
Bir an özgürsün.
Hayır, o an muhtaçsın.
Şeytan yamacında.
Dileniyor senden kalbini.
Dizlerini yere koymuş, ceketi ile belimi sarmıştı. Bana öyle tuhaf bakıyordu ki… Kalbimin içinde saklı kendini görmüştü adeta. Gözlerimi kırpıştırdım. Ona bakmaya devam ettim. Yaman, karşımdaydı ve diz çökmüş acı bir ifade ile bana bakıyordu.
Kendimden utanmamama neden oldu, ruhu fark etmezken.
“ Gittin…” dedim gözümden süzülen yaşlara kayan gözlerine. “ Ben gittin… Sandım. Beni… Bıraktın geride…” diyerek konuşmaya çalıştım. O kadar çok korkmuştum ki… Alkım ile el ele gördüğümde yaşamıştım kalbimi saran zehirli duyguyu.
Gözleri kısa bir an ardıma kaydı. Yeniden bana döndü. “Dosya için geldim,” dedi beni umursamayarak. Ben toprakla bütündüm, görmüyor muydu? Bir masalın içinde olamayacak kadar çaresizdi, ona bakan gözlerim. Hissizliğini ve kinini bir an olsun kenara bırakmayı denese… Çünkü nefeslerimi hissetmeyecek kadar ölüydü ruhum.
Bak bana, gör beni ve acı bana kıyma canıma. Acırsa belki bedenim sağ kalmayı becerirdi, acizliğine tutunarak, kendisinden tiksinir ve şeytana dönüşmeye gücü yeterdi. Şeytan dediğimde benden nefret edecek insanlar artarken zihinleri farkına varacaktı elbet bir gün… İnsanlarda birer şeytandı çünkü. Kapasiteleri öyle ulaşılmaz yerlere erişirdi ki… Ülkeler yıkılır, katliamlarının sınırını çizmezlerdi. Zevk alırlardı, tıp ki kanın kırmızısında hırs buldukları gibi.
Dizlerin kesildi ve kurban edildin, şeytana…
Başka hiçbir açıklaması yoktu, ona olan vazgeçilmez hislerimin.
Kaşlarım çatıldı, ellerimi topraktan çektim, birbirine sürterek çırptım. “Sana seslendim… Sana seslendim.” Diyerek tekrarladım. Bu defa haykırışımdaki buğu onaydı.
Bana tutunmak istedi, geriye çekildim toprakta kaymaya çalışarak. Elbisemin açıkta bıraktığı bacaklarımın kırmızı kusur çizgileri ile dolduğuna yemin ederdim. “Bu gürültüde seni duyabileceğimi mi düşündün?” dese de duyması gerekti. Ben onu duyuyordum o da beni duymalıydı. Beni görmüyor oluşuna alışkındım ama… Burası cehennem diyen de oydu, şeytan ile karşılaştığımda ne yapmam gerektiğini bilemeyecek kadar toydum üstelik.
Ona öfkeyle bakmaya devam ettim. Buraya kolunda girdiysem gerçek bir tehlike vardı, dört duvar arasında. Bana bu denli yaklaşması için tehdit edilmesi falan gerekirdi ancak. Onu da yapabilecek olanlar ailesiydi ve burada değildi. Burnumu çekiştirerek, “ben seni duyardım…” Her şeye rağmen onu duyardım. Kendimden emin olduğum tek konuydu. Zihnim ölümü göze alsa da okurdu onu.
Yutkundu ve elleri kayan ceketini omuzlarıma yerleştirdi. “ Kanın başka nereye değdi,” diyerek beni yok saydı. Bir nebze olsun bana üzüldüğünü, kendini yerime koyduğunu düşünsem… Neden hayallerde yaşamaya can atıyordum? Kalbim yine ağırlaşıyordu. Bana bir şeyler söylesene. Kusmak istemiyorum. Durmam gerek. Durman gerek. Lütfen ölmeme izin ver. Meselem kusmaktan da öteydi. Bir an özgür olmuştum, yine kusmak istemiştim ancak. Hayır, o an muhtaç olduğum kalbiydi. Şeytan yamacımda beni manipüle etmeye gayret ediyordu. Dileniyordu, kalbimdeki mührü kazarak kanatmamı.
Ben ölürken, akıp giden kanı soran melek miydi, şeytan mı? Şeytan da melek değil miydi aslında, cennetten kovulan. Layık görür müydü bedene mahrum kaldığı yeri?
Göğsüne bastır ellerini, değmesin oraya melek sandığın.
Elim göğsümde, “ senden nefret ediyorum,” dedim bir hızla. “ Senden o kadar çok nefret ediyorum ki… Kalbim ağrıyor, artık.” Diyerek gözlerinin içine baktım, o an bile gözyaşım süzüldü ona hitaben. Baksana, yine sen diyor gözlerim.
“İzel, kanın nereye değdi?” Tekrarladı. Tekrarladı. Tekrarladı. Benim kalbimi bir kez daha yok saydı. Saydığım gözyaşlarım hiçe kaldı.
Ayağa kalktım; belimden düşen ceketi ayakucumda, bedeni ayakucumda… Tepeden baktım, ona. Oysa ayakta duramıyordum onu bile fark etmiyordu. Burnumu çekiştirdim, çocuk gibi. Ailesinin cezalara boğarak zapt etmeye çalıştığı haylaz dedikleri duyguları hiçe sayılan çocuk… “ Beni bekle, demek zor değil. İki kelime. İki!” diyerek yükseldim. “ Öylece git, adımlarımı tökezlet. Sonra da geç karşıma.”
Yerdeki ceketi aldı ve ayağa kalktı. Gözleri tuhaftı, saniye saniye havadan nem kapıyordu. “ Çocuklar, seninleydi.” Dedi savunma yaptığını sandı. Ya da vicdanen rahatlamak istedi. “ Gelecektim geri.”
Ansızın çıktı cümlelerim. “ Sen ne zaman bana geldin ki… Şimdi böyle bir cümle kurmayı hak görüyorsun kendine?” Korkudan ne dediğimi bile çok geç anladım. Onu görememek, düşünmemiştim bir an bile. Oysa sene sonu göremeyecektim, artık. Farklı hayatı olacaktı. Alkım’ı bile geride bırakacağı bir hayatı… Benim ise hayatım bitecekmiş.
Sindim, sırrıma. Açtım yaramı. Kanattım uğrunda. Ve yine de gidecekti.
Kendinden geçmiş bir ifadesi varken hızla toparlandı ve derin nefes aldı. “ Yermen bittiyse gel benimle!” diye bana adımladı. Geriye gittim. Kaşlarım çatık, kızgın olduğumu oldukça net bir şekilde ortaya koyabildiğim nadir bir andı. “Özür dilerim. Özür dilerim. Özür dilerim.” Dedi art arda. İçinden gelerek demişti üstelik. Başından atmak için değildi, bir eliyle kulağını çekerek abimin öğrettiği gibi dilemişti özrü. Gözleri nemlense de elini kulağından çekmedi.
Bir şey demedim. Ancak kalbim bu görüntünün fotoğrafını kazımıştı bile.
“ Şimdi de ben seni görmek istemiyorum defol git, Özün!” diyerek ilerlemek istedim. Ancak önüme bir hızla geçtiğinde, adımlarım tökezler gibi oldu. Gözlerim yeniden doldu. Oysa özür dilemişti işte. Ne diye yaş düşüyordu, kalbimden? İnsan bir kez yara aldığına nefes aldığı her an kırık yaşardı. Bundandı, kalbimin feryadı.
“ İzel,” dedi sakinliğini koruyarak. “ Burada seni alttan alıyorsam tek sebebi, kanın!” diye dile geldiğinde sesi kısık, kelimeleri birer yıkımdı. “ Eğer o kanın damlası Kankılıç’tan başkasının gözüne ilişmiş olsaydı tüm antlaşma son bulurdu,” dedi yüzüme tükürürcesine devam ediyordu.
Anlıyordum sanırım. Antlaşmayı imzaladım demişti o adam. Kanımı görmesine rağmen onu zarar olarak görmüyordu hala. Bana bile güvenmezken ona neden kendine güvendiği kadar güveniyordu ki? O adamın içerideki herkesin gözünde büyümeye neden olması bile boydan boya bela olduğunun kanıtıydı.
Teoman Luca Kankılıç, kan kokuyordu.
Burun deliklerimden giren okyanus kokusuna rağmen başkaldırmaya devam ettim. “Bana ait olmayan bir soy…”diyerek kahkaha attım. Kusma isteğimi itelemem gerekti. İçimdeki öfkemin getirdiği sancıyı başkası görsün istemiyordum. “ Sana ait olmayan biri… Neden bu istikrarlı çaban?” diyerek bu defa yüzüne tükürebilmeyi başardım.
Savaşın ortasında mühimmatsız kalmış gibiydim. Son kurşunu sıkmış ve zihnime değen ölüm korkusuna boyun eğecektim sanki.
Baktı, düşünürcesine değil yıkılırcasına ölümün kendisi geçti yeşilden elaya dönen gözlerinden. Zihnindeki bulanıklık kulağıma değdi; Senin yüzünden… Senin yüzünden acı içindeyiz. “Ne diye sen için çabalayacağım, tüm istikrarım kendi zaferim adına.” Dedi her bir kelimesi bana işlensin istiyordu. “Bu defa… Bu defa ben… Sana yenilmeyeceğim, Prenses Hera…” Göz temasını bir an olsun kesmedi. Ne demek istediğini algılayamasam da ses tonu… O kadar tuhaf bir anımsamayı beraberinde getiriyordu ki… Tanıdık bir yabancıydı, Yaman Özün.
Düşünmeye itelediğim bedenim kan kusturacaktı bana. Çekinmeden ağzıma doldurdu, o iğrenç tadı. Yutkunmak istediğimde, boğazıma takılan taş engeldi. Zihnimi ele geçirip beni kurban yapan o duygu kol gezmeye devam etti. Ben ona sırılsıklam âşıkken, sorgu yetimi kaybediyordum her geçen saniye. Sorgulamam gerekti, ağzından çıkan her bir sözcüğü. Ancak ben canımı yakacak bir kelime arayışına girerek, kendimi adak sunmaya ant içmiştim adeta. Aşk sarhoşluğu muydu yoksa aşkın ölümcül hastalık olduğunun kanıtı mıydı? Emin olduğum bir şeyler vardı; artçı ağrılarına dayanacak gücüm tükeniyordu. Kendim değildim ben. Benliğim yoklukta, kayıptı. Bedenim, hiçbir zaman dünyaya ayak uyduramayacak kadar hiçliğe batmış kusurlardan ibaretti.
Şiddetli artçılar acıyı kalbime kazıyor, aklımı benden esirgiyordu. Ondan mahrum kaldığımda ise enkazımda, gözlerimi kapatacak kadar dirençsiz kalacaktım.
Sigara dumanı misali nefesimi bıraktım. Dayanarak, bataklığımdaki altı yaşında annesinin kalbine değdirdiği ilk bıçak kesiğiyle ölmüş artık kokmuş olan cesedi göstermeyecektim. “Korkuyorsun…” dedim alaylı tebessüm etmeye gayret etsem de hiçte becerememiştim. İçine çekildiğim bataklık izin vermiyordu çığlık atmadan saklanmama. “Hatta en büyük korkun bana yenilmen, Özün.” Diyerek devam ettiğimde kasıldı gözlerinde histerik bir ifade süzüldü, yüzündeki kaslar seğirdi. Onun en büyük korkusu, ben miydim? Komik ve trajik… Bu iki kelime nasıl yan yana gelebiliyordu? Söz konusu, Yaman Özün’dü. Varis Özün, kanlı imparatorluğun en büyük mirasçısı… Neden gelmesindi? Komik bir durumu trajik hale getirebilecek zekâsı sağlamdı. Trajik durumlardan kendine pay edinerek kahkahalara boğulabilecek kadar varlık içindeydi.
Adım, tehlikeymiş onda; soysuz bir yabancı değil.
Tehlike zehirli bir tat, demişti bana. Boşa sarf edilmiş değildi, sözleri. Kör kuyuda dip arayarak ışığı kaçıran yine ben olmuştum. Ama insan hissetmediği, yaşamadığı, tatmadığı bir şey hakkında bu denli keskin konuşamazdı. Dal aramaya devam et, İzel. Ağaç bile yoktu etrafında. Hiçbir şansın yokmuş, bak. Çünkü insan tehlikeye beden koyunca; hançeri kendisi alırdı eline şeytanı olurdu zihninin. Gözyaşı, kan ve hırs; beyindeki en ufak sızıntıya müsaade vermeden bütünleşirdi zehriyle. Bunu isteyende, reddetmeye çalışan da aynı akıldı. İnsan tehlike olmadan, hayatta kalamazdı. Tehlikeyle burun buruna geldiğinde yaşama şansının yüzdesi en alçağa inerdi, yaşayamadığına inanarak ölürdü.
Tehlike kanı karartır, Özün. Bunu bildiğinde benden daha çok nefret edersin. Annem de bu yüzden sevmiyor belki de beni? Senin gibi düşündüğü için. Oysa benim bu hayatta hiçbir arzum yoktu. Seni saymadığım için darılmayacağını biliyorum ama sen bende arzudan ötesin, yaşam aralığımsın, bil isterdin. Yaşam olmadan da arzu olmazdı zaten. Hem arzusu olmayan bir insan tehlikeyle yüzleşmeyi dahi göze alamazdı ki. Nasıl tehlike diyebilmeye gücün yetiyor bana? Beni yöneten annem olmalıydı, korkunun altında yatan neden. Sana da mı fazlalık olduğunu hissettirmişti bir anda? Eğer öyleyse bununla başa çıkmayı henüz keşfedememiştim. Ama öğrenirsem, kendimden önce seni sarardım annemden sakınarak.
Bir adım attı bana. Elindeki dosyadan çıkan sesleri duymasaydım bile gözlerindeki belirsizlikten anlardım kalbime dokunacağından ve ağır bir galibiyetle beni ters düz edeceğinden. “ Kanın, soyumuzdan olmadığını ortaya çıkartır ve…” dedi sesi kırılır gibi olsa da toparlamayı başarmıştı. O yapacaklarımın sınırı olmamasından ürküyordu. “Bir kadın olmadığı için de tüm antlaşma masada kanın ile bozulur!” dediğinde kafam git gide bulanıyordu. Karanlığa bilenmiş sesinden ürperdim. Ateşi anlatıyordu sanki bana. Ona sadık kalmam gerektiği hakkında klasik bir düşünceye girdim. Ama… Bu onun ardında döktüğüm gözyaşlarımı kesmedi. İçim acımaya midem bulanmaya devam ediyordu.
Nefes almada bile beceriksiz birini ölüm mü korkutacak, diyerek hayıflanmak istedim. Ancak korkumu bastırmama izin vermeyen şeytan, sıçramıştı kalbime bir kez daha. Korkunç bir eşiğe yine iteleniyordum. “ Kanla kurulan imparatorluğu, korkutan da mı kan?” Kanla kurulmuş, kanla yıkılacaktı günün birinde… Kimin kanı olduğu meçhuldü, belli bir süre. Kanın sıcaklığı yakmayacaktı anlaşılan, üşütecekti bana ait olmayan soyu. Titreklikleri altında yatan gerçekti.
Dişleri arasından konuştu. Birbirine kenetlenmiş kadar sıkıydı dişleri. “ Senin kanın mı korkutacak asırların adını?” Alaya büründü aniden. “ Kendin için yaptığın tek bir şey söyle, İzel?” dedi anlamsızca. Ne diye başka bir konuya atlamıştı, anlamakta güçlük çekiyordum. “ Bulamazsın, değil mi?” diyerek sessizliğimi kendince yorumladı. “ Kendine faydası olmayan biri, kanıyla ne yapmayı becerebilir ki!” dedi gözlerimden çekmediği gözleriyle. Sert kabuğu altında pusuda bekleyen şeytanı unutuyordum, hep. Elinde hançeri ucu kızgın ateşe değmişti ve beni yakacağına eminken kımıldayamadım. Yanacaktım ve izlerimden tiksinerek kusacaktım. “Ölmeyi bile beceremezsin,” dediğinde gözlerindeki ifade o kadar belirsizdi ki, bir an istemediği bir cümle için zihnine namlu ucu değmişti.
Ancak unutmamam gerekti, yanıyordum acımın ateşinde. Dört duvar değildi, bir kuyuda ışığı aramaya çalışıyordum o dumanların arasında. Ben ölmeyi becerebilirdim, yanılıyordu. Doğarken buna razı gelmiştim. O hissi biliyordum. Ani bir göz kararması, zihnine dolan umutsuz anıların içindeki çocuğun gözlerindeki sönmüş ışığı görüyordun ve dünyan kapadığın gözlerinle sona eriyordu. Canın birazcık acıyordu ancak dünya üzerinde bundan daha derin acılara göğüs germiştin. Sırtındaki kamburunu göster onlara, kaç bıçağın kesiği say onlara. Çok görmezdin kendine o hissizliğin içinde hissetmeyi başardığın meyilli acıyı.
Dilindeki acıyı anlamlandırmak istemiyordum. Artık canım değil, ölmüş ruhum dahi acıyordu. Bu nasıl olurdu, aklım ermiyordu. Acı eşiğini çoktan geçmiş olduğumdandır belki de. Kafaya sıkılan kurşun dahi hemen dindirmezdi, içinde kalanları. Bir an… Kısa bir an hiç tatmak istediğini sana yaşatarak, et parçası olduğunu gözüne sokacaktı. Ölürken bile fazlalık olacaktın, bedenlerin arasında.
“ İntihar etmek istediğimde seni de yanıma alacağım, ölmeyi nasıl kucakladığımı gör diye.” Âdemelması kavislendiğinde, sert bir nefes verdi beni uyandırmak adına olduğunu düşündüm. “Belki seni de alırım yanıma. Hayatın tüm keyfini sen çaldın zaten.” Bana bakmaya devam ediyordu ancak kendiyle de mücadele ediyordu. Pişmandı, son sözcükleri için. Gözleri ele veriyordu. İntihar, onun tek yarasıydı. Yüksek bina tepesinden atlayan abisi… Abim… Ve suçlusu olan bendim gözünde; yanında olduğum ve elini tutmadığım için. Oysa o gün gördüğümü hiç kimseye anlatmamaya ant içmiştim. Öyle de olacaktı. Beni öldürecek olsa da sır benimdi.
Soğuk nefesi bana değecek kadar yakınımdaydı artık. “ Sen ve ben…” Korkunun uçsuz bucaksız hissi onu da sarmış mıydı? “Kana susarız, ölüm bile kabul etmez,” dediğinde ölürken bile benimle anılmaktan rahatsız hissedeceği açıkça gözümün önündeydi. Yeterli değildim, ölüme bile. Bağışıklık kazanmıştım çünkü acıya. Kan aksa daha çoğunu dilerdim, ipe asılsam daha sıkı olsun isterdim, tahtaya yatırılsa başım yine gamsızca onu dilerdim son dilek hakkımda.
Beni tanıyordu, kendine yakışmayacağımı bilecek kadar. Eksiktim, kusurluydum ve soysuzdum. Bir kız çocuğuyken bunlar bir hiç kalıyordu. Çelişkiydim ben üzerime değen gözlerde. Beni bir yerlerde heyecanla değil, tiksinerek beklemeye devam edeceklerdi.
Sanırım insan kendini tanıdıkça ölmek için can atıyordu. Doğarken ölmüştük oysa. Yanılmışım. Ölen ruhum… Yaşayan bedenime köstek oluyormuş. Kendine layık görmediğini kusuruna bürüyerek, nefretini doluyormuş kalbe.
Koluma girdiğini ve beni kendi çabaları ile ilerletmeye başladığını fark ettiğimde merdiven basamaklarını yarılamıştık bile. Kendimden geçmiş bir haldeyken, neyin var dahi diyemiyordu bana. Kafamı kaldırdığımda son merdiven basamağında Kankılıç ile göz göze geldiğimde Yaman’ın koluna diğer elimi de değdirdim. Sanki o benimleyken bana bir şey olmazmış gibi davrandığımda, iki dakika önce onun ateşi yaktığını anımsamaya niyeti yoktu acıya direnen kalbimin.
Ben kımıldamamaya direnirken, Yaman ona adım atmakta ısrarcıydı. Ona döndüğümde, bana döndü ve kaşları ile ilerlemem gerektiğini söylediğinde omuz silkeledim. Ben karşımda duran yakışıklı heykelin altında kan gölünün yattığına emindim. Ne kadar kusursuz İtalyan ve Rus karışımı olsa da ürkütücü soğukluğunu köşeye çekerek, zihnime yediremiyordum.
Tekrar son merdiven basamağında şık smokini ile elleri cebinde bizi izleyen adama çevirdim gözlerimi. Gözleri, ateşten bile sıcak duygu ile kısılıyordu. Güven hissini aşılamaya çalışıyordu belki de. Çünkü onun zeytin gözleri… Nefret ederdim ben zeytinden, dokunamazdım bile. Kusmaktan bitap düşerdim annemin zorladığı günlerde. Artık o bile pes etmiş ve zeytini ağzıma sürmemiştim, yedi yaşımdan beri. Manipüle ediyor da olabilirdi. Eğer öyleyse başarıyordu. Tek bir kelimeye sığdırabilirdim benden çekmediği bakışlarını. Gözleri, sığınaktı.
Merdivenin son basamağındaydık ve hafif tebessümü ile bizi selamladı. “ Yaman,” demişti ancak bakışları kısa bir an yeniden beni buldu. Sormak ve sormak istemediği bir sorusu vardı. Halinden belli oluyordu. “ İyi misiniz,” dediğinde aslında dağılmış elbisem, akmış makyajım ve her şeye rağmen sıkılığını koruyan topuzumdan mı bahsediyordu?
Yaman’ın cevap vermesini beklerken, etrafta gezdirdim bakışlarımı sanki ilk defa görüyormuş gibi. Muhabbetleri bitsin ve bir an önce rutubet kokan lüksten çıkıp gidelim istiyordum. Yaman’ın inip kalkan göğsünü vücuduna değen kolumdan hissetmiştim. “ Teknik hata.” Dedi bana baktığını biliyordum ve ona bakmıyordum. Bakarsam, anlamazdı. Ama meraklı yabancı anlayacak kadar tehlikeliydi. Beni kırdığında parçalarım üzerine basıp geçtiğinde bile nasıl onu düşünebildiğimi bilmiyordum. “ Rondine… Yanlış bir tespit,” dediğinde kulağındakini işaret etti. Kulağında bir cihaz olmalıydı. Karşımdaki adama dönüp baktığımda gözleri Yaman’dayken bakabilme fırsatım vardı ancak beni hissettiğini biliyordum. Onun da kulağında küçük şeffaf bir cihaz vardı. Burada teknik hata ben olmadığım için sevinmem mi gerekti. Hayır, aksine korkum büyüyordu gittikçe. Yaman’ı nasıl bir savaşın ortasına itiyordu Özün İmparatorluğu?
Kaşlarını çatan Kankılıç’ın yüzündeki belirgin kasların tek tek seğirdiğini gördüm. Ben yokmuşum gibi devam ediyorlardı. İkisindeki öfke bu sarayı ateşe vermeye yeterdi. “ 1092… ” diyerek Yaman’a yol verdi. Bu sayıyı anımsıyordum. Hatırla baş belası. Hatırla, bu sayı bir şifre olabilir, aralarında. Zihnim uyuşmaya başladığı an pes ettim. Kan kusmak son isteğim dahi değildi böyle ürpertici bir ortamda. Benim kolumdan ayrıldığında, “ yarım saat sonunda buradan ayrılmış olacağına eminim,” dediğinde gizli bir istekli güven vardı. Yaman’a güveniyordu ve buradan çıkması gerektiğini söylüyordu. Tehlike çanları kalbimdeydi artık. Bir şeyler vardı, ikisinin bildiği benim mahrum kaldığım.
Yaman, kolumdan ayırdığında bana döndü. “ Kankılıç ile gitmen gerek bundan sonra.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. İtiraz etmek istiyordum. “ Bir saat sonra bende çocukları alıp geleceğim,” diye koşar adım kaçtı benden.
İlk gördüğümde yaramı sarmasına izin vermiştim. Ancak şimdi her şey çok farklıydı. Güvenmiyordum, karşımda kalan yabancıya. Ve beni hiç tanımadığım bir adam ile bırakana da kırgındım yine. Başıma her şey gelebilirdi. Nasıl güveniyordu başkasına?
Burada o varken, ondan başkasına sarılmak… Benim için infazdı.
Ona baktığımda, bana bakmaya devam ediyordu ancak gözleri daha da ılımıştı. Hissediyor muydu ondan hoşlanmadığımı? Eğer öyleyse çok güzeldi çünkü benimle konuşmak gibi bir hataya düşmez kendini geride tutar ve gün sonu Yaman ile birlikte gidebilirdim.
Başa sarıyordum, yine. Yaman’ı istiyordum içimde kalan korku kırıntılarıyla.
Midemdeki kasılmalar, Yaman’ın gittiğini düşündükçe artıyordu ve boğazıma kadar tırmanan yakıcı bir suyla mücadele etmeye başlamıştım şimdi de. Burada olmazdı, hele de güvensizlik hissini bana aşılasın istediğim adamın karşısında… Olmaması gerekti.
Kankılıç, benden bir adım geriye gittiğinde yanına yaklaşan adama eli ile durması gerektiğini belirtti. Ceketinin düğmelerini iliklediğinde, bir dakika dercesine müsaade istedi. Bu cüssenin altında yatan kibarlık bana geçmiyordu. Belki de hiç bu denli insan hissetmediğim için bilmiyordum nasıl hissetmem gerektiğini. Bana hayatım boyunca böyle yaklaşan çok… Çok nadir kişilerdi. Ve yabancı kaldığım bu duygu bana kız çocuğu olduğumu unutturarak, insan olduğumu anımsattı. Biraz da olsa rahatlamam gerekti ancak tam tersi daha çok kusma istediği bastırmıştı bedenimi. İçimdekiler bana fazlalıktı. Beni görüyormuş gibiydi ve bu beni dehşete itmeye yetecek bir etkendi.
Gözleriyle beni resmetmeye devam ederken, karşısında kalan orta yaşlı adama kulak vermeye çalışıyordu. Ona sırtımı döndüm. Çünkü bazı duyguların anlamını sindirmek için kaçmak gerekti. Bana mahrum kaldığımı vermişti, tek bir hareketi ile. İnsandım bende; yine de kusmam gerekti. Kız çocuğuydum, yaşıtlarım gibi; yine de kusmam gerekti.
Elimi göğsüme bastırdım tüm gücümle ancak yersizdi bu isteğim. Vücudumu saran his nefeslerimi kesmek istiyordu. Kusmam gerekti, haklıydım. Çünkü fazla kaçırmıştım, bugünü. İnsanlar içinde dağılmış bir haldeyken, mümkün değildi kusmamam.
Ardımdan seslenen adam karşısında irkilerek ona döndüm. Ellerim yumruk olmuş içimde kol gezen yakıcı hissi itelemeye çalışıyordu. Her şeyin fazlası zarardı, bunu bir kez daha hissettirmişti bedenim bana.
Fazla düşünme. Fazla bakma. Fazla duyma. Fazlasını isteme.
Sindiremez ve içini dökersin, ne denli hiçlikte olduğunu görürdü gözler.
İpin sende. Bekle zamanını, İzel.
Yutkunmaya çalışırken, “biliyor musun, İz?” dedi ve duraksadı. Gözlerimden kaçtı, sır saklar gibi. Oysa ben ona yabancı, o bana tehlikeydi.
Neydi kaçmak istediği ve başaramadığı?
Kaçık bir hissi kalbime ittiğinde, öfkem kendimeydi. Buraya geldiğim için. Hayır deseydim amcama, bunların hiçbiriyle mücadele etmek zorunda kalmayacaktım. Bir tek annem ile karşı karşıya gelerek boyun eğerdim. Bıkkın bir nefes verdim düşüncelerim arasında. “Adım, İzel!” Diyerek gözlerimdeki keskinliği görmesini istedim. Vücudunu saran dövmeleri birer anı olmalıydı, ürkütücü olsa da ondan korkmuyordum. Beni bu hayatta alt edecek tek soy; Özün’e aitti. Çünkü benim ben olmama ihtimal vermeyenlerdi, kız çocuğuydum insan değildim onlarda.
Zaten tutunacak dalım da vardı. İnsan gibi hisseden herkes narsisti.
Soyları da kurutur insanlar.
Sakla kanını.
Sayma gözyaşını.
Şiirsel sözlerim aklımda zikzak çizerek oyun oynama peşindeyken devam etti ve tüm odağı kendine çekti. Beni, tekte kendine çekmişti. “Tam İz bırakacak bir tipin var oysa.” Dediğinde dudağı kıvrılır gibi oldu. Kaşlarım çatıldı, merakıma yenik düşmemek adına. “ Sahi… Neden bu kadar güzelsin?” Ne dedi, ne dedi? Güzelsin, demişti. Bana, bana, bana. Kusurlarım salıncak gibi sallanırken, benimle dalga geçmek miydi niyeti? Gözlerinde takılı kaldığımın farkına vardığımda, kısa bir an yüzünde gezindi gözlerim. Üstelik ürkmedim bu defa. Keskin çene hattındaki gevşemeye rağmen ifadesi hayatındaki en ciddi mesele ile yüz göz olmuşçasına sertti.
Gözlerim parlıyor olabilirdi, yıldızlar kadar.
Ve sıra bende. Bir yabancının iltifatı… Kalbi nasıl okşardı?
Dalga geçmemişti ancak alışık olmadığım bir hissi tatmak, tuhaftı. Önce zevkten dört köşe olsam da inandırıcılığı kaçmıştı, aklıma kazınan sözlerle. Yine de itiraf etmem gerekti; bana ben gibi hissettirmesi hoşuma kaçmıştı. Dudaklarımı büzdüm. Derin bir nefes aldım ve “takarsam kafayı Kankılıç, azap çekersiniz!” Hoşuna mı gitmişti, ona karşı gelmem? Gözleri büyüdü bir anlık. Yüzündeki çekicilik gözleri ile ölçülüyordu sanki. Başını hay hay dercesine salladı ve buna razı geldiğini gözüme sokmaktan çekinmeyen adam ne yapmaya çalışıyordu? Durması ve yerini bilmesi gerekti. Ben kimdim, biliyor muydu? Et parçası diyordu kalbim bile bana.
Sınırları aşma, nefes al. Aksi takdirde boğardı kursağına takılan et parçası.
Şaka yapması daha iyi olurdu. Çünkü bana bu denli sabırlı ve nezaket çerçevesinde yaklaşması garibe kaçıyordu. “Kafayı yemişsin,” diyerek ters ters baktım. Başını salladığında, elini cebinden çıkardı ve çenesini kaşır gibi yaptığında gülüşünü saklamak adına olduğunu anladığımda kaşlarımı daha da çatmaya çalıştım. “ Komik olan durumu söyler misin,” dediğimde ona adım attığımın farkına varsam da geriye kaçmadım. “ Ben sana delisin diyorum sen bundan hoşlanıyorsun,” diyerek ellerimi belime koyarak sesimi yükselttiğimde, kafasını hafifçe sola eğdi.
“Bu beni özel kılar.” Diyerek bana attığı adım ile kafamı biraz daha kaldırdım. “ Çünkü zihninde yerim var artık,” dedi ve gözlerini gözlerime mıhladı.
Şeytan; senin zihnindi. Bunu bilirse kaçardı. “ Zihinde yatan şeytanı duydun mu hiç?” diyerek gözlerimi etrafta gezindirdim. Sanki ona hiç bakmamışım gibi bir izlenim vermek ne kadar da saçma olmuştu.
“Duydum.” Dedi emin bir ifade ile. Kolunu gözünün önüne getirdi ve sade gümüş kordonlu saatine baktı. “ Saat, on bire on kala… Bir prenses fısıldadı.” Diyerek kolunu indirdi ve yeniden bana değdi, siyah sandığım gözleri. Yakındayken koyu bir kahveymiş gözleri.
Tebessüm ettiğimde, ya deli diyerek omzuna vurmamak için zor zapt ettim kendimi. Afra ile olsaydık keşke… Bunu yapacak kadar saçmalardık.
Burnumu kırıştırdım. “ Ne yaptığını sanıyorsun, sen?” diyerek yüzümdeki tüm ifadeleri gizledim yeniden.
Elleri saçlarına gitti ve karıştırırken, “ zihnindeki şeytanla oyun oynuyorum. Müsaade ettiğin sınırlarda.” Lafı dolandırmadan her şeyi böyle söyleyecek miydi? Fazla netti. Yüzümü buruşturdum. Ellerini havaya kaldırdığında, “zihninde yerin olduğumu söyledim ve itiraz etmedin.” Diyerek savunma yaptı.
“ Ne alakası var,” diyerek geriledim. “Yabancı birini ne diye zihnimdeki çizgilere kazıyacağım?” dediğimde sesim fazlasıyla sertti.
Nefes aldığında göğsü inip kalktı, ceketi daha da sıkılaştı. “ Prenses, adım…” dedi ve içli bir nefes aldı. “ Teoman Luca Kankılıç.” Diyerek kazımak ister gibi bir hali vardı.
Kan kokan adamı unutacağımı düşünmüyordum. Bunu bilmesine gerek yoktu ancak.
Omzumu silkeledim. “ İsminizi unutacağıma eminim.” Dediğimde âdemelması kavislendi. Yutmuştu dilinin ucundakileri. “ Ama hissettirdiklerinizi unutmayacağıma eminim,” diyerek devam ettim. İnsan olduğumu istemsizce gözüme sokmuştu ve kibarlığı ile kısa bir süre de olsa hayatta benim de şansımın olduğunu düşünmüştüm.
Kaşları havalandı. Gözleri büyüdü. Bir şeyler söylemek için dudaklarını araladı ancak tekrar kapattı. Ellerini yeniden cebine koyduğunda, yumruklarını gizlediğini düşünmeye başladım. Onu kırmış mıydım? Yutkundum ve boğazımda saklanan yakıcı his burada olduğunu belli etti. Bir yabancıyı bile dokunduğum an yakıyorsam, Yaman’ın bana yaklaşmaması doğru olandı.
Kusmam gerektiğini ve bunu karşımdaki adamın geciktirdiğinin farkına vardım. Beni oyalamıştı, farkında mıydı? Değildi, nasıl beni hissedebilirdi bir yabancı? “Lavaboya gitmem gerek,” dediğimde kaşları çatıldı. “ Gitmem gerek, nerede?” diyerek tekrarladım. Gözleri önünde, benliğimi görmesine müsaade edemezdim. Yarama tuz basabilirdi, günün birinde.
Elini uzattı. Düşünmeye verecek sürem yoktu. Çünkü aklıma gelen Yaman ile her şey altüst olmuştu. Tutunduğum elini gevşetir gibi yaptığında karnımda bir his kol gezdi. Ani bir hızla sıkıca sardı. Her şey allak bullak olmuştu. Ve bu hengamede kusmak zorundaydım. Zamanı ve yeri değilken ihtiyacım olanı istemiyordum. İçeriye girdiğimizde, Yaman ve Devrim’in yanındaki esmer kız gülerek, onlara bir şeyler anlatıyordu.
Burada bizden başka parmakla sayılacak kadar genç bedenlerde vardı. Aklıma gelmemişti, yanımda olacağına inandığım için. Şimdi ise beni terk ettiği gerçeği ile yüzleşmiştim.
Nefes al, nefes al, nefes al… Sana kalbi değmeyende hakkın yok.
Ondan aldığım bakışlarımla yabancının eline daha sıkı sarılarak, midemdekileri bir müddet daha itelemek için savaşmaya devam ettim. Beni bir oda önüne kadar getirdiğinde, kapıda bekleyeceğimi bilmeni isterim ama rahatsız hissedeceksen kulaklarımı kapatabilirim ellerimle, diyerek açmıştı kapımı. Başımı salladım ve yutkunmak için direndim. Ancak olacak gibi değildi. Ağzımdaki ekşi tat, benden ayrılmak için can atıyordu. Nefret ediyordum; kusmaktan sonrasında döktüğüm gözyaşımla içime attığım keskin çiziklerden…
Aralık kapıdan girdiğimde hızlıca örttüm, yüzüne bakmadan. Çünkü iyi hissetmiyordum. Kısa bir an kalbimi okşasa da hiç iyi hissetmiyordum. Bir başkasının hissettirdiği gelip geçiciydi. Can çekişmeye daha acı bir şekilde devam ediyordum.
Klozeti bulduğumda, pisliğin içinde olmasına rağmen direnecek gücüm yoktu. Kalbim o kadar parçalanmıştı ki… Akıp giden kanımda boğulacaktım biraz daha beklersem. Beni rahatlatmayacağını biliyordum ancak kanımın tadını almaktan buna müptela olarak boğulmaktan korkuyordum. Bu fazlaydı. Benim içinde bir sınır vardı.
Çöktüm, içimdekileri boşaltmak için çabaya gerek yoktu. Bir kez öksürdüm ve ağzımdan gelenleri gözyaşları içinde boşalttım. Ancak durduğumda yeniden ekşi bir tat boğazımda boy gösterisi yaparak, gözyaşlarımı daha da arttırıyordu. Kusmak istemiyordum ancak nefes almak için ihtiyacım olduğunu bilecek kadar aklım yerindeydi. Devam etmem gerekti. Biraz daha kusmam gerekti ki kimse anlamasın, kan akıttığımı.
Bana baksaydı, kan kusmazdım belki. Hayır. Kusurlu olduğum için yine de kusmam gerekti. Çünkü kusurum gözünde kirlilik yaratmaya devam ediyordu ve baktığında gördükleriyle benden kaçıyordu.
Gün gün bitsem de şeytani bir işkenceyle mücadele etmeye devam ediyordum.
Biraz daha… Biraz daha… Sonu gelmiyordu. Ağlıyordum ve kusmaya ara veremiyordum. Elimi ağzımdan çektiğimde bile devam ediyordum. Ellerim, ayaklarım o kadar titriyordu ki… Bedenim ve ruhum ayrılmıştı sanki. Üşüyordum, gözlerimden akan yaşlar ise nasıl yakabiliyordu beni? Kayan gözlerime rağmen devam ettim. Daha fazlası gerekti belki de bitmesi için…
Açılan kapı sesine rağmen klozetin başından kalkacak gücüm yoktu. O kadar çok titriyordum ki gevşeyen topuzumdan önüme gelen saç tutamlarını iteleyemiyordum. Nefes almaya çalıştım. Yanı başımda hissettiğim sıcaklığa rağmen gözümden yaş akıtmaya devam ettim. Beklemem gerekti çünkü bitmemişti. Biliyordum olmuyordu, kusmam gerekti hala. Omuzlarım değen eller ürkekti ancak dönüp bakacak gücüm yoktu. Okyanus kokmadığına emindim. Ölüm kıyısına da gelsem o kokuyu tanır ve gözlerimi kapatırdım.
Tekrar klozetin içine yaklaşmak istediğim beni desteklemedi. Omuzlarımdaki baskısını arttırdı. Elim ile itelemek istediğimde kolumu hareket ettirmek güçlüktü. Ancak yanıma yerleştirdiği dizine değdi elim. Bakışlarım ona kaydı. Kan kokan adam, ölümün kıyısında kanlar içinde kalmış beni tanıyordu.
Kafamı salladım, bana bakma demek istiyordum. Ama aralanmıyordu dudaklarım. Bana öyle sıcak bakıyordu ki, en az benim kadar korkuyordu sanki. Ben kusmaktan korkarken o neyden korkuyordu? Ağzıma gelenler ile tekrar hızla onu itelediğimde boşlukta olmuş olmalıydı ki tökezlemiş ve onu aşarak kusmaya devam etmiştim. Saçlarımda bir baskı hissettim. Acı bir his değil, rahatlatıcıydı bu. Saçlarımı toparlamış ve bana alan açmıştı. Sanırım teşekkür borcum olmuştu, artık. Acının içinde akan kandan zehirlenmeme müsaade etmediği için de ağlamak istedim.
Ona doğru çekildiğimde, saçlarımı geriye doğru tarar gibi iteledi. İncitmekten korkuyordu sanki. Annemin dokunmadığı saçlara ilk kez şefkat değmişti. Gözyaşlarım arasında sayıkladım. “ Kusmak istemiyorum. Ölmeme izin ver.” Diye dile geldim kesik kesik. Elleri mıhlandı, titremelerimi engellemeye çalışan bedeni kasıldı. “Ölmek istiyorum, kusmaktan yoruldum.” Diye devam ettim. “ Kanın tadını merak etmiyorum, kusmak istemiyorum.”
Hala donmuş gibiydi. Tek bir yaşam belirtisi ona değen sırtımın hissettiği göğsündeki atışlardı. “ Ben buradayım, bak…” Diyerek çaresizce kelimeleri boynuma değdi.
Soluklarım arasında, gözyaşlarımın sıcaklığı şakağıma değdikçe titremeye devam ediyordum. Bir bedene yaslanmış acı çekiyordum. “ Ama geçmedi, anlamıyorsun… Geçmiyor…” diyerek bu yabancıya yakınıyordum. Oysa hiçbir şey yapamayacak kadar uzaktı bana.
Kusmana sebep olan her şeyi alırım dünyandan, diyerek sayıkladı zihni. Alamazdı. Çünkü beni öldürmesi gerekti, bıçağın ilk darbesi hep benden çıkıyordu. Ayrıca bir yabancının eli bana ulaşamazdı. Bende, bana yabancı kalanlara ulaşamıyordum. “ Hatırlamıyorsun ama yaranı sarmanda yardımcı oldum.” Dediğinde sesi oldukça sıcaktı. Bana iyi gelmek istiyordu. İçimdeki acı tadı söküp almak mıydı niyeti? Başaramazdı. Ben başaramıyordum ki o nasıl alt edecekti, kalbimdeki dikişi patlayan yarayı? “ Yine sararsın sararım sararız, istersen uzaktan istersen yakından…” Benden beni dileniyordu. Şeytan gibi… Belki de melekti… Ben yanılıyordum. Ama insanlar bir sebep olmadan birbirilerine yardım etmezdi, bunu öğrenecek kadar büyümüştüm.
Yalnızca ona yaslandım ve gözlerimi kapattım. Elimden gelen buydu. Her koşulda kaçarak, uykuya dalmak.
İtalyanca kelimeler. Değişik aksan… Kulağıma çarpıyordu. Ürperdim.
“Prenses…” Yine buradaydım. “Prenses Hera…” dedi bir içten bir ses. Gözlerimi açmak istesem de başaramıyordum. Bu tanıdık sesi unutacaktım, gözlerimi açtığımda. “ Sizlere ona en ufak bir acı dalı değmeyecek dedim,” diyerek az önceki şefkat dolu sesinden eser yoktu. Hüküm veren bir sese dönüşmüştü saniyeler içinde. Gözümü açıp bu sesin sahibini görmek istedim. Ancak başaramadım. “ Çıkın dışarı! Sen kal Jasmine…” diyerek tamamladı. Bu isim kalbime tanıdık, zihnime yabancıydı.
“Ben… Sizi görmek istedi… Oldukça ısrarcı olduğu için kapıyı gösterdim.” Korkudan sesi titriyordu. “ Aksi takdirde sarayın kurallarını çiğnerse babanızın gözüne ilişir ve hayatı daha büyük tehlikeye girerdi.” Diyerek devam ettiğinde burada yatan bedenimi düşündüğü sesine yansıyordu.
Sert soluk sesi kulaklarımı değdiğinde, “ benim onu koruyamayacağımı düşünüyorsun sende?” dediğinde net bir cevap bekliyordu. Ama o tiz ses sessizliğini korudu. “ İnanmıyorsun sende,” diyerek düşüncesini tasdikledi. “ Krallığı karşıma alarak, onu buraya getirdim ve kendimden bile sakınacağıma yemin ettim bir soy önünde!” diyerek devam etti. Tıp ki hüküm veren biri gibi net ve keskindi. Ses tonu soğuk ama cümleleri yakıcıydı. Kimdi bu adam?
“Onun soyunu ne kadar saklayacaksın,” dedi diklenerek. “ Günün birinde sen de arkadaşımın başını tahtaya koymayacağını nereden bilebilirim?” dediğinde sesini yükseltmişti. “ Prenssiin ve peşinde olduğun bir taht var!” Aralarında tansiyon yükselmişti ve ben göremiyordum. Kimdi bunlar, neredeydim bu defa? Yattığım yer o kadar yumuşak ve rahattı ki gözlerimi açmamı buna yormuştum.
Nefes sesleri, karışıyordu kulaklarıma. “Tahta geçtiğimde yanımda o olmayacaksa… Tahtı yıkarım, uğruna bir krallık ilan ederim,” dediğinde sesindeki baskınlık ve netlik bedenimi ürpertti. “ Anladın mı, beni! O yoksa ben yaşamam.”
“Sen kaçıksın,” dedi bir anda. “ Perdono… Ciddili yakmışsın kendini,” diyerek sesindeki heyecanı saklayamadı. Ciddili derken? Kime ne yanmıştı? Kim kimi yıkıyordu ve ben ne geziyordum bu yabancı yerde? Yine rüyadaydım, geç olmuştu anlamam. O tuhaf evrene girmiştim.
İçli bir nefes sesi o soğukkanlı sesten gelmişti, sanırım. Gözümü bir kez daha zorladım. Ama hayır, olmuyordu. Derin uykum izin vermiyordu. “ Uyandığında yanından ayrılma ve ne derse ikiletilmeyecek.” Diyerek emir kip ile konuştuğunda adım sesleri uzaklaşırken kendime kızdım. Gözlerim ne diye açılmamıştı ki?
“Ona iyi ki söylemişim…” diyen tiz ses mutluydu. “Ona, aşık olduğunu söyledim,” diyerek zevk alıyordu adeta.
Bir tebessüm nidası aralarında yükseldi. “Söyle!” dedi sabırsız ses.
“İtiraz etmedin…” diyerek sınamaya devam etti, kız.
“Söylüyor musun, abine Fransa Prensi Alberto ile arka bahçede ufak bir diyalog kurduğunuz söyleyeyim mi?” dediğinde tehdit etti üstü açık bir şekilde.
Kısa bir sessizlik çökmüştü. “ Öyle bir şey olmadı ki…” dedi masumiyetle.
Solukları arasında “ben inandırırım,” demişti. Kendinde emin olmasına ben bile bozulmuştum. Sahtekârlıktı bu.
“Fransa Prensine bakmayacağımı bilir abim, o adam kaba!” Dediğinde sahte bir yakınmayı dile getirdi. “ Ve inanmadı.” Diyerek eklediğinde devam etti. “Palavra diyerek seni görmek istedi.”
Anlık bir sessizlik oluşmuştu yeniden. “ Beni görmek istedi…” diyerek tekrarladı.
“Sabırsızdı üstelik.” Dediğinde hikâye sarmıştı. Sonrasını merakla bekliyordum. “ Şey sanırım utandınız, yüzünüz kıpkırmızı. Abim görmeliydi kırk yıl boyunca şu suratınızı dilinden düşürmez varislerine dahi anlatabilirdi.”
“Alt tarafı beni görmek istemiş, neden utanacağım!” dediğinde adım sesleri geldi. “ Bu arada… Aramızda kalırsa, senin de yaşanmamış efsanevi aşkın aramızda kalır.”
Kapı sesi geldi ve “ inanmadım ama inanmış gibi yapacağım.” Diyerek fısıldadı.
Üzerime düşen gölgeyi hissettim ve biraz daha bana yaklaştığını düşündüğüm an korkuyla gözlerimi açtım. “Aaa!” diyerek bir çığlık yükseldi. “ Sen uyumuyor muydun?” dedi sorgularcasına.
Doğruldum yattığım yerde. Yüzünü tanıyordum ama zihnimde kazılı değildi. “ Ne oldu,” dedim bana gözlerini kısarak baktığında.
“Onunla konuşmamak için mii uyuyor gibi yaptın?” dedi inanmazcasına.
Gözlerim irice açıldı. Tanımadığım biri ile ne konuşacaktım. “ Ne münasebet, onu tanımıyorum bile!”
Gözlerini devirdi. Bana alışık bir hali vardı. Oysa ben her defasında gördüğümü hissettiğim kızı anımsamaktan öteye gidemiyordum. Kıvırcık saçları, mavi gözleri yer yer dağılan çilleri ile bana en yakınımı anımsatıyordu. Su gibi güzelliği ile karşımdaydı. Ve bana kol kanat germeye yelteniyordu. “Karbeyaz Sapağına bir yabancı için girdiğine Prensi bile ikna edebilirsin ama beni değil, Hera…”diyerek inanmadığını yüzüme çarptığında ben Karbeyaz’da takılı kalmıştım. Bu isimde bir o kadar benimmiş hissi verdi kalbime. İşlenmişti sanki benliğime.
Karbeyaz. Yaman’ı bulduğum evin adıydı. Karbeyaz, kalbime giden yoldu.
“Ben buraya ait değilim.” Dedim farkında olmadan dökülmüştü kelimelerim.
Karşımdaki alımlı kız bir hızla yanıma oturduğunda, hayıflanır gibi bir ifadeye büründü. “ Evet. Evet. Evet.” Dedi bir teklifi onaylar gibi. Şaşkınca ona döndüğümde, saçlarını geriye doğru savurdu. “ Fazla ilkel bir saray. Bir Fransa’ya bir de İngiltere’ye ya da Osmanlı’ya baksalar…” dediğinde gerçekten yakınıyor gibiydi. Ağzım açık bir şekilde, ona bakmaya devam ettim. “ Kadın olarak sınırlarımızı belirleyen yine bu kaba cinsiyetler. Ne kadar çağ dışı,” diyerek devam etmişti.
“Prenses değil misin,” dediğimde bana gözlerini kısarak baktı. “ Prensessin…” diyerek kendimi onayladım. Çağı değiştirmek bu devirde bizim de elimize geçebilirdi. Yalnızca manipüle etmek denen kavram için doğru adamı bulmak gerekti. “ Doğru adama ilkelliği yıktırabilirsin,” dedim kısık bir sesle.
“Doğru adamı bulan sensin.” Dedi bir hızla. “ Hadi yaşat bize bir altın çağ…” diyerek alay eder gibi konuşsa da ciddi olup olmadığını tarttım. “ Ciddili, Prens senin ağzından çıkanlara diz çökecek kadar bozmuş kafasını seninle.” Diye konuştuğunda yüksek bir kahkaha patlattım. Ancak rüyamda birisi benden hoşlanacak kadar kafayı yerdi.
Ağzımı ellerim ile kapattığımda, “komikti, özür dilerim…” diyerek sahte bir pişmanlık gösterisinde bulundum. İnanmış gibi durmuyordu ancak bana ayak uydurmaktan çekinmedi. Sanırım burada anlaştığım tek kişi Afra’ya benzeyen bu kızdı.
Dudağını büzerek, “ Prens kahrından ölürdü, şu hareketini görseydi…” dediğinde bir kahkaha da o patlattı. Bende minik bir tebessüm ettim.
Ayağa kalktığımda, üzerimdeki elbiseye iç çektim. Göğüslerim ile alıp veremediğim neydi de bu denli bir dekolteyi hayal ediyordum. Üzerimi biraz çekiştirerek, dekolteyi bir nebze de olsa kapatmak istedim. Yapamayacağımı anlayınca pes ederek, kabarık elbisemin etek kısmından tutarak, yürümeye çalıştım. O kadar germişlerdi ki elbiseyi nefes alışverişlerimde bile bedenim ile savaşıyordum.
“ Hadi gidelim... Jasmi…” dedim ona doğru dönerek. Yatağa uzanmış ayakları sarkıyordu köşeden.
Hızla ayaklandı ve bana gerçekten mi der gibi bakıyordu. “ Nereye?” dedi şaşkın ördek gibi.
Dudağımı büzdüm, burnumu kırıştırdım. “ Prensimi görmek için can atıyorum…” diye hevesli hevesli konuştum ancak Prensi görmekten çok rüyamda kimi o kalıba koymuştu merakım bundandı.
Burası benim dünyamdı. Mutlu olmayı hak ettiğim bir rüya… Olmalıydı, inanıyordum.
“Şaka yapıyor olmalısın…” diyerek hızla yanıma geldi ve koluma tutundu. “ Prens şu anda kutlama şöleninde...” diyerek aklından geçenleri bana aktarmaya başlamıştı bile.
Kaşlarımı kaldırdım. “ Çok güzel… Biz de gidelim ve katılalım.” Diyerek çekiştirdim onu kapıya doğru. Kutlama vardı, bulantılar çalkantılar kırıklar yoktu. Uzaktık her şeyden. Ve en ihtiyacım olanda buydu. Rüya gibi geçen birkaç saat beni tekrar yaşama bağlardı.
Kısa bir an duraksamak istedi. “ Bu halde gidemeyiz,” diyerek üzerimi gösterdi. Kendimi süzmeye çalıştım baştan aşağı. Gayet şık bir elbiseydi hatta bunu annemin yanında giymiş olsaydım gözleri kocaman açılır ve beni takdir edecek kadar sevecen bakardı. Tam onun sevdiği tarzdaydı. Abartıdan uzak ama gösterişli. “ Üzerin, üzerim çok sade. Oradaki Prenseslerin neler giydiğini düşünüyorum ve gitmemeyi doğru buluyorum. ”dedi ve kollarını göğsünde bağladı.
“ Başka Prenses… Ve Prens’te orada…” dedim üzerine basarak. Kıskandığımdan falan değildi. Öyle sanmasını ve oraya gitmemiz için nedenler bulmak içindi.
Derin bir soluk aldı. “ Yani gitmesi gerekti ancak… Belki de sen uyanana kadar kalmakta istemiş olabilir,” diyerek emin olmadığını belirtti.
“O zaman sarayı gezelim ve onu bulalım.” Dedim hızla. Bu bir rüya ya da döngü müydü bilmem gerekti. Çünkü bu kızın Afra’yı anımsatması, Prensin tanıdık gelen sesi… Tuhafa kaçıyordu. Masal gibiydi, biliyordum. Kim geçmişe hapsolurdu ki? Ya ben geçmişten geleceğe hapsolduysam? Aklım yine bulanıyordu. Düşünmemem gerekti. Zaten uyandığımda Prensin varlığı dışında hiçbir şey hatırlamıyordum.
Zihnimdeki şeytan bana dil çıkartıyordu sadece.
Jasmi, içli bir solukla yıldığını saklamadı. “ Peki.” Dediğinde yan yan yürüyerek tahta kapıyı geçtik ve ilerideki merdivenlere doğru ilerledik. “ Prense beni tehdit ettiğini söylediğimde onayla beni.” Diyerek korkusunu dile getirdi.
Kafamı salladım ancak yetmez gibi, “ merak etme, ben onu ikna edebilirim,” diyerek gelişigüzel bir cümlede tanımadığım adamı kendime bağlayacağımı sandım. Ama bana sarf ettiği sözleri hatırladığımda, bu zaten olmuş gibiydi. Hera yoksa ben yaşamam diyerek bensiz ölümü tadacağını söylememiş miydi? Bunlara kafa yoramazdım. Daha fazlasını öğrenmek istiyordum, unutacağımı bilmeme rağmen.
Merdivenin en üst basamağında duraksadım. Aşağıda ardı bize dönük olan uzun boylu kumral adam, oldukça şık giyinmiş, ellerini ardında bağlamış hüküm veren bir yargıç gibiydi ve karşısındaki güler yüzlü kadını dinliyordu. Jasmi’nin koluma vurması ile ona doğru döndüm. “Prens…” dediğinde benim baktığımda adama bakıyordu. “ Gitmemiş…” diyerek inanamazcasına konuştu. Ben ise adamın bir an önce bana dönmesini ve sandığım kişi çıkması için heyecandan kasılıyordum. Yaman, olabilir miydi? O bu denli uzun muydu? Bu kadar iri de değildi. Belki de yaş almıştı rüyamda.
Karşısındaki kadının gözleri önce Jasmi’ye daha sonra bana değdiğinde başını hafifçe eğerek ilerledi ardına dönerek.
Prens ise dönmedi bana. Bir müddet bekledi. Ben rüyamda bile ilk adımı atmak zorunda kalmak zorundaydım sanırım. Ama yapmadım. Sırtımı dönerek, çıktığım odaya doğru koşar adım ilerledim. Jasmi’nin beni takip ettiğini düşünüyordum, kapıyı aralık bıraktım bu yüzden.
Ancak o kalın ses ile ürperdim. “ Prenses…”diyen gözlerimi kapadığımda duyduğum sesti.
Ellerim terlemiş kalbim son sürat uçuruma doğru çarpıyordu. Sesine karşı, “ ölmek istemiyorum,” dedim. Benden bağımsızdı zihnimde ansızın beliren küçük şeytan. Bunu demek istemedim ancak kendime hâkim olamadan tekrarladım, sırtım ona dönük bir şekilde, “ölmek istemiyorum…” Beni öldürmeyeceğine emindim ancak aklımın bana oynadığı oyunda yeniktim.
İçine aldığı nefes acıydı sanki. Enseme değen nefesi, dövmemin olduğu yeri yakıyordu. Tam şu an uyanacaktım ve yüzünü görmeyecektim yine. Ancak sesini anımsayacaktım bu defa.
Tanımadığım adamın sesini zihnime çizmiştim, şeytanın çıkardığı dili kesmeyi göze alarak.
Bu bir rüya değildi.
Bir döngüde, kaçış eşiğinde…
Yabancıyı arıyordum.
“ Uyandığında bana haber vermeni isterim… Aklım takılı kalmasın,” dedi bana prenses diyen o kalın ses.
Buz kestim. “ Tekrar görüşmek üzere Kankılıç,” diyen Yaman ile rüyada olmadığımı anladım. Ancak Prensin sesi neden Kankılıç’ın sesini anımsatıyordu.
Yanılsama. Yanılsama. Yanılsama. Yabancıydı o adam, bana.
“Uzun bir süre görüşecek gibi değiliz, birbirinize iyi bakmanızı dilerim,” dediğinde gözlerimi zorladım. Ancak açılmıyordu işte. Yine. O adamı görmem gerekti. Gerçek mi rüya mı bilmem gerekti. Ben neyin içine çekilmiştim. Kapanan kapı ile gözümden akan bir yaşı hissettim. Gitmişti ve asla ulaşamayacağım bir adama rüya adayıp adamadığımı bilmeden kaç gün daha devirecektim?
Koca bir nasıl mümkün olur ile kalmıştım, bir uçurum kenarında.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |