7. Bölüm

KIRIK KALBİN HARBİ

dnzkzgb
dnzkzgb

Gidelim seninle…

Bir yere doğru.

Işıklardan uzak olsun

Tuzakları görmeyelim

Kanamasın topuklarımız

Adımlarımız ürkmesin.

Kavuşur muyuz o zaman, senle?

 

Benden uzaktaydı. Benden sakınıyordu, zaaflarını. Vazgeçmişti, soyumdan. Ondan vazgeçemiyordum onun gibi. Ondan nefret ediyorum dediğimde, kaybetmiştim bir kanadımı. Ne konuştu, ne baktı. Ardına döndüğü gibi unuttu, kalbimdeki kurşunu. Nefret bu muydu? Eğer öyleyse, benden de nefretten hoşlanmıyordum. Canımı acıtıyordu çünkü. Sorgulayamayacak kadar derin kazıyordu nefret jiletinin ucu, yaralarımı. Kapanmak bilmiyorlardı. Sürekli kanıyordu. Korkuyordum, akan kanların başkasına değmesinden. Benden tiksinebilirlerdi çünkü. Kim kan revan içinde kalan birine yaklaşarak tehlikeye atmak isterdi kendini?

On beş dakika. On beş dakikadır iz bıraktığı boşluğu izlemiştim. Kapının çalınması ile kendime gelsem bile ayağa kalkacak kadar metanetli olamamıştım. Oysa hiçbir şey söylemeden çıkmıştı kapıdan. Mesele buymuş. Bir cümlesine dahi layık görmemişti. Kalbime akan gözyaşları dinmedi. Ama hayattaydım. Nedendi, bu denli yaşama sarılmam? Bir sebep var mıydı, onun dışında? Böyle oluyordum, onu görmeyi istediğim anlarda. Aklım bedenimdeki kusurlara giderek, yaşama öfke kusuyordum. Neden ben diyen yüzlerce insandan biri oluyordum, onsuzken. Cevabı olmayan sorular doğuyordu, sürekli zihnimin kararmış loblarında.

Durduğum yerden kımıldamak istediğimde, gözlerim kısa bir an karardı. Ellerim havalandı ancak tutunacak bir yer arayışına girmedim. Yoktu, biliyordum. Derin bir nefesle göğüs kafesimdeki sıkıntıyı bir nebze ferahlatmaktı niyetim. Olmuyordu. Yine de denedim, işte. Bir umut değil miydi, nefes almak?

Kapıya adımladığımda, usulca açtım. Karşımda duran tanımadığım bir adamdı. O bana boş boş bakıyordu, ben ona. Baştan aşağı süzdüğümde ellerinde siyah lüks mağaza poşetleri vardı. Anladığım kadarıyla, annemin benim için hazırlattığı elbiselerdi. Uzakta bir yerlerde kalsa da beni himayesi altından çıkarmak gibi bir düşüncesi hiç yoktu. Bu defa aldığım nefes, acizliğimeydi. Bende bir gün anlaşılmak istiyordum. Annem bir gün beni sabaha kadar davlumbaz ışığında sıcak bir ıhlamur ile dinler miydi? Dinledikten sonra ceza vermesine de razı gelirdim. Ama sözlerim gözlerini okşayabilirse… Kız çocuklarının bu dünya da cenneti yaşadığına inanırdım.

Principessa. Questi sono per te.” Dedi kalıplı uzun boylu adam. Siyaha çalan gözleri sertti, sesi gibi. Yalnızca prensesi anlamıştım. İtalyanca bilmiyordum. Fransızca, İspanyolca ve çok az da Almanca biliyordum. Annem bunu da yüzüme vuracaktı, yeni bir kusurum olarak. Kısa zamanda biraz da olsa öğrenmeye çalışsam iyi olacaktı.

Karşımdaki siyah takım elbiseli adama alık alık bakmaya devam ettiğimde, anlamadığımı anlamasını bekliyordum ki koridorun ucunda beyaz tişörtünün açıkta bıraktığı kollarından gördüğüm kadarıyla sol kolu dövmelerle kaplanmış Yaman, çatık kaşları ile buraya doğru adımlıyordu. Çok sürmeden kalıplı adamın yanında durduğunda, ara vermeden boks yaptığı için olsa gerek kollarında kaslar belirgindi. Ama kolundaki kızarıklık dikkatimi çekmişti. Yeni bir dövme yaptırmıştı, burada. Uzantısına değen tişörtten göremiyordum ama dikkatli bakmam hoşuna gitmemiş gibi, “önüne bak, İzel,” dediğinde irkilmiştim. Yüzümü buruşturarak, karşımdaki kalıplı İtalyan’a döndüm. “Lui è con me.” Diyen Yaman’ın katı sesi adamın bana olan bakışların bölerek, kendisine dönmesini sağlamıştı. Nazlı Yengem, İtalya’nın yerli zenginlerinin soyundandı. Okuduğumuz lisenin temel ad oluşumu da buradan geliyordu; Brianna…

Bu yüzdendi İtalyancayı ana dili gibi konuşması. Şaşırmamıştım ancak ne demişti, anlamamıştım. “Nessuno può bussare alla porta tranne me,” diyerek keskin sesi beni Sibirya soğuklarına götürdü.

Anlamasam da beni karaladığını düşünmeden edemedim. “Hakkımda saçma sapan şeyler söyleme!” diyerek kaşlarımı çattığımda, çatık kaşları altında öfkeye sarılmış yeşilleri bana değdiğinde kaçmadım. Bana baktığı gibi ona bakmaya devam etmek için çabaladım. Adamın ellerindeki poşetleri aldığında, “sorry,” dediğim adam bana bakmadı bile. Ne demişti de saniyeler içinde yüzüme bakamayacak kadar hoşlanmamıştı? “ Ne dedin ona?” dedim yükselerek. “ Bana bakmadı bile.” Diyerek devam ettim sinirle.

Kaşları hala çatıktı. “ Bilmesi gerekeni.” Dedi gevelemeden. O kadar açıklayıcı olmuştu ki… “ Sana yaklaşırken üç kez düşünür bundan sonra,” diyerek devam ettiğinde üzerime doğru geldi ve geriye kaçtım, odaya girdiğim gibi beni takip etti, kapıyı kapattı.

Yanımdaydı, işte. Hayatla olan yaşam savaşımı atmıştım bir köşeye. Onu görünce kendimi unutuyordum. Kalbimdeki yerimde ikinci plandaydım. Gözlerimi kaçırarak, “ kısmetimi kapıyorsun,” dediğimde sert soluk sesi ile kabarttı göğsünü. Ellerindeki poşeti almaya yeltendim.

Kollarını uzaklaştırdı, iki yana açarak. “ Sen ve birisi…” dedi alaylı bir tebessüm belirdi yüzünde. “ Kaçıksın, İzel. Kim bakar yüzüne, soyun olmasa?” Çok acıdı desem de değişmiyordu. Tek kelime ettiğinde de sustuğunda da yitik kalıyordun, kimi gözlerde. Ellerimi belimde birbirine sardım. Titrediğimi görmesin diye. Sayamıyordum kaçıncı camın kırığıydı, yaramdan kan akıtan. Bitik bir bedendim ve mahvediyordun beni. Ben hiç bilemedim, onda tekrar tekrar nefessiz kalacağımı. Yollarıma ışık tutuyordu, aniden yok oluyordu gölgesi.

Gözlerim ona değdi, beni umursamadan ellerindeki poşetleri bej rengindeki koltuğun üzerine attı. Ve diğer ucuna da kendisi oturduğunda, elindeki telefonu kurcalamaya başladı. Görmüyordu beni. Oysa ölüyordum, sessiz kalan çığlıklarımın enkazında. Baktım ona, gözlerimdeki buğuyu itelemek isteyerek. Haber yoktu, zihnimdeki benden buna rağmen esimden vazgeçmek istemiyordum. “ Senden nefret ediyorum,” dedim dakikalar sonra dile geldiğimde kendim içindi çabam. Yoksa hikâyemdeki son belliydi. Hikâyemdeki yerimin belli olduğu gibi. Kısa bir an bana doğru çevirdi gözlerini. Birkaç salise bile sürmemişti belki de. Telefonuna yeniden gömülmüştü. Umursamamıştı, ona olan hislerimi. Her zamanki haliydi, ya. Alışmıştım. Getirdiği acıya alıştığım gibi alışmıştım hem de. “Ne diye geldiğini söyle ve çık git odadan!” diyerek ona bakmaya devam ettim. Bana bakmıyordu, ısrarla. Ona doğru yaklaşarak, ayakucunda durdum. Aldığı nefesin öfkesi vardı. Kendi kendine rolleniyordu yine. Bunu yapması gereken bendim çünkü. Öfke benim hakkımdı. “ Yaman, git soyunla sağda solda övün. Başka bir halt bilmezsin zaten.” Diye ağzıma gelenleri düşünmeden söylediğimde sinirlenmesi gerekken oldukça durağandı, hala. “ Şşş… Sana diyorum, burnumun ucunda bitiyorsun nefretine rağmen.”

Bakışlarını telefondan alarak, kafasını usul usul kaldırdı ve bana baktı. “ Ne boş yaptın kızım.” Dedi ve kısa bir soluk aralığıyla devam etti. “ Şurada sana kombin seçiyoruz, iki dakika sus da motorun soğusun.” Kuruyan dudağımda dilimi gezdirdim ve cevap vermek için yeltendiğimde, aniden ayağa kalkması ile geriye kaçmak istedim, ardımda kalan sehpaya çarparak denge problemi yaşadığımda sol koluna sıkıca tutunduğum sıra da belimi sarmıştı eli. “ İnsan aklıyla oynamakta senden iyisini tanımayacağım, prenses...” Diyerek belimdeki temasını kesti ve kolumdaki elime değen gözleri bırak demeye geliyordu.

Yutkundum ve elimi yanımda salındırdım. Yüzümü ekşiterek, “ben ne yapmışım be?” dedim sesimin dozunu bile isteye kaçırdım.

Bakışma seremonimiz başlamıştı. Dilini ağzında gezdirdi. “ Sen küçükken de böyleydin.” Dedi sonunda açtı ağzını. Kafamı nasıl dercesine sola eğdim. “ Alıksın. Aklı delirten cinsten.” Dediği an gözlerimi devirdim. Beni övecek hali yoktu.

“ Sana denk düşmek lazım.” Diyerek aradan sıyrılamaya yeltendim. Ancak ayağı yoluma taş oldu. Kafamı kaldırdım, gözlerini gördüm.

Garip bir ifade sarmıştı, altın orana eş olan yüzünü. “Sınırlar neden var biliyor musun, amcasının yeğeni?” dediğinde sesi de kalbim kadar karanlığa itmeye çalışıyordu, bedenimi. Ve ben karanlığa karşı susmak dışında nasıl mücadele verilirdi, bilmiyordum. “ İnsanlar bir müddet daha nefes alsın diye.” Dediğinde anlam veremedim. Konunun ne alakası vardı? Alt tarafı hakaretine karşı iki çift cümle kurmayı başarmıştım. Hepsi buydu. “Aşma çizgini, kesme nefesleri.”

Daral gelmişti. Ne sayıklıyordu, beynim yanıktı zaten. Onun eseriydi, üstelik. Yüzümü buruşturdum. “Nutuk çekme bana, aramızda iki yaş var sadece! Çekil önümden!” dediğimde iteledim ve zayıf vücudum sonunda bir halta yaramıştı ki sıyrılmayı başarmıştım. Hayatım boyunca hasret kaldığım pizzalardan yememenin işe yarayacağını kırk yıl düşünsem de bilmezdim herhalde. “Yok sınırlarmış, yok çok konuşuyormuşum, yok alıkmışım…” diyerek sayıklamaya devam ederek telefonumun olduğu komedine doğru ilerlemeye devam ettim. “ Sen bu asalaklığın içinde varis olmayı becermişsin laf ediyor muyum, ben?” Mırıldanmıştım çünkü duyarsa oda içinde köşe kapmaca oynardık.

Ardımdan yükselen ses ile belli bir süre adım atamadım. “Duydum, yalnız.” Demişti. Devamını bekliyor gibiydim. “ Biz hanımefendiye yana yakıla elbise bakalım,” dedi sahte yakınmayla… Ne yani benim için gezmiş miydi, ipten saptan mağazaları? Annem göndermişti, onları. Yalan söylüyordu. Kandırıyordu beni. Neden yapıyordu bunu? “ Değer bilmezsin ki sen.” Dedi devamında. Bunun için mi beklemiştim onu? Ben miydim değer bilmeyen? O mutlu olsun diye duygularımı gömmüştüm, öldürmüştüm ruhumu. Ama bendim değer bilmeyen. Bendim her daim suçlanan.

“ Yalan söyleme, onları annem gönderdi.” Dedim ardıma dönerek bir hızla. “ Ayrıca hangi sıfatla kendine değer biçilmesini istiyorsun ki sen?” diye araladım dudaklarımı. Ya ben? Hangi sıfatla değer biçerdim ki sana? Zaten izin de vermezdin. Tanıyorum seni.

Ellerini kot pantolonun ceplerine koymuş, bana bakıyordu düz bir ifadeyle. Aklından geçenleri okumaya çalışıyordum, bir kez daha. Ancak bomboştu zihni. Her zamanki gibi. Okuyamadım. Herkesin zihnine şahit oldum, bir ona olamadım. “ Ooo…” Dedi alay edecekti, yine. Problemleri böyle başa çıkan insanların olduğunu okumuştum, bir kitapta. O da öyle miydi? “ Bana değer biçmek… Mümkün mü,” dedi. Beklediğim olmadı. Ne alay etti, ne rencide etti sözlerimi. Sordu aklına gelen ilk soruyu. İçtendi, üstelik.

“Aklıma gelmiyorsun bile,” dedim gözlerine bakarak.

Yalan söyledim. Ups. Bir sır. Aklımdan çıkmıyorsun. İnce keman telleri kadardı, ona olan öfkemin hizası. Gelip geçiciydi çabuk kopuyordu. Bak, yine affetti kalbin onu. Çünkü duygusal bağın zaferiydi. Maddeler bile karşı gelemiyordu, denemiştin İzel. Her haltı yapmıştın, hissetmemek için. Tuhaftı, yürümüştüm sahil kenarında. Aklım yerinde değilken sayıkladım onu. Hissetmedi beni. Gelmedi yanıma. Ama bir an bile düşürmedim ismini. İlahi gibi dillendirdim, peşime takılan kedilere.

Denemedim bir daha. Anlamadı da kimse. Anlamazlardı da zaten. Alt tarafı gözlerim kızarmıştı sadece. İlk sordukları soru, bale dersini ekmenin cezasını biliyor musun olmuştu. Altüst olan kalbime iyi mi gelmişti, görmemeleri? Yoksa çıkamayacağım kan çukurunda boğazıma mı yapışmışlardı, anlamadım. Ölüm ve yaşam… Aynı anda hissettiğimi düşünürüm, hep. Bende ölmek hep öncelikli kalacaktı. Eğer doğmaya razıysan ölmüştün çünkü. Öldükten sonra yaşıyordun her şeyi. Diğer türlüsü imkansız geliyordu. Öldün ve acılarına boyun eğdin. Üstelik bir kız çocuğu olduğun için nasıl öleceğini dahi seçemeyecektin. Süregelen gerçekleri sandık altında saklamaya gerek yoktu, kız çocuğu hala yetersizdi ailelerde. Anneler kendilerine yapılmayanları layık görmezdi, babalar çevredeki otoritelerini sarsmak istemediği için yaklaşmazdı kalplerinde kalan son beyazlıklara. Bir yumruk misali kalpleri katrandan karaya boyayan ebeveyn olurdu. Mubah mıydı, aklımda kalanlar aileme? Toprağımı kazdırmışlardı bana. Oysa tek infazcı bendim. Ölümü seçmiştim doğarak.

Sus, izle ve göz yum.

Doğarken ağlamak boş yere değildi.

Biliyordu ölmenin acısını.

Yutkunduğumda, daldığımdan olsa gerek yorulmuştu ki tekrar oturmuştu koltuğa. Ellerimi bel boşluğuma koyarak bir adım attım. “Laf karıştırma araya ne diye geldin yanıma?” dediğimde göz teması kurmamak için başımı çevirdiğimde aynadaki yansımam ile göz göze geldiğim an başımı diğer tarafa çevirdim.

İzel Hera Özün, tanı kendini. Kazı aklına hiçliğini.

“Senin için…” diye bir ses işittim. Ona doğru usul usul çevirdiğim kafamı hafice sola eğiverdim. İstemsizdim, bunu yaparken. “ Kim bilir yine neler düşünüyorum, değil mi amcasının yeğeni?” diyerek devam ettiğinde sert bir nefesi içime çektiğimde burnuma dolan okyanus ferahlığına sinir olsam da bağımlısıydım. Kalbime değiyordu ve yükümü çok az… Çok az hafifletiyordu. Severken görülmeyenler anlardı bir tek; o kokunun getirdiği yükü de, alıp götürdüğü yükü de.

Kuruyan gözleri mi vardı, acaba? Duygusuz cümlelerindeki neden bu muydu yoksa? Ağlarsa kaybolurdu okyanusun dalgalarında. Kim bilirdi… Yaşarken ağlamak istediği tek bir ana şahit olmuştum ve hiçbir duygusu o denli kalbime işlememişti. Çünkü gerçekti, haykırışındaki acı. Ama… Şimdi ne değişiyordu, ağzından dökülen kelimelerdeki karanlık sahte olur muydu ki? Onu ne bildim ne okudum. Ben, yalnızca tanıdım. Yaman Özün’dü o. Bakamazdı bana. Bu yüzden tanımaktan başka bir seçeneğim kalmadı. “ Beni bu kadar önemsediğini bilseydim…” diye geveledim, kaçırdığım gözlerimle onu bularak. Koltukta öne doğru gelmişti, dizlerine koyduğu dirsekleri ile ellerini çenesine yaslamış bana bakıyordu. Beklemiyordum, beni izlemesini. Düşündüm, aklından geçebilecek tüm senaryoları. Sonu hep bana olan nefretine çıkıyordu; çıkarı olmasaydı bana bakmazdı, bu kadar uzun.

“Bilseydin…” dediğinde gözlerini benden aldı ve önündeki sehpaya çevirdi. Kısa bir süre baktı, bomboş. “ Hikâyen biterdi.” Dedi ve ayağa kalktı. “ Çünkü seni önemsediğim falan yok, amcasının yeğeni.” Dediğinde aldığı nefesi kendine hak görüyordu, kendime haram görürken nefeslerimi.

Gözlerimi kırpıştırarak, tırnak etlerimle oynamaya başladım. Alaylı bir tebessüme büründü solgun yüzüm. “ Matem var kalbimde,” Onunla kafa bulduğumu düşünüyordu. Oysa ilk kez kalbimdeki yerini göstermiştim ona. Gözlerinin içine bakmıştım, üstelik.

Bana benim gibi cevap verdiğinde aklına kazımasına şaşırmadım. Benle sık sık rövanşla laf atışmalarına girerdi ve zafer kazanması önemliydi. Bir kadına yenilmek gururunu kırardı. “Komik şey seni.” Dedi, tebessüm etti. “ Ben kalbinde varım.” Diyerek adımladı benim yanımdan geçerek. “ Uyumaya kalkma.” Kapıyı açmıştı ancak hala çıkmamıştı. “ Hazırlan, geleceğim tekrar kapına.” Örttüğü kapı ile derinlere kaybolmuştu.

Buraya sadece uyuma ve hazırlan demek için mi gelmişti? Bazı zamanlar ayarsız oluyordu. Derin bir solukta koşarak telefonuma sarıldım. Afra’yı görüntülü aramaya alarak, diğer elimle koltuğa atılan poşetleri alarak giyinme odasına ilerledim. Bir yanım onu bekletmek istemiyordu. Diğer yanım…

“Çığlık tablosu…” Diyen tiz bir ses ile tebessüme ettim, başımı eğerek. Girdiğim odanın köşesindeki beyaz koltuğa koyduğum poşetler ile telefonu tam anlamıyla yüzüme tuttum. “ Hala hazır değilsin,” dedi sorgular gibi.

“ Şimdi başlıyorum,” dediğimde şok ifadesi dağılmamıştı.

Kafasını inanamazcasına salladı. “ Ben olmalıydım, orada. Yaman, Devrim ve Dağhan değil.” diyerek yakındı. “ Hiçbiri modadan anlamıyor. Sabah Devrim. Öğlen Yaman akşam da…” dediğinde duraksadı. Dağhan demeliydi. “ Onun beni arayacağını düşünmüyorum.” Dedi. Aynı kişiyi düşündüğümüzü biliyordu. Bir dakika… Yaman’da demişti. Sormalı mıydım? Dağhan’ı mı sormalıydım? Duraksamamdan anlamıştı. “ Bana bir elbise fotoğrafı attı.” Dediğinde gözlerini benden aldı. Alkım içindi. “ Alkım için olsa gerek.” Diye zoraki kurdu cümlesini. “ Arkasındaki dekolte fazla aşağı iniyordu dikilse bozulur mu, diyerek saçmaladı işte.” Dedi bir hızla. Bana döktüğü cümlede çektiği azabı görmüştüm sesinde.

Yapma. Kanma. Yaşama.

İzel el değdiremezsin, senin olmayan kalbe.

Aksi olduğunda… Kazık kalbine saplanmalı.

İçime akan çığlıklarıma gözyaşlarım değiyordu. En iyi hünerimi koydum ortaya. Sessizlikte kendimi boğmak. İrdelemeden, “ Dağhan,” diye konuya atladım. Bendeki kalp başkalarında da vardı. Düşünmem gereken güvenim vardı. “ Sana bir şey demedi, değil mi ” diyerek kaşlarımı çattım. İkisi arasında Devrim’den gelen bir tanışıklık vardı. Yaman ile birlikte gelmişti okula. İkisi Fransa’dan dönmüş, Devrim gelmemişti. Bir abi gibi yaklaşmıştı başlarda Dağhan. Ama sonrasında… Afra’nın gözleri ondan kaçamamıştı. Kaptanı olduğu basket maçında Dağhan’a sarılan kız ile gözündeki kırıklık, tanıdık gelmişti. Ne olacağını bilirken rüzgâra kapılmıştı ve savrulmuştu. Ardından Dağhan’dan kendini soyutlamış, illegal katıldığı yarışlardan fotoğrafları okul sayfasına atmıştı ve aylardır gece gündüz emek verdiği basketbol turnuvasından men edilmesine neden olarak onu da kendinden soyutlaştırmıştı. Çünkü bir merhaba merhaba dahi demiyorlardı, birbirilerine. Bir basketbol maçında kırılan saklı kalbini, yine bir basket maçında kırılmış kalp ile zehirlemeyi seçmişti.

Afra, cevap vermeden önce yüzüne sürdüğü allığına bakıyordu. Bende bir yandan üzerime poşetten çıkardığım siyah sırt dekolteli elbiseyi giymeye çalışıyordum. Annem siyahı bana yakıştırmazdı, oysa en sevdiğim renkti. Bu rengi seçmesi, belki de ciddi bir iş olduğu içindi. Ama mutlu etmişti beni. Elbisenin göğsündeki danteller ile örülmüş dekolte aklıma rüyamı getirdi. Anımsasam bile bir kısmı hiç olmuyordu, rüyalarımın. Zorlamadım. İnce ip askılarını omzumdan geçirdim. Sırtındaki fermuarı sonuna kadar çektim. Neyse ki sırt dekoltesi aşırıya kaçmıyordu. Hem göğüs hem sırt olsaydı… Özgüvensiz hissederdim. Böyle bir elbisede yetersiz kaldığım için. Sandalyeye oturduğumda, Afra allığında karar kılmıştı ki bana cevap verdi. “ O kim oluyor ki, benimle konuşsun?” dediğinde telefona değil de hala aynada kendine bakıyordu. Eline aldığı rimeli kirpiklerinden geçtiği sırada telefonu sabitleyerek makyaj çantasını açtım. “ Devrim, ona ne dediğimi sordu?” diye devam ettiğinde umursamaz gibi davransa bile içten içe kendini yediğini bilmekten çok yaşıyordum. “ Bana göndereceği bir hediye olduğunu, ona dediğinde benimle konuşmak için müsait bir zaman bulamayacağını söylemiş,” dediğinde elindeki rimeli bıraktı ve vazgeçemediği chanel rujunu dudakların değdirdiği an duraksadı. “ Alsaydı en azından başka bir şekilde bana ulaştırabilirdi.” Dediğinde yakındığının bu olmadığını ikimizde biliyorduk. “ Devrim ile gereksiz gerilim yaşadım, onun yüzünden.” Oysa Devrim ile gerilimsiz geçen tek bir telefon görüşmeleri yoktu.

Sesli bir şekilde döküldü kalp anahtarım. “Kandırdın. Ups. Bir sır.”

Göz ucuyla bana baktı ve “Ups. Bir sır. Kandırmaya devam edelim.” Diyerek tamamladı.

İkimizde minik bir tebessüm ettiğimizde, Afra’nın ardından gelen ses ile konuşmadan öpücük attı, telefonu kapattı. Yine önemli bir etkinlik olmalıydı. Ekranıma düşen mesaj bildirimine değdi gözlerim.

Can ciğer kuzu sarması; Bir İtalyan ile fotoğraf bekliyorum.

Bir İtalyan… Yaman kadar kalpsizler miydi diğerleri de? Kalbime kazınan biri vardı başkasına oyun niyetiyle yaklaşamazdım. Tuhaf kaçardı, kalbime. Buruk bir tebessüm ettiğimde, ellerim saçıma gitti. Topuzumu bozdum. Dağılan saçlarım omuzlarımdan aşağıya süzüldü. Ancak aynaya değdirmedim gözlerimi. El alışkanlığı ile yeniden daha sıkı topuz yaparak, bağladım. Ve aynaya baktım. Koyu bir makyaj ile tamamladığımda, Annem bu görüntüden nefret ederdi ama buna rağmen karanlık görünümümü kendi istemişti. Garibime gitse de sorgulamadım. Kendine göre doğru olan buydu, bu defa. Ne de olsa bale de yapmayacaktım, keman da çalmayacaktım, cemiyete kendimi sunmayacaktım. Alt tarafı bir toplantıydı.

Ayna başından kalkarak, üzerimi silkeledim. Diğer poşetten çıkardığım siyah tabanı kırmız olan stilettoları alarak, giydim. Ve kendime baktığımda, annemin inşa ettiği kızdan eser yoktu. Ben buydum, zifiri karanlık. Sakla gerçekleri, görünmesin yüzün, düşme bir başkasının uçurumuna. Kimsenin bilmediği o heyecanımdı, karanlığım. Çünkü düşünemiyordum, üzerime düşmeyen gölgeler vardı. Soğukta kalıyordum, can yakıyordum kimse bilmeden. Ve sonunda kaybediyordum karanlığımı. Düşleme İzel. Üzerine düşen gölgeler bir an yok olursa nefes alamayacaktın çünkü. Hasret yaşa karanlığına.

Kapı çalmıştı, ben ayna karşısında ayaklarımı izlerken. O mu gelmişti? Daha yeni gitti sayılacak kadardı geçen süre. Ama telefondaki saate baktığımda, iki buçuk saati geçmişti o gideli. Ayağımda ince topuklularla koşmaya çalıştım belli bir yere kadar. Ardından yavaşladım, kapı ardında heyecan yaşadığımı bilmesin diye. Derin bir nefes alarak, açtım kapıyı. Elindeki ceket ile tamamlarsak, oldukça şık bir takımdı. Ceketi olmasa bile… Beyaz gömlek ile de İtalyan yakışıklılığının zirvesini yaşıyordu. Onu bir kez süzebildim, o ise baştan aşağı tekrar tekrar süzdü kaşlarını çattı, sert nefesler aldı. Hoşnut olmamıştı elbisemden ancak annem seçmişti, ağzını açmaya hakkı da yoktu. Yüzüne bakmaya devam ettiğimde, ne var dercesine kaç göz yaparak tepki vermemi bekledi.

Sen kapımdasın, benim için değil. Kaşlarımı çattım ve “ yine ne var, sevgili kuzenim?” dediğimde yüzünü ekşiterek kapı kenarında içeriye girdi. “ Sana gir demedim,” diyerek kapıyı kapatarak ardından ilerledim. “ Sen algı da mı seçicisin,” dedim sesimi yükselterek. “ Duvara konuşmuyorum, Yaman…” Ani bir hızla bana döndüğünde, yüzümde patlayan flaş ışığı ile ellerim ile yüzümü savundum. Gözlerimi ovmak istediğimde makyaj yaptığım aklıma geldi. Annemden kalan dürtülerdi. Bir kadının eli yüzüne değerse kirlenir, demişti. Öfkeli bir nefesi göğsümde büyüttüm. Ve yüzüne doğru savurdum. “ Sen… Delirdin mi,” diyerek bağırdım. Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda, elindeki telefona bakıyordu, hafif bir dudak kıvrılmasıyla. Ben ürkmüştüm ve gram umurunda değildi. Hadi ama İzel, umurunda olduğun günü saysana parmaklarına.

“Yengem seni kontrol etmemi istedi,” dediğinde kaşlarımı çatmıştım. Elindeki telefonu bana doğru salladığında “ güzel…” dedi ve telefona baktı.“ Sana güvenmiyor.” Dedi bana doğru çevirdiği bakışları ile. “ Elbiseyi giymeyeceğine emin gibi konuşmuştu.” dediğinde baştan aşağı süzdüğü bedenimi saklama gereği hissediyordum. Ancak kaçamıyordum ondan. “ Giymişsin ikiletmeden.” Diyerek kafasını telefona eğdi, yeniden. “ Seni tanımıyor, annen bile.” Sesi biraz daha kısıktı. Belki kendine konuşmuştu ama duymuştum. Haklı haklı konuşmasan… O zaman kırgınlığım yükü kamburumdaki yükü besliyordu, sızlıyordu kemiklerim.

Gözlerimi ondan ayırarak, elbisemin bacağındaki yırtık detayı çekiştirdim. Ailemin bazen üzerime kasıtlı olarak geldiklerini onlarla başa çıkıp çıkamayacağımı kontrol ettiklerini düşünmüyor değildim. Çünkü hepsi kontrol manyağıydı. Yaman’ın bile onlara katıldığı günler oluyordu. Rahat görünse de içten içe düzen, kontrol, güç zehirlenmesi yaşadığı günleri görüyordum. Aileden ne görüyorsak, öyle devam ediyorduk. Çocuk aklıydı, gözümün gördüğü her şey. Doğru der, devam ederdik soydan gelenlere. Yanlış olduğunu anladığında çoktan kazılı bir çukurun olurdu, içine giren ruhundu. Ebeveynlerdi, şeytanı da meleği de yetiştiren. Seçemezdi çocuk ailesini. Değiştiremezdi soyların adetlerini. Büyürdü, elindeki savunmasız savurduğu bıçağın körelmiş ucuyla.

Ona baktım. “Mesaj atsaydın, ben konuşurdum, annem ile!”

Bana bakmadı. “ Sana annen güvenmezken ben neden güveneceğim,” dediğinde duraksamadı, düşünmedi bile. Ağlamayacaksın, İzel. Kalbin yanıyor. Ama ağlamayacaksın. Dik başlılığınla ile karşısında dikilmeye devam ederken, ölecekti ruhun tekrar tekrar. Ama karşısında gözyaşlarını sele çevirmeyecektin. Derdi sana, et parçası. Kokardı, ruhun acıyla. İzin kalırdı, baktığında gözlerin buğulanırdı.

Kaldırdım başımı. Omuzlarımı dikleştirdim, görmezdi zaten kamburumu. “ Bana bak, seninle muhatap olmak zaten azap. Bir de iki de bir karşıma dikilip durmayı kes!” dedim bir hızla. Git hadi. Ağlayacağım ayna karşısında. Kusacağım, içimde kalanları. Git, kalbimden artık. Beni bana bırak. Kaybettiklerime kin çalmam gerek. Yüzüne baktığımda yapamıyorum, ben. Kalbimdeki harbi, dindiremem gözlerine değersem. Biliyor musun, bir kez bile harbin galibi olamadım. Sendin hep. Beni benden çalan. Aklımı yitirten. Ruhuma değen. Bir tek sensin.

Beni bulmuştu gözleri, görmemişti ancak. Araladı kalın dudaklarını. “Bensiz yolu bulamazsın, prenses.” Diyerek gözlerini kısar gibi yaptı. “Atarını giderini yarına sakla.” Dedi ve telefonunu cebine koydu. Ceketini giyerek, aynaya ilerledi. Beni kaideye almadı.

Ters bir bakışla aynadaki yansımasıyla göz göz geldiğimde kafamı başka yöne çevirdim. “ Olmaz, unuturum.” Diyerek fısıldadım kendime.

“Ben unutmam, unutturmam.” Kulağıma değen kalın sesiyle, yutkundum. Ani bir cevaptı ve nasıl duymuştu beni? Bakışlarım aynaya çevrildi. Gömleğin yakalarını düzlüyordu, çabayla. Dedikleri sıradandı onun için. Oysa ben zihnimde onlarca soru işareti ile baş başa kalmıştım. Unutmam dediğinde iyiye yormuştum ancak ardından gelen unutturmam ile de başım bela açacağımı sokmuştu gözüme. İki arada bir derede kalmıştım yine cevabıyla.

Bana doğru döndü ve “ gidelim, artık.” Dedi adımlarını bana doğru ilerletti. Ayakucumda durdu, “çantan ve ceketini giy bana bakma.” Dediğinde yüzümü buruşturdum. Ardıma dönerek, komedinin üzerinden çantamı aldım ve telefonumu içine atatarak fermuarını kapattım. Askıdaki kabanımı da aldığımda, elimdeki çantayı bir hızla çekiştirerek aldı ve kapıya adımladı. Kabanımı giydiğimde kaşar adım onu takip ettim. Açtığı kapıdan önceliği bana tanıdı. Hızla çıktım ve ardımdan gelerek, asansöre doğru ilerledik. Hala çantam elindeydi, farkında değildi muhtemelen. Dalmış gibi bir ifadeye bürünmüştü yüzü. Asansör açıldığında, bindik ve eksi ikiye bastı. Bilmiyordum yolu. Onu sessizce takip etmem gerekti, beni yol ortasında bırakacak potansiyeli vardı. Kimseyi de tanımıyordum burada.

Sessizce asansör yolculuğunu bitirdik ve otoparka çıktık. Onu takip etmeye devam ettim. İlerideki zümrüt yeşili Porsche doğru ilerliyordu ki yanındaki lacivert Mercedes’in kapıları açıldı. Dağhan ve Devrim, şık takımları ileydi. İçten bir gülüşle, Devrim’e koşar adım ilerledim. Kollarını açarak, “ külkedisi, dehşet-ül vahşetsin yine…” dediğinde kollarımı ona sardım.

Güldüm hafif bir ses döküldü dudaklarımdan. “Sende afet-ül vahşet mi demeliydim,” diyerek uzaklaştım.

Gözleri ardımda kalan Yaman’a değdiğinde, tekrar bana baktı. “ kapmışsın, ha. Bir Afra’ya öğretemedim,” Bakışlarım Dağhan’a kaydığında, bakışları zemindeydi. Ne düşündüğünü okumaya çalıştım. Yalnızca sayılı kelime gezindi zihninde; Afra Hanzadeoğlu o… Fazlasını düşünmedi. Yerini hatırlatmıştı belki de kendine. Ancak kırgınlığı barizdi.

Dağhan’a döndüm. “ Sen nasılsın, çok olmadı görüşmeyeli ama…” diyerek muhabbet olsun istedim.

Bana çevirdiği bakışları ile “ yaşıyoruz gördüğün gibi. Sende yaşıyorsun gördüğüm gibi.” Dediğinde yüzümü buruşturdum.

“Git gide Yaman gibi oluyorsunuz, ruhunuz çekiliyor,” dediğimde Dağhan ve Devrim’in dudakları usulca kıvrıldı. Üçü bir arada mutsuz olma ihtimalleri yoktu.

Tanıdık bir nefes hissettim, ensemde ve ürperti dal saldı kalbime. “Seni sevmediğimdendir, gördüklerin.” Diyerek konuştuğunda, bir adım sonrasında yanımda belirdi. Ruhsuz değilim demenin farklı yolu beni parçalara ayırmasıydı. Neticede nefret de bir duyguydu. Hem de ekilen tohumların suya ihtiyacı olmadan büyümesine nede olacak kadar güçlüydü de.

“ Önyargılı yaklaşıyorsun kendine.” Dediğimde kaşları havalandı. Kayboldun, İzel. Bırak geride boğularak tutunsun hayatına. Karanlığına sahip çık, üzerine düşen bir gölge değildi şu an. Aldığım nefesle, “ego bozuklukları olan ukalanın tekisin, aslında.” Dediğimde nefesimi bıraktım.

Dağhan araya girdi ani bir şekilde. “ Geç kalacağız, mirasyedi çekişmelerinizi kuytuya saklayın.” Dedi ve Devrim’e döndü gözleri.

“Eğer toplantıda en ufak terslik olursa bok gibi bir hayatın içine atılırım. O yüzden hadi, kardeşim. Hadi.” Diyen Devrim eliyle yol verdi, Yaman’a.

Adımlarımı Dağhan ve Devrim’in indiği arabaya yöneltecekken, kolumdan çekilmesiyle Yaman’ı takip etmek zorunda kaldım. Onunla gitmek istemiyordum çünkü altta kalmayarak, kalbimi deşecekti. Biraz çabalayarak ayırmaya çalıştım ellerini ama izin vermedi. Diğer elindeki çantamdan dolayı zor da olsa kapıyı açarak, arabanın içerisine doğru iteledi. Tekrar kalkmak istediğimde arabanın kapısında tutarak, üzerime eğildi ve “ Bay ve Bayan Özün, olarak katılacağız. Saçmalamayı kes ve otur şuraya.” Dedi, elindeki çantamı üzerime attı, kapıyı kapatarak, şoför koltuğuna geçti. Emniyet kemerini takarken kısa bir duraksamada onu anlayarak kemeri taktım.

Çantamı açarak, kablolu kulaklığımı buldum ve telefonuma takarak, dinlediğim son şarkıyı yeniden açtım. 4 Morantçalıyordu. Gözlerim ön camdan, yanımdaki cama çevirdim ve akıp giden yolu izlemeye başladım.

Koca dağların arasında ağaçlar süzülüyordu, gökyüzü kara bulutlara sarılmıştı, diğer tarafta deniz olmalıydı. Onun manzarası daha güzeldi. Belki bende kafamı oraya çevirsem güzelleşirdi, manzaram ama denemeyecektim. Arabanın ani bir şekilde durması ile kaşlarımı çatarak, ona döndüm. Pür dikkat önüne bakıyordu. Baktığı yere doğru döndüğümde, ceylan ve sırtına konmuş bir kırlangıç bize doğru dönmüştü. Dağ başıydı ancak bir ceylan görmeyi beklemiyordum. Kırlangıç’ta mutlu olmalıydı ki, kanat çırpıp duruyordu. Tebessümle telefonuma sarılarak, onları fotoğraflamak istedim. “ Flaşla ürkütme, onları.” Dediğinde bakışlarım Yaman’a döndü. Arabayı durdurmuştu, bu yüzden. Kendilerinin geçip gitmelerini bekliyordu ancak istiflerini bozmaya niyetleri yok gibiydi.

“ Diğer türlü de net olmayacak ama.” Dedim kendi kendime. Puslu çıkacaktı ama anı kalırdı en azından. Yanı başımdan gelen sesleri umursamadan telefon kamerasını onlara çevirdiğimde, önüme uzatılan minik bir fotoğraf makinesi ile heyecanla ona baktım.

Açıklama gereği duymuştu. “ Senin için bekletmiyorum yanımda. Seviyorum ben.” Dediğinde söylemese bile benim için olmadığını anlayacak kadar tanıyordum onu.

Omuz silkeleyerek, elinden aldım ve iki anı yakaladım. Yolun kuytu kalan kısmına doğru iyice sokulduklarında gözümüzden çıkmışlardı. Ve Yaman, yeniden çalıştırmıştı arabayı. Ruhsuz değildi. Dediği gibi bana layık görmüyordu duygularını.

Mırıldandım. “Bana atacak mısın, yoksa çantama atayım mı?” diyerek fotoğraf makinesini elimde salladım.

Ters bir bakış attığında, elimden aldı. “Atacağım,” dedi yalnızca.

Emin değildim ve riske atmak istemedim. “Söz mü?”

Yutkundu. “ Söz, İzel. Sözüm var sana.” Diyerek ikna oldun mu diyordu. Olmuştum.

Elleri direksiyonda yoluna bakıyordu. “Bana kızdın mı?” diyerek ona bakmaya devam ettim.

“ Sebep?” dedi. Bana kızmak için ne zamandan beri sebep arıyordun ki? Unuttun mu sen Yaman Özün’sün. Bir kimliğin ve soyun var. Sebepleri oluşturacak kadar değerlisin insanların gözlerinde. Sıradan bir insanım çevrende bende. Kıyamadım, yine sana. Anlayamazsın bu yüzden. İçimde kalan duygu kırıntılarının karışıklığını. Çünkü sen hiçbir zaman benim yaşadığımı yaşamayacaksın. Ailen vermeyecek sana günahlarını, bırakmayacak kuyuda ellerini. Belki bir gün ben hissederdim, seni. Yedi düvel arasında kalbimdeki harbin galibi değerdi, ellerime. O zaman nefeslerimde dahi dallar yeşerirdi.

Anlar mısın beni, bir gün? Hisseder miyim senin gibi, bir gün?

Ön camdan dışarıya doğru bakmaya başladım, bu defa. Omzumu silkeledim, dudağımı büzdüm. “Bilmem, öylesine sordum işte.” Dediğimde kulaklığımı yeniden taktım. Ancak şarkı çalmıyordu. Belki bir şey derdi ve duymazdım açtığımda. Kafamı tekrar yanımdaki cama çevirdim. Bir şeyler diyeceği yoktu. Artık dışarıdaki yaşamda ilgimi çekmedi ve gözlerimi kapattım.

Soluk sesi, ferahlamış gibiydi. Camdan gördüm, onu. Bana baktı, kaşla göz arası. Sanki onu kötü yola çekecekmişim gibi dönmüştü yola. “ Kafa yapıyorsun, İzel.” Dediğinde iki arada bir derede kalan o gibiydi, bu defa. Bana uyuşturucu muamelesi çekmişti. İyi miydi kötü müydü? Ruhu alıp götüren ne iyi olabilirdi ki? Aklı başından alan zarar ziyana itelerdi bedeni. Kötüye yordum. Nasıl iyiye yoracaktım, kalbini özenle benden sakınan biri için. Kalbim zihnime dolanan dillendirmediğim ikinci seçeneği çok istedi. Tenimi yaktı, dilimden dökülsün diye. İrademdi kazanan, nadirdi bu an. Kısa sürecekti. Çünkü bir saç teliyle bağ öreceğimi sanan zavallıydım. Ama senin için yaşıyorum ben, zavallı da olsam.

Telefonu çalıyordu, aramızdaki boşluktaydı. Açtı ve hoparlöre aldığında, dizine koymuştu sanki. Camdan gördüklerim net değildi. Alkım’dı, telefon ardında şakıyan ses. O kadar neşeliydi ki… Kıskandım. Ve ardından kendimden iğrendim. Gözlerim ellerime değdi ve ardından usulca kapandı. Şarkıyı açmak istedim ancak uyuduğumu sanıyordu, onu dinlediğimi sanacaktı. Dinlemiştim de orası ayrı bir mevzuydu.

“ Şıksın ve ben yanında değilim,” dedi Alkım. Yine de mutluydu. Çünkü biliyordu ki Yaman, onunlayken tamamlanıyordu. Yaman’ın zirvesiydi, Alkım. İnsanların karışık cümleleri uğultu oluştursa da haklılık payları hep var olurdu. Onları izleyenlerde, başından sonuna kadar haklı kalacaklardı, işte.

Yaman, derin bir soluk aldı. “Telafi ederiz, sıkma canını.” Ağlamadım. Ancak içimdeki acıyı nereye kadar zorlayacaktım, bilmiyordum. Ben neden olamıyordum, eksiğim neydi? Görüntün, soyun, zihnin… Kusurluydun, İzel. Aşkın arasında kalan tek kusurdun, sen.

Alkım devam ediyordu halen. Gülüşündeki cilve kulaklarımı tırmalıyordu, ondan değil kendimden iğreniyordum yine de. Çünkü gözüm artık ona ait olanda, kalmıştı. “ Yaman, dediğimi düşündün mü?” Diyerek devam ettiğinde bir hızla böldü onu.

“Bunu sonra konuşalım.” Dedi bir hızla. Rahatsız olmuştu, her ne ise.

Alkım’ın nefesi buz kesen ortama kadar geldi. “ Sonra… Ne zaman mesela? Sen zaten dönem sonu yurt dışına gideceksin ve biz de muhtemelen ayrılacağız. Uzak mesafe ilişkisi yürütecek halimiz yok.” Dediğinde sesinde dile gelen isyan öfkeye karışmıştı. O yine mi gidecekti? Oysa daha yeni gelmişti. Ben onu görmeden nasıl tutunacaktım? Neden kıyıyorlardı, kalbime? Hakkım değil miydi, uzakta olsa? “Soyadınla bir kez olsun cemiyette dile gelmek istiyorum.” Başımdan aşağı dökülen kaynar suya rağmen kımıldamadım. Ben ona ulaşamazken başkalarının mendili olmaya razıydı. Başından beri ikisi neydi? Onu öpmesi, sarması, sakınması… Yalan olamazdı.

Sinirle bir nefes aldı. Gaza yüklenmişti. Yutkundum, korkuyla. “İzel sana sonra dedim.” dediğinde ne dediğini fark etmiş miydi?

Alkım, kısa bir sessizlik yaşadı. Ardından, “ İzel, değilim ben.” Dediğinde sesi ağır öfke kokuyordu. “ Bu kaçıncı sayıyor musun yine!” diyerek irdeledi. Bu ilk değil miydi? Belki de aklında diri tuttuğu nefretinden kaynaklıydı. Tartışmalarına sevinmek, benim için değildi. Yaman’dan çıt çıkmadı. Bende gözlerimi açamadım. Aralarında neler dönüyordu hiçbir fikrim yoktu ancak ikisi de göründüğü gibi değillerdi. Neydi, altında yatan sebep? Devam etmelerini beliyordum, nefes nefese.

Yaman bıkkın bir nefeste daha çok bastı gaza. Artık gözyaşlarımı tutamayacak gibiydim. “ İzel’i tanımıyorsun sen, baş belası işte. Sürekli yüz göz oluyoruz, dilime takılıyor.” Diyerek yüzüme karşı dediği kelimeleri Alkım’a anlatması incitmişti beni. Oysa ne bekliyordum ki? Nefretini bir tek yalnızken mi sunacaktı bana? Bilmediği gerçek vardı. Alkım beni ondan çok tanıyordu. Bu yüzdendi belki de sessiz kalışı. O da baş belası gibi mi görmüştü beni? “ Konuyu kapat. Şimdi işim var.” Dedi ve kapatmıştı. Sevgi ile başlamış, öfke ile bitirmişlerdi. Ben her anlarına şahit yazılmıştım. Tuhaftı ki ben hala yaşadığımı biliyordum. Ölmeyi doğarak seçeriz demiştim, günlüğümde. Hala nasıl yaşamı hak görüyordum o zaman kendime?

Sevmiyordu, sevmeyecekti, sevemeyecekti.

Başka birisine, bazen tatlı bazen acı anlar yaşatarak dokunacaktı kalbe.

Arabayı durdurdu. Sanırım bu defa yolun sonuydu. Bitsindi de artık. Çünkü ağladığımı görebilirdi devam edersek. Kapıyı açarak çıktığında, gözlerim açılsa da etraf net değildi, bu kadar mı ağlamıştı gözlerim ona? Değiyor muydun İzel, uğruna kuruyan gözyaşlarına. Elim yüzüme gitti, annemin sesi kulaklarıma infaz mektubumu okudu. Silmek zorundaydım. Kirlensem bile ondan eser kalmamalıydı. Ellerim ile sildim, iteledim hıçkırıklarımı kuyuya bir gün dolup taşacağını bilerek. Nefes almaya yeltendim. Kalbimdeki taş, izin vermedi. Ellerimin titrekliğini o an fark ettim. Ben kendimde değildim ki. Kalbimde başlattığı savaşın celladı yüzündendi. Hepsi tanıdık bir yabancı uğrunaydı.

Titrek ellerime rağmen kulaklığımı doladım hiç açılmasın isteyerek. Çantama teperek telefonuma da koydum ve kapattım. Bomboş bir ifade ile karşıda kalan merdivendeki aydınlatmaları daldım.

Özür dilerim, kalbimi adak olarak koyduğum için.

Özür dilerim, kamburumdaki yükü taşıyamayacak hale getirdiğim için.

Özür dilerim, bir kız çocuğu olarak doğup kendimden nefret etmelerine neden olduğum için.

Özür dilerim, bedenime verdiğim tüm zararlar için.

Saatlerce kendimden özür dilesem bile ben onu hep haberi dahi olmadan affedecektim. Sanırım günceme ekleyeceğim, çığlıklarım taşacaktı. Çünkü tam şimdi çığlık çığlığa bağırarak, önüme gelene sırtımdaki yükleri atmak istiyordum. Zorlanıyordum, hareket etmekte. Kımıldayamadım, koltuktan bir yere. Sanırım ruhumla birlikte artık bedenimde paramparça olmuş kanımın tadını almıştı.

Kafamı ellerim arasına aldım. Zihnim sussun diye birkaç darbe yedirdim. Ancak hala devam ediyordu, bana acımaya. Yitiksin diyordu. Et parçası diyen sesler hiç kesilmiyordu. Bir kez daha sert bir darbe indirdim ellerimle kafama. SUS, lütfen sus… İzel diptesin. Her şeyin var sanıyorlar ama hiçbir şeye sahip değilsin. Bedenin bile sana ait değilken… Ne diye birinin peşinde umut dalı arıyorsun? Kesmeliydim sesimi. Dinlemeliydi, zihnimdeki katlanılmaz uğultu. Kendimle hiçbir zaman mücadele etmeye kalkışmayacaktım. Korkuyordum çünkü. Ben benden koparsam… Görülmeyen sevgimde ölürdüm. Başıma yediğim darbeleri saymamıştım ancak dinmişti. Gözlerimdeki buğu çekilmişti sanki. Kendimdeydim. Arabanın içinde o yanımda değildi hala.

Ellerimdeki ıslaklığa kaydı bakışlarım. Avuçlarımı açtım ve gözümden damlayan son yaş, sol elimdeki kana karıştı. Acıma, acımı gömmüştüm yaramı gömdüğümü sanarak. Oysa gömmek için bandın dahi tutmayacağı kadar derin bir kesik açmıştım.

Sol elimdeki kesik ve sağ elimde gözümde bir an küçük bir cam parçasından ibaret olan makasa baktım. Ucu lekelenmişti. Çantamı nasıl açtığımı ve bunu nasıl çıkardığımı dahi bilmiyordum. Ama acım hafiflemişti çünkü kalbimdeki taş belirsizdi.

Çantamdan çıkardığım peçete ile elimdeki kanı temizlemeye çalıştım. Beceremedim. Durmak bilmiyordu. Haklıydı, o kadar yüke bende durmak istemezdim. Tekrar bir peçete alarak, kapıyı açtım ve indim arabadan. Çantamı omzuma astığımda, makası ve kana belenmiş peçeteleri ilerideki çöp poşetine atmak için ilerledim. Çöpe atarak ardıma döndüğümde, karşımda beliren bedene karşı irkilerek geriye adımladım.

Yüzü tanıdık gelen iri yapılı bu adam… Takımının kapattığı dövmesinin ucu boynundan görünüyordu. Soğukluğu ile ürkütücüydü ancak yakışıklılığı ile çekici gibiydi de. Bana neydi ki zaten. Yaşını almış abiydi sonuçta. Zeytin gibi siyah gözleri, belirgin olan çenesi kasılmıştı. Hiçbir şey yapmamıştım, ben. Her önüne gelene günah keçisi olabilir falan mı yazıyordu üzerimde. Ne diyeydi insanların bana olan nefreti?

Kaşlarımı çattığım an, “iyi misin?” dedi. Türkçe konuşmuştu ancak İtalyan ve Rus karışımı gibiydi. Benim Türk olduğumu nereden anlamıştı? Seni ilgilendirmesin, İzel. Zaten alt tarafı bir toplantıda görürdün sonrası şutla gitsin. Gözlerim ondaydı hala. Sesinin Rusların soğuk kanları kadar katı olsa da beni merak etmiş gibiydi kısılan gözleri. Çenesini ovuşturdu. Nereden tanıyordum, ben onu? “ Elinden kan damlıyor…” diyerek zor bela tamamladı. Gözlerim irice açıldı ve elimi buldu. Peçete çoktan su gibi olmuştu.

Elimi arkama sakladım. Oysa beni görmüştü, bu adam. “ teşekkür ederim ama sizi ilgilendirmez.” Dediğimde gitmek istedim ancak ileriden birkaç adamla bir şeyler konuşan Yaman ile her şey daha da batacak gibiydi. Saklanıp yaramı sarmam ve yanına gitmem doğru olandı.

“Yardım edebilirim.” Dedi ansızın yeniden. Ne münasebetti. Tanımadığım bir adam güvenmektense Yaman’a gider kalbimi kırmasına izin verirdim. Nefesimdeki öfkeyi fark etmişti. Yakasındaki mendili bana doğru uzattı, “ sen sar, ben saklıyorum seni.” Dediğinde başımı sola doğru eğerek saklanma isteğimi nasıl anladığını anlamaya çalışıyordum. Elindeki mendili alarak, yarama bastırdım. “ Yavaş, can bu. Acır.” Diye konuştuğunda başımı kaldırdım ve ona baktım sinirle. Ona neydi? Hızır mıydı, şeytan mıydı? Ne diye tepemde dikilmeye devam ediyordu.

Bıkkın bir nefesi savurdum, aramızda kalan bir adımlık boşluğa. “İyi yaralanırsanız uygularsınız taktiklerini. Şimdi susar mısınız, bu benim yaram.” Dedim üzerine basarak.

Bir tebessüm hırıltısı geldi, kulağıma. Aniden kafamı kaldırdım. “ Beni unuttun değil mi?” dediğinde netti. Benim onu tanıdığımı düşünüyordu.

Yüzümü buruşturdum. Gözlerimi çekmedim, gözlerinden. “ Kolay kolay unutmam ben. Siz hatırlanacak biri değilmişsiniz.” Bana bakmaya devam ediyordu ancak gözünde parçalanan ışık titremişti, sönmemişti. Ben mi kırmıştım onu? Onu tanımıyordum bile. İnsan tanımadığı birine ne diye kırılırdı?

“Haklısın, aslına.” Dediğinde göz temasını keserek başını eğdi. Mahcubiyeti nedendi, bilmiyordum. Bilerek hayatıma yeni bir şeyler katmak da istemiyordum. Yeni insanlar, acılarını getirirdi. Ve ben başka bir yükü daha bindiremezdim omuzlarıma. “ O zaman sen beni unutmayana dek tanışmaya devam edeceğiz.” Elimdeki mendili bastırmaya devam ederken, onun egosuna karşı kafamı sallamaya devam ettim. Ben tanışmak istemiyordum, belki. “ Merhaba, Prenses. Kendimi sana hatırlatmak isterim, bana beni öldürecekmiş gibi bakma diye.”

Huysuz bir sesle, “ben öyle bakmıyorum,” dedim itiraz etmek istedim nedensizce.

Güldü, içten bir şekilde. Ne tuhaf biriydi. Ne vardı bu kadar gülecek? “ Hatırlıyor musun, birlikte motor kazasına karışmıştık.” Dediği an kafamdaki kuşlar ötmeye başladı. Bana farkında olmadan pansumanı öğreten adamdı. Kocaman bir tebessüm istemsizce belirdi, yüzümde. Gerçekten tanıyordum onu, haklıymış aslında.

Tebessümüm hafif bir dudak kıvrılmasına döndü. “Birlikte değil siz, bizi o kazanın içine çektiniz.” Diyerek inkâr ettim.

Aynı içten gülümsemesiyle devam etti. “ sen diyorsan, öyledir muhtemelen.” Dediğinde gözleri ara sıra elime değiyordu.

Aniden,” özür dilerim” diyerek bana bakmasına neden oldum. Kaşları çatıldığında, neden der gibiydi. “ Sizi sapık sandım.” Diye aklımdan geçen ilk kelimeyi yerleştirdim cümleme.

Kahkahası ile şaşırdım. Kızar sanmıştım, ben. Görünüşü o kadar sertti ki… Beklemiyordum bu kadarını. “ Beni ilk gördüğünde de aynısını demiştin.” Dediğinde hatırlamadığım için bir kez daha kendime saydım.

Burnumu kırıştırdım. “Hadi ya… Bak bunun içinde özür dilerim, o zaman.” Diyerek elimi alnıma koydum. İleriden etrafa bakan Yaman’a ara ara göz değdiriyordum arabaya yaklaşırsa koşarak yetişmek için. İyi ki de bakmaya devam etmiştim. Çünkü şu anda arabaya doğru gidiyordu. “Bu kaba davranışım için de özür dilerim ama gitmem gerek. Tekrar görüşürsek eğer mendilinizi vereceğim...” Dediğimde el sallayarak hızlı adımlarla sıyrıldım yanından.

Arabanın dibinde duran Yaman’ın ardında belirdiğimde, arkasını dönmesi ile bedenlerimizin birbirine değmesi bir oldu. Nefes nefese kalmıştım ve bunu sorgular gibi bakıyordu. “ Sen!” dedi dişlerini sıkarak. “Hangi ara uyandın ve dışarıya keşfe çıktın?”

Kandırdım. Ups. Bir sır.

Geçiştirmek için cevapladım. “Bir ara uyandım,” dediğimde bak sen dedi gözleriyle. Dudağımı büzerek, omzu silkeledim. Senin yüzünden uyuyamamıştım. Sanmıştın işte sadece.

Sabrındaki son demlerdi. “ Ya kaybolsaydın!” dedi sinirini yüzüme savurmaktan çekinmedi.

Üzerine doğru geldiğimde, sırtı zaten arabaya değiyordu. Geriye kaçacak tipte yoktu. “ Çocuk değilim, ben!” dedim inatlaşmak son isteğim bile değildi ancak beni bela olarak görmesini istemiyordum.

“ O zaman elindeki yara neyin nesi?” dediğinde gözlerim irice açıldı. Yaramı görmesi, bazen mümkün oluyormuş. Ancak bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ne kalbimdeki taş oynuyordu yerinden, ne kemiklerimdeki dayanılmaz sızı azalıyordu.

Yeşil gözleri, sorguluyordu süzüyordu bedenimi. Başka yaram olduğu için mi? Yoksa işlerine engel olacağımdan korktuğundan mıydı, telaşı? “Kesiğim derin değil. Başına da bela olmayacağım bugün. Bakma öyle!” diyerek geriye kaçtım.

Kafasını eğerek, bakmaya devam etti. “ arabanın içine geç, bekle beni.” Dediğinde gözlerimi sıkıca kapatarak açtım. Başına bela olmayacağım demiştim. Sakin olmam gerekti. Onu iteleyerek, arabaya bindim. Elimdeki mendili çantama koydum. Çok geçmeden, yanı başımdaki koltuğa oturdu.

Düşünceliydi. Ancak bana değdiğinde gözleri, garip bir endişe bürüdü. “ Elini getir.” Diyerek elindeki pansuman malzemelerine bakış attım. “ Hadi, İzel.” Dediğinde kafasını karıştıran bir şeyler vardı. Alkım ‘mıydı yoksa, konuştuğu kişilerde olabilirdi?

Ona doğru uzattığım elimi, elleri arasına aldığında, yüzü buruştu. “ Tiksineceksen ben yaparım.” Diyerek çekmek istedim elimi. Ancak izin vermedi.

Bana değen gözleri, kısılmış kararmıştı. “ Bu kadar derin nasıl kestin?” Sorduğu sorunun cevabı bende de yoktu. Omuz silkeledim, bilmiyordum işte. “ Sen nasıl birisin, başımın belası…” dediğinde içten içe kendine yakınıyordu sanki. “Dışarıda bir yerde kanın damladı mı?” diye sorduğunda anlamsızca çatıldı kaşlarım. “ İlaç tüccarları dolu burası.” Dese de benim kanımdan ne gibi bir şey bulabilirlerdi ki? Saçmalıyordu, sadece. “ İzel, cevap ver.” Dediğinde yarama üfledi ve ardından sürdüğü her ne ise yaktı yaramı.

Gözlerimi kapattım. Damlamıştı birkaç damla. “Ne önemi vardı?” Sessizce içime dert yandığımı sanmıştım.

Ancak, “sen meseleyi anlıyor musun, İzel?” diyerek bana cevap verdiğinde sözlerimin sesi olduğunu algıladım. “ Tek bir damla kanda kaç can boğuldu,” diyerek devam ettiğinde endişesini yersiz buldum.

Elimi çekmeye çalıştım yine izin vermedi. “Ne değişecek, öyle ya da böyle mezara baş koyacaksın.” Bana öyle bir bakmıştı ki. İlk kez bana kırıldığını gördüm. Oysa gerçeği vurmuştum yüzüne. Benim her gün yüzüme attığı tokat gibi sözlerinden sonra bunlar birer hiç kalırdı zaten.

Uzatmadı. “ Nereye damladı, kanın?” diyerek konuyu geçiştirdi. Elimi sararak, bana baktı. Ve elimdeki temasını kestiğinde yalnızlığa sarılmış gibi üzüldüm.

“ Çöp kovasının oraya,” diyerek arabanın ön camına doğru kaldırdım elimi. “ Oradaki…”

Dudakları düz çizgi haline geldiğinde, “ çantandaki mendili de ver bana.” Diyerek kafasını bana çevirdi.

Kafamı salladım, veremezdim. “Benim değil, sahibine geri vereceğim.” Dediğimde gözlerini kapattı. Zorlanıyordu, sanki her şeyi tek çırpıda anlatmak istiyordu ancak onu durduran bir şeyler vardı. “ Bakmayı keser misin, olmaz diyorum sana!”

Üzerime doğru eğildi. “ ardında iz bırakırsan infaz edilen yalnızca sen olmazsın, sarışın.” Dediğinde ne demek istediğini anlamıştım. Gözüme sokmuştu, ailemize zarar gelebileceğini.

Usulca çantamı açtım ve çıkardığım mendili ona verdim. “ Ama atma. Yıkarsak, geçer…” dediğimde kafasını sabır dilercesine çevirdi. “ Bana emanet, anlamıyor musun?”

“SENDE BANASIN!” Diyerek bir hızla bana doğru dönerek sesini yükseltti. “ Gözlerimin önünde seni denek olarak kullanmalarını izlemeyeceğim, duydun mu beni?” dediğinde öfkesi bana değildi. Kendineydi. Benim bilmediğim onlarca şey bilirken zihninde dolanmıyordu, neden? Okuyarak belki de yükünü paylaşırdım. Onlarca ağırlığım yokmuş gibi onunkileri de sırtlanırdım. Hem onun olanlara daha sıkı sarılırdım. Biliyordum.

Aramızdaki boşluktaki anahtarlığa dolanmış anahtarları aldı. Anahtarlık bir çakıydı. Ve bir anda açtığında, kaşlarım çatıldı. Sol eline bir çizik attığında, elim ağzıma gitti kısa bir an. Hemen sarıldım çakıyı tutan eline. “ Sen… NE YAPIYORSUN!” diyerek sesimi yükselttim. Ama titremişti, hiçbir işe yaramamıştı. Kendi elimdeki kesiğe bile dökmediğim yaşım onaydı. Usul usul süzülüyordu, yanağımdan şakağıma. Gözümden akan yaşlara baktığında, afallamıştı. Oysa ben hep ağlıyordum ona.

“ Neden ağlıyorsun,” dedi zoraki.

Gözlerime baktığında, durmaya cesaret etmeye yeltendim. Ama olmuyordu. Beni dinlemeden sıcaklığıyla yüzümü yakıyorlardı. “ Çünkü… Benim, nedeni.”

Aslında sendin, nedenim.

Bir kemikte kalsam, sendin benim her duygumun eseri.

Bölüm : 26.01.2025 22:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...