
Hera. Hera. Hera.
Adım buydu. Güç benim elimde olmalıydı, daima. İsmimin kökü güce dayalıyken, önümdeki engelleri kaldıramayacak kadar hissizdi zihnim. Nedendi? Doğmamdı, biliyordum. Bir hataydım. Yer gök yerle bir olduğunda doğarak kana bulamıştım ailemin soyunu. Bu yüzden üç kuruşa satılan köle olmam gerekti. Ve felsefenin kurallarını kazımıştım, zihnimdeki harbe. Bir ölüm, bin can götürüyormuş ve beynindeki damarları dahi keskin kanlı kılıç ile kesen savaşlar sanıldığı kadar üstünkörü yaralar açmıyormuş. Çürüttüğün bedeninin kokusunu dahi alsan son olmuyordu. Kemiklerinde bıçağın açmadığı yara izleri birikmişken. Sapla derine. Kanlarına gözün ilişsin. Çünkü bir zaman gelecek ve bitişin kan revan içinde kalan zihninde olacaktı. Ölmeyecektin, istediğin anda. Çünkü diz çökmeye devam ediyordun, sana ait olmayana. Kalbine. Zihin ölmediğinde kalp kazanmaya devam ederdi. Ve sen kalbindeki kapanmayan yaraları ölmemek için zihninden saklamaya çalışırdın. Oysa herkes bir gün pes eder ve kaçardı, revası dahi sana çok olan evrenden.
Tek bir nefes... Borçluydun, ona. Hala seni yaşayabildiği için. Farkında olmayacak kadar kör gözlerine feda etmeliydin, gözlerindeki burukluğu.
Biliyordum ve hala onu izlemeye devam ediyordum. Bana uzattığı cümleler, bedenimi çiğneyerek kalbimde dikişlerin tutmayacağı noktalara değdi. Bir yara. Ve kabuk bağlamayacak.
" Yaman, saygı çerçevesi." Dedi Ediz Öğretmen. Dişleri birbirine değiyordu, dersindeki hüküm başkasında olduğu için.
Nefes alarak, göz temasımızı kesmiştim. Barlas Abi'den bahsettiğini herkes biliyordu. Bana olan nefretini daha da körükleyen... Beni zihninde katil olarak büyüten Yaman, benden gelecek bir cümleye dinecek miydi? Hayır, İzel. Seni gözlerinin içine bakarak yermeye devam edecek ve izlemekten öteye geçemeyecektin. Çünkü ondaydın. Başka türlüsü yoktu, kalbindeki yaraların kabuklarına. " İzel," diyen Ediz Öğretmen ile etraftaki uğultu bir nebze dinmişti. " Teorideki hayıflanmaların bittiyse devam edelim," dediğinde tahtaya doğru adımlayarak, duraksadı ve bize doğru döndü. " Ölünce, bitmeyen bir hayat." Dediğinde öksürdü. " Aranızdan bir çoğunun dileği." Diyerek herkeste üstün körü göz gezdirdi. " Kim istemez," diyerek sesi bir nebze kısıldı.
Yaman'ın sesi öğretmeni böldüğünde, uğultu dahi kesilmişti. " Ben istemem." Dedi sesine karışan netliği öfke sarmalamıştı.
Ediz Öğretmen'in gözleri Yaman'da sabit kaldığında dudakları aralandı. Şaşırmamış gibiydi. Ancak yine de soracak sorusu olmalıydı. " Bir nedenI varsa bilmek isteriz," diyerek kibar bir dille cevap alacağını düşündü.
Öğretmene diktiği gözlerinde net olmayan bir ifade vardı. Ona bu denli dikkatli bakmamam gerekti, okul surları içinde. Cezası, kalbe saplanan şarapneldi. Tekrar önündeki sıraya çevirdim, gözlerimi. Elime aldığım kalem ile açılan defterin boş sayfasına her zamanki yaptığım şeyi yaparak siyah bir nokta üzerine defalarca bastırarak, karaladım. Boş kalan alana minik bir kırlangıç çizmeye başladığımda, ondan kopmak için sarf ettiğim çabaya alayla sırıtmak istedim.
"Her gün ölümü dilemek." Dedi ve elim uyuştu. Ne demekti? O neden her gün ölümü dileyecekti ki? Her daim şaşalı hayatının altında yatan sırlar yoktu. Olsaydı, görürdüm. "Gözlerini kapatmaktan daha zor gelir, insana." Diyerek varsayım yapıyormuş gibi bir eda verse bile öyle değildi. Bu defa farklıydı, ifadesi. Elinde pimi çekilmiş bombayı bedeninde patlatmak ister gibiydi.
Ediz Öğretmen, kafasını sallayarak onayladı. " Gözleri kapatmak sandığından daha zor gelecek bir gün." Dedi ve yutkundu. İki bedende birbirini görür gibi deşiyorlardı, kalplerini. " O zaman kal demek için bile nefes aralığın yetmeyecek ya anlayacaksın nelerin döngüye muhtaç olduğunu." Dediğinde çektiği nutuğa karşı etrafta şaşkınlık
edaları gözle görülecek kadar etkiliydi. Ediz Öğretmen'den çektiğim bakışlarım ile Yaman'a döndüm. Bir döngü kaç kez başa sarardı? Bir döngüye kaç katliam sığardı? Hiçbirini bilmiyorum. Sadece o... Alacakaranlık bir döngüde, bana adandı. Kandırdım. Ona adandım.
Yaman, sönmüş gözleri ile izledi. Ardındaki sıraya yaslandı. Ruh hali bir anda alabora olmuştu. Az önceki gergin halinden eser yoktu.
Arka sıradan birisi " insan ne zaman döngüye girdiğini anlar?" Dedi merakla.
Ediz Öğretmen, soruyu beğenmiş olacaktı ki dudakları kıvrıldı. "Yaşadığını anladığında..." diyerek elindeki kalemi deftere daha sert batırıyordum. Kırlangıcımı siyaha belesin, bana ait olana kimse göz dikmesin diye.
" Nokta atışı, İzel." Dedi ve kuşumun gagasıda gizlendi her türlü ihaneti gören gözlerden. O adam bana mı seslenmişti? Gözlerimi kaldırdığımda dibimde beliren beden ile irkilir gibi oldum. Ancak bunu yansıtmadığım için kendimi kısa bir tebrik ayağına davet ettim. " Ölmek ve yaşamak. Hepsi bundan ibaret." Dediğinde elindeki kalem ile sırama vurdu. " İnsanlar öleceğini hisseder diye bir söz vardır. Anılar o histe film şeridi olur ve siz izlemekten zevk alırsınız. Ne olacağını bilerek." Dediğinde arka sıralara doğru yürüdü. " Ölümü hissetmek zevk verdiğinde... Döngündeni saat durur." Diyerek sanki biliyormuşçasına anlatmaya devam ediyordu. "Öleceğini hissettiğinde yaşamaya başlayacaksın." Diyerek bitirdi.
" Ya hissettiğin ölüm sana gelmiyorsa?" Dedim ani bir hızla. Nefesimin kesilmesi değildi bahsettiğim. Etimi kemiğimden yüzen, bana gelmeyerek ızdırabını eksik etmiyordu. Ölüm bana yaklaşamıyordu ki acımın sızısı dinmek bilmiyordu.
Ardımı dönmedim. Hala defterimdeki karayı izliyordum. " Ölümü hissettiğinde... Onu hatırlayacağını sana düşündüren ne," diyen Yaman'a doğru kaydı gözlerim. Bana değil öğretmene bakıyordu ve kaşlarını çatarak ekledi. "Sevgili Kuzen?" Saygı çerçevesi dedikleri buydu. İğneleyici sesi bir an kalbime değdi, kanatlarım çırpındı acıyla.
Ediz Öğretmen, Yaman'ın sırasının önüne gelerek bana baktı. " Hissetmediğin, gerçek olmaz." Diyerek geveledim.
Araya giren tiz bir ses ile gözlerim kısa saçlı kıza çevrildi. " Hissizlik. Böyle bir olanakta mevcut." Dedi ve ardından dirseklerini sıraya koyarak yüzünü avuçları arasına aldı. Haklılık payı var mıydı? Yüzüne baktığımda ruhu bedeninde infazcı olmuş gibiydi adeta. Kendimi anımsadım, onda.
" Ölümde duygusal körlük olur mu?" Diyerek ona bakmaya devam ettim.
Tanıdık bir ses böldü. Yanı başımdan. " Duygusal körlük ne ki?" Dedi sarışın çocuk.
Ona baktığımda, " hissizlik sendromu," diyen Alkım'dı. Oradaydı. Yaman'ın ardına sığınmaktan çok yaşlanmış gibiydi. Ben olsaydım sığınmaktan öteye geçemezdim. Ne kabuksuz yaralarım müsaade ederdi, ne de kalbi beni görürdü?
Ediz Öğretmen dersin bu denli canlı işlenmesine karşı oldukça keyifliydi. Sınıfta neredeyse herkesin birer fikri çıkmıştı, gün yüzüne. Dudaklarından dökülen her bir kelimede, saklanmış kimlikler meydana çıkıyordu. Kimisi gaddar dünyaya layık kimisi de dünyaya dahi fazlaydı iyimserlikleri. Küçük elleri yetmezdi, karaları silmeye.
"Hissetmediğimiz gerçekler..." diyen Ediz Öğretmen ile bakışlarım onu buldu. Var mıydı sahi? Acı çekmeyen ruh yaşayabilir miydi buralarda? Bağışıklığın temelinde yatan vitamin değil, acının sızıları olmalıydı. Dayan diyerek kaç gün deviriyordun, haddi hesabını tutamazsın. Ne içindi çaban? Hissedilmek istediğin için? Yeri geldiğinde et parçasından öteye gitmeye çalışmak için? Başaramıyordun. Buna rağmen arzun gözünü boyayarak, seni palyaçoya rakip tutuyordu. Tökezliyordu, adımların, ailenin sana attığı çelmelerle.
"Hissetmemek bir lütuf olmalı," diyen sarışın çocuğa boş boş baktım. Yaşamadığın gerçekler hakkında yorum yapmak iki dudak arasıydı. Kalbe sorsan intihara bedeldi.
Ediz Öğretmen, " Annenin sana bakışını düşün." Dedi ve yaklaştı. Silme annenin gözlerini. Değerini bil, derdim yakın olsaydık. Çünkü bir anne şefkati çocuğun hayatını çiçeklendirmeye yetecek nadir güçtü. Benim için öyleydi. Eğer annem bir kez bana kullanılacak maldan farklı baksaydı... Sanırım önüne bir dünya serilmiş derdim. Çünkü bir kız çocuğu oluyordun, annenin gözlerindeki ışıltıda. " Ve onu hissetmediğini..." diyerek etrafta bir tur göz gezdirdi.
Sarışın çocuğun zihni fısıldadı; Ölmeyi dilerim annemin bana bakmadığı her saniye. İnsan neden kendinden olurdu, bi kez daha şahittim. Şefkatti, eksiğin. Masal tadında geçmişin, yalanlar ortasında kalıyordu. Senin yürüdüğün yollar işkenceydi, yıl sonunda. Asfalt çatlaklarını dolan kanlardan anladın, kahramanların gerçek olmadığını. Sığınacak liman annen bile değildi çünkü. Eksik kalacaktın, masal olarak gördükleri kâbusunda.
Çalan zil ile dersin gidişatı bölünmüştü ve sınıftakiler yavaş yavaş ayaklanmıştı. " Gelecek derse hazırlıklı olun, gruplar panoda olacak," diyen Ediz Öğretmen kapıdan dışarıya çıktığında gözüme ilişen Yaman, bana ciddi bir ifadeyle bakıyordu. Göz göze gelmemize rağmen devam ediyordu. Ne var, dercesine kafamı salladım. İçine çektiği soluk ile ayağa kalktı ve Alkım'a döndü.
Ne dediği ile ilgilenmemek için sıradan çıkarak, kapıya doğru hızlı adımlarla ilerlediğimde ardımdan gelen sarışın çocuğa dahi itiraz edecek bir dil yoktu. Susmam gerekti, kendimden tiksinmemek için. Hızlı adımlarla koridorda ilerleyerek, bahçeye çıktım. Ve soldaki çam ağacının altına doğru ilerledim. Tünedim, gövdesine saklanmak niyeti ile. Okula ardımı döndüm ve yere oturmuş bir vaziyette bana üstten bakan sarışın çocuğa karşı kafamı kaldırdım. Elleri cebinde, kaşları havalanmış bir şekilde beni izliyordu ki ani bir şekilde yanıma oturarak omuzlarımız birbirine değdiğinde kaşlarım çatık ona doğru döndürdüm kafamı.
" Hiçbir şey söylemeyeceğim senin hakkında. Düş peşimden." Diyerek homurdandım.
Bana doğru usulca döndü ve gözlerimiz birbirine değdiğinde, " biliyorum. Yapmak istesen burada oturamazdım, " diyerek net bir şekilde konuştu.
Ben bu kadar tahmin edilebilir biri miydim? Hiç mi gizemim yoktu? Böyle her önüne gelen bir hançer ucumu değdirecekti, sırtımdaki izlere?
Sert bir nefesle, " ukala." Diye içten içe homurdanan ağzıma karşı gelmedim.
" Sende... Okunan masallardaki Prensesler gibisin." Dediğinde zihninde dönen bir şey var mı diye sustum. Ancak aklı sinyal sesinden ibaretti. Babasına aitti belki de? Yaşadığı her an aklında mı olacaktı? Kalp kavurucu bir günah gibiydi.
" O ne demek öyle?" Diyerek gözlerim önüme çevirdim. Gitmeyecekti belliydi. Ve ben de gidemezdim. Onu başkasıyla izlemekte benim günahımdı.
Kollarını dizleri üzerine koydu. Eline aldığı ot parçası ile oynuyordu. " Tuhaf bir üstünlük becerin var," dedi sessiz sessiz. Güldüm yalnızca. Benim hakkımda varsayımları ne kadar da akıl almazdı. Bana döndü ve birkaç saniye sonunda dudakları aralandı ki önümüze düşen gölge buna müsaade etmedi. Kafamızı eş zamanlı kaldırdığımızda, ben şaşırsam da sarışın çocuk şaşırmamış gibiydi. Hatta beklediği buymuşçasına ayağa kalkarak, Yaman'a bir baş selamı vererek ilerledi. Evet, Yaman'a yanaşmak için kullanılan yine sen olmuştun, İzel. At çöpe kendini. Kullanılmış mal, elle tutulur para etmezdi annemin gözünde. Bu mu olacaktı, hep? Her zaman bir basamaktım... Buna layık görülmek nedendi?
Bir el uzandı. Gözlerim yüzüne değmedi. Umursamadım. Önümde diz çöktü, bir hızla. Gözlerim irice açıldı. Ona değdi, anlamadığım hisle. Aşktan öteydi, kalbimdeki kabukları tatlı tatlı sızlatan. Açılacaktı o kabuklar, bant dahi tutmayacak dikiş atılmayacak kadar derine girecekti kurşunları. Bunu bile bile ona bakıyordum.
Nefes, aç kalırdı aşka. Tek nedenim, bu olmalıydı.
" İzel." Diyerek kaskatı kesilmiş çenesi gözlerim önündeyken devam ediyordu. Ve ben kaç saniyede yakıp kül edeceğini hesaplamaya çalışıyordum. Belki üç saniyesini bile almayacaktı ve haberi dahi olmayacaktı. " Amacın ne hiçbir sik bilmiyorum," diyerek dişleri arasından akıttığı zehrin vücudum değmemesi gerekti. Ama gözlerimi yakmaya başlamıştı kelimeleri. "Zerre de ilgilendirmiyor, sikimsonik ben nefretin." Dedi inanmışçasına. Ondan nefret ettiğimi düşünüyordu, sahiden. Hepsi palavraydı, Özün. Ben senden nasıl nefret edeceğimi dahi bilmiyorken, kendimi zincirlemiştim kör gözlerine. Sende bir kez palavra deseydin bana. Uzaktan izlerken kan ağlamazdı, gözlerim. "Ama sakın bir daha! Çizgiyi geçme soyun dahi tutamaz sana olan nefretimi." Diyerek sert bir şekilde konuşurken öylece izliyordum, önünde diz çökmüş celladı. " Basıyor mu kafan, şimdi?" Diyerek işaret parmağı alnıma teğet bir şekilde düşüncelerimi hissettirmek istedi.
Gözlerimin dolmaması için verdiğim mücadeleye yenik düşeceğimi anladığım an dudaklarım aralandı. " Çizgindeki izlere sahip çıkmasını bil o zaman." Dedim yüksek sesle. Onun gibi değildim. Ürkekliğimi saklamam için bağırmam gerekti ki gözyaşım ona değmeden saklansındı.
Öfke dolu nefesi taşıyordu, burun deliklerinden. Saçlarından geçirdiği elinin ardından yeniden gözlerime tutundu. " Gün sonu ağlayarak yastığına sarılırsın, İzel." Dediğinde kuru bir cümle olmadığı ile işlemişti, zihnime.
Senin için ağlamadığım gece yokken, alay konusu yapan yüreğin bana değmiyor muydu? Gözündeki kör noktanın tek sahibiydim. Bunu anlayacak kadar büyümüştüm. " Ya ağlayan sen olursan," dedim. Ona doğru yaklaştım. Gözlerimi kıstım, " seni ağlarken gördüğümü unutuyorsun, sevgili kuzen." Diyerek son kelimelerim tiksinti ile döküldü ve görmüştü bunu. Bedeni kasılmış, çenesindeki kaslar seğirmişti. Durma, İzel. Ağlamayacaksın, gözlerine değen gözlerine. Olmazdı. Ölmeye hazır değildim. Onu görmeden bir gün geçirmek nasıl olurdu, bilmek istemiyordum. Canımı alan da olsa razıydım. "Ama dert etme ağlak biri olduğunu yüzüne vurarak seninle daha fazla muhatap olmak istemem." Diyerek ayağa kalktığımda, " sen buna dahi değmezsin, Özün." Dediğimde çime yaslı dizlerinin üzerinde ellerine daldı. Üzülmüş müydü? Kısık bir gülme sesi ile yanıldığımı göstermişti. O bana bakmazdı ki zaten? Görmediği birine ne diye yersiz bir duygu büyütecekti?
Ayağa kalktığında, nefesi saçlarıma değdi. " Değer biçecek kadar büyüdün mü, İzel Hera Özün?" Dedi kendini beğenmiş sesi kulak kabuklarımı çiğnedi. " Bir sabah güneşine bakar biçtiğin değerlerin, biçeceği değer olman." Değersizlik. Aklıma sokmaktan çekinmemişti. Buydum. Varis Özün, soyunun sahibi olacaktı, benim değerimi biçecek bir konuma gelecekti. Beni kullanmaktan çekinmeyerek.
" Şimdi... Amcasının yeğeni!" Dediğinde ardımdaki bedeni bana daha yakın gibiydi. " Alkım'ı okulun sitesinden kaldırarak, kendi adına bir özür mektubu yazarak hatanı telafi edeceksin ki sana bulaşmadan günü bitireyim," dedi her bir kelimesini sapladı, bedenimdeki yarasız kalan etlere.
Alkım... Tüm sıkıntısı buydu. Dün gece fotoğraflanan hırsızlık olayı; Kleptomani. Git gide daha da nüksetmiş olmalıydı bedenine. Bir aradayken eşyalarımı izin almadan çantasına atmasını aramızdaki bağa yormuştum. Sorgulamamıştım bile. Oysa çalma deliliği vücudunu ele geçirmiş. Yaman'ı da öyle hissederek mi almıştı benden? Yoksa aşık mıydı?
Sert bir solukla göğsümdeki mezarları ısıttım. " Yapmayacağım!" Diyerek tersledim. Tedavi olmuyorsa, bunu yapamazdım. Elinin değdiği her şeyde suçlanan bir başkası olurdu. Kimse kimsenin suçuna ortak olarak cehennemine koşamazdı. Hakkı yoktu. Ne kadar paran olursa olsun bir başkasının ömründeki saatte sözün geçmemeliydi.
" Sana seçenek sunmadım," dedi ve olmayan yolumu kesti.
Gözlerine sinirle bakmaya başladım. " Yapmayacağım! Bir başkasını suçlamanıza göz yummayacağım," diyerek diklendim.
Yüzü alaya büründüğünde kaşlarım daha çatıldı. " Özür mektubu yazacaksın," dediğinde anlam veremiyordum. Neden ben yazıyordum özür mektubunu? Hırsız olan, Alkım'dı. " Alkım'ı köşeye sıkıştıran sen değil misin, sonuçlarına katlanacaksın," dediği an ikinci kez beynime bir kurşun yemişim gibiydim. İlki yine Alkım yüzündendi. Onu benden aldığı için. Şimdi yine Alkım yüzündendi. Onu benden aldığı için.
Her şey bir anda oldu. Sağ yanağına attığım tokatın sesi kulaklarımda çınlıyordu, hala. Pişman olmamam gerekti. Ama canını yakmıştım. Sol tarafa düşen yüzü ve sağ yanağına değen eli ile gözleri kapandı. Sert soluğu kulaklarımı parçaladı. Gelmekte olan geliyordu, İzel. Dik dur. Suçlu görünme. Yerini bilmesi için bu gerekliydi. Bana doğru bakışları değdiğinde gözleri kısa bir an arkama kaydı. Ardımda kalan okuldaki meraklı gözlerin bizi hayretle izlediğine emindim. Buradan nasıl dönecektim, ben?
Baktı, gözlerime. Ardından bedenimde baştan aşağı göz gezdirdi. Ve yeniden gözlerimde takıldı. " Aptal Sarışın... Sen de öfke kusabiliyor muydun?" Dedi üzerime eğilerek. İstemsizce gözlerim kapandı. Bana değeceğini düşünmüştüm. Bir an. Tokat atmıştım ne de olsa. Bir bedeli mutlaka olurdu. Er ya da geç. Üzerime düşen gölgesi kayboldu. Gözlerimi açtığımda bana tuhaf bir ifadeyle bakıyordu; hüzün vardı biraz. Ardıma döndüğümde kimse olmadığını gördüm ve bir kez daha baktım gözlerine. Banaydı gözlerindeki her şey. Yine de inanmadım.
" Ne bir özür olacak ne de bir fotoğraf kalkacak sayfadan." Diyerek omuzlarımı doğrulttum. " Seviyorsan bul bir çaresini. Koru kalbini." Diyerek ardımı dönmek istedim.
Ancak izin vermedi. Söyleyecekleri bitmemiş olmalıydı. " Harcarım önüme geleni, aklın kalır attığın tokatta." Diyerek öfkesini kustu. Omzumu silkeledim, alışkanlıklarla. Kalbi kır ve yeni bir saate geç, kırılan parçaları ufalayacak kadar devam et. Çünkü kör olduğun birileri hep var olacaktı, senin için.
Alayla tebessüm ettim. " Ne zaman beni harcamadın ki?" Diyerek dudaklarım düz çizgi haline geldiğinde uzaklaştım ondan. İtiraz etmeye yeltenmemişti bile. Okul kapısına girene kadar orada kalmıştı. Bir adım dahi atmamıştı.
Derslerin bitişine kadar sınıftan dışarıya adım atmamıştım. Çalan zil ile hızlı adımlarla arabaya doğru giderek, binmiştim. Ancak hareket etmemişti. Ta ki sol kapı açılıp kapanan kadar. Yaman Özün. Yeniden burnumun ucundaydı. Aramıza koyduğu çanta ile araba ilerlemeye başlamıştı. Cama doğru dönerek, yolu izlemeye başladım.
" saat sekizden önce hazır olarak aşağıda bekle," dedi geveleyerek. Benimle mecburi bir konuşma yapıyordu. Neden diye sormak istesem de yapmayacaktım. " İtalya'ya da senin kaprislerini çekerek gitmek istemiyorum," dedi tane tane. Aklımı okumuş gibi. Bugündü. Ailelerin heyecanla beklediği o gün. Bir imza sonrası başarılarını katlayacaklarını söylüyorlardı, sürekli. " Bir de sen çıktın başıma..." diye söylendi, saklamadan.
Derin bir nefes alarak, tırnak etlerimi kanatmama ramak kalmıştı. " Senden nefret ediyorum," diyerek söylenmesine mırıldanarak eşlik ettim.
" Elin baya sertti, ona ne şüphe!" Dediğinde bana bakmayarak camdan dışarıyı izliyordu, camıma yansıyan kadarıyla.
Gözlerim daldı, camdaki yüzüne. " Senden nefret ediyorum," diyerek yeniledim. Kalbimeydi, haykırışım. Sana değil, Özün. Benim kelimelerim seni devirmezdi. Sana değmezdi bile.
" Ben seni seviyorum," dedi sesindeki alayla. Çünkü muhtaçtım sevgiye. " Üstelik sana değmeden yapıyorum bunu." Diyerek böbürlendi. Farkında değildin. Kalbimdeki enkazın, kamburumda birikenlerin, kırık kemiklerimde senin el izlerin vardı. Bana el olduğun zamanlardan kalanlar.
Homurdandım. " Komik şey seni."
Bana baktığını gördüm. Ona dönmedim. Araba durduğunda elim kapı koluna gitti. "Toprak da kanar, İzel." Dedi. Hiçbir şey anlamadım. Ona dönmedim yine de. Açtığım kapı ile " bunu öğrendiğinde nefret ne demek öğrenirsin," diyerek bir hızla çıktı. Beni geride bıraktı. Benden gerçekten nefret etmediğini söylemişti. Henüz. Ama nasıl nefret edeceğini söylemişti. Kan dolan topraktaki koku cesede karışacak, kokusu nefret tohumunu ekecekti. Ve o zaman benden tiksinecekti.
Adımlarım yavaş aklım havada odama kadar ilerledim. Üzerimdekileri çıkartarak, duşa girdim. Ve kısa sürede çıktığımda bornozuma sarılarak telefonuma bakmak aklıma geldi. Afra'yı arayarak hoparlöre verdim ve yatağıma uzandım. Yanımdaki yastığıma sıkıca sarılarak.
"Prensesin aklına düştük," diyen şen sesine karlı tebessüm ettim.
"Okula gelmedin..." diyerek konuya daldım. Gelirim demişti.
Gülerek, " uzun zamandır stokunu beklediğim Levis koleksiyonu çıkmış, mahrum kalamadım." Diyerek mutluluğunu dile getirdi. Kısıkça güldüm. " Bensiz tat tuz yoktu okulda değil mi?" Diye kendini beğenmişliğini saklamadı.
Görecekmiş gibi kafamı salladığımda elim alnıma değdi, " öyle sensiz hiçbir şey olmuyor," dedim. " Afra..." diyerek başladığım cümlede gelecek olanı biliyormuş gibi derin bir nefes alarak hazırlandı. " Neden yaptın," dedim düz bir sesle. Alkım'ın resimlerini yükleyen ben de değildim diğer ekip arkadaşları da. Alkım o gün beni öğrendiğim sorgulamak için aramıştı ve Yaman'da bilerek ona yüklenmişti. Onun da parmağı olduğunu düşünmüştü, dolaylı olarak.
"Üzgünüm bir başkasına leke çalmasına izin veremezdim." Diyerek üzgün olmayan sesi ile beni ikna etmeye çalıştı.
Gözlerimi devirerek, " bu kadar üzülme, erken yaşlanmaya başlarsın," dediğimde güldüğüne emindim.
"Haklısın, bu kadarı bile fazla." Diyerek salladı bir cümle.
"Afra Hanzadeoğlu..." dediğimde hoşuna gitmiş ve gülmüştü. " Hazırlanmam gerek. Biliyorsun, bugün gidiyorum," dediğimde nefes sesleri kesik kesikti. " Sen ne yapıyorsun?"
Bir hızla "Yoga. Ruh sağlığımı korumam gerek. Hanzadeoğlu olmak kolay değil," diyerek tekrar nefesini kesti. Yüzümdeki tebessüm büyüdü. " seni arayacağım zaten. Her altı saatte bir. O ketuma güvenmiyorum," dediğinde Yaman'ı kast ettiği açıktı. "Kendine cici bak, seni seviyorum," dediğimde nefesleri düzene binmişti.
Bir duraksamanın ardından "te amo princesa..." diyerek öğrendiği hünerleri sergiledi.
Kapattığım telefonun ardından ekrana düşen bildirime kaydı, gözlerim. Yataktan doğrulduğumda mesajın üzerine tıkladım.
Can ciğer kuzu sarması; Chanel yeni koleksiyon tokalarına bakar mısın?
Ruh ikizi; Bakıyorum bilebilirsin.
Dolabı açtığımda, içerisindekilere baktım. Hiçbiri ben değildim. Ama zorluyordum bedenimi. Çıkış görünmüyordu, ya geride kalan? Bitiş neredeydi o zaman? Biliyordum aslında.
Kördüğümdü nefeslerim.
Bir baş, iki eldi bitiş...
Kandırdım. Ups. Bir sır. Kazıyacaktı kalbimdeki odacıklara. Ardından gidecekti, kamburumdan iğrenerek.
O gençti. İlk ve sonum.
Hiç bıkmadan tek nefeste okuyacağım kitabımdı. Gözlerim kırpılmıyor, yüzüm soluyor, ciğerime nefes dolmuyordu. Sonunda. Tekrar tekrar okuyordum, takılı kaldığım sayfayı. Altını çizersem elim titreyecek, çizmediğimde bedenim pes edecekti. Derin bir soluk. Deneme, sakın! Anne, sık solukların kadını kötü gösterdiğini kazır yeniden. Bak aynaya. Bedenine. Sen, o değildin. Bu yüzden. Aç göğsünü, izle hiçliğini. Çünkü bir adım geride olan hangi devirde görülmüştü, gözlerin beneğinde? Annem demişti; bir prenses bir külçe altın etmeli. Annelerin, kızlarının kulağına taktığı onlarca küpeden biri. Kan revan çocuğun görülmediği dünyaya, küçük kalarak büyüyordun. Sadece yaralanmıyordun şeytanın eşliğinde bedenlere sığınarak, kirleniyordun. İzler seninleydi. Baktıkça tiksin diye. Duyguların esir alsın bedenini diye. Seni senden çalsın diye. Hiçbir zamanda hayal ettiğin olmadı. Nedendi bu uğursuzluk? Kan izlerinin sığmadığı avuçlar koca dünyaya kafa tutar mıydı?
Kandırdım. Onlarca beyaza yine bir leke çaldın, İzel. Kusurlusun. Hislerini dile dökmen için özgür olman gerekti. Ups. Bir sır. Özün İmparatorluğunun biricik prensesi sesini kesmeliydi.
Gözlerimi çektiğim aynanın ardından kapıya adımladım. Daha fazla bekletmemem gerekti, onu. O beni merak etmese de... Onun öfke duymasına engel olmak istiyordum. Kapıya yaklaştığımda aklıma, bir haftadır kapı köşesinde saklı valizin yerinde yeller esmesi takıldı. Annemin özenle gün gün ne giyeceğimi hazırladığı valizi benden önce arabadaydı. Saçma bir dürtü beni tebessüme itti. Oysa neden olduğunu bildiğim bir şeye saçma demek bile absürttü. Benden daha değerliydi, annem için. Bir bağ yoktu bende. Bavula onlarca para dökmüştü. Belki, beni alırken de dökmüştü. Yine de... Dökseydi bunu yüzüme vurmaktan kaçınmazdı ki...
Düşünüyordum bazen. Kim böyle bir pazarlığa yanaşırdı? İzlerini dünyadaki kirlere bele, ardına bakmadan başka gözlere değmekten gocunma. Neden, anne baba olmak için de uygun şartlar istenmiyordu? Ebeveynler azılı katilleri yetiştirecek kadar gaddarlardı, bu evrende. Kim alışveriş usulü çocuğunu pazarlardı, öldürürdü, hayallerine beton dökerdi? Birisi çocuğunu satacak kadar ne yaşamıştı mesela... Kimsenin hasarsız büyütülmediği bu dünyada? Hepimiz harabeydik, başlı başına. Sadece iyi sır tutanlar, ikiyüzlüler ve delilerdik. Ayrılıyorduk belli bir yolda. Ama çıkış tekti. Ölüm. Kapın çalınacak tak tak, adımların kaçacak, gözlerin acıyacak ruhun seni itecek.
Oysa o kadın yaşamıştı, belki de. Bir bebeğe arkasını dönen birisi ölmeliydi, belki de.
Düşünme. Unut her şeyi. Yak içindeki büyümemiş çocuğu.
Yeniden gözlerimi ayaklarıma çevirdim ve kendimi süzmeyi denedim. Ayağımdaki spor, kot İspanyol pantolonum ve beyaz bluzum oldukça sadeydi. Çünkü annem bir toplantı için erken çıkmak zorunda kalmıştı ve evdeki insanları öğütlese de ben geri dönene kadar her şey değişirdi. Unutur ve kızacak başka bir şeyler üretirdi. Yeter ki beni yermek istesindi. Bahaneler var olurdu, zihinlerde. Her daim.
Kapıyı açarak odadan çıktım. Önümdeki merdiven basamaklarını içimdeki heyecan ve burukluk ile birleştirerek merdivenleri zıplayarak indim. Hem annem yoktu, hem de Yaman vardı... Bana uzakta olsa.
Muazzez Hanım'ın bana açtığı kapı ile dışarıya çıktım ve bahçe kapısına kadar bana eşlik etmesine itiraz edemeden bana annemin gözlerindeki netlik gibi yol vermişti. İlerledim usul usul. Ardımda elindeki çantam ile beni takip etmekten üşenmedi. Bahçe kapısına yaklaştığımda sesler yükseliyordu ve ben derin bir soluk almak zorundaydım. Yapma, İzel. Sevgilisi ile bir hafta ayrı kalacak, tabii ki görmeye gelecekti. Zamanın bazı anları silip atmasını istiyordum, şimdi. İlacı yoktu çünkü kalbimi delik deşen eden çivilerin. Ve benim çivilerim hep paslı olurdu, bedenimdeki kalp ile bir bağım olmasın diye.
Alkım ve Dağhan'ın sesleri şen bir şekilde kulaklarımı delip geçiyordu. Ben geri dönmek istiyordum. Yapma. Yapma. Yapma. Onsuzluğa alış. Delik deşik kalbine zehir olacak o ele bakmadan, çabala. Uğraş hayat için. Kanların ayaklarından süzülse de... Eğme başını. Dik gözlerini göğe. Dilek dile. Mum yakma. Kusurun meydanda salınmasın. Döndün yine başa. Hiçbir zamanda görülmeyecek kadar sönük bir beden olduğunu çarptın yüzüne. Sen. Sen yaptın. Biliyorsun, eksilerle dolduğunu. Yoksun, onda. Olmadın da. Olmayacaksın da.
Bu aşk fazla, sana. Çıkar göğsündeki derin yarayı. İnanma, yaşatacağına.
Gözlerim dalmıştı kapı boşluğuna. Kafamdaki curcuna eşliğindeydi. Kapı aralığından onları izlediğimde Yaman, esen yelin Alkım'ın saçlarını savurup dudaklarına yapışmasına izin vermiyordu. Bir eli, saçlarını toparlamış, boynunu okşuyordu, bana dönük olan sırtından görebildiğim bundan fazlası değildi. Ona değer veriyordu. Hem de kendinden çok. Tıp ki benim ona değer verdiğim gibi. Birini canından çok sevmeyi biliyordu, sanırım. Öğreten ise Alkım' mıydı?
Göğsümdeki doluluğa rağmen nefes almaya çalıştım. Muazzez Hanım'ın beni dürtmesiyle ilerlemem gerektiğinin farkına vardım. Tebrikler İzel, adımla ve bittin başlamadan. Kutla bunu, bedenine yeni bir şarapnel parçasını açılmasını izle. Kırmızı bir şarap eşliğinde. Ya da nefes almaya zorlama kendini. Acın bir nebze ertelenir. Kandırdım. Acı eşiğini aşan birisi için iddialıydı bunlar. Mahrumdum iddia denen zımbırtıdan. Şansızdım. Doğduğum andan beri. Et parçası olduğum günden beri de aramadım bir şans.
Açılan kapı ile Dağhan'ın gözü bana değdi, Alkım ve Yaman ardına dönmedi. Tebessüm etmeye zorladım kendimi. " Jerry, her zamanki gibi gözlerimi alıyorsun," dedi klasik bir cümlesiydi. Bana özel olan. Beni de Afra'yı da etraflarında görmekten herhangi bir nefret duymuyordu, Yaman'ın aksine. O benden hoşlanmıyordu, biliyordum. Ama gün geçtikçe Afra'dan da hoşlanmadığını hissetmeye başlamıştım. Bana yakın olduğu için miydi? Ya da Alkım'a yerli yersiz laf atması mıydı, sorun?
Sorun yine Alkım'dı. Her daim olacağı gibi. Benim hakkım olmayan her şeyin sahibi olan kız... Değerliydi, benim nezdimde. Çünkü gözüme değmeyen, gözüne değiyordu ve çaba sarf etmiyordu. Kalbi yanmıyordu, ayna karşısına geçerek kendini süzmüyordu, saçlarını salıyordu, özgür bir kelebekti. Yıllar yaşayacaktı, özgürlüğün sınırlarını çizerek.
Dağhan, Alkım'ın omzuna değerek bana doğru geldiğinde Muazzez Hanım'ın elindeki çantayı alarak, Yaman'a seslendi. " Bunlar nereye konulacaksa koyalım..." dedi ve Yaman bize doğru döndü. Ancak gözlerinin değdiği kişi Dağhan'dı.
"Eli kolu var," dedi düz bir sesle. " Alıştırma şunu sonra benim başımın belası oluyor," dediğinde hala tek düz olan sesine mi haykırmam gerekti yoksa kamburumdaki kemiklerin ciğerime batışına mı ağlamam gerekti? Acıyı görsünler, ağla İzel. Bırak bedenini. Yıkılsın dizlerin üzerine. Bit artık, burada. Öl hatta. Değmeyeceksin, bu dünyadaki beyaz kalan noktalara.
Peki, neden kalbimdeki parçaların toz taneleri bile belli iken ısrarla onaydı?
"Dert etme, beni ara." Diyen Dağhan'ın gözleri bana değdiğinde, tebessümü alay doluydu. Her zamanki gibi. Yürüyeceği bir kaldırım taşı da olsa çekinmezdi, şansını denerdi. Hevesti, zihnindeki dünyası. " İki elim kanda olsa gelirim, Jerry!" diyerek yeniden Yaman'a döndü. "Özün, centilmenlikten anlasaydı..." dedi ve duraksadı. Tamamlamadı. Yaman'dan bana doğru gelen gözleri.
Yaman, keskin bir bıçak gibi deldi, gözlerimizi. " Sik kafana, kafa attırma." Dedi gerilen çenesi ile. Alkım ise ikisi arasına mekik döşüyordu, kıstığı gözleri. Bana bakmaya cesareti olacaktı, ikimizin kaldığı anda. "Dağhan ben konuşuyorum lan!" dediğinde gözleri Yaman'a çevrildi ve ardından ilerledi sessizce. "Birdiniz iki ettiniz sikeyim boktan bahtımı." Dediğinde ardındaki yıkımdan zerre haberi olmayan asalağa bağıran biri olmak istiyordum. Keşke. İçimde biriken kanların kokusunu almasaydım. Ağlamasaydım, kalbime. Kamburuma dokundurtmasaydım, el olanları.
Keşke, hiç tanımasaydım... Kendimi.
Ardından daldığımı fark ettiğimde, uyanmamı sağlayan sese yöneldi, acıyla taşan gözlerim. "Seni hep yalnızken seviyor," dedi Alkım kendinden emin bir sesle. "Aramızdaki fark bu." Haksızsın, demek için neler verirdim bilmiyorsun değil mi Yaman? Beni bir insan gibi sevmesi... Geç bunu, oyalama kalbini. Biliyorsun gerçekleri, aptal sarışınsın. Ve onda böyle kalacaksın. Bana baktığında bile. O anlar bile histen yoksundu. Ama ben, yine de hep bir parçamı verdim taş kesilen kalbine. Bana layık görmediğin nefese.
Öylece bakmaya devam ettim. Bir şeyler desem, ne değişecekti? Elini tutan Alkım'dı. Acısını, gülüşünü, tenini paylaştığı Alkım'dı. Geceleri uyuyamadığında, sesini dinleyerek uykuya daldığı Alkım'dı. Bunları yapıyor olmalıydı. Çünkü ben ne zaman uyuyamasam bana söylediği hakaretleri ses tınısına kadar hissederek, uykuya dalıyordum. Gözyaşlarım şakaklarımı yaksa da vazgeçmiyordum, bana ninni olan sesten. İlk aşkların unutulmaz acılar bazen de unutulmaz anlar bırakabileceğini söylemişti, Nazlı Yengem. Bir gün. Ağlayarak uyumaya çalışırken, kapım çalınmış ve saçım ilk kez okşanmıştı. Güzel bir his bedenimi mayıştırmıştı ve bir kız çocuğu olduğumu hissetmiştim. Ben de diğerleri gibi olmuştum. Silinen değil, görünen biriydim.
Usulca yatağıma yaklaşmış ve ucuna da kendi kurulmuştu. Sarıldığım yastığı almıştı, ellerimden. Sığınmak istercesine dizine koydum, kafamı. Elleri hemen toplu saçlarımı bulmuştu. Ve tokayı nazikçe çözerek, böyle de çok güzel bir kız olduğumu söylemiş ve saçımı öpmüştü. Gözyaşlarım arasında tebessüm ettiğimde gözyaşımın tuzunu dudaklarım arasında hissetmiştim. Okyanusun savuruculuğu yeniden bedenimi alabora etti ve yine ona doğru savrulmuştum. Saçlarımı okşarken, kalbine birisi düştü demişti. Nasıl anladığını dahi sorgulamayacak kadar doluydu, kalbim de zihnim de.
Herkesi sevmeyiz, dedi devamında. Biz insanlar bencildik. Hep. Böyle büyüyorduk. Bazen elimizdeki iki aynı oyuncağı bile paylaşamazdık en yakınımızla. Alınan notlar söylenmezdi. Çalışılan saatler sırdı. Arkadaşlar tek bir bedene ilgi vermeliydi ki özel hissedilsin. Bir eşya alındığında söylenmez, eşsiz olunsun beklentisindeyken... Mümkün müydü, herkese kucak açmamız? Bu yüzden herkes tarafından sevilmek mümkün değil. Beklentiler... Nereye yol alırdı, bilmek istemiyordum. Çünkü... Beklentilerin getirdiği yıkımların enkazını kaldıracak birisi hiç gelmeyecek olandı zaten. Açılacaktı yaram ve saramayacaktım. İş bilmezdim. Mikrop kapacaktı, daha da acıyacaktım kendime.
Uzaktan sevmek. Seni senden alsa da... Korkak kalbine ışık tutar, Prensesim. Dedi ve sıkıca sardı kollarını bana. Biri beni içten bir şekilde sevmişti yıllar sonra. Barlas Abim içindi belki de. Her daim bana gölge olmuştu ve kaymıştı, gözlerden. Yerine annesini bırakmış olmalıydı. Beni nadirde olsa görebilmek için çabalayan tek kişiydi, Özün Ailesinde.
Alkım, yine bir şeyler sayıklıyordu ancak gözlerim yerdeki kaldırım taşına kilitlenmişti. Hızlı bir nefeste ona doğru baktığımda, "kendine yakışanı yaparsın, artık." Dedi ve elbisesinin askısını düzeltti. Bu ne demekti? Sen kendine yakışanı yaptın mı? Ben ona olan duygularımı ilk defa sana döktüğümde, giderek onun omzunu buldun gözlerimin içine bakarak. Benden ne bekliyordun?
"Hiç öyle şey olur mu," dediğimde bir adım ona doğru attığımda geriye gitmişti. Neden kaçıyorsun, demek istiyordum. Bir hata yapamadığın sürece. Ki sen hayatımdaki en büyük hatalardan yalnızca biri olmayı başarmıştın. Benden neden kendini sakınıyorsun ki? " Senin lafınla yol alacak biri miyim, bak bakalım?" Alkım'ın gözleri daha da kısılsa da dudakları bir an olsun aralanmadı. " Endişe duyuyorsun değil mi?" dediğimde sesim yükselmişti istemsizce. " Aynısını yaşamaktan... Korkuyorsun." Diyerek yutkunduğumda, "korkuyorsun," dedim üzerine basarak.
Gözleri ardıma kaydı, Alkım'ın. " Neyi yaşamaktan korkuyorsun," dedi Yaman.
"Ulaşamadıklarının öfkesidir o." diyerek alay dolu sesinden zerre ödün vermedi, Dağhan. Arkama dönerek onlara bakmak niyetinde değildim. Şu durumda karşımdaki bedenin nankör oluşuna göz kapatarak, deli gibi kıskanıyordum birazdan omzuna yaslanacağı bedeni. Şahit olmamam gereken manzaradan kopmam için bir an önce ayaklarımı hareket ettirmem gerekti.
"Cevap verin!" dediğinde kaideye almamaya devam ettim. Sorun bendim. Ama bunu bilmeyecekti. Kız arkadaşı elbet bir kulp bulurdu. Daha önceleri beni öne itelediği anlar gibi.
Dağhan mantıklı olduğunu düşündüğü bir açıklama da bulundu. "Ulaşamıyorsan, siktir et ulaşma." Dediğinde gözlerimi devirdim. Omzuma değen el ile yan yan baktığımda Dağhan'ı buldum. " Zaman ne kadar değerli, değil mi Jerry seni görünce hep kaybettiğim zamanlara yanıyorum," diyerek beni güç bela yürümeye zorladığında pes ederek ilerledim. İkisinin yalnız kalması gerektiğini düşünmüştü. Bu yüzdendi bana kedi gibi sırnaşması. " Zamanımız ar mı bilmiyorum bile." Diyerek sayıklamaya devam ediyordu ancak aklım geride kalmıştı.
"Sen hep böyle miydin," dedim ani bir sinirle ona doğru dönerek.
Sinsi bir gülüşe döndü tebessümü. "Evet, hep göz alıcı biriydim." Derin bir soluk alarak sabır diledim, başımı göğe kaldırarak. " Bak gözlerin... Bende kalmasın diye yönünü değiştirdin. Aklın karışmasın, istiyorsun." Dedi ukala tavrından ödün vermeden. Yaman, Dağhan ve Devrim. Egoları Ağrı dağının uzunluğu ile yarışırdı. Hepsi ailesinin varisleriydi ve geleceklerinde bir hakları yoktu. Bu yüzdendi hayatı deli dolu yaşamları. Gün gelecek ve tıp ki ben gibi olacaklardı. Sönmüş gözleri. Yitik kalpleri. Aciz bedenleri. Bir uğurda paralanacaktı. Ama bundan bahsetmemem gerekti. İşleyen bir döngüye müdahale edersem...
Başa sar, yeniden.
Onun bana baktığı ilk güne. Altı yaşındaydım. Sekiz yaşındaydı. Elimi tutmuş, benim için göğe diktiği gözleri ile dileklerde bulunmuştu. Aklım pastaya değil de ona bulanmıştı, o gün. Kalbim bir farklı çarpmıştı. Belki de gördüğüm sevgi tohumlarındandı. Denktik, o zamanlar. Her şeyimizle. Şimdi ise... Denk düşemeyecek kadar farklı sapaklarda yol kat etmeye çalışıyorduk.
"En büyük şansın, geliyor. Varis Özün..." Dedi Dağhan elindeki telefondan başını kaldırarak. İstemsizce bir kahkaha dudaklarım arasından sıyrıldı. Kaçmaya çalıştığım kalbime şans demişti. Şansım, kaçmak için çırpındığım cehennem... Zamanla bundan fazlası olmayacaktı, bedenime. Böyle olması gerekti. Ona bir müddet sonra kin ve nefret kusmam gerekti. Sonsuza kadar kalbime ona adayacak biri olabilir miydim? Sahi o kadar sıkı sarılır mıydım, kesilen nefeslerime. Bir saniye daha onu görmek için, belki. Yanlış yöne gidiyorsun. Karanlığa. Sonu çıkmaz olanda kısıldığın kapana sarılacaktı eller. Birisi yaşayacaktı. Diğeri ölecekti. Nefis denen bir duygu vardı. Bir türlü yenmeyi başaramadığın. Seni yeniden mağlup edecekti. Kemiklerini kırarak üzerine basan, çığlıklarını içine kaçıran, onun için.
Sonu ölüm olana şans diyenler. Fazla kendini beğenmiş insanlardı. Gözleri Kaf dağında. Önünü göremeden ilk bataklığa saplanırlardı. Dört kolla anne babaya sarılarak, bir başarı yakaladıklarına inandırırlardı kendini. Oysa bir hiçlerdi, gerçek dünyada. İki saatten fazla kaldırım taşlarında sabit duramayacak kadardı. Aceleci insanlar bir sağ, bir sola çarpacak yıkacaktı ellerinde zenginlikleri görülmeyenlerin. Kimse kimseye bakmazdı. Herkesin bir savaşı vardı, yürünen yollarda. Ve herkes savaşının kralı olduğunu zannederlerdi, esir düşen bedenden öteye geçmezdi.
Sessizce önce zihnimde mırıldandım ardından kimsenin duymayacağı kadar kısık sesle;
"Kara veba." Dedim.
Yaman'a baktığımda kaşları çatık bir ifadeyle bize doğru yürüyordu ve Alkım yoktu. Buna sevinmem mi gerekti? Öyle olmamalıydı ki içimdeki huzursuzluk son bulmuyordu. Adımları telefona gömülen Dağhan'ın solunda duraksadı ve gözleri bana değdi, uzun bir süre sonunda.
Kalın dudakları aralandı ve burnum kırıştı. Yine kızacaktı;
"Baş belası! Dikkat et bulaşmasın!". Diyerek ona homurdandığımı işitmesine şaşırdım. Mesafemiz fazlaydı. Ve o beni duymuştu. Mümkün olamazdı. Başımı sola eğerek, kaşlarımı çattım sorgularcasına. O ise bundan zevk almış gibi dudağının köşesini kıvırdı.
Yoksa... Hayır. Bu mümkün olamazdı. O benim düşüncelerimi okuyamazdı. Bu bana özeldi. Ben öyle sanıyorsam? Baştan beri onu okumamamın nedeni, benim gibi olmasıysa? İleriye git ve gör, İzel. Derin bir nefes çektim sıkışan göğsüme.
" Asalak dengesiz," diyerek zihnimde üç kez döndürdüm kelimeleri. Ona bakarak. Bir tepki vermeden elindeki telefona gömülmüştü, tıp ki Dağhan gibi. Bu aklın neler yapabileceğini tahmin edemediğim için devam etmem gerekti. "Acaba... Sarp ile randevuya çıkacağımı söylesem..." dediğimde telefonda bir şeyler yazmaya çalışan parmakları duraksamıştı. Benden daha çok nefret ettiği biri vardı. Sarp Akıncı. Tuhaf bir şekilde ikili arasında statü yarışı vardı ve önüne aileleri dahi geçememişti. İkazların haddi hesabı yoktu, amcamın. Ancak bir yerden sonra yılarak pes etmiş ve Yaman'ı anlamadığım bir şekilde arkalamıştı.
Adımın dahi saklandığı dergilerde onlar manşetlerin vazgeçilmez ikilisiydi. Annem beni göz önüne serse de bir biblo gibi saklamaya özen gösterirdi. Ona sorduğumda yüzümün eskimesinden hoşlanmadığını söylemişti, bir kez. Ama kalbimin sahibi... Her hafta sonunda evimizdeki dergilerde habersizde çekilmiş hallerinin yakışıklılığı ileydi... Onu takip eden Sarp... Yaman, gazete de yer alırsa Sarp'ta sonraki gazete manşetlerinde. Yaman biri ile anılırsa... Ardından Sarp anılırdı. Bundan gocunmayan taraf Sarp oluyordu. Yaman ile Alkım'ın bir hafta okula konu olan büyük kavgalarının ardından... Alkım ile de anılmıştı. Ancak Yaman ilk defa göz yummuştu, Sarp'a. Gömleğini iliklemesini sağlayan Alkım olmuştu.
Canını koparan o afete rağmen boyun bükmek aşktı. Yaman, Alkım'a sırılsıklam aşık olmalıydı. Başka türlü oluru yoktu, susmasının. Hiçbir şansım yokken tutunduğum adama yeniden baktım. Duraksayan ellerinin ardından, başını kaldırmış ve Dağhan'a bakmıştı. İkinci bir tepki aldığımda, emin olacaktım.
Bana bak, Özün. Bana bak, Özün. Bana bak,Özün.
Ancak hiçbir şekilde benimle bir temas kurmadan Dağhan'a seslendi. " Eğer ayarlayabilirsen akşama kadar gelmiş ol," dedi sert bir ses tonuyla. Seğiren çene kasları gözümün önündeki netliğiyle bedenimi ürpertti.
" Niye, çok mu özlersin?" Dedi, Dağhan. Giderayak kaşınıyordu, her zamanki gibi.
Kafasını sağa sola sallayarak, " amına koyma lan bir cümlenin de!" Dediğinde sesi oldukça katıydı. " Yarışlardan önce şuna sahip çıkacak biri lazım," dediğinde aldığım nefesin ciğerlerimi acıttığını hissettim. Öldürecek gücü eline veren beni, görmüyordu. Ben gözümün içine bakan adamda kaybettiğim kendimi bulmaya çalışırken... Bir yelin esintisiyle beni sağa sola savunmaktan zevk alan adama feda etmeye çalıştığım kalbime onlarca çivi çakılmaya devam ediyordu. Geride kalan izler. Yok oluşların eşiği... Oydu. Tüm eşiklerim ona çıkarken, bir sınır koymaya çalışıyordu. Oysa sınırlarım yok olmuştu. Bir kadının sınırı olmazsa, kendinden bile korkardı kadın. Annem böyle öğüt vermişti, beni çıkardığı tartı üzerinde. Benim sınırlarım yok olurken, kendimden tiksinmekten öteye gidemiyordum. Ona dayanan bir beden varken nereye gidebilirdim?
Dağhan'ın sesi ile titreyen bedenimin yeni farkına vardım. Ne denli kendimi ona bırakıyordum? Her şeyim meçhuldü. "İzel sözümü dinler mi, meçhul." Dedi isteksizce. Ben burada değilmişim gibi devam ediyorlardı aralarındaki münasebete. Kaşlarım çatık bir halde onlara bakmaya devam ettiğimde, ikisi de bana doğru bakmıştı. " Dinlemeyecek." Dedi, Dağhan.
Baktım, yalnızca. Dilim harekete dahi geçmiyordu. Bedenim uyuşmuş, bitap düşmüştüm. Onun beni görmeyişine rağmen ona iki eller uzaktan sarılmaya çalışırken, kalbimi çiğnemesi çok farklıydı. Ölüme yürümek gibi. Gidiyorsun sekteye uğramayacağını düşünülerek. Oysa kaç kez takılıyorsun o taşlara. Saymaya gücün yetmiyor. Vazgeçmeye de yüreğin el vermiyordu.
Vazgeç, İzel. Herkesi kandır, kendine kandırma.
Göğsümdeki taşın yüküne rağmen bir nefesi denedim. " Beni tanımıyorsun," dedim kendimden emin bir duruşla.
Dağhan gülse de Yaman oldukça ciddi bir ifade ile beni izlemeye devam ediyordu. " Tanımasına gerek yok." Dediğinde ona doğru dönerek, kaşlarımı daha da çattım. " Benim arkadaşlarım seni aşar." Diyerek farklı bir yerden girdi araya. Dağhan'a baktığımda kafasını göğe kaldırmış habersizmiş hissi vermeye çalışıyordu. Tipik varisler.
"O zaman beni niye onlara emanet ediyorsun?" Dedim duraksamadan. Dağhan yavaş yavaş arabaya doğru yürüyordu bile. Ardında bıraktığı benin harcanacağını bilecek kadar uyanıktı da.
Dağhan'a kaydı bakışları kısa bir an. Ardından bana döndü ve " seni emanet etmek..." dediğinde sesi oldukça durağandı. Yüzü alaya döndü, hızla. " İzel... Unutuyorsun, sen zaten emanetten fazlası olmayacaksın, soyun için." Diyerek yakıp yıktı gözlerimdeki gözleri ile. Bir ruh haç kez ölebilirdi? Tadıyordum. Birden fazla kez ölüyormuş. Birden fazla kez umut doluyormuş. Birden fazla kez de aciz oluyormuş. Çünkü ruh etten ayrılamıyordu, sen gözünü kapatmadığın zaman. O zamanda hep bir et parçası oluyordun, en yakının sandığın gözlerin derinlerinde.
Susmamam gerekti. Bu sessizliği uzaktan izlediğim bir kız yapsaydı, yadırgardım belki de. Beğenmez yüz ekşitirdim kıza. Sen yaşadığında her şey farklı işliyordu, kalpte. Direncin bir ona kırılıyordu. Gözünde kalbinde, sana ihanet bayrağını çekmekten gocunmuyordu. Daha ne kadar kırılacaktı kemiklerin, kamburunu görmeyi başaracak kadar büyüyecek miydi aşkın getirdiği yüklerin acısı?
"Yürü, İzel. Bir de senin assolistliğini çektirme bana." Diyerek ilerledi Dağhan'ın ardından. Sırtına değen gözlerim, kalbimdeki sözleri... Dinmiyordu içimdeki aşk ve acının harmanlanıp yanması. Sus ve bekle, İzel. Sırasıyla. Her biri olacak, sen gidecektin bu soydan. Sebepsizce aklımdan geçen cümlelerin bana ait olmadığını hissediyordum. Ben ondan gitmek istemiyordum çünkü. Bunu beni görmeyeceğini bilmeme rağmen istemiyordum. Dilim konuşsa da kalbim asla ona karşı gelmezdi.
Kafamı sallayarak, ruhumun ayrılışını hissettiğim anın son bulması ile adımlamaya çalıştım. Ani bir şekilde gözüm karardığında ellerim havada kaldı. Derin bir nefeste puslanan gözlerim yeniden netleşti ve ilerledim.
Arabaya bindiğimde bakışlar kısa bir an bana değdi umursamadan, kafamı koltuğa yaslayarak gözlerimi kapattım. Kopup gitmem gerekti, ondan. En azından aklım kısa bir sürede olsa benim ile birlik olmalıydı. Nefes almam mümkün olmazdı aksi halde. Gözlerimi kapattığımda, Dağhan ve Yaman'ın uğultularını işitsem de, netleşmiyordu. Arabanın kısa bir an duraksadığını hissettim ve ben o an kendimden geçmiştim.
"Hera. Hera. Hera." Dedi bir ses. Aksanlıydı. İçten bir şekilde sayıklıyordu. Kaybetmekten korkarcasına. "Kimseye sırt yaslama. O sırt açılan bıçak yarasını kapatmaya elin yetişmez. Kal gelir, kalbine. Acıtır gözyaşların. Büyütemezdin, hiçbir zerreni." Diyerek bana sayıklıyordu, durmadan. Anladığım dil ile konuştuğum dil farklıydı. O bir İtalyan mıydı? Ya da İspanyol? Bir İspanyolca konuşuyor aniden İtalyanca 'ya dönüyordu. Ne kadar tuhaf bir bilinçaltım vardı. Annemin bana kattığı her şeyi buraya döşemiş olabilirdim.
Ani bir hızla gözlerimi açtığımda, etrafta mekik döşedi gözlerim. Ardından karşımda iri mavi gözleri kıvırcık saçları ile beni izleyen oldukça alımlı bir kız ile karşı karşıya geldim.
Rüyadayım. Yine. Yeniden. Ama o el yok. Irmak yok. Karbeyaz yok. Kırlangıç yok.
Dudaklarımı aralamaya çalıştım zoraki. Boğazımdaki acı baskındı. Rüya olmasına rağmen. Bende anlamayacağını düşünerek onun dilinde konuşmayı seçtim. " Sen kimsin?" dedim güç bela. Aksandan uzak bir İspanyolcaydı. Dilimden dökülen her şey.
Güldü, alımlı kız. Çok uzun sürmedi ve kaşları çatıldı, sahte bir şekilde. "Alt tarafı ırmağa düştün sanmıştım. Ama sen hepten kafayı sıyırmışsın. Düştüğün ırmak Osmanlı İmparatorluğuna kadar uzanıyordu... Belki gözünü meraktan yanıp tutuştuğun o topraklarda açardın. Neyse bunu dillendirmeyeceğim. "diyerek devam etti. Osmanlı Toprakları... İçinde bulunduğum ülkemdi. Sesi bozulmuş gibi, "benim gibi bir prensesi hatırlamamana darıldım." Diyerek kollarını birbirine bağladı.
Şaşkın bir ifade ile anlamayacağını düşünerek Türkçe konuştum. "ırmak... Osmanlı... " dedim. Elimi tutması gerekti. Nasıl düşmüştüm ırmağa? Rüyamda bile sevilmiyordum. Uyanmak istedim, içinde bulunduğum saniyelerde. Ama zihnim buna müsaade etmedi. Devam etmem için çabaladı.
"Şanslısın ki prens..." dediğinde oldukça büyük olan tahta kapı gıcırdadı. Bir eli elimi buldu, diğer eli elbisesinin eteğine tutundu. Bir hızla beni çekiştirerek, dolaba doğru sürükledi. Kapağı açarak, ikimizi de içeri sığdırmasını başarmıştı. Kapadığı dolap arasındaki ışıktan dışarıyı izlemeye başladığında, hala alık alık ona bakıyordum. Ben ne yapıyordum böyle?
Gözlerim yavaş yavaş dolaptan içeriye giren ince ışığa kaydı. Tutunmam gereken umut gibi kör ama vardı. "Duydun mu sende," diye tiz bir ses yükseldiğinde alımlı kız daha da sokuldu dolap kapağındaki ışığa.
"Neyi," dedi derinden gelen bir kadın sesi. Merak doluydu.
Kısıkça güldü, göremediğim birisi. Diğer bir taraftan beni dürttü, alımlı kız. Dinlesene der gibi. "Prens'e İsveç hükümdarlığından mektup gelmiş, Prenses Isabel' den..." diyerek sır verircesine kıstı sesinin ayarını.
Şaşkınlık nidası ile "peki, Prens ne demiş?" diyerek seslice konuştu diğeri. Tanımadığım bu insanların konuşmalarını merak etmiştim. İtalya'da bir prens... Garip, şaibeli, ilgi çekici olmalıydı. Kısıkça güldüm, buna. Alımlı kız bir hızla bana döndü. Sessiz ol dedi, dudağına giden işaret parmağı ile. Kafamı salladım.
"Yalnızca, Prenses Hera. Cesedimi ırmakta arayın..." dediği an algılayamadığım için kafamı sallamaya devam ettim, etkilenmişçesine. Oysa Hera, bendim. Ne oluyordu, bu girdap çukurunda? Kendimi merkezine koyduğum bu rüyayı şimdi sevmeye başlamış gibiydim. Güldüm, ellerim ile ağzımı kapatarak. Yanımdaki alımlı kızda bana değen gözleri ile beni tebrik ediyor hissi veriyordu, kalbime. Hadi ama daha fazla şaşalı bir tebriki hak ediyordum çünkü ben o züppe herifin olmadığı yerde kendimi kraliçe yapabilecek kadar sevebiliyormuşum. Bu ne kadar mucizevi bir durumdu, biliyor musun? Bilemezsin, benim rüyamda olan sensin.
İnce sesini duyduğumda, burnumu kırıştırdım. Ancak dolap ardındakiler devam ediyorlardı, biz burada yokmuş gibi. "O kaçık prenses mi?" diyerek yakındı. " Gökler aşkına. Prens'e büyü yapmış olabilir, cadı soyundan geldiği söyleniyordu hep. Kesinlikle büyü yapmış olmalı." Dedi hızlı hızlı cümlelerini dizerken. Kafamı sola eğerek, kimliğimi sorgulamaya devam ettim. Rüyamda kendimi nereye koymuştum, ben? İşler karışacak gibiydi ve bu kadarı yeterdi artık uyanmak istiyordum. Ben Yaman'ı özlemiştim. En azından onun yanında kim olduğumu biliyordum, et parçası olarak. Kimliksiz değildim, neticede.
" Tüm saray çalkalanıyor," dediğinde git gide uzaklaşan sesler devam ediyordu. " Prens'in canı uğruna Prenses Hera' ya dalıp gitmesini..."
Kapı kapandığında, bir hızla dolabın kapağını açan kız, Günyüzü'ne çıktığında bana bakarak sırıttı. " Hera... Başa sarmayı başardı, Prens. Senin için." Diye derin gülüşünde saklı sırlar vardı. Bu gerçekten benim rüyam mıydı? Halüsinasyonlar ya da sanrılar... Farklıydı bu. Gerçek gibi yalan dolandı.
Yalnızca kuruyan dudaklarımdan tek bir kelime döküldü. " Sanrıydı..." Karşımdaki bedenin boş gözleri anlamadığına işaretti. Demek ki Prenseslerde kusurlu olabiliyordu. Kim Osmanlı İmparatorluğunun konuştuğu bir dili öğrenmek istemezdi, artısı olsun diye. Kıza değen gözlerim ile baştan aşağı süzdüm eski dönem elbisesi içinde oldukça güzel görünen kızı. Tanıdığım birine benziyordu ama ben kimsenin yüzünü canlandıramıyordum burada. Yaman'ın bile. Yüzü gözlerim önüne düşmeyi başaramıyordu. Ona yeterince adamamış mıydım, kendimi? En azından adı hala kalbime kazılıydı.
"Kandırdın, Prens'i. Ups. Bir sır." Dediğinde eş zamanlı aralanan dudaklarımdan çıkanlar tüylerimi ürpertti;
"Ups. Bir sır." Bunu nasıl bilmişti? Her daim kendime söylediğim cümleler... Özel değildi.
Baktı bir müddet, keskin gözleri ile. "Hala aklımda. Senden öğrendiklerim." Dedi bilmiş bir tavırla. Ona ben mi öğretmiştim? Nasıl oluyordu, bu? Daha önce gördüğüm rüyalarda bana uzanan el ve uğurlu kırlangıcım dışında hiçbir şey yoktu, zihnimde. Onların bile detayları net değildi, üstelik. "Bu sayede oldukça fazla dük, köle... Bana." diyerek saçlarını savurdu.
Kaşlarımı çatarak, dolaptan çıktığımda üzerimdeki garip elbiseyi çekiştirdim. Ayağıma takılıp duran bu elbise ile asırlardı nasıl yaşamışlardı, böyle? Huysuzlukla homurdandım. Burada bile gösterişten uzakta kalamamıştım. Annem zihnime öyle bir işlemiş olmalıydı ki... Hak ettiğini aldığını görseydi, belki de alkış tutardı. Kandırdım. Zaten öyle olması gerektiğini savunurdu.
İçime kaçan sesim susmak bilmiyordu. "Neredeyim, ben?" diye söylendiğimde ikiletilmedim.
" Reggia di Caserta..." dediği an gözlerim irice açıldı. Kraliyet sarayı. Görkem ve ihtişamın altında yatan buydu. Nazlı Teyzemin anlattığı efsanelerin geçtiği saray, burasıydı. Daha dikkatli bakmaya başlamıştım bu defa. Görmediğim bir yeri bu denli detayına kadar rüyama eklemem mümkün değildi. Bu gerçek gibi geliyordu, saniye saniye. Gerçekse eğer buradan gitmek için canımı ortaya koyardım çünkü kanlı bir İmparatorlukla tanışacak kadar direncim kalmamıştı. Ayrıca fizik kanunlarına göre bu gerçek olmamalıydı. Ya felsefi düşünceler, bunu gerçek kılıyorsa? İşte o zaman hapı yutmuştun, İzel. Yaman artık yanında olmazdı. Buradan kaçamazdın. Onu göremezdin. Aşkın daha da ıstıraplı bir hal alırdı.
"Ferdinand..." diye kısıkça fısıldadım. Onun burada oturuyor olması gerekti.
Dudaklarıma kapandı, eli. " Şşş..." diyerek işaret parmağı dudağını buldu. " Kral'ın gözü her yerde." En kötü ölebilirdim, başka ne olabilirdi? " Zaten yabancı birinin buraya girmesi yeterince gerdi, kendisini." O ben miydim? Ne yapabilirdim ki, ben? Erkek hegemonyasında ki yersiz gerilimlerden biriydi. " Yabancı birisi... Yazılarını çalmış." Dedi bir hızla. Tanımadığı birine verdiği sır başına bela açabilirdi, gerçek dünyada.
"Günlük gibi bir şey mi?" Dedim, İtalyanca'ya dönerek.
Anlamazcasına çattı, kaşlarını. "Günlük... O ne?"
Dudağımı büzerek, elbisemin salınan katmanlarını iteledim ve korseden taşan göğsümü gizlemeye çalışarak, cevap vermeye çalıştım. " Yaşadığın anları oraya yazıyorsun ve herkese kin güdüyorsun çevirdiğin sayfalar yenilendikçe." Diyerek söylendiğimde sesimi daha da kıstım ve " kalbinin sahibi dışında. O hep gözlerini ele geçiriyor bir şekilde."
"Prensi diyorsun, sen..." dedi alaylı bir imayla. Ardından farklı bir konuya geçti, bir hızla. "Kralın birine kin gütmesine gerek yok ki." Diyerek ötmeye devam etti. " Kral olması yeterli, insanlardan nefret etmesi için." Nasıl yani? Kralların insanları daha sıkı sarması gerekti. Her birine borçluydu, bu hüküm kurduğu topraklar için. Onlar olmasaydı, tek başına kime kafa tutabilirdi? İmkânsızdı, bu. Fatih Sultan Mehmet olmadığı takdirde. Fatih'in efsanesi... Bir tutamazsın, sıradan bir hükümdarla.
"Adın ne?" Diyerek geçiştirdim. Uyanacak gibi değilsem burada gönlümce bir şeyler yapardım, bende.
Alımlı kız şaka mısın der gibi baktığında, ne dercesine kafamı salladım. " Seni hekim görmeli,"dedi. " Jasmine, ben. En yakın arkadaşın. Sır küpün." Diye duraksamadan homurdanmaya başladı.
Devam ettim, ondan çaldıklarım bilgiler ile. " Aynı zamanda İspanya'nın alımlı Prensesi Jasmine." Diyerek tahmin yürütmekten kaçınmadım. Kaşları havalandı, elbisemi süzdü ve bana doğru gelerek sıkıca sarıldı.
Tebessüm ettiği bedeninin kasılıp gevşemesinden belliydi. "Tanrı aşkına, beni hatırlıyorsun. Şaka yaptığını biliyordum." Hayır, seni tanımıyordum bile. Yalnızca varsayımda bulunmuştum. Dilindeki sektemeyen aksan ve şaşalı görüntünün üzerine. O tıpki animasyon filmlerindeki karakterler kadar kusursuz bir görüntüye sahipti.
Hayata bir kez geldiğimizi biliyordum. Gerçeğimde mutlu değilken buranın keyfini sürmek benim elimdeydi. Aklıma esen ilkleri yapacaktım. Gözlerim benliğime açılan dek. "Tanrı aşkına seni hatırlıyorum, Jasmi..." dedim bir hızla onu kendimden ayırmaya çalışırken.
Benden uzaklaştı ve sorgular bir ifadeye büründü. " Jasmi?" Diyerek tekrarladı. Ne fark ederdi? İsmini taşıyan yasemindi. Güzel, alımlı, eşsiz bir parçaydı, dünya için.
Tekrar ettim, art arda. " Jasmi.Jasmi. Jasmi." Yüzüme ufak bir tebessüm yerleştirdim, çekingen bir tavırla. Temkinli davranmakta fayda vardı, ne olur ne olmazdı. Hala neyin içinde olduğumu bilmiyordum. Ancak rüya olmadığına emindim. Çünkü hissediyordum, bedenimdeki garip duygu karışımlarının etkilerini. Burası farklıydı, beni içine sürüklemeye ant içmiş bir afet gibi. "Prensi ne zaman göreceğim, hakkında..." dediğimde kaşları şaşkınlıkla havalandı. Şaşırdığı neydi ki? Baştan beri prens aşağı prens yukarı diyen kendi iken. Ben de merak ediyordum, elime yetişemeyen o adamı. Ve ardındaki tatlı kırlangıcı.
" Prens..." dedi sendeleyerek geriye gitti. " Gitti." Diyerek gözlerini kaçırdı. " Ve o gelene kadar saraydan dışarıya adım atamazsın!" Dediğinde yüzüne yerleşen ciddiyet ile kısa bir an gözlerim afallar gibi oldu. Hayır, İzel. Burası senin dünyan. Korkma. Burada o yoktu. Elimi kolumu bağlayacak hiçbir etken yoktu, bu uzun duvarlar arasında.
" Köle miyim, ben?" Diyerek ona iki adım attım. "Sen dedin, Prensessin dedin." Diyerek sesimi yükselttim.
Derin bir soluk ile isyan etti, bana. " Prenses Hera, buraya ait değilsin." Diye kerimelerini dile döktüğünde gözlerim buğulandı. Ne demekti? Burada bile kendimi bir yere yerleştirememiştim. Ben nasıl bir insandım? Acizliğimin boyu, geçmiş imparatorluklara bile mi konu oluyordu? " Prens, seni alıkoydu. Fransa Krallığına karşı gelerek." Diyerek devam etti. Hararetli bir şekilde elleri ile anlatıyordu. "Evlenmemen için." Dedi bir hızla. Ne dedi o, ne dedi? Bana dedi. Evlenmek ve ben. Bu ne biçim yerdi, böyle.
"Anlamadım..." diyerek mırıldandım.
Ardındaki kapıya baktı ve yeniden bana döndü. " Senin ailen bir şifacı soyundan... Bir tek cadılar şifacı soyundan olabilirler." Diyerek dile geldiğinde aklıma kazınan o kelimeler zihnimde yankılanıyordu. İzel soyun sonun olur sakın ondan gitme, diyen Barlas abiydi. Gözlerimin önünde, düşmüştü korktuğum o çukura. Ve katil zanlısı biri olmuştum. "Fransızlar senin soyunu kurutmak için bu evliliğe oldukça yüklü bir gösteri hazırladı." Dediğinde ben ne sayıklıyorsun der gibi bakmaya devam ediyordum. " Sana neler yapacaklarını bir tek o biliyor." Dedi. " Sana âşık, olmuş." Diyerek ekledi. Gözlerini kıstı ve güldü masumca. O kimdi peki? Adı neydi? Ve sen kimdin burada?
"Ben cadı değilim." Diyerek itiraz ettim.
Dudağını büzdü ve kapıya yürüdü. " Biliyorum ki zaten. Cadılar zihin okur, insanların öleceğini bilir ve olayları istediği yere çekebilirler. Ve lanetli olurlar, kimse aşık olmaya cesaret edemez bir cadıya. Sen bunların hiçbirini yapmadın ve prens sana aşık. "diyerek ilerlediğinde adımlarım mıhlandı. Ben bunların ikisini yapıyordum. Dünyamda. Rüyamda da yapabiliyor muydum? Nasıl yani? Ben gerçekten öyle bir soydan geliyorsam? Lanetli biri. Ailem bile beni terk etmişken bunları düşünmemem imkansızdı. Hayır, koca bir saçmalıktı. Hepsi bu. Ben uyanacaktım, rüyamdan. Geçip gidecekti, her şey.
" Palavra, "diyerek yüzümü ekşittim. Ardından ilerlediğimde, " prensi göreceğim, ben." Diyerek onun önüne geçtiğimde elim kapının tokmağını tutmadan beni çiğneyerek kapıya dayandı.
Nefes nefese, iri gözleri daha da irileşmiş bir halde bana bakıyordu. " Kafayı mı sıyırdın?" Diyerek can havliyle ile konuştu.
"Bana kaçık dediler, sen de duydun. Önümden çekilmelisin." Diyerek kibar bir dille uyardım. Yerinden oynamadığında, "sana kara büyü yaparım, bak." Dediğimde beni taklit edercesine ağzını kımıldattı.
Gözlerini kapayarak derin bir nefes almaya çalışsa da zorlandı. "Seni buraya getirdiğim duysalar neler olur aklın alıyor mu? Senin bu katta dolaşman dahi yasakken prensi kırmayarak, kendi canımı ortaya koydum." Diye tekerleme okur gibi dizeleri dizdi.
Ben bu kadar sorun yaratacaksam rüyamda ne diye içine çekiliyordum? Her yerde kısıtlanmaya devam ediyordum. Özgürlük kavramını tatmaya neden hakkım yoktu? Bir kız çocuğunun bu devirde daha da hor görüldüğünü bilirken, başka zamanın hayalini kuramaz mıydım? Çıkıp gitmek istiyordum. Gözlerimi kapatarak, " o zaman bırakın gideyim," dediğimde dudaklarım aniden kapandı. Ait olduğum yere, diyemedim. Burada bile bir yere ait değilken ne saçmalayacaktım?
"Olmaz, Prenses sözü verdim." Diyerek net bir şekilde reddetti. "Bilirsin ki prensesler sözü ile biçilmiş kaftan olurlar." Dediği an annemi karşımda görmüş gibi oldum.
Bıkkın bir ifadeye büründüm. Korsemin açığa çıkardığı göğüslerimi kapatmaya çalıştım yeniden. Bu da ayrı bir sorundu. " Gün sonu, Prens'e gideceğim." Dedim net bir ifade ile. Ne olursa olsun kaçık olan adamı bulacaktım. Beni evlilikten koruyacak kadar centilmen, benimle rızam olmadan evlenmeyi düşünecek kadar odun biri olmayı başaran adamı merak ediyordum. Rüyalarımı süsleyen de başka biriydi, üstelik. Ben hep Yaman, sanmıştım. Kalbimdeki mührü.
" Zor gidersin," diyerek böbürlendi.
Güzeldi ve egosu zirvedeydi. " Gideceğim ve sizde köşe bucak arayacaksınız, beni." Dedim kendimden emin konuşsam da nasıl gideceğime dair em ufak bir fikrim yoktu. Etkilenmişçesine aralanan dudakları ile bana alkış tutmasına ramak kalmıştı.
"Yardım ederim ama prense adımı anmayacaksın." Dedi. Daha bir dakika önce atıp tutarken şimdi bana kıyamıyor gibiydi. Tuhaf bir şekilde sevmiştim ve güvenmiştim, ona. Kafamı aşağı yukarı sallayarak, onayladım." Gel, benimle." Dediğinde elimi tutarak kapıya ters bir yönde odanın sonuna kadar ilerlemeye devam ettik. Bıraktığı elimin ardından elbisesini çekiştirerek, dolabı araladı ve eğilerek arkasındaki tahtayı ittirdiğinde açılan karanlık odaya baktığında bana döndü. Karşısında bir çığlık tablosu görmüş olabilirdi çünkü dudaklarım aralanmış ve o şeklini aldığında ellerim yüzüme kavuşmuştu. İlgi çekici sırların dolup taştığı bir saraydan bu kadar erken kaçmak istemezdim ancak başka çıkışım yoktu. Uyanmak için o adamın eline uzanmam gerektiğini düşünüyordum.
Açılan bölmeden eğilerek içeriye girdi ve elini uzattı. Tereddüt etmeden sıkıca tuttum ellerini. Geleceğinde de tuttuğu tek elin, o olacağını bilmeyerek... İçerisi bir anda alacalı bir ışıkla aydınlandığında gözlerim kamaştı. Yanı başımdaki Jasmin'e döndüğümde, elinde nereden bulduğunu soğulamadığım bir mum yakılıydı. Yutkundum, bana hatırlattığı ile. Daima kusurları gösterirdi. Bir tek sana. Karşındaki kısık ateşi görmeye çalışmaktan seni fark etmezdi bile. O an olurdun, bir et parçası. Eline damlayan damlalar, canında kalan bir parça olduğunu yüzüne çarpmak isterdi. Ancak yanılırdın, zihninde. Eriyip giden damlalar yalnızca yüzüne vururdu, hiçliğini. İzlerdin sönüp gidene kadar. Bedenini. Avucunu yakar ve sen yanardın insan yerine konulmadığın yaşlar uğruna. İz kalırdı, bir insan etinin avcunda. O iz olurdu, senin geleceğin... Belki de bitişin.
Önümde, etrafı inceleyerek ilerleyen kıza eşlik etmeye devam ettim, düşüncelerimden çıkarak. Burada bile beni boğarak intihara zorlayan bir his var oluyordu, zihnimde. Düşlerimde bile beni dibe iten bedenime diz çökmekten iğrenmeme rağmen yanı başında eşlik etmeye devam ediyordum. Biliyordum çünkü benim bitişim buydu. Her insanın bitiş çizgisi bedenine eğdiği boynu ya da yere değen dizleri olmaz mıydı, zaten?
"Burası... Irmağın ışığı olarak geçer." Diye konuşmaya başlamıştı, Jasmin. "Prens'in küçük bir çocukken buralardan kaçtığı sırrını sana verebilirim, sanırım." Dediğinde bunları nereden bildiğini sorguladım. Kız kardeşi miydi? Ya da kör randevu tarzı bir münasebetleri mi olmuştu? Sana ne İzel. Gideceğin yeri irdeleyerek, kendini saptırma. Biliyorsun ki ait olmadığın bir yerde yaşam mücadelesi dahi veremezsin. " Direk olarak da Karbeyaz sapağına çıkar. Oldukça tehlikeli bir yol. Orada sana eşlik ederek, riske girmem." Dedi ve duraksadı. Omzunun üzerinden gözleri bana kaydı. "Bil diye söylüyorum, güneşi görmeden."
"Sen bu kadar bilgiye nasıl eriştin," dedim gelişigüzel olduğunu düşündüğüm bir tonda.
Eli duvarlardaki taşa değdi. Sırıttı. "Abim ve o..." dedi ve durdu. Vazgeçmiş gibiydi." Çünkü ben buraya aitim. Başa sardığımda, çıkışım yeniden bu dört duvar." Dediğinde acı bir sırıtış yayıldı git gide. " Sen de buraya ait olacaksın. Er ya da geç." Diye taşı itmeye çalıştığında, ıkındı adeta. " Sen ona aitsin, Hera. Onun sana ait olacağı gibi." Dedi ve kapı açılmıştı. Aydınlığın içeriye ılık ılık sızması ile bana yol açtı.
Dediklerini kulak ardı ederek,., " öyledir, bir prense boyun büktürmek bir rüyalarda olurdu." Diyerek mırıldandım içimden içimden. Adım atacağım sırada, ona doğru döndüm. " Teşekkür ederim, Jasmin. Umarım hayatta kalırsın," dediğimde derin kahkahası yankılandı kulaklarımda.
Dilini dolgun kırmızı dudaklarında gezdirdiğinde, " Prensi görecek olan, sensin." Dedi ve benden bir adım geriye kaçtı. " Hayatta kal ve yakışıklı İtalyan'ın tadını çıkar." Diyerek koşar adım karanlığa daldı, elindeki mum ile. Tuhaf bir çekiciliği vardı ve farkındaydı. Kullanmaktan zerre çekinmiyordu, kendini.
Açtığım kapı ile önüme düşen çalıları iteledim. Çıktığım kapıyı kapatarak, üzerine yeniden etrafa saçılmış çırpıntıları örtmeye çalıştım. Kapattığımı düşünüyordum. Hem beni bulmalarına kalmadan buradan gidecektim. Uyanacaktım. Zorundaydım.
Karbeyaz'ın sapağı, demişti. Yürümem gerekti, bu yolu. Bir Prens görene kadar. Adım atmadan önce elbisemin eteklerini tutarak, kaldırdım diz boyu. Böylesi daha iyiydi. Ayağıma takılan bir şey kalmamıştı. Yürümeye devam etsem de yol hiç bitmeyecek gibi gelmeye başlamıştı. Bu defa koşmaya başladım, tuttuğum elbisemin uçlarını sıkarak. Rüzgârın esintisi yüzüme çarptıkça gözlerim açılıyordu ve uykum kaçıyordu. Durdum ani bir şekilde. Belki de uyumam gerekti. Buradan kurtulmam için. Hepsi son bulurdu. Yaman ile karşı karşıya gelirdim, yeniden. Beni inciteceğini bilsem de yanımda olmasına ihtiyacım vardı çünkü kırıp dökse de bir şekilde beni yatağımla buluştururdu. Ve ben ait olmadığım o yeri ilk kez delicesine istiyordum.
Buranın kasveti beni aşacaktı. Ağır duman sisleri çökmeye başlıyordu ve ben bir orman sapağında dikilmiş ölümü bekliyordum. Burada türlü türlü yırtıcı olur muydu? Nasıl geriye dönecektim? Karanlık çökmeden gidebilecek miydim? Dinleme, İzel. Zihnin oyununa göğsünü ger ve yok et kalbindeki hurafeleri. Başa çık. Her engelle. Bir kez seç tadını almak istediğin o heyecanı. En kötü ölecektin. Her ruhu sönmüş beden gibi. Mosmor olacaktın ve bir daha solumayacaktın kirde debelenen dünyayı.
Devam ettim, yürümeye. Kararlıydım. O eli gördüğümde uyunacağıma emindim. Soluklarım artık taşmaya başlamış ve havaya çöken karartı ile gerilmiştim. Ensemde bir sıcaklık belimden aşağıya doğru ağır ağır kayarken, ben yürümeye devam ediyordum. Ürküyordum ve devam etmekten kaçınmıyordum. Belki de dedikleri gibiydi. Kaçık biri gibi... Deliler diyen annem. Haklıydı. Şu an yaptığım şey akıl karı değildi.
Gergin ifade ile ilerlerken, elim yanımdaki çam ağacını anımsatan ağaca tutundu. O an... Bir şey oldu. Gözlerim titredi, kalbim ürperdi. Ensemi sıyıran soluk gerçek gibiydi ve tek bir yaprak sesi olmadan. Dibime kadar biri girmiş olsa hissetmez miydim? Bir hızla ardımda dönmek istesem de cesaretimi toparlayamıyordum.
Gözlerimi kapattım ve bir nefes aldım. Eteklerimi sıkıca saran ellerim kıpkırmızıydı. Ve bir hızla ardımdakine döndüm. Kimse yoktu. Hissettiğim o sıcaklıktan o kadar emindim ki. Yine de kimse yoktu. Bodrum katımızdaki annemin elimde yaktığı mumlarda bana böyle hissettirmişlerdi, sayamadığım kadar çok. Ve ardından beliren Yaman, korkumu alıp gitmişti benden. Haberi bile olmadan. Şimdi Yaman yoktu ve ben ağlamak istiyordum. Olduğum yere çökerek, akan gözyaşlarımı durdurmadım. Belki korktuğumu anlarsa o nefes, bana bir daha değmezdi. Yoksa beni koruyacak kimse yoktu, düşlerimde.
Sessizce gözyaşlarımı akıtmaya devam ettim. Şakağıma süzüldüler, yaktılar kanın geçtiği damarı. Acımadı. Alışkın olduğum bu his acıtmıyordu ama korkuyu salıyordu, kalbine. Bir daha tekrarlama diye. Başıma buyrukluğum bedeliydi. Gözyaşlarım hıçkırığa döndü, gözlerim artık kaymaya başlamıştı. Çünkü korkum beni ele geçirmiş ve dizlerimin üzerine çökmüştüm an itibari ile. Acizliğim gün ışığında olmasam da gören gözlerin içine değecek kadardı.
Kollarımı birbirine dolamış, dizlerimi göğsüme çekmiştim. Başımı yasladığım dizlerimde gizlediğim hıçkırıklarım değildi, gözlerimdeki tükenmişlik ve çaresizlikti. Kendi rüyalarımda bile yalnızlığa mahkûm olacak kadar mı kötü biriydim?
"Prenses..." dedi kalın sesine rağmen bir ruhum olduğunu ve onun tanımadığım biri tarafından okşandığını hissettim.
Yutkunduğumda, kalın sesin donukluğuna afalladım. Aynı ses farklı tonlardı. " Hera. İzel Hera..." Diyerek ismimi zikretti. "Prenses, ayağınıza kırmızı hal sermemizi ister misiniz?" diyen alaylı ses ile gözlerimi açtım ve beyaza bulanmış avizelerin süslediği tavan ile göz göze geldim. Bu rüya değildi. Bir hızla doğrulduğum yatakta Yaman, yanı başıma koyduğu sandalyeye oturmuş beni izliyordu. İlk kez anımsadım, rüyamdaki bir dürtüyü. O ses. Yaman'a aitti. "İnsan insana benzer ama ses sese benzer mi ki?" diyerek içsel problemlerimi Yaman'ın gözü önünde yaşadığımda sandalyede eğildi.
" Sana özel kalan nadir nokta, ses." Dedi dudakları arasından dökülen güç bela kelimeleriydi. " Ne o yoksa... Dilsizliğine son verip çenen ile bizi hırpalaman mı, aklındakiler?" söyledikleri beni incitmeliydi. Öyle olmadı. Onu gördüğüm için derin bir tebessüm ile onu izlemeye devam ettiğimde kaşları çatıldı. Umursamadım. Buradaydım. Ait olmadığımı düşündüğüm yerdi, benim yolum. Kasvette boğulmak... Hiç güzel bir olay değilmiş. Dileklerimi dilerken ayrıntılara önem verecektim, bundan sonra.
Üzerimdeki elbiselere doğru kaydı gözlerim. Pantolonum duruyordu ve o rahatsız edici elbise geçmişti. Etrafa baktım, merakla. Burası otel olmalıydı. "Kaç saattir uyuyorum," diyerek geveledim.
"On iki saat yirmi dört saniye..." Dedi saatindeki gözleri ile. Ona doğru kaşlarım havalandı. Bunu nasıl aklında tutmayı başarmıştı? Kesinlikle o arada önemli bir olayı, benim yüzümden kaçırmıştık. Bu yüzden olmalıydı. "Bana gelmeni, bekledim." Dediğinde bedenime değen kaçıncı daldı, bu?
" Neden sana geleceğim ki, bir neden yok." diyerek üzerimdeki çarşafı kenara iteledim. Ayaklarım parkeye değdiğinde ayakkabılarımı çıkardığının yeni farkına varmıştım.
Bana bakmaya devam ettiğini biliyordum. Aklında beni nasıl kıracağını hesaplıyordu, muhtemel bir şekilde. " Gelmek isteyen senken... Bir sebep yaratması gereken neden ben olayım, İzel?" dediğinde gözlerim ona değdi. Ben ona ne zaman gelmek istememiştim ki? Ancak konu o değildi. Ben ona gelmek istediğimi mi söylemiştim? Yüzüne hem de. Kızarmadan dile mi dökmüştüm kalbimdeki saklı adağımı.
"Atıyorsun, palavracı." Diyerek yüzümü buruşturdum.
Sert nefesi aramıza girdi, yine. Sınırlar dedi, bana. " Atıyorum, evet. Atıyorum ki ensendeki kırlangıca değebilmeyi başar." Dediğin an aklım rüyama gitti. Ensemdeki ürperti. Bir kırlangıç olamazdı. Prens, beni bulmuştu belki de. Ups. Bir sır. Geçmişten çık. Bitişlerin orada değil. Yaralarının üzerinde olacak. Kendin olma. Annen seni her yerden görecek. Dik düşlerini. Kimse sığmasın boşluğundan içeriye.
Özel kalsın, sırların.
Soyun kurumasın
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |