
“Biliyor musun, kalbimdeydin evrenimizde…”
Yitik bir et parçası olan kadın değil miydi, bu devirde? Sözleri duyulmayan, kalbi hissedilmeyen yıllar…
Kaçıyordum, dışarıdan ev içerisinden mezar olan o yerden. Koştum yalın ayak üzerimdeki elbise ile. Irmak kenarına kadar. Berrak bir şekilde çılgınlar gibi akıp giden suya dalmıştım, yeniden. Buraya kaçıncı gelişimdi bilmiyordum. Her şey başa sarıyordu, kâbuslarımda.
Atlayacak cesaretim var mıydı, bu defa. Etrafa baktım. Sessizliğin içinden yine çıkıp gelsin diye bekledim. Kırlangıç ile birlikte. Beni durdurmayı başarırdı, onlar. Yine. sarardı ayağımdaki çakıl taşlarının açtığı derin kesikleri.
Belki de artık Kar Beyaz’a girerdim.
Boynumdakini gösterirdim onlara. Dövmemi sizi hatırlamak için yaptım der bende kırlangıcımı gösterirdim elini uzatana. Annemin türlü cezalarına göğüs germiştim, dövmem yüzünden. Bana gelen haberciler içindi, her şey.
Rüzgârın uğultusu, ağaçlardaki yaprakların kopmak için attığı çığlıklar berrak suyun isyanı… Karışıyordu yine zihnimde. Başımda, bilinmezliğin ağrısı yavaş yavaş belli ediyordu, kendini. Bana ne yapıyorlardı, bilmiyordum. Tek bildiğim uyandığımda, her şeyin başa sardığıydı. Tekrar tekrar buraya gelip, yüzünü netleştiremediğim kişiyle tartışıyordum.
Yine göründü, uzaktan. Ardında bir kırlangıç ve sesindeki neşesi… Evini bulan denizci gibiydi. Kıyafetindeki gösterişe rağmen. Bana adımlıyordu. Benim atlamayacağıma o kadar emindi ki… Bağırdım yavaş tavırlarına. “Sen bana aşık mısın,” diyerek sordum ona. Üzerimdeki elbisenin eteğini elim ile iteleyerek. Bunu nasıl giymiştim ve neden bu kadar gerçekçi göründüğünü dahi anlamlandıramıyordum. Ancak her geçen rüyamda bir tık daha ileriye gitmeyi başarıyordum. Ona daha fazla cümle kurarak.
Tanıdıktı silueti ancak yüzü netleşmeden bir şekilde gözlerim açılıyordu. Sesini dahi unutuyordum gözlerim aralandığında. Bana kendini unutturuyordu.
Elbisemi çekiştirmeye devam ederek göğüs dekoltemi azaltmaya çalışıyordum. Kaçıncı yüzyılı görüyordum rüyamda da böyle bir elbise içinde nefes almaktan zorlanıyordum. Rüyamda bile annemin radikal kararlarına saygı duyuyordum. İçime giydiğim korse ile.
Kalın dudaklarının aralandığını gördüm. Hemen alt dudağının altında ben dikkatimi çekmişti. Unutma Hera, beni sana nispet. “Kar beyaz, savruktur. Her önüne gelene yardım edersen, cezan ölümdür.” Dediğinde bedeni netleşiyordu ve ben uyanacaktım yeniden. “ Bir yabancı… Ölümü göze almaya değer mi, Hera…” dediğinde benimle konuşmaktan öteye geçmiş, adımı zikretmişti.
Ardından duyduğum ses ile gözlerimi açabildiğim kadar açmıştım;
“ Prensim…” diyen bir yaşlı adam sesi…
O an yüksekten düşer gibi hissettim ve bana koştuğunda elimi tuttuğunu gördüm, yattığım koltuğa tırnaklarımı geçirmiştim. Yüzünü görmeden.
Çünkü rüyam bitmişti. Hala açamadım gözlerimi. İçimde kalanlar vardı.
Gece yastıkta söylemedikleri delirtir, insanı. Gündüz boyu ise kalp kırıklıkları. Ve ne uyumaya gücün yetiyor ne de ayık gezmeye. Çünkü… Bir uyuyorsun ve bir daha gözünü açmak istemiyorsun, buna intihar diyorlar. Oysa sen yalnızca, kaçıyorsun. Geri döneceğin zamanı kafanda kurmadan. Her şey başa dönsün istiyorsun belki de. Şans arıyorsun, yol kenarlarında. Bulamıyorsun ve belaya batıyorsun, ağlak bir çocuk gibi. Ne kadar susarsan, o kadar hiç olurdun. Ne kadar ağlarsan o kadar görünmez olurdun. Tutunduğun dalın güven verdiğini düşünecek kadardın. Fazlası değil.
Bir kız çocuğu… Hiçbir zaman yeterli olmayacaktı. Dünyasına. Cinsiyet buydu. Doğarken diri diri gömüldüğün bu toprakta ayrı çizgi buydu. Ben o topraktım. Üzerine basılan, tükürülen, hibe edilen…
Güldüm. Halime bakacak kadar ayık değildim, daha. Acım vardı. Çok az ama.
Bir gölge tepemde belirmişti, hissediyordum. Ancak korkuyordum, acımın derinleşip göğsümü ezmesinden. Bozuntuya vermeyerek, her zamanki gibi görünmez oldum. Başımı koltuğun arkasına çevirdiğimde, “ uyumadığını biliyorum, gözlerin ele veriyor seni.” Dedi şu durumda son duymak istediğim ses aynı zamanda duymak istediğim tek sesti. Kendimle çelişirken bir başkasına nasıl duygu beslemeyi beceriyordum.
Gözlerimi açmadım. Ona doğru dönmedim. Sıkı sıkı sardım kollarımı bedenime. “ Başımın belası…” dediğinde adım sesleri uzaklaşıyordu benden. Göz kapaklarımı yavaşça açtığımda, inanmıştım gittiğine.
Koltukta doğrulduğumda bedenim titriyordu. Üzerime örttüğü o kokmayan battaniyeye rağmen. Ayağa kalktığımda, nefes aldım. Adım atmama fırsat olmadan, “nereye,” sorusunu işittim. Sesi bedenimi daha da üşüttü. Cevap vermedim. Kapıya doğru ilerledim. “Gece yarısı hala. Bu saatte ve bu halde dışarı çıkmana izin vermem.”
Kaşlarım çatık bir halde, “seni ilgilendirir mi?” dediğimde ilgilendirsin isteyen yanım ve o başkasında saklı diyen yanım harbe girmeye hazırdı.
Elindeki kupa ile bana bakmaya devam ettiğinde, “ yorma, İzel” dedi koltuğa doğru adımlayarak. Bu kadardı.
Yüksek bir ses tonuyla, “senden nefret ediyorum,” adlı yalanı haykırdım, bana dönük bedenine.
Adımları kısa süreli sekteye uğradığında, devam etti ve koltuğa yayılarak oturduğunda gözleri bana değdi. “ Ben seni seviyorum, sevgili kuzen.” Dedi kalbim yerinden çıkmaya çalışıyordu ama biliyordum küsecekti. Kalbim bile bana küsecekti. İnsanların zihni cehennem olur derlerdi. Onun yüzünden cehennemim kalbimdi. Her saat başı bana cehennemimde taht kurdurmayı ihmal etmiyordu. Ve yine. “ Çünkü sen sevgiye muhtaçsın,” dediğinde gözlerini benden çekerek, “benim aksime.” Diye ekledi. Ona bakmaya devam ettim. Kemiklerimden sızan acı… Kalp atışlarımı kesmişti. Yanımdaki duvara omzumu yasladım. Kan ağlayan kalbimi ele vermeyecektim. Zaten… Kalbimi çıkartıp eline versem de görmezdi.
Bana baktığında, ona bakarken yakaladığını sanmıştı. Oysa ben bakışlarımı ondan hiç çekmemiştim. Kaş göz yaparak, “ ne var,” dedi ve koltukta bana doğru döndü elindeki kupayla.
Sen yoksun.
Cehennemimde sayısız kez ihtilal başlatacağını bilemezdim. Bilseydim… Değiştirmeye yeltenmezdim, bile. Aksi takdirde başımı yastığa her koyduğumda, bedenim altında kararan düşüncelerim için müsait konuma gelirdi.
Bu yüzden susmuştum, ona. Sen yoksun, Özün. Alkım’a varsın ama bana yoksun. Diyemedi, ona adak sunduğum kalbim. Donuk bir suratla ona bakmaya devam ettiğimde, sabır çekti burun deliklerinden giren havayla. Ayağa kalktığında, bana doğru adımladı. Yalın ayaktım. Parmak uçlarına değen terlikleri ile duvardan ayrılarak bir adım geriye gittim. “Dilinin kemiği yok mu, senin?” dediğinde içimde biriken kanı kusmak istiyordum. Her bir kelimesi mideme ağrı saplıyor, bedenimi küçültüyordu. “ “Ne ayarsız kızsın, yeri gelince susuyorsun yeri gelmeyince konuşuyorsun.”
Kendimi sıkmam gerekti. Acıyı göm, İzel. Aksi takdirde açtığı yaranın akıttığı kanı ona göstermeme ramak kalmıştı. Tırnaklarımın avuç içlerime battığını hissettiğimde, rahatlıyordu bedenim bir nebzede olsa. “ Gel benimle, İzel.” Dediğinde elime uzandı.
Geriye kaçtım. Yüzümü buruşturdum. Bana kaşlarını çatarak bakmaya devam ettiğinde zihnini okumaya zorladım kendimi. Yapamıyordum. Bana karşı hiçbir duygu beslemeyecek kadar hissizleşmişti. Gözlerimi gözlerinden çektim. “ Yürümeyi öğrenecek kadar sevgi gördüm, ” diyerek omzuna çarptım ve koltuğa ilerledim. Ardımdan biraz bekledi.
Koltuğa yeniden yuvammış gibi tünedim. Diğer tarafa da o oturduğunda, elindeki kupayı bana doğru uzattı. “İç şunu,” dediğinde elim ile geriye iteledim yavaşça. Bana doğru döndü. “ İçmeyecek misin,” diyerek sakin bir şekilde sordu. Cevap vermedim. Konuşursam eğer ağlayabilirdim. Henüz kalbim bana açılmamıştı. Bana doğru yaklaşırken, bardağı üflüyordu. Ona doğru döndüğümde, kaşlarım daha da çatıldı. Bana içirmeye çalışacağı belliydi. Elinden bir şeyler içmek… Âşık olduğun adamın. Kalbindeki kasılmış parçacıkları gevşetmez miydi? Hayır, karşılığı olmayan bir duygu yaranı sarmaz aksine deşerdi ki sana hak olan her şeyin yanılgıdan ibaret olduğunu bil isterdi. O hayatımın en büyük yanılgısıysa eğer… Kırılan kemiklerimin bedenimi parçalamasına da razı gelirdim. Kanın vahşetine alışıyordum ve gıkım dahi çıkmıyordu. Çünkü sesimi duyan bir tek zihnim olacaktı.
Tünediğim yer, çöküyordu içine. Doğruldum. Kamburumu sakındım, ondan. Elinin değmişti hâlbuki. Yalnızca kördü. Yutkunarak ona baktım. Var olan dilimi anımsadığımda dudaklarım aralandı. “ İçmeyeceğim.” Dedim. Ve bana baktığı sırada sert bir nefes aldı, vücudu gerildi. Öfkesini kusmasına alışkındım ki ben. Neden susmayı tercih ediyordu?
Hayır, İzel. Sanaydı bu tavırları.
Kör, sağır, dilsiz Özün. Kalbinin infazı fermanını imzalayan… Varis Yaman Özün.
Bana doğru bir karış kadar kaydı, koltukta. “ Severek içerim, amcasının yeğeni,” dediğinde yüzümü kırıştırdım. Elindeki kupayı ağzına doğru götürürken, ani bir hızla bardağı alarak ağzıma götürdüm. Bir yudum aldığımda; bal, süt ve zencefil tadını aldım. Gözlerimin parladığını, ilk kez kalbimde hissediyordu. O bana geçmişi anımsatmıştı. Küçükken hastalandığımızda içmemek için köşe kapmaca oynadığımız günleri… Şimdi… Çok şey değişmişti, mesela. O ve ben… Sil İzel, sen değil. O, artık benden bıkmıştı. Hangi insan sürekli yüz göz olduğu birinden sıkılmazdı ki? Köşeye geçiyorsun soluklanmak için. Yanından iki minik el, seni çekiştiren. Dışarıya çıkıyorsun, dertlerini göğe salmak için. Hemen ardından iki küçük ayak, sana eş. Kalbindeki ağrıyı dindirmek için nefes alıyorsun. Gözlerine değen gözlerde, istek. Kıramıyorsun çünkü küçük bir beden. İncitemiyorsun çünkü bağına rağmen ailen. Silemiyorsun çünkü her şeye rağmen soyun. Ve nefretin filizlerini ekiyorsun. Çünkü sen bir baş uğruna hiç oluyorsun kimi zaman.
Deş göğsünü, yık kurallarını. Kanat ellerini, sök kalbini. Kanasın bedenin çünkü layıksın nefessiz kalmaya. İzel, dedi kalbim. Bana seslendi. Bir et parçacığı… Fazlasında gözün olmasın. Çünkü hakkın olmayan şeylere göz dikersen… Tahribat.
Yutkundum, elimdeki kupanın içindeki rengi dönmeye başlayan sütü. O sıra da yeniden konuşmuştu, televizyonu açarak. “ İşte böyle içirirler, amcasının yeğeni,” dediğinde dibinde en fazla üç yudumluk bir şey kaldığını yeni fark etmiştim. Dalgınlığım ile dünyam durmuştu.
Ona cevap vermek yerine elimdeki kupayı kafama diktim. İkimizde sıcağının yakıcılığına rağmen kafamıza dikecek kadar bitkindik. O neden yorgundu? Seven ve sevdiği herkese yaslanacak kadar yakındı, oysa. Benim gibi değildi. Varken bile yok olan. Açılan yaralarını gösterseydi bana… Kapatmak için kendi mezarımı kazardım, uğruna. Bu satırları döken kalbimi, kandırmadım.
Kupayı önümdeki sehpaya koyduğumda yeniden koltuktaki çökmüş yere tünedim. Bacaklarımı karnıma çekerek, elbisemin açıkta bıraktığı yerleri kapamak adına ellerim ile sardım.
Televizyonun sesini biraz daha açmıştı. Duymadığı için değil, beni sinir etmekti tüm ihtiyacı. Ancak muhataba almamaya kararlıydım. Koltuğun köşesindeki telefonumu elime aldığımda açmaya çalışmıştım. Unutmuştum, şarjımın sıfırlandığını. Ona doğru döndüğümde, “mutfaktaki masada kaldı, git al,” dedi ne istediğimi dile dökmeme izin vermeden. Ayağa kalkarak, ilerledim. Herhangi bir şükran cümlesi kurmadım. Kalbim buna layık olduğunu tekrarlasa da zihnim izin vermiyordu katiline.
Mutfağa girdiğimde, loş bir ortama adım atmıştım. Ortadaki tezgâhın üzerindeki şarj cihazını elime aldığımda, ocağın yanındaki prize takarak, davlumbaz ışığını açtım. Sol bacağıma sağ bacağımı kırarak ayağımı yasladım. Sağ elimi belime koyarak, telefonumu açtığımda, şifreyi girdim; 1098… Tanıdık bir sayı olduğunu biliyordum. Benim her alanımın anahtarı, eviydi. Alayla sırıttım. Komikti çünkü. Onun sınırlarında, benim sınırlarım bitiyordu. Ve buna rağmen benden bir parçayı çizgisinden aşırıyordu. Can yakmak içindi belki de. Benden nefret etmesi gerekti çünkü… Suçlu değildim. Doğru olanı yapmıştım. Ben kaçtığı yılların eseri değildim. Ve ben katil değildim.
Barlas Özün, benim yüzümden ölmemişti. Kanlı İmparatorluğun kurbanıydı, abisi… Abim.
Elimdeki telefona gelen bildirim sesleri ile kafamı salladım. Gözlerimdeki bulanıklık kaybolduğunda, okulun sitesinden tonlarca diyebileceğim mesaj bildirimleri arkası arkasına ekranıma düşüyordu. Tek bir olanaktı bunun sebebi. Okulun gözdesi, Yaman Özün… O ve Alkım’dı. Görmeme rağmen hissediyordum.
Vücudumdaki tüm kanlar çekilmiş ve beyin fonksiyonlarım işlevini yitirmişti ki göz kırpmanın bile nasıl olacağını düşünmeye çalışıyordum. Bir gün yaşamak denen hevesi tadacağını sanan aptaldan fazlası olmadığımı hatırladım. Yeniden. Büyük bir perde, ardındaki sönük bir ışığa yüz tutmaya çaba gösteren ben… Yaşamayı heves sanıyordum. Hâlbuki nasıl et parçası bir şeylere heves diyebilirdi? Bir hata daha. Bir kan lekesi değdi, kalbin deşilen yarasına. Kırıldı, kalbim sessizce. Bir gün bende gitmek isteyeceğim ve kalbi kırılan bir bedenim kalmayacaktı o zaman.
Avuç içimde sıktığım telefonun ışığı davlumbazın ışığına renk verdi. Yutkunarak, başımı telefona eğdiğimde bir bildirim Afra’dan gelmişti. Bu bana minik bir tebessüm vermeye yetmişti. O benim nefesimdi. Bazen de elim ayağım. Kalbimin kırıldığı her anda sesi kulaklarımı dolduruyordu.
Telefonu açtığımda görüntülü bir arama başlatmaya çalıştığını gördüm. Bekletmeden açtığımda, yüzünde endişe naraları ile yüzümü tavaf ediyordu. Kaşlarını daha da çattığında, “ yapma, kırışıklıkların artacak, sonra Devrim’den daha yaşlı görüneceksin.” Dedim o konuşmaya başlamadan. Ben kelimelerimi dizerken o çoktan kaşlarını düzleştirmişti. Ve aynaya doğru koşmuştu, muhtemelen.
Kendini beğenmiş edasıyla, “Devrim’i ağlatırım. Şartlar eşitlenir.” Dedi ve tekrar telefona kaydı bakışları. “ Neredesin, sen? Neden o kadar karanlık?” diye soru üstüne soru sorduğunda derin bir nefes aldım.
O sıra… Ardımda beliren bedenimi hissettiğimde gözlerini boynuma çevirdi, Afra. Oydu. Bakışlarını yönelttiği. Telefon ekranına yansıyan yüzüne kaydı, gözlerim. Afra’ya ne var, dercesine bakıyordu. Afra’da ona öldürmek istercesine. “ İflas bayrağını mı çektiniz, Yaman?” dedi, Afra kapalı kalan ışığa ithaf ederek.
Bakışlarında bir değişim olmadı. Ancak dudağı hafifçe kıvrıldı. Biraz daha boynumun üzerine doğru eğildiğinde, nefesim sıklaşmıştı. Kalp atışlarım… Yetişemiyordum dakikada kaç tane atış yaptığına. Ruhumu alabora etmesi ne kadar kolaydı. “ Karanlığın yüzü olmuş birine ne diye masraf yapalım,” dediğinde yutkunmaktan öteye geçmek istiyordum.
O kadar dalmıştım ki vereceğim cevabın nasıl onu incitmeyeceğine, Afra’nı yüksek sesini işitir gibi olduğumda kafamı salladım ve saçlarım onun yüzüne değdiğinde bedenin hala benimle olduğunu fark etmiştim. “ Yaman,” diye bağırmıştı Afra. Yüzü buruşmuştu, sesi o kadar yakın olmamasına rağmen. Bana ait olanlara hep böyleydi. Devrim ve Dağhan hariç. Onlarla anlaşabiliyordum ve karşılıkta buluyordum. Bundan kimi zaman rahatsız olduğunu hissetsem de yüz buruşturmuyordu, onlara. Çünkü sağ ve sol koluydu, ikili. Şaibeli üçlü bir araya geldiğinde okul yıkılırdı asılı olmayan dedikodularla.
Benim geniş zihnime çomak sokan Afra, “ yanında kim kalsa, karanlığa bulanır zaten.” Diyerek gözünü devirdi. Ardından, “ zor oluyordur sana ayak uydurmak, Salkım’a bir ara sormak gerek,” dediğinde dik bakışlarını bir an olsun telefondan çekmedi ancak baktığı kişi Afra değil bendim. Üstelik ağzımı bile açmamıştım. Gülümsedim, yalnızca. Acıyan canımı anlamamıştı.
“Alkım…” dedi üzerine bastırarak. Onun adı, Alkım’dı. Karanlığına ışık olacak kadar renkli isme sahip olan şanslı kız. “ Sakın bir daha böyle bir ukalalık yapmaya kalkmayın. Tanıdık demem…” Diyerek buzdolabına ilerlemişti, öfkesiyle. Tamamlamadığı cümlesini, ben tamamlayabilirdim. Açık ara benim olana dokunursan senin olanı alırım, demişti. Bakışlarım geniş sırtına kaydı. Durmuş ve buzdolabının içine bakınıyordu.
Alkım’ın sesi ile tekrar telefona yöneldi bakışlarım. “İstersen, bize gelebilirsin anneme söyleyebilirim. Seni alırız.” Dediğinde zahmet vereceğimi bilsem bile burada kalmak istemiyordum. Çünkü yabancıydım, ona. Bir yerleri karıştırmamam için ardımda dolaştığını bilmeyecek kadar aptal değildim.
Yutkunarak, kafamı salladım. Buzdolabını sertçe kapattı. Bakışlarım yeniden ona döndü. Elindeki elma ile bana doğru adımlamış elimdeki telefonu alarak Afra’nın yüzüne kapatmıştı. Kaşlarım çatıldı ve üzerine doğru atıldığımda, kolunu yukarıya kaldırdı. Sabırla soludum ve ayakuçlarımda yükseldim. Daha da kaldırdı kolunu.
“Ver şunu, Yaman!” dedim dişlerimin arasından.
Sırıttı alayla, elmadan bir ısırık aldığında, “ hadi ya, Baş Belası! Biraz daha zorla kendini. Bir haltı da becerdiğini göstersene, bana.” Cesedimi çiğnemişti. Acıdı, ölü olmam gerekti oysaki. Anlar mıydı bir gün, mezarımda çiçeklerin açmadığını? Elim tezgâhta, ayakuçlarım acırken bile kımıldayamadım. Acıyordu ve ben bundan zevk alıyordum, onun yüzünden. Çünkü yere basarsam eğer zifiri karanlık yoluma adım atmaya devam edecektim.
“İlklerimi… Sana yaşatacağımı düşündüren ne?” Düşünmeden söylenen sözler, şişirirdi gözleri. Haberi olmazdı, nedenden kimsenin. Öyle olacaktı yine. İki bele vurulacak, sırt sıvazlanacak sahte tebessüm yer bulacaktı. Daha da deşecektin, kalbindeki çukuru. İçine alacaktın yarayı açanı, kırılan kemiklerin altında nefesi tıkanmasın diye. Kalbindeki çukur dolduran kandan habersiz. Yara açacaktın en sevdiğine. O zaman çıkacaktı, insanın kamburu. Sevdiğini sakındığını sanırken, katili olduğunda. Hem zaten… Sanmaktı, her düzlüğü yokuşa süren. Bende sanıyordum onun bana bir gün değer vereceğini.
Benim ayaklarım hala yerden kesikken, elindeki telefon ile omzuma çarparak mutfak kapısına ilerlemeye başlamıştı. “ Sana diyorum, ver şunu.” Diyerek peşinden hızlı adımlarla ilerledim. Ama beni dinlemek istemedi. İlerlemeye devam etti. “ Yaman!” diye bağırdım. İşe yaramadı. Adımları daha hızlı attığında, gerginliğim hat safhaya çıkmıştı. Nefes alışverişlerim düzensizleşti, sol elim kalbime sağ elim mideme sarıldı. Krampların ardı arkası kesilmedi. Kısa bir an salon ortasına durdum.
Ruhum bedenimden ayrılıyordu. Ve görmedi.
Gözlerim buğulandı. Beni ardında acısına karıştırmış, üst kata çıkan merdivenleri adımlıyordu. Olduğum yere çöktüm ama ağlayamadım. Kalbimin katili benken ağlamak neyimeydi ki? Bedenime duyduğum öfke annemin kimliğime duyduğu hırs ile kıyasıya yarışıyordu. Çocuk oldum, pamuk şeker hayatımın arkası kömürden; büyük oldum cici kız hayatımın arkası ölü bir ruh. Ben hep başladığım noktaya geri döndüm. Bir sıfır paradoksunun içine tıkanıp kalmıştım. Ve bana elini uzatan anne baba dahi yoktu.
Yaman’ı bekleyişim niyeydi, döngümde?
Aşk oldu, İzel. Aşk sana vurdu, İzel.
Merdivenlere bakacak cesaretim yoktu. Sustum ve önümdeki kapıyı izledim. Düşüncelerin intiharı için müsaitti, ev kapısı. Çünkü ben bu eve ait değildim, hiçbir zaman da aitliği hissetmeyecektim.
Yutkunarak elimi kalbimden çektim. Midemdeki kramplarım dinmeyecekti, içimdeki yaşları çıkarmadan. Ayağa kalktığımda, göğüs kafesime içli bir nefes aldım. Sehpanın üstündeki vazoyu gözüme kestirdim ve adımlayarak sıkıca sardım. Gözlerimi kapatarak, merdivenlere doğru fırlattım, bir hızla. Çıkacaktı. Çıkmak zorundaydı. Geri gelirdi? Bana geri gelmezdi. Ama evine gelirdi.
Odası olduğunu düşündüğüm yerden hızla çıktı. Ve merdiven boşluğundan bana baktı. Göz göze geldiğimizde, kırılan parçalara baktı bakışlarını benden alarak. Ne diye almıştın ki gözlerini? Baksana enkazıma, kırılmaktan doğrulamadığımı görsene.
Çenesi seğirdiğinde, bakışlarını yeniden bana yöneltti. İki büklüm bedenime rağmen omuzlarımı dikleştirdim. Yarı açık kapıyı kapatmadan bana adımlamaya başlamıştı. Yerimden kımıldamadım. Henüz. Daha da yaklaştı ve cam parçalarını ayağındaki beyaz sporu ile ezdiğinde çatırtıları kalbime dokundu. Ezilen taşlar değildi, kalbimdi.
“ İzel,” dedi. “ Aklın varsa kaç!” diyerek merdivenin son basamağına indi.
Yüzümü ekşiterek, dilimi çıkardım. Ruhumun altındaki çocuğu, ruhumun katiline layık görüyordum. Acizlikti, bu. Ama bile bile yürüyordum ateşimde. İhtiyacım vardı, bir dala tutunmaya.
Hızla ardıma dönerek kaçmaya başladım. Bilmediğim, yabancı evde nereye gittiğimi bilmiyordum. “ Kaybettin, biliyorsun.” Diyerek ardımdan sıradan bir şekilde yürüyordu. Haklıydı. Evini benden iyi biliyordu. Rastgele bir odaya girdiğimde, etrafa bakındım. Karşımdaki dolapta tuhaf laboratuvar tüpleri vardı. Kenarda sayfaları açık üzerleri çizgili beşten fazla olduğunu düşündüğüm kitaplar dağınıktı, masanın üzerinde. Dikkatimi dağıtan ise gri defterindeki, dövmemi anımsattı. Kırlangıçtı, bu. Masanın tam ortasında, bir umut gibiydi kitaplara. Denizcilere umut olan kırlangıç, dersine çalışırken ona umut oluyordu belki de.
Anımsadım. Irmak kenarını. Ve bana el uzatan o silueti. Ardındaki öten kırlangıcın neşesini.
Kafamı salladım ağır ağır. Etrafı süzmeye devam ettim. Hala gelmemiş olması dahi tuhaftı. Gördüğüm garip rüyalar, okuduğum düşünceler, geçirdiğim ataklar, kan kusmalar… Hepsi bir bağlantıydı belki de. İpimin ucu ya ondaysa?
“ Bitti mi?” dedi, ardımda. İrkilerek ona dönerek iki adım kaçtım. Elleri cebinde bana bakıyordu. Yutkunduğumda baştan aşağı süzdüm onu. Zeki ve kurnazdı, her zaman. Karşısına geçen herkesi harcayacak kadar da deliydi. Alkım’ı bile. O bir Özün’dü. Babamın kanıyla birdi. Benim ile değil.
Kafamı salladım, bitti dercesine. Dudağı kıvrıldı ve kapı pervazına yaslandı. Konuşmamı bekliyordu. Ancak hala etrafa bakmaya devam ettim. “Hoşuna gitti,” dedi benden çekmediği bakışlarıyla. Yerimde kımıldamadan etrafı tavaf etmiştim. “ Bu odaya benim dışımda giren tek kişisin, şanslı mısın yoksa bahtın hep mi kara,” dedi ve dibimde bitti.
İfademi korudum. “ Burada ne yapıyorsun?” dedim.
Beni bekletmedi. “Yaşatıyorum,” dedi. Gözlerini dahi kırpmadı.
“Neyi?”
“Kırlangıçları.”
“Neden?” Hatırlamam gereken bir ayrıntı olmalıydı, rüyalarıma dair.
“Ev…” dedi ve duraksadığında yutkundu. Acı geçiyordu boğazında kavislenen âdemelmasından. “Yol, bulmak için.” Dediğinde sesi düzdü. İfadesi kırgındı.
“Ne geziyor burada? Benim dövmeme benziyor, üstelik” diyerek ters ters baktım. Burnumdan solduğumda, düz ifadesinden ödün vermiyordu. “ Bana âşık mısın,” diyerek ellerimi bel boşluğuma koydum. Sil her şeyi ve alaya vur, İzel. Aksi takdirde buradan ağır tahribat alarak çıkacaktım. “ Bana gizliden yanık olduğunu anlamalıydım zaten.” Dediğimde ardıma dönerek masaya gitmek istedim. Ancak elbisemin boyun kısmına geçirdiği parmakları ile yerimde saymama neden oldu.
“Tüh, bak!” dediğinde kıpırdanmama rağmen kurtulamadım elinden. Biraz daha çekiştirdi elbisemin boynundan. “Bende artık petekleri kapatalım yok yere masrafa girmeye gerek yok,” dediğinde nefesi boynuma değiyor ve huylandırıyordu. “Yanıklığımın ateşi ikimizi de yakmaya yeter,” dedi ve sert bir soluk verdi, boynumdaki dövemeye doğru. “Demeye hazırlanıyordum odamda.”
Dudağımı büzdüm, görmediğini bilerek. “Komik şey seni,” diyerek işaret parmağımı ona değil de karşımda kalan düzensiz masaya doğrulttum ve salladım.
Aldığı nefesi ile egzersiz yapıyor olmalıydı. “Huyum kurusun, amcasının yeğeni” dediğinde beni çekiştirerek, odadan çıkarttı. Kapıyı kapattığında kilitlememişti. Neden, böyle yapmıştı? Bana doğru döndüğünde kapı kilidindeki bakışlarımı alarak duvarlara bakınmaya başladım. Tablolardan hiçbir şey anlamasam da anın gerginliğiyle anlıyormuşçasına kaşlarımı kaldırdım.
Kollarını göğsüne bağlamış, benim görmemiş gibi davranmama eşlik etti. “Ne anladın, İzel? Bir anlatsana, hayrına ”dediğinde boynumu sola doğru çevirdiğimde, hemen hemen burunaydık.
Tekrar önüme döndüm, hızla. “Zevksizliğine yandım.” Dedim homurdanarak.
Yanımdan sıyrılarak yavaş adımlarla ilerlemeye başladığında, “o zaman bol bol yanacaksın, desene,” diyerek gevelediğinde duymadığımı düşünmüyordu değil mi? Ne diye öyle demişti? Hayır, şu anda aklıma takılan bu değil, odanın içindekiler olmalıydı. Ama ben kırlangıç dışında hiçbir şeyi anımsayamıyordum.
Ardından koştum. Bana bir saat kadar öncesinde yaşattıklarını, sırtımdaki kambura yığdım. “O odada ne yapıyorsun, gerçekten?” diyerek yüksek bir sesle peşinde ilerlemeye devam ediyordum.
Yanı başında eş düşen bedenlerimize rağmen durmadı. Evin kapısını açmış ve dışarıya çıkmıştık. Kırmızı kapıyı da aştığımızda, durdu. Geriye iki adım gitti ve bana gözlerindeki bencil ifadesini sundu. “ Yakala!” dedi bir hızla fırlattığı telefonum ben ne olduğunu anlamadan, kaldırım taşındaydı. Gözlerim titrek bir ifadeyle sulandı. Yerdeki telefona kaydı bakışlarım. Sesi kulaklarımı kabarttı. “ Ardındaki araba… Bin ona ve evine git.” Dediğinde hala bakışlarım yerdeki telefonumdaydı. Kapının sertçe suratıma kapatılmasına alışkındım ancak ilk defa kapı dışarı edilmiştim. İlklerim, demiştim ona. Her ilkimi bana yaşatana, elimden alamazsın demiştim. Basit bir denkleme yerleşen saatler…
Basit bir denklem.
Popüler kızlar, kötü çocukları sever. Ve Özün, benim için kötü çocuktu.
Ya ben popüler miydim? Soyadım yetiyordu, gözlerin büyümesine. Benliğim değil.
Yalan, İzel. Ve yalana yanıyorsun.
Olduğum yere yalın ayak çömeldim. Ayakkabılarımda oradaydı, kapının ardında. Sevdiğim ayakkabıydı. İlk gözyaşım süzüldü buna. Elime aldım, telefonumu. Ekranını çevirdiğimde parçalanan camından yansıdı, akan rimelim ile siyaha bilenmiş yüzüm. Bir damla kırık parçalara zehirdi, aktı gitti sol gözümden. Parçalarını toplamaya çalıştım, taşların üzerinden. Sessizce akan gözyaşlarımı içime atmam gerekken beceremedim. Hiçbir şeyi beceremediğim gibi.
Elime aldığım kırık cam parçalarını avuç içime alarak, diğer elime aldığım telefonum ile ayağa kalktım. Kapıya baktığımda, altındaki boşlukta gördüğüm ayakkabılara baktım. Elimdeki cam parçalarını sıkabildiğim kadar sıkmıştım. Gözümden gelen yaşlar damlayan kanlarımaydı, kapı ardında kalan bedene değildi, işte.
Senden bir gün öyle bir nefret edeceğim ki… Gerçekten o gün… Bir şeyi becermiş olacağım. Ardımda bırakacağım ve çizgini çiğneyerek geçeceğim, Özün.
Onun için özsaygısını yitiren biriyken, bunları kalbime dökmek bile ölü ruhumda çiçekler filizlendirmeye yetmez miydi?
Kandırdım.
Yetmezdi.
Kökü olmayan çiçek, büyütürdüm ben. Irmağımda. Nilüferlerim yüzerdi kamburumda biriken kanların içinde. Şifa olurdu belki görmezdim, sırtımdakileri. Ya da zehir olur, eritirdi kamburumu.
Ayakkabıları hala oradaydı. Gitmiyordu. Neyi bekliyordu? Deştiği yaranın izine mi dokunacaktın? Yoksa ne kadar derin kazıldığına mı bakacaktın?
Kapıdaki bakışlarımı çektiğimde, ardıma döndüm. Tam karşımda kalan siyah bir Land Rover vardı. Dışarıda bekleyen orta yaşlarda, beyaz saçlı adam bana tebessüm etti. Alt dudağım titrekte olsa onu karşılıksız bırakmanın kabalık olacağını biliyordum.. Dudağımı oldukça büyük açtım, tebessümle. Saklamam gerekti, beni.
Adımladığım arabanın açılan kapısıyla içeriye girdim ve oturdum. Kapanan kapının ardından başımı cama yasladım. Bir kez olsun bakmadım o kapıya. Hem zaten artık şifreyi de unutmuştum. Her şeyi unuttuğum gibi. Araba hareket ettiğinde orta yaşlı amcanın bana uzattığı beyaz mendile kaydı gözlerim. Beyaz mendili lekelerdi karanlığım. Almak istemediğimi anladığında, “ kalbin lekesi, baharda çiçek kışta kar yağdırır. Al sil kanını. Mendili kirleten zihnin akıttığı kan olur, kalbin akıttığı…” dediğinde dudakları kapandı. Oysa ben devamını merak etmiştim. Başımı camdan çekerek doğruldum ve elindeki mendili aldım. “ Kalbin akıttığı kan, sen bilmesen de şifa olur ruhuna… Zaman gelip geçer, anlarsınız.” Dediğinde gözlerimiz kesişti, dikiz aynasında. Tebessüm ediyordu, yine.
Kafamı salladım ve tebessüm etmeye çalıştım. Cam parçalarını kucağıma koyduğumda, elime batan büyük parçayı gözlerimi kapatarak çektim ve diğer kırıkların üzerine koyduğumda mendil ile elimi sardım gelişigüzel. Kanın şifa olduğu hangi devirde görülmüşte, gelecek devirde… Zihindeki mantığın hükmüne sığmıyordu. Kalp… Kalbe soracak kadar metanetli değildim. Çünkü hikâyemin sonunu başından beri biliyordum.
Durdurdu arabayı, saçlarına erken ak düşen adam. Ardından ardında kalan bana dönerek, “ içeriye girmemi ister misiniz?” dediğinde bu adamın bizim şoför amcalardan biri olmadığını anlamıştım.
Şaşırmış bir ifadeyle baktığımda, tebessüm etti yine yeniden. Ne çok gülüyordu, bu adam. İnsanın gülmek için sağlam nedenleri olması gerekmez miydi? Dünya bu kadar sevilesi bir yer değildi çünkü. “ Cevap vermediniz,” dedi.
Kafamı sağa sola salladım. Hayır, demek istedim. Yorulmayın, demek istedim. Ve yalnızca dilimi yutarak, kafamı sallamaya devam ettim. Emniyet kemerini çözerek bana biraz daha döndü. Yabancılar, yaraları daha çabuk görüyordu. Neden böyleydi? Yılların seni sarmayı bilmezken, tek bir bakışıyla omuzlarını dikleştiren bir yabancıydı. Kapıyı açarak, benimle konuşmasına müsaade vermedim. Alışmamam gerekti. Yoksa çıplak ayakla gece yarıları dışarıda bir yabancı arardı, kanaması durmak bilmeyen kalbim. Sokağa çıktığında sarılırdı gördüğü ilk bedene, sessizliğinin getirdiği güçsüzlükle. Sonrasında eve bir daha dönemezdi, belki de. Hangi yabancı güvenilir olurdu ki? Hiçbir yer güvenli değildi, delik deşik kalbe. En ufak kırıntıya bel bağlayıp, yürürdü bilmediği ıssız sokaklara.
Yalın ayak güvenliği aştığımda, tonton amcaya dahi selam vermemiştim. Bir hızla alev topu gibi koşmuştum taşların değdiği çıplak ayaklarımla. Eve geldiğimde kapıyı çalmak yerine arka bahçenin açık balkon kapısından girerek sessizce odama ilerledim. Annemin dün meşgul olması geç uyanacağına işaretti. Babam… Görmezdi, beni.
Odama girerek kapattığım kapı kilidini üç kez çevirdim. Ve direk banyoya koştum. Üzerimdeki elbiseleri çıkartarak, köşedeki askıya astım. Ve sıcak suyu açarak, duşa girdim. Kaç dakika kalmam gerekti bilmiyorum ancak suyun dahi arındırmayacağı kadar iğreniyordum, bedenimden. Hani öyle anlar var ki… Bir fazlalık olduğunuzu bilmenize rağmen ne ileriye ne geriye gidebiliyorsunuz, çünkü zayıf halka konumunda olan sizdiniz, o soğuk duvarlar arasında kalan odacıkta. Delik tavanda, üzerinize damlardı biriken damlalar. Bulurdu, bilirdi sizin kurak toplarda yaşamaya çalışan bir balık olduğunuzu. Bunu şans sanır gözünü tavana dikerdin, umutla. Ve öğreniyordun, ölmek kelimesinin bir dudak arasındaki boşluğa değdiğini.
Zihnin kuruntuları, bitmeyecekti.
Sökük yaralarını hiçbir zamanda diken olmayacaktı.
İğneden korkardım, zaten.
Suyu daha da aç, İzel. Yeteri kadar yakmıyordu, tenini. Boşluğum kalmasındı, ıslansındı her bir parçam. Kusmamı önlerdi, belki. Çünkü midemdeki kramplar yine baş gösteriyordu. Gözlerimi kapadığımda, avuç içlerimi suyun altına yerleştirdim. Elimdeki mendili sıyırmayı başaramıyordu, kuvvetli damlalar.
Yine dönüyordum, başladığım yere. Ona. Açtığı yaraları saramadığıma.
Çalan kapı ile gözlerimi açtım. Ve suyu kapadım. Duşa kabinden çıkarak, bornozumu üzerime geçirerek, bağladım ipini. Astığım kirli kıyafetleri saklamam gerekti. Annem, görürse eğer… Vücuduma bakmalarını isteyecekti, yine. Elime aldığım kıyafetlerimi banyodan çıkarak çantamın içine teptim ve fermuarı kapadığımda, kapını ısrarla çalınmasının ardından zorlanması ile koştum. Ve kilidi çevirerek, yar aralık bir biçimde açtım.
Gelen annem değil, Afra’ydı. Sabahın erken saatlerine rağmen kahve tonu makyajına ve üzerindeki beyaz crop, kot eteğin kahve tonunda kemer ve çizmesi… Oldukça sade bir kombindi ve bu Afra’nın yapacağı bir hata olamazdı. Gözlerimi kısarak süzmeye devam ettim, onu. Beni endişenin sardığı gözleri ile baştan aşağı süzdüğünde içeriye girerek kapıyı kapattı. Tekrar süzdü, bedenimi. Gözlerime şüphe ile bakmaya başladı bu defa. “ Senin için ne kadar endişelendim, haberin var mı İzel?” dediğinde bana sıkıca sarıldı beklemediğim bir anda. Birileri… İnsan bedenini düşünen birileri hep vardı. Sadece istediğimiz bizi görmediği içindi, bu inkâr.
O birileri değildi, İzel.
Özür dilerim Afra. Hala kemiklerim batıyordu, ruhuma.
O sırrımdı. İzlerimin bandıydı. Ruhumu saklayandı. Her şeyimdi, Afra.
Kollarımı sıkıca doladım boynuna. Gözyaşlarımı gizlemeden akıtabildiğim bedenin varlığına şükretmiştim. Çünkü kendimi sıkmaktan, midemdeki dinmeyen kramplardan, yersiz yurtsuz olan bulantılarımdan yoruluyordum. Hiçbir yere ait olamamanın yorgunluğu geçmezdi de.
Evsizsin. Kimsesizsin.
Ve ruhunun yaslanmaya ihtiyacı olduğu o an böyle belirirdi. Elini tutanları tanımadığın zaman…. Yedi yaşımda ilk kez et parçası olduğumu hissetmiştim, ötesi olmamıştı. Büyüdüm ve artık hissetmiyordum. Biliyordum, bir et parçası olduğumu. Bu kızı daha önceleri tanısaydım eğer belki de hiç aklıma gelmezdi, ne olacağım. Çünkü yanında olduğumda beni sessizce dinliyordu. İçimdekileri kusmadan da başa çıkabileceğimi öğretiyordu, bana.
“Ben iyiyim ama…” dedim akan gözyaşlarımın sersemlettiği sesim ile. Benden ayrıldı ve kaşlarını sorgularcasına çattığında, “ sen iyi misin emin değilim.” Diyerek dudağımı büzdüm ve baştan aşağı süzerek üzerindekileri işaret ettim.
Benden tamamen ayrıldığında, göz devirdi. “ Hepsi kendini beğenmiş kişiliksiz, yüzünden,” dediğinde bunun Yaman olduğunu anlamamak zor değildi. Kaşlarım çatılsa da argosuna müdahale etmedim. Hakkım da yoktu zaten. Birini savunmak için hakkın olması gerekti, dünya düzeninde. Yoksa ipin ucu kaçar, kaybolurdun dipsiz denizlerde. Ve yine suçlanan sen olurdu. Uğruna kaybolduğun görülmeden. “Bana ya… Bana ukala, dedi.” Diyerek tısladı. Ve sinirlendiği zamanlarda yaptığını yaptı. “Hung up the phone me!” Dedi sinirle. “ Sen nasıl buna aşık olmayı…” dediğinde yuttu dilinin ucundakileri. Sanki yanlış bir şey demesine ramak kalmış gibi. Ama bende ara ara kalbime soruyordum, bana sormak istediği soruyu. Neden o olmak zorundaydı? Neden başkası değildi?
Aşk, seçenek dâhilinde bir duygu değilmiş… Babam annemi anlatırken böyle demişti.
Kimi uğrunda deli oluyor, kimisi katil, kimisi ise dünyada cenneti tadıyordu.
Başımı sallayarak onayladım, onu. “ Telefonumu kapadı, yüzüne,” dedim her zamanki gibi onu çevirmek üzerime düşen bir vazifeydi. “ Alışıyorsun, zamanla.” Diyerek ardıma dönerek dolabıma ilerledim. Peşimden geliyordu, bir yandan mırıldanarak.
Dolabı açtığımda, “ sana başka bir şey…” dediğinde kıyafetlerimde gezinen gözlerim yanmaya başlamıştı. Bana çok şey derdi o, alışkındım. Hangisini sayardım ki sana, o zaman sende nefret ederdin, ondan. İçinde yeşerip taht kuran nefret duygusu onu kırabilirdi. İzin vermiyordu, hislerim onun kırılıp parçalanmasına. Bana şarapnel parçasını hak görene.
Omzumu silkeleyerek, “ders çalışın, diyerek klasik çömez muamelesi uyguladı bize.” Diyerek özenle asılmış üniformamı aldım. Ve ona döndüm. “ Okula gelmeyeceğini düşünüyorum,” diyerek üzerindeki kıyafetleri işaret ettim gözlerimi belerterek.
Kollarını göğsünde bağlayarak, “ unutmuş olamazsın…” diye gözlerini kocaman açtı.
“Ne…” dedim, korkuya yaklaşan sesimle. Onun için özel bir gün olmadığına emindim. Çünkü telefonumda tüm önemli tarihler… Hayır, artık ötecek bir telefonum yoktu, avucumda. Unutmuş olma ihtimalim artıyordu. Lütfen, bu defa şans benden yana olsundu.
“Bugün, Alacakaranlık yeniden vizyona giriyor…” dediğinde çığlık tablosuna dönmüştü, suratım. Derin bir nefes dahi alamadım, göğsüme verdiği cevaba karşı. Bende neler düşünmüştüm. “ İlk izleyenlerden biri olmalıyım, bu fırsatı yıllar önce küçük olduğum için kaçırmış olabilirim ama…” diyerek etrafında bir tur döndü. Ve bana yaş aldığını göstermeye çalıştı. Tebessüm ettim. “ Tüm çabalarım, Edward için…” dediğinde hayal kurmuş gibi alıklaşmıştı.
“Bir vampirin sana âşık olması için yüzyıllar öncesine ışınlanman gerek gibi,” Diyerek tekrar ardıma dönerek, iç çamaşırı almak için çekmeceyi açtım. “ Tabi sen daha iyi bilirsin ama…” diyerek tebessümümü büyüttüm.
Bana burun kıvırdığını biliyordum, ardımda kalsa bile. “Geçmişe gitmek… Oldukça fantastik. Nelerimi vermezdim, bunu yaşamak için…” diyerek bir gün gerçekleşeceğine inanır gibi konuşmuştu.
“ Mümkün olursa haber ver, birlikte kaçalım buralardan.” Diyerek kahkaha attım, kısık bir sesle.
Elime aldıklarım ile ona döndüğümde yatağıma uzanmıştı. Ellerini karnında bağlamış tavana bakıyordu. “Pamuk Prenses ve Külkedisi, fena değiliz gibi…” dedi ve birden doğrularak, avuç içlerini yatağa bastırdı. “ Sen, geçmişten geldin.” Diye tebessüm ettiğinde ona kafamı sallayarak bakmaya devam ettim. “ Hera… Tanrıların Kraliçesi…” dediğinde kaş göz yaptı ve ayağa kalktı.
Gözlerimi devirerek, “Devrim’in özellikleri sana yüklenmiş gibi.” Dedim.
Sırıttı alayla. “ Netice kardeşiz,” dediğinde hadi ya gerçekten mi der gibi bakış attım. “ İyi olduğuna göre artık gitmem gerek,” diyerek kolundaki saate baktı. “ Edward, kapıda kalmasın.” Diyerek öpücük attı.
Kapıyı açtığında, “ okula… Gelecek misin sonra?” dediğimde kafasını salladı. Bende elimi salladığımda çıkmıştı.
Bende hızla üzerimi giyerek, ayna karşısına geçtim, saçlarımı kuruladıktan sonra sıkı bir topuz yaptım ve dudağıma nemlendirici sürerek çantamı aldığımda, içindeki elbiseyi hatırlamıştım. Atmam gerekti, ilk çöplüğe.
Odadan çıkarak hızla merdivenleri indiğimde, mutfağa yöneldim. Hazır bekleyen yulaf kâsesini gördüğümde, yüzümü ekşittim. Nefret ediyordum, diyet yemeklerini andıran her şeyden. Ancak yeterli olmadığımı da biliyordum. Kâseyi sandalyeye oturmadan elime alarak, bitirmeye çalıştım, gözlerim kapalı. Çünkü kapatırsam hayal kurar farklı bir şey yediğimi düşünürdüm. Tadına katlanabilirdim. Küçükken sevmediğim ilaçları içerken alışmıştım. Ekşi tatlarına elma şekeri diyordum, hep. Elime aldığımda annemin asla izin vermediği o şeker. Alkım demişti, tadını. Tıp ki ilaçlar gibi demişti. Renkli ama ekşi. Sen zaten yersen bile hoşlanmazsın, demişti bana. Yemiştim annemden kaçak. Alkım beni tanıyordu. İlaçlar gibiydi, gerçekten. Dışı çocuk kalbini cezbederken, içi tiksindiriyordu. Çoğu insan gibi.
Artık Alkım’da, elma şekerleri de yoktu hayatımda. Ama… Kafam daha da bulanıktı.
Elimdeki kâseyi masaya koyarak, hızla dışarıya attım kendimi. Annem görmeden çıkmıştım. Nefes aldığımda omzuma değen el ile irkilmiştim. Ardıma döndüğümde babamı görmüştüm. Babamın temasının yabancılığı beni ürkütmüştü. Sıkıca sarması gerekirken. Yutkundum. Kalbimde ucu bilenmiş bıçakla saldırmıştı, farkında bile değilken.
“ Hadi, geç kalacağız.” Dedi düz ifadesiyle. Haftanın herhangi bir günü babam ile yollarımız arabada kesişirdi. Ancak bu defa ben babamdan önce davranmışım ki yol üstünde yüz göz olmak zorunda kalmıştık.
Arabaya bindiğimizde kucağıma aldığım çantaya sıkıca sarıldım. İçindekini bilseydi bile tepkisiz kalacağını biliyordum. Buna rağmen yaralarımı saklıyordum. Yarayı gören gözlerde enfeksiyona neden olurdu neticede. Yapamadıkları ile.
Elindeki dosyaları gözünden gözlüğüne rağmen yaklaştırarak okuyordu. Babamda yıpranmıştı. Bir ilaç şirketi ile ortaklık kurmak için iki senedir çok daha yoğun çalışıyordu. Oysa Özün Şirket Grubunun Kulvarı, turizm üzerineydi. Anlamsızdı, yatırım yapmak istedikleri proje. Aynı zamanda zarardı. Kim insanları göz göre göre zehirlemek isterdi? İlaçlar tedavi etmiyordu, yalnızca revirdeki yüzü düşmüş yakınların kalplerini su değdirmekti amaç. Biraz da ceplerin dolması.
Bana doğru çevirdiği kafasıyla, başımı hızla cam çevirdim. Gözlerimdeki duygu ona değildi, çünkü. Tedavisi olmayan yaralaraydı. “ Pazar günü, İtalya’ya gideceğinizi hatırlatmam gerek var mı?” dedi, sesindeki tını hep stabildi. Hayır, dercesine kafamı sallayarak ona döndüm. Gerek yoktu çünkü annem çoktan bavulumu hazırlatmış ve kapımın ağzına koymuştu. “ Orada Yaman’a ayak uydur, zor durumda bırakma.” Dedi değişmeyen ifadesiyle. Ancak bariz bir şekilde beni tehdit etmişti, kanından olan biri için.
Donuk ifademden ödün vermedim. “ Anlıyorum,” demekten öteye gitmedim. Çünkü bana da ona da zehir olabilirdi, gideceğimiz yer. Bir bilinmezliğe kafamı sallayamazdım, öylece.
Burun deliklerinde çıkan nefesi arabanın mayhoş ortamına süzüldü. “Anlamanı istemiyorum İzel Hera, uygulamanı istiyorum. Bu projenin temelleri bizim için önemli.” Diyerek tekrar elindeki dosyaya döndü. Ona onay vermemiştim ama boyun eğeceğimi bilecek kadar iyi eğitilmiştim. Bu da bir nevi şiddetti. El değmese de iki dudak arasından dökülenler kesiyordu, bedeni. Hiçe sayılmıştım ve ihtiyaç halinde vardım, yine. Tanıdık bir kaşıntı, gezindi, belimde. Dengeyi korumalıydım. Aklımdan geçenlerin sorumlusu ben olmamak için. Boğazımın arkasını yakan acıyı gömdüm. En dibe. Yarama yasladım, acıyı. Kamburumu hissettim, yanıklarla. Büyüyordu, ve bileniyordu ölüme. Bu yüzdendi birilerine sürekli ihtiyaç duymam. Ama birileri hep meşguldü.
Sessizce içimdeki öfkeyi dinlemeye devam ettim. Yüzüne söyleseydim… Herhangi bir tepki dahi vermezdi. Bir küçük çocuk gibi anneme şikâyet eder, dört duvar arasında saklanırdım. Aynalar vardı, odanın her köşesinde. Kusurlarımı yüzüme söylüyorlardı, birlik olup. Kendimden koparıyorlardı beni, Yaman gibi. Ruhum bedenimden yükselirken, yetersiz hissetmekten başka hiçbir şey yapmıyordum.
O beni biliyordu, peki ya ben?
Onu bilecek kadar gözlerime değmemişti.
Şoförün durması ile etrafa bakındım. Okulun içine girmemişti. Bahçe kapsının ağzında durmuştu. Ve benim inmemi bekliyorlardı. Babama döndüğümde, gözleri hala telefondaydı. Görüşürüz demek istemiştim oysa. Her baba kız yapmaz mıydı bunu, en azından. Hiçbir şey demedim. Çantama sarılmış bir vaziyette kapıyı açarak, dışarıya çıktım. Ardıma döndüğümde hala gitmemişlerdi. Belki de cam açılacaktı. Ve iyi dersler, diyecekti.
Cam usulca açıldı, “ iyi dersler,” dedi. Dudağımın köşesi belli belirsiz kıvrılırken, ardımdan gelen yakıcı bir ses ile sönmüştü, her şey. Midemdeki sıvı vücuduma soykırım uygulamak için savaştaydı.
Şans… Şans kurabiyeleri… Okuldan kaçtığım günlerde köşedeki tezgahtan alır, geceleri annemden gizli bir tane açardım. İçinden çıkan küçük kâğıt parçasında yazanlar, bana yazılmış bir şiir gibi hissettirirdi. Benim gibi muhtaç kalmıyordu, hamurlara. Yaman şanslıydı. Sevgi denen duygunun kucağında nefes alacak kadar. Şans kurabiyesine ihtiyacı da yoktu. Vardı hep onu seven birileri. Kimse kalmasa bile. Vardım, işte.
“ Bol şanslar, amca.” Demiş ve babam gözümden kaybolmuştu.
Nefes aldım ve ardıma dönerek ona bakmadan sıyrıldım yanı başından. Ardımda beliren ayak seslerine karşı göz devirdim, yavaşladım ve döndüğümde beni karşılayan felsefe dersindeki sarışın çocuktu. Bende sanmıştım ki… O benden ne zaman özür diledi ki şimdi dilesindi?
Sarışın çocuğa çattım kaşlarımı. Muzipçe sırıtsa da zihnini görüyordum. Merak ediyordu hakkında öğrendiklerimin ardında kalanı. Kimse değildi, boş yere paralıyordu kendini. “ Boş yere yoruyorsun kendini. Sana isim vermeyeceğim,” diyerek tekrar önüme dönerek ilerlemeye başladım. Uyarmıştım ve yerini bilmeliydi.
Ama durmadı. Peşimden gelmeye devam etti. Görmezden geldim. Bunu dert etmedi. Aynı benim gibi. Bende mi böyle hissettiriyordum ona? Hiçlik içinde fazlalık. Adımlarıma eş düşmesi bir hiçken aynı zamanda rahatsız ediyordu.
“Tuhafsın,” Dedi bir boşlukta.
Yürümeye devam ettim. Seni hiç alakadar etmezdi, nasıl olduğum. İçimden sayıklıyordum yine.
“ Aynı zamanda güzelsin. Gerçi…” demiş ve bir virgül koymuştu araya. Yine de durmadım. Merak etmiyordum, akıp giden zamanı. “ Bunu sayıklamayan yoktur, seni görünce.” Aklı da dili de birdi, bu defa.
Adımlarım sınıf kapısı olmuştu. İçeriye adımladığımda, sırama geçerek Afra’nın boşluğuna koydum. Gözlerim tahtaya kaydı. Ve onda kapıdan içeriye Alkım ve O girmişti. Onları izlemek, gözün önünde vücudunu saran kanseri izlemekten başka bir şey yapamamaktı. Kemiklerin kırılıyor, ciğerin sökülmeye çalışıyor sen haykırırken gözlerinle, seni izliyorlardı. Yalvarıyordun canının alınması için. Kimse cesur davranıp, boynuna bıçağın ucunu değdirmiyordu. Gözlerimin içine bakarak kalbimi benden aldıklarından habersiz.
Gözlerimi çekerek, çantamı açtım. Gözlerim kocaman olmuştu. Elbise benimle kalmıştı. Derin bir nefes aldığımda, elbiseyi dibe iteledim ve içindeki felsefe defterini çıkardım. Masaya koyduğumda, sıranın ucunda beliren gölgeye baş kaldırdım. Sarışın çocuğun pes etmeye niyeti yoktu. Başkalarına dememden korkması doğaldı. Ama demezdim. Bana dokunmadığı sürece.
“Diğer sınıftan gelenler,” dedi ve çantamı gösterdi. Almamı istiyordu. Öylece bakmaya devam ettim. “ Teşekkür ederim,” diyerek oturdu, diğer yandan çantamı kucağına almıştı.
Nefes aldım. “ Sana otur demedim, ben.” Diyerek geveledim.
Göz temasını keserek, “başka yer yoktu,” dediğinde elindeki çantama daha sıkı sarılmıştı. Sanki kaybetmek istemediklerine elinden alacaklarını bilir gibiydi.
Önüme dönerek, kitabı açtım diğer yandan homurdanmaya devam ettim. “Neden yerini verdin ki, zaten?” desem de aklım çantamdaydı.
Kafasını bana doğru çevirdi. Ona yan yan bakmaya devam ettim. “Çünkü… Onlar gibi değilim, artık.” Dediğinde tuhaf hissetmiştim. Oysa ben suçlu değildim. Ama onlardan biri gibi görünüyordum. Bazı anlarda onlardan biri de oluyordum. Ama yine de suçlu olan ben değildim, nefsi müdafaa yapan ailemdi. Sarışın çocukta bir zamanlar onlar gibi zorbadan da ötesiydi. Soyun her şey olduğunu ona bakınca bir kez daha anlamıştım.
“ Bende onlardan biriyim.” Dedim üzerine basarak.
Güldü, genişçe. Ona doğru döndüm. “ Onlardan biri olduğuna iki gün öncesine kadar mühür basardım.” Dediğinde ifadesizce bakmaya devam ettim. “ Ama sende farklı bir şeyler …” dedi ve benim ağzım durmadı.
Cümlesine virgül koymasına müsaade etmeden, “ne gibi?” dedim ve bakışlarının nedeni oldum.
Birkaç dakika öylece baktı. Neye baktığına zihninde yer vermemişti. “Aptal sarışından ötesi değilsin, sen.” Diyerek alayla güldüğünde sinir damarlarım şişmişti. Alnımda, herkes İzel Hera’ nın kalbine çivi çakabilir falan mı yazıyordu? Tanımadığım çocuğun cümlesine bile incinmiştim, üstelik.
Aptal sarışın. Gidebilir misin öteye?
Onu cevapsız bıraktım ve öteye gidemedim. Annem, Yaman dışında biri ile kavga ettiğimi işitseydi eğer… Belki de onu göremezdim. Susmalıydım, herkese. Kitabımdaki sayfaları rastgele çevirerek ilgi odağımı değiştirmeye çalıştım.
Gözlerim kapı ağzında Alkım’ın yanından ayrılmış Yaman ile bir şeyler konuşan Felsefe Öğretmenine kaymıştı. Gülüyordu, hafifçe ve ben, kahkahasına cesedimi gömmüştüm. Çünkü yapamayacak kadar acizdim. Tekrar ondan çektiğim bakışlarım sırama döşendi.
“ Belli ediyorsun,” dedi sarışın çocuk. Yanı başımdaki varlığını dahi unutmuştum, onu gördüğümde. Zaten çatık olan kaşlarım ile ona döndüm. “ O… Ve Alkım,” demişti. “Alkım senin en yakınındı. Bir anda en uzağına layık gördün,” dediğinde bunu fark eden tek kişi değildi belki de. Ancak bunu yüzüme karşı dillendiren ilk kişiydi. “ Çünkü onu senden çaldı.” Dedi bir anda. O kadar hızlı söylemişti ki alıştıramamıştım bile kendimi.
“ Sen… Ne saçmalıyorsun,” dediğimde sesim kısık olsa da sertti. Benden çalması için beni sevmesi gerekti. Evrende mümkün olmayacak bir şeyi dilemek ne kadar ağırdı, biliyor musun Sarışın Çocuk? Yüzünde tebessüm, kalbinde yaktığın altmışaltı mumun eriyen damlaları delik deşik kalbineydi. Ve sesin çıkmıyordu, kalbinde yakılan ateşe. Biliyor musun, umut diyorlardı buna. Sersem mumların ışığı mıydı, yoksa eriyen damlaların acısı mı umut olurdu bana?
Başa sar.
Bir döngüde kırılma noktası olmazdı. O benden hoşlanmıyordu ve hoşlanmayacaktı.
“Yaman Özün, hangi kızın ilgisini çekmezdi ki?” diyerek devam ettiğinde susmasını diledim. Bunları bir tek Afra ile konuşmak istiyordum, beni birisi bilsin istemiyordum. O bile, bazen görmesin istiyordum. “ Senden daha zeki bir kız olduğu için yanında.” Diyerek bana bakmayı kesti ve kapı ağzındaki öğretmene çevirdi bakışlarını. İçeriye adımlayan öğretmen ile sınıf ayağa kalkıyordu. Bizde ayağa kalktığımızda “safsın, Hera,” dediğinde neden böyle demişti? Onu kazanmak için en yakın arkadaşım ile savaş mı vermeliydim? Üstelik o bu okulun gözde güzellerinden biri iken… Benim yalnızca soyum vardı. Bana ait olmayan bir soy. Dünyaya yabancı olan biriydim, savaşım ne diyeydi?
Tekrar sıraya oturduğumuzda kulağına eğildiğimde, “ Yaman’a âşık mı oldun?” diyerek fısıldadığımda gür bir kahkahayı batığında afallamıştım. Ne diye bu kadar yüksek ses çıkarıyordu? Tüm gözler bize döndüğünde, “ özür dileriz,” dedi öğretmendeki temasını kesmeden.
O da buraya bakıyordu, her zamanki çatık kaşları ile Alkım’ın yanında. Etraftaki gözlerde gezindikten sonra yeniden kitabıma döndüm.
“ Burak,” dedi öğretmen.
Sırıtarak cevap verdi, adının Burak olduğunu kaçıncı öğrenişim ve kaçıncı unutuşumdu bilmiyordum. “Ediz Hocam.” Dedi.
“ Son dersimizde ne diyorduk,” dediğinde Burak kendinden emin bir duruşa geçmişti. Yaşadıklarına rağmen oldukça neşe dolu olması… Asıl tuhaf olan oydu. Tüm hayatı tepetaklak olmuştu ve etrafa neşe saçmaya devam ediyordu.
Yüzüm ekşidi, ellerim ile kulaklarımı kapattım kısa bir an. Kulağımın işittiği saçma iç sesleri kafamı sallayarak durdurmak istedim. Hepsi birbirine karıştığında, bedenimde garip sızı acıya dönüyordu.
Oldukça yakınımdan gelen sesiyle gözlerimi ona çevirdim. “ Saplantı ve aşk, diyorduk Hocam.” Dediğinde sırıtışı büyüdü. “ Üstelik kırk yılda bir de takdir etmiştiniz beni,” dediğinde sınıftan sesler yükseldi, onu pohpohlayan. Hala hüküm süren biriydi, kendince.
“Aferin, Burak,” dedi Ediz Hoca. Sınıfta göz gezdirerek. “Kuantum Ölümsüzlük Teorisi…” dedi ve Burak’ta kesti bakışlarını. “Üzerine tartışacağız ve gruplar halinde proje ödevi vereceğim, beni inandırmanız için.” Dediğinde siyah Fransız tıraşı saçlarına elini geçirdi. Diğer elindeki kâğıda bakmaya devam ediyordu. “Gruplarınız koridordaki panoya asacağım, olabildiğince olanaklı buluşacağınız isimler ile eşleştirmeye çaba gösterdim,” dediğinde aklıma Afra’dan başkası gelmesin istiyordum ancak bu olanakların dışındaydı. O ve ben, soylarımız gereği bir olanak dâhiline giriyorduk. “Asıl konumuza gelirsek… Kuantum Ölümsüzlük Teorisi,” dediğinde bir adım ön sıraya yaklaştı. “ Düşüncesi olan?” demişti ancak kimseden bir ses çıkmadı.
“ Varlığını dilediğin birinin yaşaması.” Dedi kalbime tanıdık bir ses. Kimi kastettiğini belki de tüm sınıf biliyordu, Ediz Hoca’da dâhil.
Barkın Özün’dü. Bir zamanlar neşesine eş düşen neşeyle, bana bile gözleri ışıldardı. Bazen. Ama sonra o öldü ve beni öldürmüştü, gözlerinin içinde sönen gözlerime bakarak.
Sınıfta kısa bir sessizlik oldu. Ardından devam etti. “ her öldüğünde zihnin başka bir evrene kayması,” dediğinde Ediz Hoca onu gerçekliğe döndürmek istemişti sanki.
“ Bir teori ve ürkütücü,” dediğinde kollarını birbirinde bağladı. Yaman ise umursamazca bakmaya devam ediyordu. Onu inandığı bir şeyden vazgeçirmek, imkânsızdı. Ben denemiştim, çünkü. Katil olmadığıma inandıramamıştım, onu. Bir kez yanıtsız bıraktığım için.
“Başka evrende yaşamakta olabilir,” dedim ansızın. İçimden sayıkladığımı düşünmüştüm. Ancak bakışların odağı ben olunca işler değişmişti.
Ediz Hoca, “ evet, bu da ikinci bir durum...” dediğinde sınıfta göz gezdirdi. “ Kuantumda seçtiğiniz her yol farklı bir dünya oluşturabilir. Mesela bir yolda yürüyorsunuz ve ansızın birisi sizden yardım istiyor, onu karşı kaldırma geçirmek için ancak işinize geç kalacaksınız yardım ettiğinizde,” dedi ve bana doğru adımladı. “ el uzatıp karşıya geçtiğinizde bulunduğunuz yerde bir kaza oluyor ve ne olursa olsun öldüğünüz senaryo yaşanmıyor. Çünkü zihin yaşamayı seçiyor.” Dedi ve sıranın ucuna gelerek, elini üstüne koydu.
“İkinci durum,” dedi Yaman. Sesi öfke doluydu ancak derse katılmaktan çekinmiyordu. “ Alternatif evren. Geçmişte öleceksin ve gelecekte yaşayacaksın.” Dedi hiçbir mimik oynatmadan. Sanki bu hissi tadan biriymiş gibi konuşmuştu.
“Çünkü ruhun seni kurtarmak istiyor,” dedim ona bakmadan Ediz Hoca’nın gözlerine doğru.
Ediz Hoca’nın bakışları benden yan masada eş hizada oturduğumuz Yaman’a çevrildi. Tartışmadan zevk alan biriydi. Ve devam etsin istiyordu.
“Neden ruhun seni kurtarırken, bir başkasına mezar kazmak isteyecek?” dedi tüm öfkesini bana kusmaya ant içmişti.
Ona doğru döndüğümde, bedenini ban döndüğünü gördüm. Ardında bana tuhaf bakan gözleri gördüm. Alkım. Yutkunarak, “neden bir başkasına mezar kazacağını düşünüyorsun ki?”
“Çünkü Hera…” dedi her bir harfin üzerini kazıyordu. “Ölüyorsun, basıyor mu bunu kafan… Ölüyorsun.”
Bana bir ölüm veren kendi olmuştu, Hera diyerek.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |