 Nisan Teoman Luca Kankılıç’tan bir anı… Benimle ev bildiğim dört duvar arasına gelmişti.
…Çünkü midemde kelebekleri uçuşturan ölümdü.
Koş, Hera... Koş ve tut yabancı eli. Devam ettim, çıplak ayaklarım ile koşmaya. Nereye gittiğimi biliyordum bu defa. O adamın ardından gitmem gerekti. Aklıma yerleşen kuruntuların aslı astarı neydi artık içimi kemirmesine izin vermeyerek öğrenecektim. Taşan soluğum karnımda ağrılara neden oluyordu ancak pes etmedim. Karnımı sol elim ile sararak koşmaya var gücümle devam ettim. Yaman ve Teoman denen -yabancı ama tanıdık olan o adamı- gördüğümde tüm nefesimi içinde bulunduğum saniyede harcarcasına dışarıya soluduğumda gözlerimde oluşan karartı ile yanımdaki duvara tutundum. Gözlerimi belli bir süre kapalı tutarak açtım ve “ Teoman Luca…” dediğim an şaşkın bakışlarla bana dönen zeytin sandığım kahvelerin afalladığı apaçık ortadaydı. Gözleri baştan aşağı bir tur beni süzdüğünde saniyesinde kısıldı. Ve adımları o kadar hızlı bir şekilde bana doğruydu ki ben bir adım dahi gidemedim ona. Ayaklarımın ucundaydı artık. Kafamı kaldırdım ve gözlerine denk düştüm. Ardında kalan Yaman yerinden bir an olsun kımıldamamıştı bile. Neden zahmete girecekti ki zaten? Yeterince rezil etmiştim onu, bakışlarından anladığım kadarıyla. Seninle hesaplaşacağız der gibi bakıyordu çünkü. Yutkundum, yeniden önümde bana bakan adama döndüm. “ Benden özür dilemeden gidemezsin.” Dediğimde şaşırmasını ya da sinirlenmesini bekliyordum ancak aksine başını öne eğdi ve içli bir nefes verdi.
“Özür dilerim,” dedi ve şaşıran ben oldum. Neyden özür dilediğini bile bilmezken beni ikiletmedi.
Kaşlarımı çatarak, “ konunun ne olduğunu biliyor musun?” diyerek yüzümü ekşittim. Rüyamı bölmesi benim için yeterliydi ancak bunu söyleyemezdim.
“ Bizim oralarda Hera bir prenses olarak anılır ve üstüne laf söylenmez.” Diyerek gözlerini gözlerime değdirdiğinde, “ Özür dile dersen dilerim, ayağıma paspas ol dersen onu da olurum. Sorguya lüzum yok, prenses.” Dediğinde ciddi ifadesinden ödün vermeye niyeti yoktu.
“Rüyamda…” dedim kekeleyerek. “ Rüyamda gördüm.” Dediğimde başını aşağı yukarı sallayarak, onaylar gibi bir ifadeye büründü. “ Seni yani…” diye de ekledim.
İçine çektiği nefesi iri bedenini gerdi. Sağ eli dudağının köşesini kaşıdı. Etrafa baktı, boylarımızı eşitlemek istercesine eğilse de eşit düşemedik. “ Kimseye anlatma, Hera.” Dedi gözlerimde bir duygu kırıntısı ararcasına. “ Gerçek olsun isterim, kalbine hiç değmemiş sandığın duygular.”
Kafamı sola eğerek ne demek istediğini zihnimde anlamlandırmaya çalışmaya başlamışken bir anda beni kucağına alması ile her şey alabora olmuştu. Beni incitmekten özenle kaçınıyordu. Bu tuhaftı işte. Bir yabancı bana kol kanat geriyordu. Kalbime hükmedense uzaktan izlemekle yetiniyordu. Gözlerim o an bir tek Yaman’a değdi. Kısa bir an da olsa… Saçma bir şeyler düşündüm ancak düşüncelerimin aksine o bunu zerre umursamamış gibi elindeki telefona odaklandı.
Aptal bir sarışınsın, et parçası.
Bana bir şeyler söylemeye devam eden adamı duymuyordum çünkü kalbimde kırılan camların sesi oldukça gürdü, kulaklarımı tıkamıştı. Yutkunarak nefes almaya zorladım kendimi. Başa sar Hera, bu senin döngün. Boyun eğ, lal ol ve razı gel kaderine. Kaşlarımı çatmakla yetindim beni saran yabancıya. Ağzım açıldı ancak kırılan cam kırıklarının kanları engel oldu. Kan kusarsam zehrim değerdi bana omuz gerene. Tam da bu anda fark ettim yabancıyı. Bana dal oluyordu, farkında değilken. Ona alışmıştım, yalnızca bir günde. Bu kadar mahrumdum işte şefkat denen kavramdan. Bir yabancının ismini cismini bilmeden her şeyimi gözlerine serecek kadardım.
Sessizdim kucağında. Hiç bu kadar durağan kalmamıştım oysa tanımadıklarıma. Zihnim bu adama hoyratça süzülüyordu, kendine seriyordu bir yel gibi. İlerlemeye devam etti, aldığı derin soluklarla. Ara ara bana kayan gözleri bir şeyleri tartıyor gibi kısılıyordu. İyiydim ben. Alışkındım ben. Tuhaftım ben. Bir elimin yakasını kavradığını fark ettiğimde hızla karnıma çektim elimi. Dudaklarım düz çizgi biçimindeydi utançtan. Gözlerimi kaçırarak etrafta gezindim. Saate kayan gözlerim, takıldı. Saat sabahın altısıydı ve benim canım bu kadar erken başlamıştı acımaya. Uyumam gerekti ki kaçabileyim. Ben nasıl büyük bir hata ettiğimi benden kaçan adamın peşinden koştuğumda anlamamış olsam da kucağındayken algılamıştım. Ben her şeyden kaçıyormuşum aslında. İyi düşünceler, kötü hisler, acı kaderler, tatlı anlar… Birer faciaydı yolumda.
“ Nereye gittiğimizi biliyor musun,” diye bir ses yükseldi ve yüzüme doğru ılıkça süzüldü. O kadar dalmıştım ki ansızın irkilmeme karşı nefesindeki tını değişti. Ona doğru yan yan bakarak, kafamı sağa sola hayır dercesine salladım. “ Kaçıksın.” Diyerek sesini bir nebze yükselttiğinde kaşlarım havalandı ve nefes alamadığımı düşündüm. Bunu Yaman’dan da çok sık duyuyordum. Ancak ondan duymak daha da tuhaf hissettirmişti. Tarif edemediğim bir duyguydu. Sanki kıymık batmıştı kalbimin odacığına. “Ama hala prensessin.” Dediğinde zerre etkilenmedim, bunu da yüz ifademde donukluk ile belli etmekten kaçınmadım.
“ Gömdün mü övdün mü?” diyerek sahte bir şekilde hayıflandım.
Güldü, içten bir şekilde. Derindi; gamzesi, gözleri, yüzündeki belli belirsiz çizgileri… “ Kaçık…” dedi yeniden. Yüzümü buruşturarak kafamı eğdim hafifçe. “ Bir prenses kaçık olmadığı takdirde kraliçe olamaz.” Diye devam etti. “Kaçıklık büyük bir lütuftur derler eskiler…” Kaşlarım daha da havalandı bu defa. Eskiler… Herkesin eskiler diye bahsettiği geçmişi vardı. Güzel hissettiriyor olması gerekti ki yüzdeki bu derin izlerin nedeni olabilmişti o eskiler.
Yapay bir gülüş kondurdum suratıma. “ Ah nerede o eskiler…” diyerek yakınır gibi yaptım. Bundan keyif alır gibi daha da büyüdü gülüşü. Yüzümü buruşturdum ve burnumu istemsizce kırıştırdım. Yüzündeki gülüş ani bir hızla soldu ve gözlerini kopardı benden.
“O eskiler için yaşarsın, nedenin kalmadığında. Dokunamayacak kadar uzakta olsalar da yüreğine işlenmiş olurlar.” Dediğinde anlamasam da duygusallığının nedeni kafamı sallayarak onaylar gibi yaptım. “ Eğer başarabilirsem yaşamak istiyorum bende o eskilerle. Derin derin yaşamak hayatı…”Bana içindeki duyguları mı yansıtmıştı bu adam? Zaten yeterince derdim varken bir de dünyanın diğer ucunda kalacak adam için can sıkacaktım şimdi.
Adımları duraksadığında, yavaşça eğilerek beni, kapısı açılan arabanın içine Yaman’a göre oldukça kibar bir şekilde bıraktı. Kapıyı kapattığında gözlerim camın ardında kalan bedeninde kaldı. Simsiyah giyinmiş, arabanın kapısını açan adam kaşları çatık bir ifade ile bir şeyler anlatıyordu. Daha çok emir verir gibiydi. Konuşması bitmiş olacak ki arabanın önünden dolaşarak direksiyonun başına geçmesi çok sürmedi. Bana doğru döndüğünde kafamı ona doğru çevirdim. Kolunu oturduğum koltuğa doğru uzattığında tepesine elini koyduğunu hissettim ve biraz denecek kadar az bir şekilde bana doğru eğildiğinde bedeni gözümde büyümüş gibiydi. Oysa zaten iri bir vücuda sahipti. Gangster gibi görünüyordu dışarıdan bakılan bir gözle. Çekici ama göz göze gelinmeyecek kadar tehlikeliydi. “Kemer…” dediğinde şaşkınlıktan elimle açılan ağzımı kapatma gereksinimi duydum. Kafamı sallayarak kafamı kemerin çıkıntısına çevirdim, taktım. Başımı kaldırdığımda çoktan bedeni geriye çekilmişti. Sanırım her şeye rağmen ondan korkmamamın nedeni de buydu. Rahatsız edici boyutu biliyordu ve özenle çizgimin üzerinde geziniyordu.
“Bu soru için oldukça geç ancak nereye gidiyoruz?” diyerek ortamdaki sessizliğe karabasan gibi çökmüştüm.
Direksiyondaki ellerinden biri çözüldü ve kirli sakalını kaşır gibi yaptığında bu sorunun cevabını düşündüğünü farz ettim. “ Nereye istersen oraya gideriz. Var mı gözlerinde kalan bir yer?” dediğinde kahkahamı tutamadım. Üstelik Afra dışında ilk kez birine dişlerimi göstererek bu denli uzun süre güldüğüme emindim. Bana baktığını hissettiğimde gülüşüm yüzümde usul usul söndü. “Benim gözlerimde kalan bir yer oldu.”
“Neresi?” Ani bir hızla ona dönmüştüm. Dilimi ısırdım, yalnızca. Bunu sesli bir şekilde dile dökmemişti, aklından geçenleri okumuştum. Gözlerim arabada gezindi ve onda sabitlendi. Bakışlarında hafif şaşkınlık naraları vardı. “ Yani… Neresi benim gözlerimde takılı kalacak kadar etkileyici olabilir ki… Henüz böyle bir yere rastlamadım.” Dedim. O yola çevirdiği bakışlarını saptırmadı. Ancak hafifçe kıvrılan dudağına da engel olmadı. Şımarıkça bir cevap gibi mi gelmişti bu ona? Hakkımda bu defa ne düşünerek gülmüştü? Ve ben neden bu soruların cevabını merak ediyordum?
Kısa bir an bana döndü ve gözlerindeki o dinginlik duygusunu ilk kez gördüm. Rahatla der gibi baktığında çırpınmadım. Kendimi anlatmadan anlaşıldığım bir yer… Varmış aslında. Böyle yerlere yuva derler bazen de aile derlerdi. Ancak bu adam ne ailem ne de yuvamdı benim. Bir yabancının çatısında ıslanmamak için saat sayıyordum o kadar. O beni kapıya koyacak bense o kapıya bir daha bakmadan karanlıkta kaybolacaktım. Hepsi bu kadardı.
Kafamın arkasını koltuğa yasladım. Ve önümüzdeki ağaçlarla çevrilmiş yolu izlemeye başladım. “Hala nereye gittiğimizi söylemediniz.” Diyerek yan bir bakış attım. İçimdeki onunla sohbet etme arzusunu yok edemiyordum. Ondan öğreneceklerim varmış gibi hissediyordum. Belki öğrendiklerimi Yaman’a kendimi kanıtlamak için kullanabilirdim. Yaman’ı son görmemin üzerinden iki saat geçmişti zaten. Kim bilir neler yapıyordu? Alkımla konuşuyordu belki de…
“ Karbeyaz Sapağı…” dedi bir anda. Kafamdaki her şey durdu. Sadece iki kelime yankılandı hızlanan kalbimde; Karbeyaz Sapağı… Yaklaşıyor muydum yoksa rüyalarıma? Bakışlarım ona kaydığında ifadesi durağan bir şekilde yoldaydı.
“Karbeyaz… Duydum orayı…” Saklamadım. O ise buna şaşırmamıştı. “ İtalya’dayız ancak ismi…”
Cümlemi yarıda kesti. Sesinde çok az bir mutluluk görmüştüm sanki. “Neden Karbeyaz diye merak ediyorsun?” Bakışları bende olmasa bile kafamı sallamıştım evet dercesine. O ise bunu görmüş gibi devam etmişti. “ Bu eskilerden gelen bir efsane… İtalyanların cadıları çarmığa germelerine dayanıyor.” Dediği an ben onun ağzından çıkanları minik bir bebeğin hevesle beklediği yemeğini bekler gibiydim. Rüyalarımla örtüşen cümleleri beni korkutsa bile geriye adım atmak istemedim. “ Ancak sapaklarındaki en büyük engel Karbeyaz sabahı doğan o minik kız bebeği…” diye devam etti. Bana bir an olsun çevirmedi kafasını. “ Efsaneye göre…” dediği an acı bir şekilde yutkundu. Sanki kendisi de tanıktı her bir anıya. “ O gün etraf o kadar beyaza bürünmüş ki… Gerilen çarmıklar bir türlü alev almamış. Göz gözü görmeyecek kadar beyazlar içindeyken bedendeki kan akışını bile solduran beyazlar, o bebeğin yanında bir çift beyaz lale açtırmış…” dediğinde kısık ama acı bir feryat vardı sanki tebessümünde. “ O gün oradaki otuz dokuz kişinin bebeğin tek bir tebessümü ile görme yetisini kaybettiğini söylenir. Yalnızca bir kişi kalmış, annesi Karbeyaz. Muhtemelen bir köle olarak alınmıştı ki İtalya’ya kadar getirilmişti. ” Dediğinde durdu. Devamı neredeydi bunun? Reklam arası mı verecekti Yaman gibi?
“Reklam arası istemiyorum. Anlatmaya devam et.”
Bana bakmadan, hafifçe güldü. “ Annesi Karbeyaz, kızını da alıp kaçıyor. Ve bir daha kimse onlara dair bir iz bulamıyor. Bu yüzden cadıların soyunun kurumadığını ve Karbeyaz olarak isimlendirdikleri bu yerde hep gizli bir sapağın var olduğuna inanılıyor.”
“Peki ya beyaz lale? Solmuş mu?” Onca anlattığı anılarda takılı kaldığım yerin burası olması şaşırtmıştı belki de. Ancak o çiçek solduysa onlar ölmüştü benim gözümde. Ancak hala çırpınarak hayata tutunduysa o bebeğin düştüğü her yerde çiçekler açtığına emindim.
Bana döndü, gözlerimin içine öyle tuhaf bir duygu ile baktı ki… Anlamsızca kalbim sızladı. “ O günden sonra kimse oraya gidecek kadar cesur olamamış. Dönemin Veliaht Prensi kaybolduğunda üç gün aradıkları ve buraya asla bakmadıkları da söylenir. Belki Veliaht Prens biliyordur, çiçeği…”
Veliaht Prens… Aklımda kalan Teoman Luca. Rüyamdaki o ambiyans… Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Hepsi beynimin bana oynadığı oyundan fazlasıydı. Artık emindim. Bu efsane gerçek olabilirdi belki de? “ Peki ya sen inanır mısın efsanelerin gerçeklik payı doğurduğuna?”
“ Hikâyenin sonunda ait olduğun yerdelerse, gerçeklik payına inanırım.” Diyerek arabayı durdu. “İnsanı yaşatan ait olduğu yerden aldığı şefkatin, sarıp sarmaladığı güçtür.”
Gerildiğini düşündüğüm için hafif şebek bir sırıtışla, “ Teoman Luca Kankılıç, imza…” dediğimde çenesini kaşıyarak güldü. Kısa bir süre sonra kemerini çözdü ve kapıyı açtı. Bende kemerimi çözdüğümde, ayaklarıma kaydı gözlerim. Çıplaktı ve yeni fark ediyordum. Açılan kapı ile bakışlarım ona kaydı. Bir hızla beni kucakladığında kapımı açmasına şaşırmaya vaktim kalmamıştı. Kollarımı boynuna dolandığında tekrar kucağıma çektim. Etrafta gezinen gözlerim titredi. “ Burası Karbeyaz’daki ev…” dedim şaşkınlığa karışan sevinçle. Sonunda rüyamda içini göremediğim o evi görecek miydim? İçimi kaplayan heyecan ve korkunun haddi hesabı yoktu. Buraya kadar girebildiğine göre ona ait olma ihtimali yüzde yüzdü.
“Tek ev.” Dedi aniden. “ Burayı sahiplenen bir yuva olmuş, her şeye rağmen.” Duraksadı ve açtığı kapı ile beni yavaşça kucağından indirdiğinde ayaklarım yere değdiği an ilk kez yürümeye başlayan bebekler kadar heyecanlıydım.
Yavaş yavaş ilerlerken, içerisi o kadar hoş dizayn edilmişti ki… Vintage olmasına rağmen restorasyonu oldukça iyi yapılmıştı. Kahve, krem ve kerpiç renginin karışımıydı. Şaşaaya yer yoktu. Her köşesi sade bir o kadar da zarifti. Masanın üzerinde duran kırılmasına rağmen parçaları birleştirilmeye çalışılmış vazoda kaldı gözlerim. “ Vazo neden…”
“Çatlakların izleri kalırmış, öğrendim.” Sert sesindeki ciddiyet buz kestirdi bedenimi.
Kafamı salladım, anladığımı belli etmek istercesine. Üstelik bu defa onu tekte anlamıştım. “Yarayı açan sensin belki merhemi de sensin ama tanıdık bir yabancı olduğun o an hiç değişmez, demişti bir arkadaşım.” Arkadaşım değildi aslında kalbimle katil kim oyunu oynadığımızda yüzüme tükürmek istercesine sarf ettiği kelimelerdi. Ve kalbim asla beni sevecek bir arkadaş olamazdı bana. O Yaman’a aitti.
Sadece buruk bir tebessümle yetindi. Ben ise etrafta gözlerimi döndürmeye devam ettim. Koltuğun üzerindeki kamerayı gördüğümde yüzümde ansızın bir tebessüm belirdi. Ona baktığımda zaten beni izlediğini anladım. Kafasını olur dercesine salladığı an koşar adım kamerayı elime alarak açtım. “ Evet arkadaşlar herkese günaydın…” dediğimde sesimdeki neşeyi saklamadım. Hüzün yoktu zihnimde. “ Ben İzel Hera Özün ve…” diyerek kamerayı ona doğru çevirdiğimde çok memnun olmuş gibi değildi ancak devam ettim. “ Teoman Luca Kankılıç ile bir gün adlı vlogumuza hoş geldiniz…” Kameraya yansıyan tebessümü beni aforoz etti kısa bir an. Kollarını birbirine geçirmiş beyaz gömleği daralmıştı ve ardında kalan komedin kalçasını yaslamış beni sabırla izliyordu. “ Gördüğünüz gibi gangsterlerde gülebiliyor…” diyerek burnumu kırıştırdım. Kafasını yalandan çevirdi. Bana kızmadığını gözlerine baktığımda anlamıştım. “ Bugün buraya neden geldik en ufak bir fikrimiz yok ama hafızamızdan silinmesini istemediğimiz bir anı olarak kalacağını bilmenizi isteriz.” Diyerek onun yanına da ben kuruldum ve kamaraya ikimizi sığdırdım. “ O çok konuşmayı sevmiyor, arkadaşlar. Ama benimleyken gurbetteki bülbül bile şakır biliyor musunuz?” dedim içten bir tebessümle.
“Haklı. Her anlamda.” Diyerek beni ansızın onayladı.
Güldüm daha çok. “ Bakın şakıdı, bülbül.” Dediğimde kameradaki gözlerini çekerek başını hafifçe kafama doğru eğerek gözlerini bana çevirdi. Onu kameradan izliyordum ve bana o kadar naif bakıyordu ki… Bu komik gelmişti. Birinin beni incitmeye kıyamaması gerçek olamayacak gibiydi. Bu hisse alışık olmadığım için yadırgamıştım. İçli bir nefeste yeniden kameraya döndü. Suskunluğumun sebebini bilmiyordu ve bu onu rahatsız hissettirmişti. Yüzüme bir tebessüm kondurdum. “ Buranın adını sen söyle insanlara…” Neden dercesine kaşlarını çattı. “ Senin sesin daha çekici sanki. İnsanlar etkilensin diye…”
“Birileri… Benden başkaları mı izleyecek sen…?” dediğinde bu onu germişti ve dudaklarından dökülmedi geride kalan harfler. Hatta ufaktan sinirlenmeye de başlamıştı.
Kafamı ona çevirdim, bana doğru döndüğünde ne dedim ki dercesine bakarak, “ben izleyeceğim.” Dedim emin bir şekilde. Bir et parçası… İnsan olarak görmen gerek beni. Annemin sesi kulaklarımı çınlattığında kafamı eğerek yüzümü buruşturdum; et parçasından fazlası değilsin. Ne sen ne ben… Bu dünya düzeninde kadınsan bunu kabullen. O kafasını aşağı yukarı salladığında dudaklarını birbirine sıkıca bastırarak çenesini buruşturdu. Bundan memnun gibiydi, memnun olmasa da beni bağlayacak bir durum değildi. “ Bu ne böyle,” diyerek kalçasını yasladığı komedinin üstündeki pikap dikkatimi çekti. “ Çalışıyor mu bu,” diyerek dokunmak ve dokunmamak arasında kaldım. Hafif tebessüm ile elimdeki kamerayı alarak, hadi dercesine gözlerini gözlerime mühürledi. Oldukça utangaç bir tebessüm ile var olan plağı. -Dean Martin, Dream a little dream of me- çalmak istedim. Gözlerini kameraya çevirdi ve bu işte profesyonelmiş gibi beni kayda almaya başlamıştı. Oysa hiçbir şey yaptığım yoktu; alık alık sırıtmaktan başka.
“Bu plak…” dediğimde araya girerek, “ fazla duygu içerir etiketi atmadan önce,” diyerek ağzımdakileri kendi aldı. “Bu da benim kusurum olsun, prenses.” derken bile bir an olsun bakışlarını elindeki kameradan çekmiyordu. Kendisi olmasa bile sesi benimle Afra’ya gelecekti ve bir aylık tartışma meselesi haline gelecekti.
Kusurlar demişti oysa. Takılmam gerekti buna. Ama yanındayken yersizce hiçbir şeyi umursamak istemiyordum sanki. Son anlarım, son saatlerim gibi bir his kol gezmeye başlıyordu bedenimde. Mutluluğum nedeni belki de buydu. Ondan korkuyordum ancak son saniyelerim olduğunu bildiğim içindi cesur tavırlarım. İzleri olacaktı bende. İz bırakan yaralar… Hatıralarda kalırdı hiç istenmeden. Belki annem gibi belki babam gibi… Yaman gibi demezdim. Bir kalp bir defa idam edilirdi çünkü. Benim kalbimdeki idam ipi, Yaman’ın elleri arasında gevşekçe duruyordu.
Ben sadece mutluydum bu karanlık adamın yanında. Bu, ona karşı bir duygu kıpırtısı hissettiğim anlamına gelmezdi. Öyle olsaydı eğer, ben tüm kâğıt sayfalarına ilanı aşk eylemiştim çoktan. Kaç defter karalamıştım bölük bölük duygularla. Kaç gözyaşımı saymıştı o kâğıt parçaları. Sonuç; bir hiçtim yine.
Kalın sesi beni kendimi getirmeye yetmişti. “Bu şarkıya kulak verirsen, çiçeklerin açmasının çokta bir zamanı kalmadığını öğrenebilirsin, Prenses Hera.” Dediğinde kamera kaydını bitirmişti sanırım. “ Gel benimle,” dediğinde kapıyı göstererek öncelik tanıdı. Ancak daha üst katları gezmemiştik bile. Ama yabancı birine bunu demem hoş olmazdı. Bu yüzden ona ayak uydurdum. Kapı aralığında bekle dedi ve önüme bembeyaz gecelik takımımı şenlendiren pembe bir sandalet koydu. Burada bile karanlığa bürünmeme müsaade yoktu.
Yutkunarak giydim ve merdivenleri hızla inerek bahçe ortasında durdum. Burası tıp ki Yaman’ın beni kovduğu evin bahçesi gibi çiçeklerle doluydu. Hepsinin kokusu birbirine karışmış ve ruha merhem olmaya ant içmişlerdi. “Neden öyle bakıyorsun?” dedi ardımda kalan bedeni.
Omzumun üzerinden bakış atarak, “ nasıl,” dedim yalnızca.
“ Acı çeker gibi,” dediğinde sesi oldukça katıydı. Çiçeklerden nefret ettim, o evden kovulduğumda. Hiçbiri bana merhem olmak istemedi, ben gözyaşı dökerken. Annem haklı çıkmıştı bir kez daha; sana çiçekler serildiğinde kalbin dinse ne olur, aklın sende kalmadıktan sonra… Aklın yoksa bu dünyada acı çekmeye mahkûmdun, annemin deyimiyle. Ne çiçek ne güzel sözlerdi annem için, insanı hayata bağlayan neşe. Güç ve kin bedeninde diri ise seni kimse ayakları altına alıp çiğneyemezdi.
“Çiçeklerden hoşlanmıyorum.” Artık… Tamamlanmamış bir cümleydi, kalbimde de zihnimde de.
Gölgesi önüme düşmüştü. Ellinde bir hareketlilik hissettiğimde yine dönmedim ona. Beni anlayacakmış gibi korktum çünkü gözlerimi görmediği halde canımın yandığını hissetmesi hoşuma gitmemişti. Zaaflarımı bir yabancının bilmesi, bedenimdeki korkunç katliamı öne çekerdi. “ Binlerce çiçeğe yuva olacakmışsın gibi hissettiriyorsun oysa.” Dediğinde kaşlarım havalandı. “ Bu duygunun ateşi neden?”
Gözlerim buğulandığında, yutkundum yeniden. Ben hep sevdim dediklerimden yara aldım çünkü. Bedenimdeki tüm izler, sevdiklerimden kalan hatıralardı. Görülmeyen asla görülmeyecek olanlar… Bunu bir yabancıya dile dökmek, aciz kız çocuğu olduğumun kanıtı olurdu. Yapmayacaktım. Benimle birlikte toprağa gömülecekti felaketim. “Kitabımın başlangıç cümlesi gibi hissettirdikleri için sanırım.” Aşk, şefkat ve neşe; Yaman Özün’e kalbim farklı attı, sevgili günlük.
“Güzel değil mi, tüm kitabı hatırlayacak etkiye sahip olmak?” diyerek sorusuna soru eklemeye devam etti.
Nefes almak için çabaladım. Beni köşeye sıkıştırmaya mı çalışıyordu yoksa geçekten merak mı ediyordu, anlam veremiyordum. Ama geriye adım atarsam tökezlerdim ve beni tutacak olanda yabancı olacaktı, emindim. “ Hayır, o satırdaki kişi olamadıktan sonra istediğin kadar başlangıç ol, acı çekerek son sayfada dahi görülmemeye mahkûm olursun.” Diyerek ona doğru döndüm. “ Sen hiç mahkûmiyet duygusunun iliklerine kadar işlendiği bir ortamda yaşama dört elle sarılmayı denedin mi, eğer deneseydin sende nefret ederdin renk cümbüşü çiçeklerin özgürlüğünden.”
Bu defa acı çeken oydu. Ve ben onun hikâyesini git gide daha çok merak ediyordum. “Çiçekler bana yakın ruhuma değil, prenses.” Dediğinde elinde tuttuğu beyaz laleyi yumruğuyla hiçe saymıştı. Öfkesi çiçeği görmemişti herkes gibi. “ Ruhuma değen çiçek benden uzakta da olsa özgürlüğümken neden mahkûmiyetime boyun eğmekten kaçayım ki söylesene bana?”
Takılı kaldığım tek noktayı dile döktüm. “Koca dünyanın sahibi bir çiçek mi yani?”
Suratında mimik dahi oynamadı. Ne onayladı ne de reddetti beni. Baktı öylece. Onu anlamamı bekliyordu ancak bana yabancı olduğunu unutuyordu. “ Gidelim hadi,” dediğinde bu defa önden ilerleyen o oldu. Ona eşlik ettiğimde bahçe kapısını açtığında su sesi daha da netleşmişti. Burada bir ırmak vardı. Rüyamdaki gibi…
“Irmak mı var burada,” diyerek yanına koşar adım ilerledim. Kafasını onaylar gibi salladı. “Nerede, gidebilir miyiz,” dediğimde sert bir nefesti içine çektiği.
“Olmaz.” dedi kısa kesmek istercesine.
Kaşlarımı çattım ve duraksadım. “ Neden ki, hem ne diye geldik buraya?” diyerek başta sormam gereken soruyu sona saklamıştım özenle.
İçine çektiği nefesle omuzları gerilmişti. İri bedeni bir an gözümü ürkütse de kalbimi acıtmıyordu. Bu yüzden kaçmadım. Bana doğru dönerek, “Yaman, senin birkaç saatte olsa otelden uzak kalman gerektiğini söyledi ve benden rica etti.” Diyerek devam etti. “ En doğrusunu yaptı.”
“Neden ben ayak bağı mıyım?” dedim bir hızla.
“ Aksine…” dediğinde bu onu da öfkelendirmişti. “Yaman ailenin düşünemediğini düşündü. Buz gibi bir kalbe rağmen.” Diyerek bedenimi meraka buladı. “ Anlaşmalar kanlara bular bedenleri.” Dediğinde yeniden ardında döndü ve ilerlemeye başladı. Oysa ben hiçbir şey anlamamıştım.
“Şşş…” diyerek koşar adım yetiştim yine. “ Ben anlamadım. Ne olmuş oluyor yani,” dediğimde cevap vermedi. “ Sana diyorum, sana.” Dedim kızar gibi yaparak. Onda bir etki olmayacağını bilmeme rağmen çabaladım. Bir anda kamerayı açarak ikimizi kayda almaya başladığında kaşlarım havalandı. “Sen ne yapıyorsun, hiç komik değilsin!” dediğimde yüzümü ekşittim.
Yan yan bana bakarak, “bu da benim ayıbım olsun, prenses.” Diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştığını düşündüm. “Bana değil kameraya bak.” Diyerek naifçe çenemden tutarak bakışlarımı kameraya çevirdi.
Kısa değildim ancak o bana göre uzundu. Kafamı kaldırdım. “Boyum yetmiyor ki…” dediğim de gür bir kahkaha attı. Gözlerimi devirdim ve yeniden ona baktım. “ Hahaha… Komik şey seni.” Kahkahası tatlı bir tebessüme döndü.
“ Öyle der,” dediğinde nasıl yani der gibi şaşırdım. Kim öyle derdi? Komik olduğunu mu söylüyorlardı ona? Bence korkunç bir espri anlayışı vardı ve hayatta kalmak için insanlar ona yalan söylüyorlardı. “ Kalbime değen herkes.”
Güldüm içtenlikle. Ben kurmuşum gibi bir cümle sarf etmişti. Hoşuma gitti. “ Bence sana yalan söylüyor olabilirler, kalbine değenler.” Diye bakışlarımı kaçırdım. “ Kalbinde sağ kalabilmek için falan olabilir nedeni…” dediğimde koşar adım ilerledim, önünden. Ardımdan patlattığı kahkahayı duyduğumda ona doğru dönerek geri geri ilerledim. “ Gülüyorsun ama bence gerçek bu.”
Kafasını sallasa da kamerayla beni çekmeye devam etti. “Sende yalan söyledin yani!” diyerek gaf yaptı.
Kaşlarımı hayır dercesine kaldırdım. “Ben, senin hayatının bir parçası değilim.” Diyerek omuzlarımı silkeleyerek sırtımı döndüm ona. Ama adımlarım kısa bir an durdu. Çünkü zihninde beliren kelimelere anlam veremedim; kalbim oraya koymuştum oysa… Bana mıydı yoksa hatırlarına mıydı aklından geçenler?
Hızlı adımlarla yanımdaki yerini aldığında, “ şu bizim ırmak işini bir kez daha…” dediğimde yürü hadi dercesine işaret etti. “ Ama…” dediğimde kameraya döndü.
“ Bizi izleyeceksin, beni kötü gösterme.” Dediğinde burnumu kırıştırdım. Ve bir müddet gözleri takıldı bana.
Elindeki kamerayı fırsat bilerek ben aldım. “Teoman Luca Kankılıç, hayatımdaki en beyefendi erkek olduğu için bana ırmağın huzurunu göstermeyi teklif etti,” dediğim an gülmek ve gülmemek arasında gidip geldiğini hissettim. “ Bende zarif bir hanımefendi olarak teklifini kibarca kabul ettiğimi duyuruyorum.”
“Hadi ya. Bak sen şu işe!” dedi tebessümü arasından.
Yandan muzip bir sırıtışla, ona bakmayı ihmal etmedim. “ Götürürsen eğer bakacağız,” dediğimde başını yukarı kaldırdı, sabır dilediğini düşündüm ve çok umursamadım. İlk defa birinin yanında bu denli şımarmıştım ve engel olunmamıştı. Çocuklar böyle hissediyordu demek ki. Birazcık hoş bir duyguydu aslında, insanları sinir eden cinsten.
Aldığı nefes ile kameraya döndü, “ götüreceğiz o zaman, prenses.”
Gözlerim büyüdü. İkna olacağını düşünmemiştim. “Hadi o zaman...” Diyerek ona doğru döndüm ve alık alık baktım. Elimdeki kamerayı daha sıkı tutarak adımlarına eşlik ettim. “ Sen buraya ne sıklıkla geliyorsun,” diyerek sorguya aldım.
“ Tüm Nisan aylarım burada geçti ve geçecek.” Dediğinde netliği gözümü soktu. Kafamı salladım, çocuk gibi.
“Özel bir mesele mi,” dedim merak ederek. Bana neydi oysa? Yaman’ın diline çoktan düşerdim bu cümlelerle ancak bu adam bıkmadan cevaplıyordu beni. Ara ara sinirlenir gibi olsa da bana hissettirmemek için çaba gösteriyordu en azından.
Adımlarımız eş bir şekilde yürümeye devam ederken, “ hayat tavsiyesi vermek için küçüksün prenses.” Dedi beni alaya alarak. Demek ki bir kalp meselesi dahi olabilirdi ki alaya vurarak kendi kabuğunda adım atmak istemiyordu. Yormak istemedim çünkü kalp meselesi kişinin yaşam savaşıydı. Ve ben buna dâhil olamazdım.
“Seni anlıyorum demek istemiyorum.” Dediğimde devam ettim. “ Çünkü yalan olur. Kimse kimseyi anlayamaz. Aynı durumda olanların acıları bile farklı.” Diyerek elimdeki kameranın kaydını durdurdum. “ Ama bir problemin olduğu aşikâr.” Dedim ve ona doğru döndüm. Kaşlarını sahte şaşkınlıkla kaldırdı. “Umarım içsel sorunların ile başkalarını incitmezsin.”
Elimdeki kameraya uzandı ve “bak orada,” dediğinde yeni farkına vardığım su sesinin heyecanına döndüm sırtımı. “ Getirdim seni, ırmağa.” Dedi ardından. Sanki kendini ikna etme çabasındaydı daha çok.
Yüzümde oluşan tebessüm ile ona doğru döndüm. “ Burası…” dediğimde koştum daha yakınına doğru. “ Çok güzel.”
Kalın sesin netti. “Kusursuz,” demişti ardımda kalmış bedeni. Ona doğru döndüğümde, kamera ile çoktan kayda almaya başlamıştı. “ Çiçekler hakkında atıp tutmuştun.” Dedi imayla.
Etrafta göz gezdirdim. “ Ama bu çiçekler, kitabın son sayfasında…” Gözleri donuklaştı. Ağır ağır yutkunduğunda, âdemelması kavislendi. Gözlerimi kırpıştırdığımda ardında beliren kırlangıcın gerçekliğini sorgulamaya çalıştım ancak zihnim bana izin vermiyordu.
Durdum öylece, ruhumun kaybolduğu bu ırmak kenarında. Etrafta döngüler çizen kırlangıç ve beni izleyen adam…
Ben aklımda mı yaşıyordum aslında?
Bedenimi terk eden ruhum hissizleşmeme neden olmalıydı, bu şekilde kıpırtılar bedenime dallar sarkıtmamalıydı. Karşımda adam beni benden iyi tanıyordu artık emindim. Benim bilmediklerimi biliyordu aslında. Ve bu yüzden tam şu anda acıyla gözlerimin içine bakışı. Bana mıydı acısı yoksa kendine miydi, bilmiyordum. Ama son olduğunu hissettim, bana baktığı her saniye.
Gözlerimi örtmeye çalışan siyahlara direniyordum tam şu an. Kafamın içini kemirmeye başlamış parazitlere meydan okuyordum, yabancıya adım atmak için. O yerinden kıpırdamıyordu benim çabama rağmen.
Yabancı tanıdık; ne tesadüf ne de kaderdi. Geçmişimin izi geleceğimin hatırası gibiydi, karanlığa ev sahipliği yapan yabancı.
Ben, nedendir bilemedim ama tam şu an nefesimi hissetmezken evimde gibiydim.
Nedendir bilemedim ama canım sızlamıştı.
Nedendir bilemedim ama güvendim gözlerimi kapatarak teslim oldum aklıma.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |