@dnzkzgb
|
Hayattan nefret etmekte, geçerli nedenlerim vardı. Buna rağmen göğüs kafesimden içeriye o ılıklığı saniyeler sürmeden alıyordum, sebepsizce. Belki de nedenlerim mevcut düzenden kopmak için yeterli değildi. Kandırdım. Kopmaya iznim yoktu. Hayatım, ben doğduğum an ailem tarafından planlanmış, kum saati çoktan ters çevrilmişti. Yapmam gerekeni yapmak mecburiyetindeydim. Ve ben gerçek ailem tarafından bu düzen uğruna pazarlanmıştım. Düzen, disiplin, hırs... Aklıma gelen sadece annem, Hare Özün... Hiç üşenmeden her gün ne yemem gerektiğini, kaç saat bale kursunda kalmam gerektiğini, haftada kaç saat şan dersi almam gerektiğini, her gün neler giymem gerektiğini üşenmeden listeleyen kadın... Dışarıda rüzgarlı bir havada pencereden kafamı çıkararak izlediğimde, benim için gülünç bir durumdu. Sayesinde, yeme bozukluğuna sahip bir bireydim çünkü. Ancak bundan henüz haberdar değildi. Tıp ki hayatımdaki alacakaranlık gibi... Ups. Bir sır... Olabilirdi. Her insanda olabilecek sağlık sorunlarıydı. Bir şekilde yine kulp bulmuş, annemi suçlamamakta direniyordum. Çünkü sevgiye aç bir beden her daim bir kırıntı yaratırdı. Umutla da o kırıntıya beklenti yükler, direnirdi. İğreti dolu bir ses çınladı kulaklarımda; Tak tak... Bir nevi metal çivilerin çakıldığı kalbi ortaya koyarak, kumar oynardı. Kalple kumar oynamak, sınıfta benden çıkan sessiz bir mırıltıydı. Dile getirdiğimde bile tüylerim diken diken olmuştu. Kalbin kaybettiği kuralsız oynanan o savaş; aşktı. Yani aileme karşı hafifte olsa bir ışık, hakkımdı. "İzel" dedi oldukça yakınımdan gelen bir ses. Tepki vermeyince, insanlardan duyduğum da hapis olan bedenimi hatırladığım o ismi zikretti. " İzel Hera Özün..." diyerek kalın, otoriter bir ses tınısıyla bana hitap ettiğini tekrarladı. Bakışlarımı kalemle üzerine bastırdığım için delinmiş beyaz defter sayfasındaki o kirli lekeden çekerek, adını unuttuğum felsefe öğretmenimize çevirdim. İsim hafızam iyi değildi. Geçtiğimiz günlerde babamın adını bile unutmuştum. Belki gerek yoktu ama site bekçisi bıyıklı tonton amca sorduğunda, bilemediğim için mahçup hissetmiştim. Oturduğum sıradan yavaş yavaş ayağa kalkarak, "Evet, benim..." diyerek yanıtladığımda zihninde bir çark misali dönen o cümleleri kimse duymasa bile ben duyuyordum; soğuk nevale... illa tekrar mı etmek gerekli? " Üzgünüm." Dedim sadece. Dalmıştım, hepsi bu. İşte yine seviyorum bu deli kız, diye içinden geçirdiğinde, bedenim hala bir tepki vermek istememiş olacaktı ki bomboş bakmaya devam ettim. "Sorun değil, İzel. Soruma cevap vermen yeterli." Dediği an sınıfın belli bir kısmından ufakta olsa kırıştılar gelmeye devam ediyordu. Haklılardı. Kim severdi ki felsefeyi? Yaşadığımız her an zaten saniye saniye şahit olduğumuz bu olaylar, felsefik olmaya yetiyordu. " Sence aşk ile saplantıyı nasıl ayırt ederiz?" Dediği an bazı merak dolu bakışları üzerimde hissetmek hoşum gitmedi. Soru değişik olsa da cevabı netti. Bende netti, belki de... Sustum. Karşımda erken tatil yaparak bronzlaşmış adam, herhangi bir şey demedi.Yanımda ayağa kalktığım için bacağımı dürtebilen o bedene yandan ters bir bakış attım. Öğretmenimin gözümün ak kısmı ile karşı karşıya kaldığın yemin edebilirdim. " saplantı belirsizlik düşünceleri ile zihni kemirirken, aşk belirsizlik düşünceleri ile kalbi eritir." Dediğimde her sınıfta var olan o şak şak ekibi kendini belli ederek, gürültüye yakın bir karmaşık sesler çıkartıyorlardı. Vurdumduymaz olmam gereken o anlardan birindeydim. İçten içe sessiz bir soluktu göğüs kafesimi canlandıran. " Hera, çıkışta bana anlatsana şu kalbi..." dedi hiç haz etmediğim sarışın çocuk. O da tıpki benim gibiydi. Civciv gibi, sapsarıydı saçları. Sadece onun dikkat çekici bir özelliği vardı; mavi gözleri. Atatürk gibi, masmaviyi gözleri. Bu yüzden ona belki saçma ama saygıdan dolayı umursamazlığa- salağa- yatıyordum. Öğretmenimiz cevabımdan henüz tatmin olmamış olacaktı ki etraftaki uğultuyu elini masaya tek bir defa vurduğunda, "Kesin sesinizi!" Dedi. Sınıfı susturmaya yetmişti. " ünlü düşünürlerden çalarak topladığını dökmek, düşünce olmaz küçük hanım!" Pabucumun kenarı... Bunu dile getirmesemde içimden geçirdiğimi dahi bilse panik atak krizi geçirecek annemi zihnimde canlandırmamakta direndim. Etrafta göz gezdiren öğretmenin gözleri tekrar bende durdu. Yeni bir cevap beklercesine bakmaya devam ediyordu. İçli bir feryattı tükettiğim soluk. O bunu görmüş müydü bilmiyordum ama yanı başımdaki beden şahitti. Bu feryatlara da alışkındı. Tıp ki benim gibi. Kalın dudaklarım soğuktan olsa gerek ki kurumuş, çatlamış birbirine yapışmıştı. Dudaklarımı hızla araladığım an ufak bir sızıya göz kamaştırdım. Belli belirsizdi yutkunuşum. " Saplantı bir nevi zehir, aşk ise ecza deposu..." diyerek karşımdaki meraklı gözlere yanıttı bu. " Ama bazen..." dediğimde cümlemi zihnimde toparlamam gerektiğini düşündüm. Direk olarak bedenimi çürütüyor benim, diye damdan atlarcasına meydana çıkamazdım. Sessiz bir feryat olarak kalmak zorundaydım. "Aşkta saplantıyı beraberinde getirir. Bu da daima aşık olan o bedene, eziyetten, belki de ölümden başka bir şey getirmez." Parmak kaldırmadan öylece dilindeki zerre merak etmediğim o kelimelerini sınıfla paylaştı. "Ölümden başka mı? Sanki her gün ölüyormuşsun gibi..." diye yine araya girdi sarışın çocuk. İsim hafızam kötüydü demiştim. Bu yüzden bu çocuğu zihnimde sarışın çocuk olarak kodlamıştım. Öğretmen, belli belirsiz kıvrılan dudağı ile bir iki adım ileriye giderek, bu defa da sarışın çocuğun sırasının ucunda durdu. " madem bu kadar meraklıyız..." dediği an ne diyeceğini anlamış olacak ki, " yok meraktan değil. Benim maksat makara, Ediz Hocam." Adı Ediz' miş adamın. Oysa tipik bir Burak gibi görünüyordu. Ediz Hoca yarım ağız güldüğünde, " bende makara olsun diye soruyorum soruyu cevap ver ki sözlün düşük olmasın, Burak!" Dedi. Kısa bir anda ciddi bir ifadeye büründü. Her ne kadar okuduğumuz okul ebeveynlerimizin paraları ile olsa da hocalar ders içi performanslarına istedikleri notu vererek, öğrencileri aileleri ile yüz göz ediyorlardı. Bu da öğrencilerin ailelerinden ceza almalarına neden oluyordu. Hadi ama Burak mıydı? Hiç Burak tipi yoktu. Yarına kadar resettle ve bellekten at. Yeniden sarışın çocuk olacaktı. Öğretmenin sarışın çocuğa tekrar odaklanması ile sıraya oturdum. Herkes gibi bakışlarım onlarda olmadı. Sırtımı dönmeden, elime aldığım kalem ile siyah leke misali sayfayı kirleten o noktayı son gazla elimdeki kalemi bastırarak karalamaya devam ettim. Saplantı, duygu karmaşının esiri gibi... Bir esirde çıkış yolları için her türlü belayı hal görür." Dediğinde kalemim duraksadı. Mantıklı. Hayır felsefi bir bakıştı. Ya aşk? Benim gibi düşünene birileri var mıydı? Sesinde sarsılmaz bir ton varken, bir anda kuş misali uçup gitmişti. Daha alçak bir tonda, "Aşkta, tüm duyguların saf haline rastlasakta sessizce çığlık atar ileriye milim kımıldayamayız." Çünkü kaybedeceğimizi biliriz. Bazen aşkta kazanmak, yeniden doğmak kadar imkansızdı. Felsefe öğretmeni beğenmiş olacak ki, " aferin Burak. Nadir de olsa beni şaşırtıyorsun." Diyerek yanı başımdan bir karayel misali esip geçtiğinde tenim üşüdü. Ağzını açıp, bir şeyler demesi için fırsatı olmadı. Zil sesi yankılandı. Yine değişmiş olan zil sesine karşı herkesin bakışı, sarışın çocuk ve bitirim ikilisini tamamlayan elinin üzerinde koca bir serçe kuşu dövmesi olan o çocuk arasında nakış örüyor olmalıydı ki yanı başımdaki Afra dahil kaşlarını çatmıştı. Çünkü çalan zil sesi, ÖZEL BRIANNA LİSESİ' ne aykırı bir müzik türüydü; Kurtlar vadisi fon müziği. Benim için oldukça uygundu. Çakır'ın ölümüne kadar gizli gizli Devrim ile izlemiştim. Sonrasında her ne kadar merak etsem de annem bunu öğrenmiş ve bana bir daha tekrarlamam için iki gün boyunca -uyumama izin vermeden- aralıksız bir şekilde Black Swan izletmiş ardından bale seansları yaptırmıştı. Gün sonunda ayaklarım su toplamış, gözlerim kan çanağına dönmüş, bedenim bitap düşmüştü. Zihnimde ise tek bir şey yer oluşmuştu; ben bu bedende bir esirdim. Teselli bulduğum bir şey vardı; kendi de uyumamıştı. Beni denetlemişti. Hikayede; Ben bir esir, o bir gardiyandı. Çalan zil ile öğle arasına girmiştik. Herkes yavaş yavaş aşağı inmeye başladığında beni bel boşluğumdan çimdiklemeye çalışan Afra'ya ani bir dönüş yaparak geçici bir şok etkisi yaratmıştım. " bekle biraz. Defterimi bulmaya çalışıyorum." Dediğimde çantamın iç kısmını tarayan bakışlarımdan mahrum kalsa da gözlerini belerttiğini tahmin edecek kadar yakındı bana. İçinden geçirdiğini de işitiyordum: Görende yeni dünya düzeninin planını hazırlıyor sanacak. "Evet, başka bir sorun var mı?" Dedim ona bakmadan. Dilimi ısırdım, ağzımdan çıkanlar, düşüncesizceydi. Anlamamıştı beni. Bu bir sırdı. Bulduğum alacakaranlık gibi siyah defter, bana oldukça zıttı. Annemin inşa ettiği bana... Elime aldığım defter ve kalem ile oturduğum sıradan ayağa kalkarak, masanın kenarındaki minik askıya eğilerek çantamı astım. Ardından sıradan çıkara, Afra'ya da müsaade ettim. Bana eşlik ederek, birlikte yemekhane katına- eksi bir- ilerledik. O derin girdaba geldiğimde, bakışlarımı ayak uçlarımdan çekmeden ilerlemeye devam ettim. Görmemem gerekti. Yemek sırasına geçtiğimizde annemin, hafta sonunda yağ, protein, demir eksikliği, vitamin değerlerini irdeleyerek inceleyeceğini bildiğim için bir tabak mevsim salatası aldım. Zaten yesem bile uzun süre midem de benimle vakit geçilemiyorlardı. Karnımdaki ağrılar, yavaş yavaş göğsümün arasındaki soluk borusumu aşarak, yolunu biliyorlardı. Aldığım salata ile Afra'nın yanı başında ilerlemeye devam ettim. Bulduğumuz en uç köşeye, elimizdeki tablet ile oturduk. Masaya koyduğum salatanın ardından gözümü kapayan perçemlerimi gelişigüzel düzenlediğimde kısa bir an varla yok arası, yolunu buldu gözlerim. Nefesin çok kısa bir süre... Baş parmak ve işaret parmağı usulca birbirine birleştirdiğim kadarcık, durdu. Çünkü başka biri vardı.Yanı başında. Elini omzundan atarak, kendine çektiği o bedenin, uzaktan bile Işıl Işıl parlayan o saçlarına minik bir öpücük kondurmuştu. Sakin ol, İzel... Bu bir hırs, geçecek. Neden geçmiyordu. Bakışlarım önümdeki yeşillikte olsa da aklım hala oradaydı. Yıllarca geçecek diye diyerek kandırdım, kalbimi. Ancak daha çok batıyordum dibe. Artık, ruhum benden ayrılıyor gibi hissettiriyordu. Sanırım ölüm ile burun buruna geliyordum. Salataya batırdığım çatala gelen marulu, ağzıma götürdüğümde dilim gibi zihnimde sesini kessin istiyordum. Bakışlarını salatadan çekmeden, bir çatal daha atmak istedim ağzıma. Ancak midemden yukarıya doğru yol yapana su, buna engeldi. Önümdeki salatayı kenara iteledim. " bu kadarcık mı?" Diyen Afra'ya kafamı aşağı yukarı sallayarak, cevap verdim. " bir yerde düşüp kalacaksın, diye ödüm kopuyor!" Diyerek yakınırcasına konuştu. Elindeki kaşık ile çorbasını karıştırarak, bana dik bakışlar atmaya devam ediyordu. Dudağımı büzerek, yüzümü buruşturdum. " Ben aç değilim." Dediğimde yutkundu. Kaşlarını çatsa da gözlerindeki bana olan üzüntüsünü görüyordum. "Aç değil misin, yiyemiyor musun?" Ona söylemek istememiştim. Çünkü dertler, acılar kişiseldir, babamın deyimiyle. Başkasının yaşamını sekteye uğratarak, zaman kaybına neden olmaya hakkım olmadığı düşüncesi ile yetişmiştim. "İkisi de, desem... İnanır mısın, bana?" Bekletmedi. "İnanırım..." dedi anında. Dil dökmeler boştu. İkimizde susarak birbirimize baktık. Gözlerim elindeki çorba ile oynayan kaşığa kaydı. "Hadi ye, lütfen. Benim için..." dedim. Ben o çorbayı, ay sonunda ödül alarak belki içebilirdim çünkü baharatı oldukça fazlaydı. Benim tadına bakamadığım her şeyin tasına doya doya baksın, nasıl bir tadı olduğunu bana tarif etsin, istiyordum. Çünkü o şekilde yaşamasam bile kısa bir saniyede olsa tadı damağımdaymış gibi bir his beliriyordu, dilimin ucunda. "Hadi şu masaya geç ve rahat rahat ye..." diye kaş göz yaptım. "Sen beni başından atmak için yapıyorsun değil mi?" Eğer tabakları böyle bitecekse, "Evet!" Dedim. Dilinin ucunu çıkardığında zift gibi olan kahve misali gözleri kısıldı. Ayağa kalkarak, masanın üzerindeki yemek tabletini aldı. Usul usul önümdeki masaya oturduğunda sırtını bana dönmeyi ihmal etmedi. Onun gidişiyle, defterimi önüme alarak, usulca açtım. Kalemimide avuç içime alarak, yazmaya başladım. Bugün kendimi keşfettiğim, otuz sekizinci gündü. 29.10.2020 İzel Hera'nın güncesinden...
Nefes alıyorum... Hayır kasvetli havayı içine çeken ben değilim. Varlığımdan haberi dahi olmayan aciz bedenimdi. Garipti ki bu aciz bedenime istemesem de itaat ediyordum. Ürküyordum. Ve ben nefes alarak gerçek beni saklasam da, bu melankoliye oldukça yakındım; aşk denilen azap sayesinde... Karşılıksız aşk; her insana hayatı boyunca bir kez uğradığı gibi bana da uğramayı ihmal etmemiş, içimdeki ürpertiyi diri diri tutuyordu. Melankoliye, ayak uydurmaktan başka seçimimim kalmıyordu. Keşke... Keşke başka seçimlerde olsaydı, hayatımda... Başka bir isim, başka bir ev, başka bir nefes... Tamamdı işte, bu bana yeterliydi. Bu benim sayamadığım kaçıncı keşkemdi. Hayır, Hera... Sen zaten bunlara sahipsin, diyerek kendime kızıyorum; annemin deyimi ile Deli gibi... Sanırım annem haklı. Bende bir tuhaflık olduğunu inkâr edemezdim. Bunu etrafımdaki insanlara anlattığımda kendime koyduğum deli gibi, tanısını koymuşlardı. Etrafımdaki insanlar; adını zeytinli açma koyduğum ayıcığım ve uyurken beni bambaşka dünyalara sürüklemeye çalışan her daim al yanaklı bebeğim masal.... Ups, bu bi sır... Annem bunları bilmiyor. Aksi takdirde bebeklerimi, göz yuvalarımın içine o nefretini kazıyarak yakabilirdi. Çünkü ben genç bir kız çocuğuyum. Ve Özün ailesinin iki varisinden biriyim. Aslında arkaya atılan varisim. Eğer ihtiyaç duyulursa ben vardım. Her evlatlık çocuk gibi... Hayır, Hera... Sen her zor durumda, baş karaktersin. Özün ailesi... Annem kimseye bir şey anlatmamam gerektiği hakkında öğütler vermeye başladığında henüz yedi yaşındaydım. Şimdi 17 yaşındayım ve hala her sabah kahvaltısında öğütler almaya devam ediyordum. Çünkü ben Özün ailesinin iki varisinden biriydim. Diğer varis... Her neyse... Nerede kalmıştın, Hera? Aklını yine bulandırdı. Evet, deliler... aslında sıradanlaşmış nefret tohumlarını ektiğim insanlardan, çok daha üstün kalıplara sığan insanlar dersek daha doğru bir tespit olur. Bu ayrıcalık, insanların içinden geçenleri duyabilmeyi kapsar mı ya da bir kişinin öleceğini anlayabilecek kadar geniş bir yelpazeye sığar mı? Aklımda deli sorular... Belki de sorularımın cevabı, ülkede sorulan sorulara verilen cevap oranları gibiydi; yarı evet, yarı hayır... Her daim kendimi bu orana kodlamıştım. Tuhaftım ve bu tuhaflığı da mum ışığında zihnimin derinliklerine gömüyordum. Bu gizli kalmalı, tıp ki karşılıksız aşkım gibi... Kumral olan, saçları. Eliyle yanıbaşındaki bedenin saçlarını okşayan o beden. O... Hemen çaprazımdaki masada sırtı bana dönük bir şekilde sandalye de oturuyor. Ama beni görmüyor. Ne sanıyordum ki feda edilenlerin görüleceğini mi? Koca bir saçmalık, işte. Üzülmüyorum... Bulduğum her fırsatta kaçmayı seçiyorum. Sanırım; artık gitme vaktim, zil çalıyor. Ve unutmadan bugün, otuz sekizinci gün... Çalan zil ile elimdeki defter ve kalemi alarak hızla kaçtım, girdaptan. Gözlerimi buğulamaya tek başına yetiyordu. Ardı ardına çıktığım basamakların başına geldiğimde, koştuğum için taşan soluğuma mola verdirmek istedim. Arkamdan gelen ses ile elim kalbime gitmişti. İrkilmiştim. Yanımda duran siyah spor Puma ayakkabılara yan bir bakış attım. " öğretmen ziline on beş dakika var, kalbi anlatabilirsin bana." Dediğinde gözlerimi devirdim. Bu sarışın çocuktı. Gözlerimi ayaklarından yavaş yavaş süzerek gözlerinde sabitlediğimde dik dik bakmaya devam ettim. " Saçların, nesne hep toplu?" Dediğinde konudan bağımsız bir soru yöneltti bana. Bakışlarımdaki afallamayı görmemesi için sol elim ile alnımı kaşıyor gibi yaptım. Ne saçma bir meraktı? Ayrıca beni bu denli dikkatli incelemesi, tuhaftı. Benim içsel sorularım bitmeden, konuşmasına devam etti. " Saçların çok güzel. Ve bu güzelliği gözlerimizin görmesi, minik bir kutlamaya eş değer." Diyerek sorgulamama neden oluyordu. Çünkü iç sesi ile aynı duygulara yanaşmıyordu, dili. Birisi beni tavlamaya çalışırken, diğeri için basit bir oyundum. Sağ tarafıma dönerek, bir adım attım. Soluk alış verişlerimi bıkkın bir nefesle ölçer gibi yaptım. Dize gelmişti. Aralanan dudaklarım ile " Üzerimden iddiaya girmeniz..." dediğimde göz bebekleri irileşti. Bedeni afallamıştı ki bir adım geriye gitti. " Karşılığım neydi, merak etmedim değil." Dedim emin duruşumla. Kaçamak bakışlarla, alayla sırıtmaya gayret etti. Ya da başarılıydı ama ben düşüncelerimin okuduğum için ciddiye almıyordum. " Şakacısın..." diye sırıtmaya devam etti. Onun aksine yüzümde yaprak kımıldamadığıma, emindim. "Benden uzakta her haltı yiyebilirsiniz. Sakın!" Dedim bir adım daha yaklaştım. İşaret parmağımı karşımdaki sarıya doğru havalandırdım." Aklınızdan dahi geçirmeyin." Dediğimde bu cümlede fazlasıyla ciddiydim. Aklınızdan geçirirseniz ister istemez, kulak misafiri olabilirdim. " Yoksa..." diye devam edecekken merdiven basamakların aşağısında beliren bedenler ile bakışları oraya kaydı. Buraya bakmıyordu. Yanı başındaki Dağhan'ın anlattıklarına içten tebessüm sunuyordu. Boğazımdan geçmeye çaba gösteren hıçkırığım ile koşar adımlarla ilerlerken ardımdan adeta bağırarak, "İzel Hera, sadece bir dakikanı ayırman da yeter," diyerek gelen sarışın çocuğa göz belertmekten öteye gitmedim. Hızlı adımlarla merdiven basamaklarını çıkarken, ardımdan geleni unutmaya çabalıyordum. Bunun için ise yanımdaki sarışın çocuğunun cümlelerine odaklanmaya çalışıyordum. " Kalp, bir esir demiştim ya sana..." diyerek bir yandan bana bakıyor, diğer yandan çenesini boş yere yoruyordu. " böyle uzun uzun anlatayım mı sana, nasıl esir olur?" Diyerek sayıkladığında, sınıfımızın katına geldiğimizde sola dönerek, geride kalan bedenleri ardımızda bıraktık. Sınıf kapısında geldiğimizde yavaşça adımlarımı durdurdum. Ona dönen bakışlarım, iğreti doluydu. " eğer olur da bir daha, benim veya sınıftaki herhangi bir kızın bedeni üzerinden iddiaya girmeye çalışırsınız... Babanın, iflas ettiği için intihar ettiğini tüm okula yaymaktan hiç çekinmem!" Dediğimde dönüp kalmıştı. O neşeli çocuğun gerisinde bir yıkım vardı. Ve bu yıkım onu düzensiz işler yapamaz iteliyordu ki kafası dağılsın. Belki de benim gibi burada okuyan çocukları suçlu olarak görüyor, kendi içinde intikam ateşini harlıyordu. Yerinde olsaydım... Bilmeyecektim çünkü hiç bir zaman olamayacaktım. Ne bir anne, ne bir baba; hepsi yalandı hayatımda. "Sen..." diyebildi güç bela. "Uzak dur, ikile..." diyerek sınıfa girerek sırama oturdum. Defterimi, çantama koydum. Kollarımı sırama koyarak, üzerine de başımı koyduğumda, kollarım yastık muamelesi görüyordu. Son derse kadar uyumak istiyordum. Ancak yanı başımda duran beden ile göz kapaklarımı sıkıca birbirine bastırarak, yeniden açtım. Gördüğüm ayakkabılar yeni üretim olan, gri beyaz karışımı Nike Air Force. Gözlerim, usulca bedenini tavaf ederek gözlerini deldi. Yanılmamıştım. Oydu. Başımı sıradan kaldırarak, bakmaya devam ettiğimde etrafta bazı bakışlarda en az benim kadar meraklıydı. Ancak bu merak bende kısa sürdü. O buraya geliyorsa iki nedeni vardı; birincisi ya akşam yemeğinde onlardaydık. İkincisi akşam yemeğinde bizdeydik. Ellerini siyah kumaş okul formasının ceplerinden çıkartarak, kollarını göğsünde bağladığında, gözüyle işaret etti. Yan tarafıma kaymam gerektiğini söylüyordu. Vurdumduymaz bir ifadeyle, " orası dolu." Dedim. Bıkkın bir soluk kaçtı ciğerlerinden. Ban değil bu bıkkınlığın, kaçtı değil mi?" Benim aksime iç ses falan okuyamıyordu. "Biliyoruz, amcasının yeğeni. ikiletme!" dediğinde ileriye kaymam gerektiğini kast ediyordu. Sözünü dinleyerek, diğer sıraya oturdum. Sıraya oturduğunda, bedeni sığmamıştı, bacağı bacağımı belli belirsiz değiyordu. Bu durum benim için acınasıydı. Bacağımı biraz daha topladığımda teması tamamen kestim. Fark etmedi bile. Beni alabora eden temassız temas, ona koca bir hiçti. Bir anda bana doğru dönerek, ağır ağır yutkunmama neden oldu. Onun aksine ona bakmamak için direniyordum. " akşam annemler davete gidecek. Sen benimle geliyorsun, başımın belası!" Dediğinde ifadesi de sesi de bu durumdan bıkmıştı. Ona doğru döndüğümde sinirden olsa gerek keskin çene hattı dişlerini sıktığı için daha da belirginleşmişti. Benim için her geçen gün yeni bir nefret tohumu ektiğini iliklerime kadar hissetmekle kalmıyordum artık. Bizzat görüyordum. Bir koluma sıradan destek alarak, başımı yasladım. "Gerek yok!" Dedim ifadesiz bir tavırla. Tek kaşı havalandı. Alaylı bir sırıtış ile dudağının köşesi kıvrıldı. " İşime gelir, baş belası! Ne halin varsa kendi içinde çöz, yakama yapışma yeter." Dediği an her zamanki tavırları olsa da sanki her işittiğimde ilk defa burna böyle davranıyormuşçasına kalbim tuz buz oluyordu. "İyi şimdi defol, sıramdan!" Diye başımı kolumdan çekerek, tahtaya baktım. Gitmesi gerekti. Ancak gitmedi. Sıraya daha da yayıldı. Tekrar ona doğru dönerek, sorgularcasına bakışlar atmaya başladım. "Haberin yok mu gerçi senin neyden haberin varki?" Dediğinde cıkladı. Benimle sanki bir arkadaşına takılır gibi konuşuyordu. Ancak bu arkadaşı kısmında benden nefret ettikleri listesinde başı çekiyordum. Yarım kalmışlığa devam ederek, "Bizden on beş sizden on beş günü." Dedi. Bizden on beş sizden on beş günü... Afra bu yüzden gelmemişti. Felsefe öğretmenin- bana göre- saçma projelerinden biriydi. Bir ders saati şubeler arası listeye göre ayrım yapılır, yaşa göre düşüncelerin farklılığını gözlemlemeye çalışıyordu. Cevap vermedim. Tekrar tahtaya dönerek, kendine sığındım. O ise yanı başımda elinde aldığı koyu yeşil tüylü kalemime garipser bir ifade ile bakıyordu. Nasıl birisin, diye sayıkladı içinden. Büyümemiş kız çocuğu, şımarık velet, diye devamında sorusunun cevabını sıraladı. Bunları bazen yüzüme de söylemekten kaçınmıyordu. Alışkındım, görülmemeye. Kalbimden haberi olsa dile gelir miydi, yine? Kalbimden içeriye derimi keserek, soktuğu çiviye bir çekiç darbesi daha indirdi. İçeriye giren öğretmen, etrafta göz gezdirerek öğretmen masasına adımlamaya devam etti. Herkes ayağa kalkarak, öğretmene selam verdiğinde tekrar sıralarımıza oturduk. "Şunu kes!" Diye bir fısıltı böldü, sayfadaki lekeyle olan azimli savaşımı. Yandan bir bakış atarak, umursamadan devam ettim. Aniden ellerimin üzerinde hissettiğim el ile nefesimde boğulmanın eşiğindeydim. Başkasına dokunduğu elini bana sürmüştü. Bu midemi bulandırıyordu. Hayır miden bu yüzden bulanmıyordu, Hera. Kendini kandırıyorsun. O kız senden daha zayıf olduğu için bulanıyordu. O çikolatayı yememen gerekti. Ellerimi ani bir atakla çektiğimde, sesli bir soluk sesi işittim. Çantamın içine, sıranın üzerindekileri gelişigüzel koyarak fermuarını kapadım. "Çekil," diye sayıkladım. "Çekil, dedim sana. Laftan anlamayacak kadar salak mısın?" Diye fısıltıya karışan keskin sesim soğuktu. Ayağa kalktığında yoklama defterini dolduran öğretmenin bakışları ona çevrildi. Tek kaşı havalanan öğretmen, ben ayağa kalktığımda iki kaşına birden hak tanıdı. Dirseğini önündeki masaya yaslayarak, eliyle çenesini sıvazladı. Sıradan çıkarak, öğretmenin yanına geldiğimde, midemdekiler beni yiyor gibiydi. Soğuk soğuk terliyor gibiydim. "Ben derse katılmak istemiyorum..." dedim. Gözlerime bakarak, " sen bilirsin." Dedi. Yoklamada yazılmayacağım söylediğinde, umursamadan adımlamaya devam ettim. Kapıyı ardımdan kapatarak, koşar adım lavaboya adımladım. Kapıları kontrol ettikten sonra elimi sekiz kez başa dönerek yıkadım. Ardından lavaboya girerek, kapıyı kilitledim. Gözlerim parmaklarıma değdiği an gözyaşlarım güçsüz bir şekilde yanaklarımdan şakaklarıma, süzüldü. Parmağımı, gırtlağıma bastırmaya çalışarak, üzerimdeki yükten kurtulmama ramak kalmıştı. İçimdekileri, acıyla inleyerek gözyaşlarımın eşliğinde çıkardığımda direncim kırılmıştı. Sifonu çekerek, kapıyı açtım. Yüzümü serpiştirdiğim suyla, kendime gelmeye çalıştım. Sırtımdaki çantanın kollarını sıkıca tutarak, aynada kendime baktım. Kirpiklerim ıslaktı. Bu beni huzursuz etmeye yetiyordu. Sıkı topuzum, olanlara rağmen zerre sarsılmamıştı. Canımı yakıyordu, buna değmeliydi. Lavabodan çıktığımda, başıma gri ceketimin kapüşonlusunu geçirdim. Hızlı adımlar ile çıkışa ilerlemeye devam ettim. Güvenliğe geldiğimde, eğer haberleri olmasaydı buraya kadar nasıl gelirdim, adlı klasik yalanı söylediğimde her zamanki gibi inanmıştı. Belki de hiç olumsuz yanıt almadığı için inanmaya devam ediyordu. Kapı dışarı çıktığım da adımlarım artık daha yavaştı. Ellerimi, ceketimin cebine koyarak, dirençsiz vücudumu daha az yormaya çalışıyordum. Bir otobüs durağının yanından geçerken, duraksadım. Annem aklımdan geçenleri bir bilseydi, kesinlikle kolestrol hastası olabilirdi. Tek tük insanların olduğu durakta ayağım ile ritim tutarak beklemeye başladım. Anneme Afra ile ödev yapacağımı, amcamlara geç geleceğime dair kısa bir mesaj gönderdim. Afra' yı severdi. Çünkü annesi de cemiyetteydi. Ama annem gibi bir anne hiç değildi. Normal bir anneydi. Afra ise beni idare etmeye alışıktı. O sormadan ben anlatırdım. İleriden yaklaşan otobüse gözlerimi kısarak bakmaya devam ettim. K- 17 nereye gidiyordu, hiçbir fikrim yoktu. Ancak ilk gelen buydu. Okul çıkış saati yaklaşıyordu. Bugün kurul toplantısı olacak tı ki üç saat önce çıkıyorduk. Ve ben okul çıkış herhangi biri ile rastlaşmak istemiyordum. Otobüse bindiğimde bu atmosfere aşinaydım. Daha önceleri bir kaç kez kendimden kaçmak istediğim de biniyordum. Hatta bir öğrenci kartım dahi vardı. Cüzdandan çıkardığım kartı okutarak, tutunacak yer aradım. Çünkü oturacak hiç bir yer yoktu. Tutunacak bir yer bulduğumda, önümdeki adamda sabitlendi bakışlarım. Huzursuzdum. Bu adama hissettiğim şey olsun istemiyordum. Ancak gözlerime değen gözleri soluverdi. O ölecek miydi? Bu bir yanılgı. Geçti. Tekrar baktım. Hayır, hala soluktu kahve tonu olan gözbebekleri. Ne diyecektim? Ben biliyorum, öleceksiniz? Ben adamın yerinde olsam hiç iyi şeyler düşünmezdim. Akışına bırakmak zorundaydım. Tutunduğum demirdeki kırmızı renkli düğmeye basarak kaçmak istedim. Otobüs durduğunda, hızlı adımlarla gürültülü bir ses ile açılan kapıya yönelerek çabucak inmekti niyetim. Benimle gelen adamı, hesaba katmamıştım. Ardımdan inen adamda en az benim kadar büyük adımlar atıyordu. Belki de işi acele idi. Ölüme yürüyor dedikleri bu olsa gerek. Adımlarımı yavaşlatarak, çantamı bir omzumdan indirerek, en küçük fermuarını açtığımda kulaklığımı aldım. Ardından çektiğim fermuarı ile içli bir nefes verdim. Çünkü ipleri birbirine sıkı sıkı dolanmıştı. Evet bende hala kablolu kulaklardan yanayım. Diğerlerinde müzik dinliyordum. Kaybolulu kulakta, kendime yeni bir konser verdiriyordum. Ben yaşamak isterim misali. Bir yandan kulaklıktaki düğümü çözmeye uğraşıyorken, bir yandan da yürümeye çalışıyordum. Yan tarafımdan sıyrılan kırmızı çizgili gömleği ile kahve pantolonlu o adam... Beni geçmişti. Çözülen kulaklığıma taktığım telefonumdan, bir müzik seçmeye başladım. Uzun bir bunaldım adlı playlist listem vardı. İsminden de anlaşıldığı gibi ruh halim, kulaklığım gibi karmakarışıktı. Açmam gereken de belliydi; Adele... Adele'nin her şarkılarını kendimle bütünleştirsem de, Skyfall, dış dünyadan bir ruhu emercesine beni çekip alıyordu. Ses seviyesi, uyarı verene kadar böyle dinleyecektim. Önümdeki adamı takip ediyor gibi hissetsem de peşi sıra adımlamazsan alıkoyamıyordum, kendimi. Elindeki siyah renkli kırmızı kurdele ile süslenen o poşete parmakları ile sarılıyordu. Belki de değer verdiği birine hediyeydi. Başımı sağ sola sallayarak yön değiştirmeye karar verdim. Nereye kadar takip etmeyi düşünüyordum ki? Evine kadar, İzel. Hayır, bu sapıklığa girerdi. Bana yapılsaydı, rahatsızlığın tavanına kendimi asardım. Adımlarımı sol tarafa yönlendirdim. Karşıdan oldukça sert bir hızla gelen motor bisikleti gördüğümde, bakışlarım endişeye karışarak, çizgili gömlekli adamda kitlendi. Yutkunarak, sol kulağımdan hızla çektiğimi kulaklığımın tekini elime, aldım. Adama yüksek sesle, hitap etsem de gürültü kalabalığından olsa gerek beni duymuyordu. Hızla koştuğumda kulaklığımın diğer teki kulağımdan akarak, yerle flört ediyordu. Aldırış etmeden adamın arkasından iterek, yanı başına yığıldım. Adam iyi olsa bile devrilen motor bisikletteki adam, iyi miydi? Ben iyi miydim? Neden canım acıyordu. Gözlerimi açtığımda adam an tarafımda doğrulmaya çalışarak, beni kontrol etmeyi ihmal etmiyordu. Bedenimde oluşan garip bir sızı... İlk defa sızım, içsel değil yüzeyseldi. Buna deli gibi gülümsemiştim. Kollarımın, eteğimden açıkta kalan dizlerimin çizikler ile dolu olduğunu hissediyordum. Bunun ağır bir yaptırımı olacaktı. Annem için çirkin bir görüntüydü. Acıyla inleyerek, doğrulduğumda adam benim iyi olduğumu anlamış, motor bisikletliye aksayan ayağı ile koşmaya çalışmıştı. Bende olduğum yerden doğrularak, yanı başımda kırılan telefonumu, kulaklığımı, derisi soyulmuş avuç içime aldığımda ayağa kalkmaya çaba sarf ettim. Yalpalayarak, motor bisiklete adımladım. Bizden uzağa savrulmuştu. Çizgili adam dışında birkaç kişi daha vardı, etrafında. Hepsi iyi olduğuna kanaat getirmiş olacak ki ufaktan söylenmeye başlamışlardı. Şansı, kask taktığı içindi. Diğer türlü parçalanan bu motordan çıkması epey zordu. Kaskını çıkartarak, karşısındaki insanlar ile gerçek anlamda yüz göz olmuştu. Zeytin gibi siyah gözlerini, açığa veren sinek kaydı tıraşı ile sert keskin yüz hatları, sekmeden dümdüz bakmaya devam ediyordu. Kızıl saçları, siyah pileli elbisesi ile yaşlı teyze, kaşlarını çatmış,yirmi beşten büyük olduğunu düşündüğüm çocuğa -top oynamaya devam eden küçük çocuğu azarlar gibi- işaret parmağını doğrultmuştu. " siz hiç mi akıllan mısınız?" Dediğinde siyahlar içindeki çocuk ayağa kalktığında, bir yunan tanrısını aratmayacak gibi heybetli, yakışıklıydı. Tozlu kıyafetlerini gelişigüzel çarptığında, bakışları motor bisiklete kaydı; sikeyim böyle işi, diyerek içten içe kendine sövmeye başlamıştı. Teyze kıyamamış olacaktı ki, " bir yerinde ağrı sızı var mı?" Dedi devamında. Ben ise bu ruh emici ortamda tek bir kişiye bakmamakta ısrar ediyordum. Çizgili adam ile göz göze gelmemek içim feleğim şaşmıştı. Bu o an mıydı? Kurtulmuş muydu? Gözlerine bakmam gerekti. Ama hazır değildim. Bir anda omzuma dokunan el ile geriye adımladım. Tökezledim. İrileşen göz bebeklerim, bana dokunan ele saniye saniye ilerledi. Çizgili gömleği gördüğümde yeniden soğuk soğuk terlemeye başlıyordum. O ise sıradan bir ses tonuyla, " iyi misin, her yerin çizilmiş." Dedi. Bakma İzel, bakma... Yalancı bir sinirle motor bisiklet sahibi çocuğa döndüm: " Bu şeritte, bu kadar hız yapmanız nelere yol açacaktı?" Çattık belaya. Sana ne... Dese de, dili başka cümlelerle yüz yüze getirdi beni. " Üzgünüm prenses!" Dediği an umursamazca motoruna adınladı. Herkes, ardından cıklamak ile yetindi. Bakışlarım salise sürmeden çizgili adamı buldu. Gözlerini diğerlerinin aksine çocuğa değil bana dikmişti. Muhtemelen bir şeyim var mı, diye emin olmak istiyordu ki gözlerinde ki şüphe bariz belliydi. Ufak bir tebessüm sunduğumda, gözlerinde soluk ifadeye dair bir iz yoktu. Bana karşılık, tebessüm ederek, " teşekkür ederim..." diye dile geldi. Bu sefer ortamdaki mahalle merakı olan o bakışlar bende son buldu. " sen olmasan..." dediği an kırılmış telefonum hala çalışıyor olacak ki ortama ritim tutarak, çalmaya başladı. " Özür dilerim," diyerek sola doğru adımlamaya başladım. Bakışlarım camı her açıdan bir kez çatlamayı başarmış, telefonuma kaydı. Afra, arıyordu. Kulaklığımı tekrar telefonuma takarak, avuç içimdeki yaralarda sızı yaratan telefonu kapüşonlu ceketimin cebine attım. " neredesin, kaçıncı aramam! Öldüm meraktan... İzel, cevap versene, İyi misin? Dersten öylece çıkıp, gitmişsin." Dediğinde devrilmeye başlamış domino taşları gibi hız kesmeden cümlelerini birbiri üzerine yıktı. Yıktığı o taşları yeniden dizmek için kısa bir süre istedim. "Bir dakika," diyerek karşıdan karşıya geçmek için müsaade istemiştim. Karşı kaldırıma geçtiğimde, " iyiyim, hava alıyorum." Dedim. Tek bir celse de, "Hava mı alıyorsun, sen delirdin mi?" Dedi. Durağan bir şekilde, "Yani... Kimine göre, evet..." diye sayıklar gibi bir cümle kurdum. "Neredesin, şimdi?" Diye sert bir soluğa karıştı cümlesi. "Hiçbir fikrim yok..." Şu an bir elini bel boşluğumda koyarak, tüm sinirini ritim tuttuğu ayağından çıkardığını görmesem de biliyordum. "Ya bilmediğin yerde başına bir şeyler gelse... İzel, ömrümden ömür alıyorsun..." diye bir anne şefkati ile kızdı bana. "Akşam, annenler yokmuş. Ve sevgili kuzenin..." dediğinde ellerim heyecandan titremişti. Sevgili kuzen.... Beni mi merak etmişti? Ufukta bir tebessüm vardı. " yanıma geldiğinde sorguladım." Dedi bir hızla. Tereddüt edercesine duraksadı. Dudaklarım anlamışcasına, büzüldü. " Başıma bela açmadan, her haltı yiyebilir, dedi." Diye aynı cümleyi bana aktardı ki, belki bir nefret beslerim diye ümit ediyordu. Ama olmuyordu. Kırılıyordum, üzülüyordum ama kendimi yine onu izlerken buluyordum. Baş belası... Onun için bundan ibarettim. Ufuktaki tebessüm ciğerlerime battı. Ciğerlerimden süzülen kan, göğüs kafesimin arasını tıkıyordu, adeta. Oysa ki ufacık bir sözdü. Ve kalbin katili olmaya yetiyordu. Adımlarım durdu. " yanıma geldiğinde sinirli gibiydi." Dediğinde, benim kanayan yarama bakma fırsatım dahi olmadı. "Akşam evde olmayacağını da söyledi. Yani gönül rahatlığı ile gidebilirsin." Dediğinde beni göremeyeceğini bilmeme rağmen başımı aşağı yukarı salladım. " Bize gelmeyeceğini biliyorum." Dediğinde beni tanıdığına sesindeki netlikten emin oluyordum. Onlara gitmeyecektim çünkü bugün babası ile ufak bir buluşması vardı. Babası ve annesi ayrı olan çocuklar, nadir anlarda babalarında kendilerini görürlerdi. Bu andan benim yüzümden mahrum kalmasını istemezdim. " Ben amcamlara geldiğimde sana mesaj atarım." Diyerek endişesini gidermeye çalıştım. "Söz mü?" Kıkırdayarak, "Söz, size iyi eğlenceler..." dediğimde telefonu eş zamanlı kapamıştık. Nerede olduğumu dahi bilmediğim bu yerde sessizliğim ile baş başa kaldım. Bir müzik seçmek için tekrar telefonu elime aldığımda, Kate Peytavin' a ait Ever fallen; bunaldım - tek playlist's- çalma listemde ilk sıradaydı. Ne sık dinliyormuşum ki ilk sıraya hak görmüştüm. Üzerine basarak, kalbime ritim tutan şarkıya sorgusuzca kendimi teslim ettim. Etrafta göz gezdirerek ilerlemeye devam ederek, nerede olduğuma bakınıyordum. İlerlediğim yerde Çilek sokak, yazıyordu. Renkli renkli evlerden sarkan çamaşırlar, görsel bir şölen gibiydi. Yer ter top oynayan çocuklar, merdiven basamaklarında oturmuş elinde çekirdek olan Teyzeler... Tuhaf bir ambiyanstı. Kulaklığım ile yürümeye devam ettiğimde üzerimde olan meraklı bakışları aşarak, sessiz ve az önceye nazaran renksiz bir sokağa girmiştim. Sessizlik, içime doğru ürperti serpti. Adımlarıma yansıyan ürperti, hızlanmama neden oluyordu. Ceketimin ceplerime sıkıştırdığım ellerimi, yumruk haline getirdim. Sokağı aşmamam ramak kala birinin gölgesi önümde beliriyordu. O gölgenin yarattığı korku, her zerreme nüksetti. "Hey!" Diyen keskin bir ses ile adımlarım adeta kaldırım taşına mıhlandı. Dönmek ve dönmemek arası gidip geliyordum. Sakin olduğumda müddetçe her şey güzel olacaktı. Usulca gölgeye doğru döndüğümde, kaşlarım havalandı. Bu o motor bisikletli karanlık çocuktu. Gözlerindeki ifadesizlik ile beni baştan aşağı süzmeye devam ediyordu. Ona baktığımı görmesine rağmen belli bir süre bana baktı. Yarlarımdan mı tiksinmişti? Yüzü garip bir hale bürünmüştü. Tiksinsin, bana neydi. Beni buraya kadar bir sapık gibi takip etmesine takılmam gerekti. Çatılan kaşlarım, ellerim bel boşluğumda, "Sen sapık mısın?" Diye sesimi yükselttim. Kollarını göğsünde bağladığında, "merhaba prenses, ben sapık!" Dediğinde göz devirdim. Gözleri kısıldı. Kollarını çözerek, siyah deri ceketinin cebine attığı elini çıkarttığında, şaşkınlığımı gizleyemedim. " Ardından bana verdiler." Diyerek cüzdanımı bana doğru salladı. Birkaç adım ona yaklaşarak, cüzdanımı elinden aldım. " neden çağırmadınız," diye de söylendim. İçli bir soluk, ardından gözlerini etrafta gezdirdi. "Keyfim ve kahyam seni sapık gibi takip etmek istedi, var mı bir diyeceğin?" Diyerek keskin bir bıçak gibi olan tınısını alaya vurmaya çalışsa da, başarılı olamamıştı. Ses tonu, teni kesecek kadar etkiliydi. Keyfin ve kahyana, ısırgan otu diksinler. Dilim düşüncelerim kadar konuşmaya eğilimli olmadı. Aralanan dudakları, " içine bir bak. Sapık damgasından, hırsız damgasına geçiş yapmak istemem." Diye memnuniyetsizlikle konuştu. Düz bir sesle "Sen ağzınla sapık olduğunu itiraf ettin." Dedim. Her bir kelimesi üzerine bastığından kuvvetli darbeler yaratmaya yetiyordu. "Sapık falan değilim. Seslendim sana." Durağan ve kayıtsız ifadesinden ödün vermemek için çaba sarf ediyor muydu acaba? " Leyla gibiydin." Diye bitirdi. "Her neyse, teşekkür ederim." Diyerek kestirip attım. Ardından sırtımı dönerek ilerlemeye başlayacakken, " nerede olduğunu biliyorsun değil mi?" Dediğinde etrafa bakındım. Bilmiyordum ancak bu onu ilgilendirmiyordu. Kısa bir duraksamanın ardından ilerlemeye devam ettim. Kısa bir yürümenin sonrasında hala boğucu sokak bitmemişti. Sıkıca tutunduğum tozlu çantamdan güç buluyordum sanki. Nerede olduğunu biliyor musun... Keşke cevap verseydim. Kararan hava da bana ders veriyordu. Bir merdiven basamağına bitap düşmüş ayaklarım güç bulsun diye oturdum. Bir motor sesi sanki bu anı bekliyormuş gibi önümde durduğunda, bakışlarımı ayak uçlarımdan kendini beğenmiş karanlık tipe çevirdim. Bu sefer ne derse, sensin demek zorundaydım. Başıma ölüm dışında farklı bir şeyler gelmesini istemiyordum. Sanki beni anlamış gibi kafasından kaskı çıkartarak bana uzattığında, yüzümü buruşturmamı bekliyordu: elimizde bu var; sövsen de giysen de, tilkilik yapsanda... Cümleleri zihninde çözülen bir bulmaca gibi tek tek sıralandı; Kötü hırpalanmış, canı yanıyor mu? Evet canım yanıyordu ama içsel bir yanmaydı. Mide yanması falan değildi. Bir kalp ağrısı vardı, günler yetmezdi anlatmama. Elinden aldığım kaskı, sıkıca tutarak, kafama geçirdiğimde ipi zor da olsa bağlamıştım. Arkaya bindiğimde, önümdeki bedenden kaçan ellerimi tutarak karnında birleştirdi. " ben, abin yaşındayım, prenses... " Diyerek utanmamam gerektiğini ağzında geveledi. "Senin kaskın?" Diye sormak yerleştiğimde aklıma gelmişti. Cevap vermek yerine motor bisikleti çalıştırdı. İlk defa biniyordum. Sesi çevre için kirliydi, sevmedim. Motor bisiklet hareket ettiğinde daha belinden geçirdiğim ellerimi karnına daha sıkı sardım. " KASKIN DİYORUM...." Diye gürültüden dolayı çığlık atıyordum. "Sen nefes al, beni siktir et prenses!" Dediğinde Kısık bir kahkaha, çığlığıma karıştı. Halime gülüyordu. Ağzımın içine doğru yok yapan rüzgar sesimi kırarak, komik bir hale bürüyordu. Beni bile tebessüme sürüklemişti. "Evim nerede?" Diye yeni bir soru sordum. Kollarımın arasındaki vücudu gerilmişti. Herhangi bir cümle geçmedi, zihninde. Zihni koca bir sessizlikte, bedenine itaat ediyordu. Okulumun önüne geldiğinde, motorunu kenarda durdurarak, sırtını üzerinden yan yan bana baktı. " Okulun burası," diye konuştuğunda aralanan dudaklarım kurumuş olacak ki birbirine yapışmıştı. "Formandan anladığım kadarıyla." Dudağımdaki sızıyı, yersiz bıraktı. Umursamaz tipine göre fazla detaycı biriydi. "Evini söyleyecek misin? Yoksa ben giderim diyecek misin?" Kollarımı çözerek, "Giderim, daha fazla sizi riske atmak istemiyorum." Diye aniden yükseldim. "Keyfin ve kahyan bilir." Diye motordan indiğinde bana uzattığı elinden destek alarak, indim. "Teşekkür ederim," dediğimde kaskı çıkartmaya çalıştım. Ancak açamadım. Bana doğru eğildiğinde, boyunun bedeni ile orantılı derece de iri olması yeniden dikkatimi çekmişti. "Sen kaç yaşındasın?" "Abin yaşındayım." "Alacaklı gözüyle baksaydım yüzsüz gibi bu soruyu sormazdım." Diye homurdandığımda kaşları çatıldı. " hem nerden abim oluyorsun sen benim? Ailemin tek çocuğuyum. dediğin gibi prensesim." çenesi seğirdi. Bu cümleye kurulması gereken bendim. Aslında prenses değil, prensesin yanındaki köleydim. Kandırmıştım. Biraz gergin, biraz hoşnutsuz bir ifade ile "Sen öyle diyorsan öyledir, prenses." Dediğinde parmakları kaskımın ipine değdi. Usulca benden ayırdığı kaskı, saniyeler içinde kafasına geçirdi. "Sana bir şey diyebilir miyim?" Dedim kedi gibi mırıldanmıştım. Kollarını bağladığı göğsü sıkılaşmış, aldığı nefes ile düzenli bir şekilde inip kalkıyordu. "İki şey..." dediğinde ne demek istediğini anlamadım. " birinci şeyi bana sorduğun soru ile dile getirdin. İkincisi?" Gerçekten mi dercesine bakışları atıyordum.belli belirsiz dudağının köşesi kıvrıldığında, "Senin yaş kaç? Bence ben senin ablan olabilirim..." diyerek söylediği cümlenin ağır bir zeka geriliğine işaret olduğunu dile getirmeye çalıştım. "29..." dedi. Kaşlarım havalandı. " Hadi soruna da cevap buldun. Evinin yolunu tut bakalım, prenses..." diyerek motor bisikletine binmek için sırtını bana döndü. Birkaç adım uzaklaştığımda, bana seslendi. Elindeki poşet ile koşar adımlarıyla, yanı başımda durdu. Bana uzattığı eczane poşetine baktığımda, genzimdeki acı yangını yutkunarak söndürmek istedim. Birileri karşılıksız bir şekilde beni düşünüyordu. Tanımadığım birileri… Elime tutuşturduğu poşete bakakaldım. O ise gayet sıradan bir tavırla, “ ben pansuman yapmayı teklif etseydim, beni tescilli bir sapık ilan edecek tipin vardı.” Diye çenesini kaşıdı. Ardından saçlarını karıştırarak, sırtını bana dönerek, motor bisikletine adımladı. Motorunu çalıştırmıştı. Bana kayan gözlerine, havaya kaldırdığım elimi sallayarak kendimce sevecen bir karşılık sundum. Gözleri kısıldı. Kaskı ile olduğu için dudaklarını göremesem de, bu güldüğüne işaretti. Onu geride bırakarak, elimdeki poşeti sallaya sallaya ilerlemeye devam ettiğimde yaklaşık on dakikalık yürüme mesafesinde olan sitenin girişine geldim. Sabit bir şekilde kırmızı çizgi üzerinde durdu, tozlanmış yer yer yer de lekelenmiş ayaklarım. Önümde koca harfler ile Assassin Sitesi yazısı göz boyamaya yetiyordu. Arkamdaki araçtan öten korna ile bakışlarım, omzumun üzerinden araca kaydığında yavaşça kenara çekildim. Bir rüzgar gibi yanımdan geçen araç sevgili kuzenim yeni aldığı-varis olarak hakkı olan- Range Rover' dı. Bir rüzgar gibi anlık dürtüleri beraberinde getirdi. Acaba yine hangi tuhaf arkadaşları gelmişti? Mesela saçını öptüğü o kız… Hissedilmiyorsun, İzel… Sessizce bizim bahçeden onların bahçesine atlayarak, arka kapıdan Nazlı Yengemin benim için ayırdığı odaya girecektim. Her zamanki gibi, görmeyecekti beni… Sitenin kapısına geldiğimde kartı basmaya gerek kalmadan, Talat Amca kapıyı açtı. Kısa bir baş selamı vermekte niyetim. Ancak üzerimdeki tozları, bedenimdeki çizikleri gören birileri daha olmuştu. İyi misiniz, İzel Hanım….” Dediğinde nefesimi belli bir süre içimde tuttum. Belli bir müddet bana hanım dememesini söylesem de ısrarla devam ediyordu. Bunun nedeni annemin onu, beni azarlar gibi azarlamasıydı. İtaat eden taraf yine bendim. Hanım, kulağıma hiç hoş gelmeyecekti. Çünkü; ben bir hanıma itaat ediyordum. “İyiyim, düştüm….” Dediğimde bana inanmıştı. Birini daha kandırdım. Kapıdan içeriye girmem ile evimize doğru yürümeye devam ettim. Evimizin hemen yanında olan amcamların - sevgili kuzenim- evinin ışıkları yanıyordu. Eve gelmeyeceğini söylemiş, eve gelmişti. Her zamanki gibi tutarsızdı. Evimizin bahçe kapısını açtığımda, yan bahçedeki sesler belli belirsiz duyuluyordu. İşitmek istemiyordum. Kırılacak, tuzla buz olacaktım. Ve yine hiçbir şey olmamış gibi yüzüne bakacaktım. Ben buydum, işte. Adımlarımı olabildiğince hızlı tutarak, amacım amcalarım açtığı çitin boşluğunda yılan misali sıyrılmaktı. Önce çantamı ve ecza poşetini o boşluktan içeriye yavaş yavaş iteledim. Sıra bendeydi. Ancak sürünerek geçmeye çalıştığımda belimi çizen çitleri acele hareketlerimin bedeliydi. Kolumdaki, bacağımdaki belki de yüzümdeki çiziklerden daha çok canımı yakmıştı. Sivri ucu, belimi boydan boya çizmiş olmalıydı. Gözlerimden nedensizce akan göz yaşları, çit yüzündendi. Hayır, İzel. Nedenin belli… Herkesi kandırsan da kalbine söz geçirmek mümkün değil. Ellerimi çırparak, gözyaşlarıma hakim olmayı denedim. Yutkundum. Gelen kahkaha seslerine aldırış etmeden çantamı elime alarak, arka bahçeye koştum. Aralık olan kapıdan içeriye sızdığımda, karanlık odadan dolayı telefonumun fenerini açtım. Ezbere bildiğim yolu tedbirli bir şekilde ilerlemeye devam ettim. Odanın önüne geldiğimde kapıyı yavaşça açarak, içeriye girdim. Ardından iki kez kitlediğimde, kapının arkasına çöktüm. Feneri söndürdüğümde, Afra’ya mesaj atmayı ihmal etmedim. Ruh ikizi; Ben amcamlardayım, bilginize arz ederim. Sanki bu anı bekliyor gibi anında görmüştü. Kısa bir yazıyor yazısının ardından, bir bildirim düştü ekranıma; Can ciğer kuzu sarması; İyi misin? O… Evde değil, değil mi? Ruh ikizi; Hayır ya da bilmiyorum. Odadan çıkmadım. Duş alıp, matematik ödevlerini yapacağım. Yarın bale eğitimi var. Geç geleceğim. Can ciğer kuzu sarması; Biliyorum:( Öğlen yemeğine yetişmeni bekliyor olacağım, öptüm… Ruh ikizi; Öptüm, görüşürüz:) Elime aldığım çantam ve elimden bir an olsun bırakmadığım ecza poşetim ile ayağa kalktım. Işığı yakarak, yatağa adımladım. Temiz bir sayfa kadar beyaz olan yatağa yatarak, kirletmeye el vermedim. Çantamı yatağın yanındaki komedinin yanına bırakarak, kıyafet dolabına ilerledim. Dolabı açmadan, dış kısmındaki boy aynasından kendime baktım. Ceketimi çıkardığımda, kollarımdaki çizikler bacaklarımdaki kadar çok ve derin değildi. Alnımdaki ufak çizik, annem için büyük bir görüntü kirliliği olacaktı. Dolabın kapağını açtığımda, elime aldığım pijama takımı ile kolumu da bacağımı da kapatamazdım. Ancak bu dantelli giysiler de hoşuma gitmiyordu. Şort misali tercihimdi. Pijama takımını ve iç çamaşırlarımı aldığımda, dolabın kapağını kapatarak, banyoya girdim. Açtığım su akıp giderken elimdeki iç çamaşırlarını ve pijama takımını kapı ardında kalan, askıya astım. Üzerimdekileri tek tek çıkararak, süzülerek akan ılık suya ayak bastım. Yavaş yavaş tüm vücuduma değen su, yaralarımı çok az sızlatıyordu. Gözlerimi kapadım. Sessizce akan yaşlarım, karıştı suya. Bekledim. Kalbimin sessiz feryadının kısılmasını, dakikalarca bekledim. Kapadığım su ile üzerinde geçirdiğim bornozum ile duşa kabinden çıktım. Kurulanarak, askıdaki kıyafetlerimi giydim. Saçlarımı kurutmaktan nefret ederdim. Belki de annem hiç saçımı okşamadığı içindi. Okşanmayan bir saça ne diye özen gösterilirdi ki? Saçlarım ıslak bir şekilde, odadaki dolabın aynasına ilerledim. Alnımdaki çiziğin kanı akıp gitmişti. İzi kalmıştı. Aynadan gözüme çarpan çantam ile yanı başındaki ecza poşeti ile tebessüm ettim. Çantamın yanındaki poşeti açarak, içindeki yara bandı ve yara için yeşil renkte bir jel vardı. Açtığım jelden bir nohut kadar parmağıma alarak, aynaya koştum. İyice yayarak, sürdüğümde soğukluğu yaramı yakmıştı. Oraya ulaşamayıcağını bilsem de azimle, ağzımla üfledim. Ardından tekrar poşete koştuğumda, yara bandından bir tane kopardım. Desenliydi. Hem de fosforlu bir Barbie pembesiydi. Ben bunu kullanacak kadar küçük olmamıştım. Abi gibi düşünmüş olacaktı ki… Ben de kardeş gibi düşünecektim. Yuvarlak, desenli yara bandını açarak, alnımdaki yarayı kapattım. Üzerine de perçemleri örttüğümde görünüyordu. Ne diye vardı o zaman bu perçemler? En kısa sürede işe yaraması için kakül kestirmeliydim. Yatağa geçerek, üzerindeki örtüyü kaldırmadan uzandım. Işık açık ama yine de fark edilmiyordum. Belki bir arkadaşı fark eder, kapımı çalar beni davet ederdi. Ardından azarlanır, tekrar odaya yollanırdım. Klasik bir Özün stiliydi, işte. Yataktan kalkarak, ışığı kapadım. Ardından içeriyi aydınlatan loş bahçe ışıkları ile tekrar yatağa ilerleyerek, uzandım. Kapanan gözlerime, vücudumu emanet ettim. Ancak tam kalbim tutacakken bahçede yükselen sesler ile pencereye korkak adımlar ile ilerledim. Hepsi bir yandan kahkaha atarken, o donuk bir suratla derinlere dalmıştı. Bu gürültü, gülüş sesinden mi ibaretti. Ne vardı hayatta bu kadar gülecek? Belki de… Ben renkli bir sayfaya sahip değildim. Bakışlarımı hissetmiş gibi düşünceli ifadesinden ödün vermeden, kafasını kaldırdığında göz göze geldik, demeyi isterdim. Ancak göz göze geldiği ben değil dizine vurarak, yanına çağırdığı kızdı. Oturduğu yerden kalkarak, bir kuğu misali süzülerek ilerledi. Bacağına oturduğunda, yüzünde herhangi bir değişim yoktu. Yüzünün her bir noktasını tavaf edercesine gezinen bakışları, kısa bir an en yakın arkadaşı Dağhan’a kaydı. Anlattığı her ne ise kafa sallayarak onayladı, Dağhan’ı. Ardından bakışları kucağındaki kızda son buldu. Onu seviyor muydu? Seviyordu ki burnuna kadar girmesine müsaade ediyordu. Vazgeç İzel… Belindeki eli karnından geçerek, onu sıkıca sarmıştı. Dudakları dudaklarını bana olan nefesinden daha yakındı. Kızın bakışları, Dağhan ve onun yanındaki kıza değdiğinde ortamda anlatılanlara gülüyordu. Kız kucağında gülmeye başladığında, üzerindeki bordo elbisenin açıkta bıraktığı kusursuz görünen bacaklarında yavaş yavaş, eli yer edinmeye başladı. Kız gülüyor, o ise dalıp gidiyordu. Kalbim batan çivilerden gelen sesler, kulaklarımda uğultular oluşturmaya başladı. Göğüs kafesimden içeriye almaya çabaladığım o nefesi bir türlü kabul edemiyordum. Acı bir tatla yutkundum. Ağzıma gelen kan tadı ile yüzümü buruşturdum. Ellerim dudaklarıma gittiğinde, hissettiğim sıcaklık ile bakışlarım dudaklarımdan çektiğim ellerime kaydı. Loş odada net görmesem de dakikalarca dudağımı kemirdiğim aşikardı. Komikti ki ben enkazıma rağmen yine bir gece yarısı onu izliyordum. Oldukça alımlı vücuda ait olan bacaklardaki el, elbisenin açıkta bıraktığı kalçasında son bulmuştu. Avuç içini bastırırcasına sıktığında kızın bakışları yavaş yavaş cilveyle ona döndüğünde bir saniye bile sürmedi göz göz gelmeleri. Dudakları birbirine değdiğinde, tepkisizce izlediğimi düşünsem de akan gözyaşlarımın sıcaklığı bu tezimi çürütmeye yetiyordu. Kalbime, kalbime yine bir şeyler oluyor… Kızın kalçasını avuçlayan eli, kahvenin açık tonu olan saçlara tutundu. Okşadı. Belki şefkat belki şehvetle… Dizimin bağları çözülüyordu. Kendimden tiksinmeye yetiyordu, saçına değdirdiği eli. Olduğum yere çöktüm. Duvara sırtımı verdim. Dizlerimi kendime çektim. Başımı sızlayan avuç içlerimi umursamadan, arasına aldım. Sessizce, gözyaşlarım feryat etti. Kalbim, sessiz çığlıklarında boğdu bedenimi. Devam et ve ağla, İzel… Çünkü başkasına ait olana serzenişte bulanamazsın. Yağmuru yağdıran ben, ateşe verenden habersiz… Yine bir günümde onun için akan gözyaşlarımda boğularak, uykuya daldım. Günışığı yüksekten doğuyor, yine de alacakaranlığı aydınlatmaya yetmiyordu. Öyle bir karanlıktı ki... Kara delik gibi. Yaklaştıkça içine çekiyordu. Geriye gitmek için sarf ettiğim o çaba yalnızca bedenime eziyetti. Çünkü biliyordum ki geriye gidemeyecektim. Çıkış yolum,nefesinde boğulmaktı. Derin bir nefes almaya çalıştığımda vücudumdaki ağrılar kendini ele vermişti. Duvara sinmiş, düşüncelerime teslim olmuştum. Saat kaçtı bilmiyordum ancak yavaş yavaş doğan güneş odayı hala aydınlatmış değildi. Kollarımı dizlerimden çektiğimde, uyuşan bedeni gevşetmeye çalıştım. Canımın acısına rağmen esnedim. Tepemdeki hiç iyi anılarıma şahit olmayan pencerenin pervazına tutunarak, ayağa kalktığımda, ağzımdan belli belirsiz bir inişti koptu. Sırtımı döndüğüm bahçeye, şimdi ise yüzümü dönmüştüm. Eğlenmişler ve her hikaye gibi bitirmişlerdi. Bomboş kalan bahçenin dinginliği içimde garip bir his belertti. Kafamı sağa sola hızla sallayarak, kurumuş saçlarımı bileğimdeki toka ile sıkıca topuz yaptım. Ardından kapıya doğru adımlayarak, kilidi iki kez kıvrattım. Odadan çıkarak kapıyı evde olma ihtimaline karşı, yavaşça örttüm. Kaçıncı rüyasıydı kim bilir? Belki de o kız da buradaydı. Yatağında... Hadi ama İzel, sevgilisi değil mi? Mermer merdivenleri aşarak, bir kat aşağı doğru mutfağa yöneldim. Mutfağa indiğimde ışığı açmadan, içeriye vuran loş bahçe aydınlatmaları ile dolaptan bir kahve fincanı almak için parmak uçlarımda yükseldiğimde, arkamdan gelen ani sesle dengemi kaybederek yere düştüm. Açılan ışık ile bakışlarım, elimde tuttuğum araba desenli kupa ile karşımdaki bedene kaydı. Bana çatık kaşları ile baktığında gözümden bir damla yaş düştü. Canım acımıştı. Bugünlerde, hep düşüyordum... Alışmam gerekti ama acıyordu, işte. Işık hızı kadardı, bedenin yanımda olması. Bir yüzüme, bir elimdeki kupaya baktığında değerli kupasına el sürdüğüm için nasıl saldıracağını düşünüyor olabilirdi. O düşünürken benim göz damlalarım, birer birer akmaya devam ediyor, şakağıma geldiğinde beni huylandırıyordu. Elimdeki kupayı ona doğru uzattığımda, kupayı elimden bir hışımla alarak yanı başına gelişigüzel attığında, gözleri hala benimleydi. Kupası... Annesinin bizzat kendisi için altı yaşında yaptığı kupasını köşeye atmış, bana kızmak aklına gelmemişti. Yutkundum.. Olips' in ferahlatıcı şekerlerini ısırdığımda, ciğerimde dahi ferahlık oluşuyor gibi bir andı. Bu hareketi ile içten içe rahatlamıştım. Gözleri ile bedenimi süzmeye devam ederek, "Sen..." dediğinde dişleri arasından konuştu. "Sana bulaşmadım." Dediğimde Afra'ya söylediği cümlelere gaf yapmıştım. Anlar mıydı? Bana dair hiç bir şeyi anlamıyordu ki bunu anlasın. "Hem bu saatte neden ayaktasın?" Dedim. Bıkkın bir solukta soğuk nefesi boynuma değdiğinde gözlerimi kaçırarak, ayağa kalkmak istedim. " bu soruyu ben sana sormalıyım, başımın belası!" Diye birkaç dakika sonra dile geldi. Umursamadım. Tıp ki onun gibi. Ayağa kalktığımda, o hala mermerin üzerine çömelmiş bir vaziyette duruyordu. " Nasıl oldu?" Dediğinde kupayı alarak, ayağa kalktı. Başımı biraz kaldırarak, yeşil gözleriyle kesiştim. Beni mi soruyordu. Kuruyan dudağımda dilimi gezdirerek, "Düştüm ama..." dediğimde kupayı tezgahın üzerine sert bir şekilde koydu. Benden çekmediği gözleri kısıldıkça kısıldı. " Bir daha düşme, o zaman." Dediğinde kalbime mühürledim. Kaçmasın, devamı gelmeden bu cümle ile kalsın istedim. " Bana emanetken, başına bir şey gelir hesabını veremem!" Dediğinde her bir cümlesi enkazıma yeni bir taş atıyordu. "Diğer türlü sikimde değil, baş belası!" Diyerek tamamladığı cümle ile sol tarafımdan sıyrılarak, raflara ilerledi. Kanadımı kırdığını görmemişti. Bende sana nasıl uyduysam,Özün? Bir an... Ufacık bir an benim için kalbinin telaşa büründüğünü gördüm. Hepsi, bir rüyaymış. Puslu görüntüye aldırış etmeden, yanımdaki tezgahın üzerinde yer alan meyve sepetinden bir armutu kafasına doğru fırlattım. Tam isabet... Keskin sesi afallamıştı. "Sikeyim!" Dediğinde kendini toparlayarak, "İzel!" Dedi bir yılan gibi tıslarcasına. Raftaki eli duraksadı. Kafasının arkasına götürdüğünde, olacakları görüyordum. Ama hak etmişti. Gözlerimi ovarak, pusu gidermeye çalıştım. Daha fazla bekleyerek, canıma susamadım alemi yoktu. Tüm varlığımla koştum. Merdiven basamaklarına çıkma şansım vardı, olmadı. Yön değiştirerek bahçeye doğru koştum. "Seni var ya... yakalanma bana!" Diye peşimden azimle koşmaya devam ediyordu. " Acımam sana!" Dedi. Acımadın ki bana... Adımlarım aniden durdu. Yine başa sarıyordum. Göğsümdeki alev topu, korlaştı. Gözlerim, bedenim sanki ilk gözden çıkarılışımmış gibi afalladı. Afallamam, kurnazlığa fırsat doğurmuştu. Bir anda bedenimi yükseklerde buldum. Tek kolu yetmişti. Bacaklarımdan tutarak, beni havaya kaldırmış ilerliyordu. Omzuna tutunan ellerim baskı uygulasa da etki etmemişti. "Bırak beni." "Bırakmam seni!" Dedi her zamanki gibi. Altı boş laflardan biriydi. Ben, bu ailenin ilk vazgeçeceği değersiz bir eşyadan ibarettim. Çünkü kan bağı denen şey, beni ayırıyordu. "Sana bırak beni diyorum!" Umursamadı. Yürümeye devam etti. Mutfağa yöneldi. Adımları hızlı değildi. Sanki biraz hızlı yürüse tüm heyecanı sönecek gibiydi. O bundan zevk alırken, beni görmüyordu... Ben seni seviyordum. Bir abi gibi değil... Mutfak tezgahının üzerine beni bırakmasına rağmen bedenini önümden çekmedi. Üzerime eğildiğinde, boynumu aşarak, tezgaha bastırdığı bir eli arkamdaki meyve sepetini ilerledi. Nefesi kulaklarıma değiyordu ve her şeyi unutmakta sınır tanımayan ben, onun dün geceki... Ona dair hiçbir şeyi unutamadığım gibi, unutmamıştım. Geriye çekilerek, eline aldığı armutu gözüme sokarcasına bana gösterdiğinde, gözlerimi devirdim. " hadi at bakalım, kuçu kuçu!" Diye elime tutuşturmaya çalıştı. Bilmediğin bir tarafı vardı, İzel! Oynadığı kurnaz oyunlar, unutabilir miydi o kuş beynin? Sustum. Tepki vermesem de içim de öyle bir his oluştu ki... Ayak serçe parmağımı sehpaya vurmuşum gibi bir sızıydı. Anlık ama tekrar yaşamak istemeyeceğim bir acıydı. Bunu da unutmayacaktım, yine de hislerim zerre azalmayacaktı. Aşık olduğunda kör olursun derlerdi, hep. Buna inanmakla kalmıyordum. Yaşıyordum. Kör, sağır, dilsizdim ona. Haberi dahi olmadan, beni baştan yazıyordu. Kötü bir teslim oluştu. Hatta gün sonu gözlerim kapandığında, fikrime düştüğünde fütursuzca, gurursuzca geliyordu. Ancak aşktı ya, salakça bir duygu beraberinde her şeyi mübah kılıyordu. Deliyim, işte. Kaçırdığım ipin uçu, artık ona bağlıydı. Susmamdan hoşlanmamış olacak ki, baş parmağını ve işaret parmağını birbirine değdirerek, tepki vermem için aramızdaki sıcaktan kızarmış burnuma vurdu. Gözlerimi giydiği beyaz tişörtün kapattığı göğüs kafesinden çekerek, yeşil gözlerine çevirdim. Keşke, ruhum yarım olmasa... Onu burada bırakıp topuklayasım vardı. Aksi takdirde dar sokaklarda, rüzgarlı günler yaşayacaktım. Göğsümdeki bin düğümü çözmeye yetmeyen alev topu hala orada yerleşkedeydi. Çünkü orada, benden çok o vardı. "Anlaşılan eğitimin iyi verilmiş!" Diye beni koyduğu sıfata atıfta bulundum. Dişlerini sıktı. Çenesi gerildi. Soluğu sessiz olsa bile öfkesini nefesiyle bana sunacak kadar da kalpsizdi. Hissettim. Onun aksine ben onun bana olan duygularını hissettim. Bazen öfke, nadir de olsa şefkat. Kandırdım, o bana şefkat göstermez. Buna değecek vasıfta biri değil, direk olarak etkisiz elemandım. Hala çenesi kasılsa da, kendini dizginlemiş gibi "O dilinde bir bana var, anasını satayım!" Dediğinde gözlerini gözlerimden çekti. Konuşmadım. Onu geriye iteleyerek, tezgahtan indim. Elime tutuşturduğu armutu birkaç adım geriye giderek bu seferde alnına fırlatır gibi attığımda, bunu bekliyormuşçasına bana baktı. Alnındaki - benim açtığım- izinin üstünü armudun sapı çizerek kanattığında, benim gibi yarası olmuştu. " Şimdi seni ne yapmalı, baş belası!" Diye adeta bağırmadan bağırmış gibi tüylerimi diken sesi, bu sefer adımlarımı daha geniş atmama neden oldu. Koşarak odama çıktığımda, ardımdan kapıyı iki kez kitledim. Kapı ardındaki bedeni benim gibi soluk soluğa kalmıştı. Kapıya yasladığım kulağım, bir telefon sesi duydu. " Alkım'a borçlandın, amcasının yeğeni." Dediğinde kapıdan geriye adımladım. Telefonu açmış olacak ki, " Jerry'i kovalıyordum. Baş ağrısından başka... " Diye git gide kısılan sesiyle daha da geriye adım atmaya devam ettim. Başka bir işe yaramıyor... Çıtkırıldım kalbim öğreniyordu; acı çekerek, içindekileri büyütmeyi. Yatağın yanındaki çantaya eğilerek, fermuarını açtım. İçindeki siyah defterimi, kalemimi alarak kapama gereksinimi duymadım. Açtığım defterde, yeni bir sayfa yeni bir gün doğurmuştu bana. Ancak bugün uzun bir cümle yazmayacaktım. Çünkü kalbim, birazcık hissiz atıyordu. 30.10. 2020
40. gün
Bir acı, bir serzeniş, bir haykırış.. Hepsi bu kadardı. Saat yediye yaklaşırken, uyuşmuş bedenime gevşeterek, çantamı sırtımı asarak, kilitli kapıyı açtım. Merdiven basamaklarında parmak uçlarında adım atmaya gayret ederek, indim. Geldiğimi yönden gitmedim. Evin kapısını açarak, giriş kapısına yöneldim. Çıktığımda, hemen yan tarafında olan evimize geldiğimde, kapıyı iki kez tıklattım. Açılan kapının ardından ki beden, annemdi. Bakışları baştan sona vücudumu irdeledi. Kaşlarını daha önce bu kadar çatık gördüğümde, balede baş balerin seçilmek için yaşımı küçük bulan eğitmene sunmuştu. Şimdi ise bizzat kızgın ateşinde bana sunuyordu. Kapı kulpundaki elleri sıktığı için kızarmıştı. İçeriye geçmem için kenara çekildiğinde, küçük adımlar ile açtığı yolda ilerledim. Çantamın kulplarından sıkıca tutarak, salonda durdum. Bir şeyler olacaktı. Uzatmaya gerek yoktu. Uzadıkça acı çeken beden bana aitti. Anneme doğru döndüğümde, kollarını birbirine bağlamış, sabahın erken saatlerinde bile özenle hazırlanmış bir biçimde, topuklu ayakkabısıyla mermerde ritim tutuyordu. Senden gelecek adımı bekliyor, İzel... Gözlerinin içine bakarak, "Düştüm." Sert soluk sesi kulaklarımı doldurdu. Cevap vermedi. "Duş aldın mı?" Kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım. " Yaman'a sorun çıkardın mı?" Yaman. Bu ailenin göz bebeği... Özün, imparatorluğunu devam ettirecek tek kişi. "Hayır. Düştüğümde okuldaydım." Diye hazırda bekleyen cevabımı serdim. "Yukarıya çık ve üzerindeki her şeyi çıkar." Diye emir verdiğinde, " yaraların senden iğrenmem neden oluyor!" Dediğinde gözlerimi mermere değdirdim. " Aysel!" Diye hiddetle konuştuğunda kafamı iki yana hızla salladım. "Anne, hayır!" Dedim yakarırcasına. " Benim vücudum-" Yüksek sesi salonda yankı yaptığında, çantamı daha sıkı kavradım. "Benim sana dokunacağımı düşünmedin, değil mi?" Diye umursamazca silip attı beni. "Ben yaralarımı tek başıma kapatabiliyorum." Her seferinde farklı birinin vücuduma şahit olmasındansa inleyerek, ağlayarak vücudumu sarmayı yeğlerdim. Çünkü biliyordum. Bana dokunanların aklından geçenleri duyuyordum. Biri amaçsızca dokunuyor, bunu başkasına anlatıyor ve o kişiyi tatmin ederek, mal gibi satılıyordum. Bazıları da vücudumda bir kusur arayarak annemin cemiyetteki kimliğimi rencide etmeye an kolluyordu. Annemin de bunları bildiğini, biliyordum. Ama yine de her seferinde farklı birinin bana dokunmasını istiyordu. Vücudum pazarlandığı için beni değerli bir et parçası gibi görüyordu. İmparatorluklar, arınalamayacak kadar kirli tuğlalardan örülürdü. Üzerime bir adım atarak, "Kes sesini!" Dediğinde Aysel denen kadın, ardında belirmişti. " ÇIK ODANA!" Dedi her bir kelimesinin üzerine basarak. İçinden ağla, kimsesizliğine yan, İzel Yutkundum. Boyun eğdim. Adımladım. Anlatmadıklarımı anlatmasına rağmen bana hak gördüğü buydu. Esirdim. Belki bir gün...Boşver İzel. Hızla çıktığım merdivenleri aşarak, odama girdim. Çantamı köşeye fırlatmak istesemde mümkün değildi. Annem kızardı. Bu yüzden çantamın içindekileri çalışma masama koyduğumda, gözüme ecza poşeti takıldı. Saklamam gerektiğini düşündüm. Dolabı açarak, bir elbise askısının iç kısmına geçirerek, elbise ile kapattım. Çantayı kirli sepetine atarak, üzerimdeki pijama takımını çıkardığımda, annem banyo kapısında belirdi. Göz göze geldiğimizde, iç çamaşırlarımda göz gezdirdi. Çıkar dercesine baktığında, onları da çıkardım. Ellerim ister istemez bedenimi kapatmak istiyordu. " Dön!" Dedi. Bir tur kendi etrafımda döndüğümde, sırtım ona dönük bir şekildeyken, durmamı söyledi. " Son şansın! bana doğruyu söyle!" Dediğinde ona yerde süründüğümü söyleyemezdim. "Motor bisiklet..." dedim kekeleyerek. Vücudum kasılıyordu. " motor bisiklet çarptı." Dediğimde kapı ağzından yanıma adımladığını sert topuk seslerinden anlayabiliyordum. "Sen bunu bana şimdi mi söylüyorsun?" Dediğinde, ellerim yumruk oldu. Onun öfke dolu olan harelerine rağmen gözlerim titredi. "Giy üzerini!" Dedi. İtiraz etmeden, hızla çıkardığım kıyafetleri giymek istemiştim ki, "onları değil benim koyduğum giysileri" dediğinde gözü ile arkamda kalan askıyı işaret etti. Gözüm arkaya kaydığında adım sesi işitmiştim. Bir anda, Çık dışarı!" Diyerek annem gelmekte olan kovmuştu. Askıdaki, pudra pembesi olan sırtı açık elbiseye elime alarak baktığımda, "çirkin yaralarının etkileyici hikayesi insanların ilgisini üzerimize çekecek!" Diyerek sorgularıma yanıt verdi. Sanırım, sarsılmış gibiydim. Okulda bazenleri herkes ailesi ile ilgili güzel veya komik birer anı anlatırlarken, bana uzaklara dalma fırsatı doğardı. Bir kez daha anlıyordum ki; bazen anlatacak hiç bir şey olmazdı. Beyaz olan dantelli iç çamaşırlara iç geçirerek, giydiğimde, elbiseyi üzerine geçirdim. Bacaklarımı kapatsa da sırtım ve kollarımın izleri ulu ortaydı. Annemin ardından ilerleyerek, ayakkabı dolabının önünde durmuştuk. Bana uzattığı beyaz sandaletleri alarak, giydim. Saçımın sıkı topuzuna bir şey demedi. Ama ben ilk defa saçımı salmak istedim. İzleri birisi görsün istemedim. Merdiven basamaklarını ağır ağır inerek, dış kapıya geldiğimizde Yaman ve Nazlı Teyze'de kapı önünde minik bir tartışma içerisindeydi. Annemin tebessümle onlara adımlaması gururumu incitmişti. Bana buz dağı kesilirken, başkalarına günlük güneşlik bir gül bahçesiydi. Sessizce onu takip ederek, ortamlarına dahil olduğumda, Yaman'a kısa bir bakış attım. Beyaz okul amblemli tişörtü, siyah kumaş pantolonu ile okula hazırlandığı belliydi. Annem'in konuşmasıyla, " Alnın... Kazada sen de mi vardın, Yaman?" Dedi. Benim gözlerim anneme kayarken, Nazlı Yengemin ani atağı, Yaman'da derin soluğa sebebiyet vermişti. " Ne kazası..." dediğinde Yaman'a değen elleri gözlerimin önünde titriyordu. Bir anne çocuğu için endişe duyuyordu. Bana uzak olan bu duygu, gözlerimde titremeye yol yaptı. Annesinin kendine değen ellerini tutarak, kendine çekti. Saçına ufak bir öpücük kondurdu. Benim gözümün önünde başk şeyler vardı. "Kaza falan yapmadım, anne. Sakin olur musun?" Diyen Yaman'ın sesi ile annemde derin soluk vermişti. "Alnındaki iz..." "Düştüm, anne... Rahatla..." diye telkin verir gibi sözcükleri ağzından döküldü. Bana kayan gözleri, beni yakmaya yetiyordu. Annesi endişelendiği için bana öfke duyuyordu. İç sesi ise bana bir şeyler diyordu; Afitap gibi beş belası! Bakışlarımı kaçırarak, anneme yönlendirdiğimde annem sorgular gibi bakmaya devam ediyordu. İkimizde anlaşmış gibi aynı yalanı söylemiştik çünkü. Nazlı Yengem ise daha yeni yeni farkına varır gibi, " Prensesim," diyerek Yaman'dan ayrılarak, bana doğru adımladı. " Sen mi kaza geçirdin?" Dediğine alnımdaki yara bandına kaşları çatıldı. Tebessüm ederek, "Nazlı çiçeğim..." dediğimde bir tebessüm de o gösterdi. "İyiyim, ufak bir kaza." Dedim. Annem araya girdi. Yanlış bir şeyler söyleyeceğimden korkuyordu. " Motor bisiklet çarpmış ve hastaneye dahi gitmemiş..." dediğinde sesinde hiçbir değişim yoktu. Sıradan bir olay gibi bahsetti. Bana endişe ile bakan Nazlı Teyze bir şey olup olmadığını tartıyordu. " Ben iyiyim, Nazlı çiçeğim." Diyerek belinden kolumu geçirdim. Aynı şekilde o da benim belime elini koyduğunda, yüzümü buruşturdum. Ani bir hızla toparlanarak, başımı yere eğdim. Eli belime değdiği an, farkına varmıştı. Sırt tarafıma geçerek, şaşkınlıkla ağzı aralanmış olacak ki, bir sızı hissettiğimizde ister istemez acı ile inleriz ya, o da sanki acımı hissetmişti. "Sen neden kimseye bir şey demedin? Yaman!" Diyerek kaşları çatık bir halde ona döndü. " Dün birlikteydiniz. Hiç mi dikkat etmedin?" Tok bir sesle, "Anne, durduk yere bir yabancının niye sırtına bakayım?" Dedi. Kendi netliğinde zerre ödün vermedi. Bir yabancı... Uğruna bedenimi karşıma aldığım yarım... Onun kalpsizliğine rağmen benim kalbim camdandı. Cam kırıkları dolup taştı, içime saplandı. Kanattı. Hiçbir şey yokmuş gibi davranacağım. Hasarlar benimle kalacak. |
0% |