Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Yabancı

@dnzkzgb

 


Oyna. Oyna.

Geriye kaldı bir dakika...

 

Yolunu mu şaşırdın?

 

Söyle bana...

*

 

Şüphe… Hayatın insanlara kurduğu düzendi. Acı, heyecan, aşk… Hayatın bana tanıdığı sınırlarda başarabildiğim yalnızca yıkımda olabilirdi. Evet, başlı başına bir yıkımdı. Ses duyulmuyor, göz görmüyor ama beni göremeyen topluluğun arasında nefes almayı başarabilecek kadar acizdim. Hiçlik duygusuydu bu. İçimde yeşerebilen, aşka eşlik eden hiçlik…

 

Ağır bir kabullenişti, aşk. Benliğinden vazgeçer, yine de gıkın çıkmazdı. O raddeye gelene kadar akışına bırakırdım. Bazen... Direnirdim. Yıkık dökükte olsa sevgiye muhtaç olduğumu anlar, direncimi kırardım. Bu da benim gençlik hayalimdi; bir gün sevgime, direncimi kırmama gerek kalmadan karşılık bulmak. Zor gibi...

 

Biliyorum. Pes ediyorum, bu yüzden.

 

Gerçekler kalp kırıcıydı.

 

Haddimi aştığım için mi böyle?

 

Sabah saatlerinde öylece karşıdaki kar beyazı duvarı duygusuz bir ifadeyle izleyerek cezalandırılıyorum Üstelik bu cezayı veren sadece annem değildi. İşlerine engel olduğum için bana sadece bakan babamda anneme arka çıkarak, bana bunu layık görmüştü. Ders almam gerektiğini saatlerce dile getirip durdu, gitti.

 

Ve gün sonu bana zarar veren kişi, ben olmuş olacaktım.

 

Gözlerime yerleşen korku, etrafta mekik döşüyordu. Karanlık bir oda, sönmeye ramak kalan şamdanlar... Beni izleyen aynalar... Ve tek ayak üzerinde durması gereken ben; aynalar ile göz göze geldiğim anlarda içim ürperiyordu. Biliyordum. Aynalar, bir kara delik gibi içine çekiyordu. Kalbimi yansıtıyorlardı, acizliğimi bana keyifle izletiyorlardı. Başımı kaldırmamak için dirensem de elime tutuşturulan bu şamdanı söndürmemem gerekti. Aksi takdirde sabaha kadar, bu şamdanların yarı aydınlattığı aynalarda kâbuslar yaşayacaktım. Kâbuslarda kimi zaman kâbuslara yılan gibi sarılan düşünceleri gerçeğe bağlardı. Kaçtığım gerçekler beni bulsun istemiyordum. Gerçeklerimin altında kalacaktım. Çünkü. Benim düşüncelerim, cehennemimdi. Göğsümdeki penceredeki bir nokta misali kusurlarımdan biriydi; kaçmak. Kafamı kaldırdığımda etrafın her köşesine kurulmuş aynalar, dile geliyorlardı. Vücudumdaki tüm kusurları, öfke saçarak bana tükürüyorlardı. Yutkunuş, sessiz bir çığlık, mide bulantısı… Geçecekti. Tüm kusurlarımı kapatmak için benliğimdeki eşiği silerek, sona gidecektim.

 

Karşımdaki kenarları beyaz ahşap olan aynadan baştan aşağı kendimi süzdüğümde, üzerimdeki saten mavi elbise, bir okyanusta hoyratça yükselen dalga gibi, bedenimdeki kusurları içine çekmeye çalışsa da, işe yaramıyordu. Çünkü dalgalar için yeteri zayıflıkta değildim. Zayıf bir vücut kolayca devrilmez miydi? İlk vuruş, tek yıkılış gibi… Güzellik standartlarında değildim. Onların çember çizgilerinde tur atan bir ceylan gibi sürekli başa dönüyordum. Kaçanın haberi vardı. Kaplan yaklaşıyor, ceylan kaçıyordu ama yine de sonlarını biliyorlardı. Biliyordum. O çizginin üzerine dahi basamayacaktım. Anlık gelen bir dürtüyle, hapşırdığımda gözümden damlayan yaş uyuşan avucuma yuva misali kurulmuş şamdanı sıyırdı. Ucuz atlattığım bir andı. Hala yanan bir şamdan vardı avucumda.

 

Hafif bir yutkunuş genzimden acıyla birlikte geçti. Ardından içimdeki ürpertiyle, gözlerimi etrafta gezdirdim. Karanlık odayı şamdanlar aydınlatsa bile birinin beni izlediği hissini silip atamadım. Sanki arkamdan bir gölge geçmiş gibiydi. Kuruntu olsa da olmasa da, arkamdan geçmişti. Soluk sesi hissediyordum. İçimdeki ufak bir cesaret narasıyla başımı kaldırarak tekrar aynaya baktığımda, arkamdaki aynada bana bakan tek çift ela gözde bana aitti. Sanrı, İzel… Alevler içerisinde kalmış gibi, nefeslerim sıklaştı. Kilidi dönen kapıya kaydı bir anda bakışlarım. Yutkundum. Aralanan kapının ardından her zamanki gibi annemi bekledim. Kapı aralandı ve ardında annem ya da herhangi biri belirmedi. Elimdeki şamdana diğer elimde sarıldı, gözlerim afalladı. Kuruyan dudaklarımı yalayarak, “anne…” diyerek kısık bir telaş nidası döküldü.

 

Birkaç adım sesi sonrası kapı pervazına omzunu yaslayan Yaman, “değişik bir stil, amcasının yeğeni.” Dediğinde beni ayaklarımdan başlayarak süzmeye başladığında, “ mankenliğe mi merak sardın?” dedi. Bedenimi süzen gözleri bir anda öfkeyle çevrelenmiş, kaşları çatılmıştı. Gözlerimi senden kaçırmamam gerek, tehlike arz edecek gibi; diyen iç sesine anlam veremedim. Sadece göz devirerek, susmayı tercih ettim. “Garip…” diyerek benim dile geleceğimi biliyordu.

 

Öyle oldu. “ yine…” dedim üzerine bastırarak, “ sadece sen, neyi fark ettin?” dedim sesimdeki tüm karmaşık duyguları enkazımda gizleyerek. Çoğu zaman bir insan standartlarına göre dikkati fazlaydı. Göremediğim o kadar şeyi tek bir celse de görmeyi başarabiliyordu. Bir zamanlar yanımda olan Alkım gibi… Hayır! Sevgilisi olan Alkım gibi… O hislerini görmüştü bense dünyadan uzak bir yerlerdeydim.

 

Gözlerini gözlerimden çekerek, etrafta gezindi bakışları. Zihni herhangi bir şey dillendirmedi. Kısa bir süre sonunda gözleri yeniden bana döndü. “ beni kovmadın.” Dedi. Zihnimdeki, etraftaki tüm uğultular kesildi. Bazı gerçekleri bile bile kalbime söz geçiremedim. Ki ben yürüdüğüm yollarda düşüncelerimdeki sana bile gülümsüyordum.

 

Kafamı sağa sola sallayarak, “Asalak herif.” diye mırıldandım. Ancak bunu duymuş gibiydi. Yaslandığı kapı pervazındaki desteği son buldu. Adımlarını, aynaların ve şamdanların çevrelediği loş odaya attı. Elimdeki şamdanı sıkıca sarmaya devam ettim. Tek ayağımdaki yükü, diğer ayağımı zemine sürterek, azalttım. Yutkunuşlarım, biraz heyecan dolu, biraz ürkekti. Geriye doğru bir adım attığımda, adımlarının benim minik adımlarıma göre oldukça büyüktü. Kararımı değiştirerek, elimdeki şamdanı üfleyerek söndürdüm. Ruhum zaten ateşe verilmişti.

 

Göz temasımız, biraz da olsa alacalanmıştı. Elimdeki şamdanı ona doğru tutarak, “ bana bak!” dediğimde iki adım sonrasında durdu. Kollarını göğsünde bağladığında beliren pazılarından düzenli spor yaptığını anlıyordum. “Ne bakıyorsun?” Başını sola eğerek, dudağını kıvırdı. Gözlerim aynalarda tavaf edercesine gezindi. “Yaklaşırsan bunu sana atarım!” diyerek elimdeki şamdanı havaya kaldırır gibi yaptım.

 

Bir adım attı. “Sen bana kıyamazsın, baş belası.” Dudağındaki alaylı kıvrılmaya son vermeden, bir adım daha attı. Onun sert adımlarının aksine ben yerimde mıhlandım. Kalbim bir tuhaf çarptı. Anlamlandırmak istemediğim duygular, yeşermeye yüz tuttu. Yine de çenesi düşmüş kalbime rağmen dudaklarım lal olmayı seçti. “ gardımı yalnızca senin için düşürüyorum…” dediğinde aralık dudaklarının içine kaçan nefesi göğüs kafesinde hareketliliğe neden oldu. Durmadı. Bu sözlerin bir nedeni olacaktı, biliyordum. “Kıyamazsın değil mi?” dedi. Elimdeki şamdanı biraz daha havaya kaldırdığımda, refleksle de olsa gözlerini kapatmak yerine aramızdaki mesafeyi bir hiçe indirdi. Nefesi nefesimi kestiğinde, bakışlarını havada olan elimdeki şamdana dikti. Ben okyanusta alabora olmuşken, o yine gözleri önündeki felaketi görmüyordu. “ At, hadi yavru ceylan!” diye kısık bir sesle, gözlerini bana değdirmeden dudakları aralandı.

 

“Vazgeçtim,” diyerek bir adım geriye gittiğimde, sırtımın aynaya değdiğini biliyordum. Bana kıvrılan dudağı yarım ağız gülüşe döndü. O; kurnaz ve bencildi. Bir şeyler planlamış olmalı ki bana ılımlı yaklaşmaya çalışıyordu. Unuttuğu bir şey vardı ki benden kaçırdığı gözleri, muhatap olmaktan rahatsız olduğunu ortaya seriyordu. “bir hinlik düşündün!”

 

Aramıza açtığımız mesafeyi kapatarak, gözlerini odaya girdiğinden beri üçüncü kez gözlerime değdirdi. “Söz konusu olduğunda, hinlik düşünmemek mümkün değil!” dedi. Bir elini, keskin çenesine götürdüğünde çukurunu kapamadan sıvazladı. Çatılan kaşlarıma beni taklit edercesine kaşlarını çattı.

 

Göz devirdim. Kuruyan dudaklarımı aralamaya çaba göstererek, yüzümü ekşittim. “Umutsuz vaka”

 

Gözleri kısıldı. Buna rağmen yeşilleri, kasırganın savurduğu orman gibi canlıydı. “sende beni tanıyorsun.” Dediğinde gözleri kısa bir an sıkı sıkı toplanmış topuzuma kaydı. “tanıdık gibi…” dedi. Ardından, “yabancıyız.” Diye eklediğinde, bedenim korkudan titredi. Ellerim elbisemi sıkıca sardı. Parmak boğumlarım kızarmış olabilirdi. Gözlerimi gözlerimden çektiğimde, “Bunun hakkını vermen için buradayım, baş belası.”

 

Sadece yutkundum. Karşılıksız sevmek, buydu.

 

Acı bir yutkunuş, geçti… Hayır, belki de geçecektin Özün.

 

Enkazımda saklandım. “Neyin hakkını?” dedim net bir tavırla. İki parmağımın elbiseye dolandığı elimdeki şamdanı, gözlerimdeki temasını çekmeden eğilerek kavradı.

 

Düşünceleri ayda birkaç defa gerçekleşen gök tutulmalarının rastlantılarına karıştı, atlıkarınca gibi döndü durdu; Afitap misali azap… Zihni canlandı, dudakları kapandı. Bir sır verecekmiş gibi kulağıma doğru eğildiğinde, okyanusu andıran kokusu burnuma dolarak, beni içine çekmesin diye nefesimi tutmaya çalıştım. Gözlerimi kapatarak, dizginlerimi sağlam tutmaya çaba gösterirken, “ asalak…” deyiverdi. “Şimdi sana ne yapmalı, baş belası?” dediğinde sesi asalak kelimesindeki o buz gibi tınısına rağmen ardından eklediği kelimeleri çaresizlik… Hayır hiçlikti.

 

“Hak ettin, sevgili kuzenim.” Sen çok daha ağır ithamları hak ediyordun zihnimde. Ama dediğin gibi Özün, kalbim kıyamıyordu. Bir insanın, bir insana kıyamadığı anlar… Dillerde aşka tekabül ediyordu.

 

Bana kör, sağır, dilsiz olan adam benim benliğimdi. Tekabülüm, oydu işte.

 

Hiddetli bir ses işitti kulaklarım. Zihnimdeki başı kesilmiş yılan gibi kıvranan, tıslayan düşüncelerim, anlık girdaba çekildi. “İzel Hera!” diyen annem irkilmeme neden oldu. Sesi uzakta olsa, bedenime hâkim olduğu gerçeğini sineye çekemezdim. Gözlerimi açtığımda, elimdeki şamdan ile odanın ortasında öylece tek ayağımın üzerinde dikiliyordum. Kimse yoktu. Ben mumu üflemiştim. Cayır cayır yanan şamdanın alevi burnumun ucundaydı. Hepsi sanrı mıydı? Okyanus kokusu, çene gamzesi, alaylı sırıtışı…

 

Ben aklımı onunla bu kadar mı bozmuştum?

 

Gözlerimi kırpıştırarak, kapalı olması gereken kapının aralık olması etrafta göz gezdirmeme sebebiyet verdi. Kısa bir tur aynalarla çevrili odada döndü gözlerim. Antika gibi koyu kahve kapının tokmağının aşağı doğru hareket etmesiyle, gözlerim orada durdu. Yavaş yavaş aralanan kapının ardındakini merak ettiğim için başımı hafifçe sola eğdiğimde, açılan kapı aralığında bıkkın bir ifadeyle annem ile göz göze geldim. Ellerinde birkaç dergi, yüzündeki alımlı makyajı, tek bir kırışık dahi bulunmadığı kumaş pantolonu ve buz mavisi gömleğini, bana doğru attığı adımlarının topuk sesleri tamamlıyordu. Birkaç adım sonunda aramızda bir karışlık mesafe bırakarak, baştan aşağı süzdü bedenimi. Gözlerini kırparak, başını aşağı doğru hareket ettirince ayağımı indirmem gerektiğini anladım.

 

Birkaç saat sonunda ahşap zemine değen sol ayağıma kramp girmemişti ki rahatça üzerine basmıştım. Elindeki dergileri bana uzattığında, şamdanı bırakmam gerektiğini anladım. “ bana kalsa çok daha fazla ceza alman gerekti. Şanslısın ki…” dediğinde sıkkınlıkla bir nefes verdi. “Her neyse. Al şunları ve çık salona.” Dediğinde ikiletmedim. Tepki göstermedim. Daha önceleri ne kadar tepki göstersem de, olmaz sizi dinlemeyeceğim desem de sonunda yine ben mahkûm oluyordum. Hiçbir şey değişmiyordu. Sadece zaman geçiyordu, o kadar. Elindekileri dergileri aldığımda, elbisemi çekiştirdim. Ardından kapıyı aşarak, salonun olduğu yukarı kat merdivenlerini yöneldim.

 

Ağır adımlarım ile merdivenleri aştığımda, salona doğru yöneldiğimde sol tarafımdan bir ses yükseldi. Oydu. Buradaydı. Bana, sanrılarıma inanma şansı vermişti. “ Ne o mankenliğe mi merak sardın, baş belası?” Nefesim ölmeye yüz tutmuş insan gibi kesik kesik, zihnim yağmamaya direnen bulutlar kadar bulanık, gözlerim ikinci kadın olmaya layık görülen kalbim kadar acıydı. “ Aklına sahip çık, amcasının yeğeni.” Dediğinde başımı sola doğru çevirdiğimde, duvara omzunu yaslamış bir vaziyette, kollarının göğsünde birleştirmişti. Kısa kollu siyah tişörtünden beliren kol kasları… Pazılarını dahi ezberlemiş miydim? Sanrılarımda yer edinmişti

 

Gözlerimi devirdim. “Neden kız arkadaşında bu mesleğe yönelmedi mi?” dedim. İlk defa Alkım’ı onun karşısında -ismini dile getirmesem de- gözlerimin önüne getirdim. Onunla -yakın- arkadaş olduğumuzu bilmiyordu. Bilseydi bir şeyler değişir miydi? Kendimi kandırmama gerek yoktu. Gözünde, aptal bir sarışından fazlası değildim. Kız arkadaşı gibi güzellik standartlarını da tamamlayamıyordum ki ufakta olsa bir ilgi odağı olabilseydim… Kandırdım. Asla Alkım’ın yerinde olamazdım.

 

Gözleri elbisemin uçlarından başlayarak boynuma doğru nakış işledi. Çene kası seğirdiğinde, göğüs kafesini genişletecek bir soluğu içine aldı. “ Sen o değilsin.” Dedi tıslarcasına. Yerinde doğrularak bana doğru iki adım attı. Aramızda mesafe bırakmaya bilerek özen gösterir gibiydi. İki beden arasındaki boşluğa, ayıcığım –açma- sığabilirdi. “ Tanıdık bir yabancı…” dedi. Kaşlarım çatıldı. Bu döngüyü hatırlıyordum. Bu anları anımsamıyordum. Bu anları yaşamış gibiydim. Farklı bir evrende, farklı bir kostümle ancak aynı bedenlerle… “Ve bir Özün’sün.” Diye tok bir ses ile çiğnedi kalbimi. “ İzel, hakkını vermen gerekenler var.” Dedi. Her cümlesi beni korkutuyordu. Yaşamış gibi hissediyordum. Tuhaf bir teoride, kelebek etkisi yaşatıyordu. Bu korkutucu duyguyu aşılayan o olduğundan kısa bir zaman zarfında cezbedici hale bürünüyordu. “ Aklına eseni yapacak kadar özgür müsün?” dedi, anlık kaybolduğum düşlerde.

 

Dik dik bakmaya devam etsem de, “ biz daha öncede yaşamış gibiyiz.” Diye saçma dürtülerimi aralanan dudaklarımdan tereddüt etmeden çıkardım.

 

“Emin ol daha önce benimle yaşamış olsaydın,” Diyerek aramızdaki mesafeye koyduğum yatağımın altına sakladığım ayıcık açmayı, ezdi. “Benim gibi bir adam sende sadece geçmişle kalmazdı.” Diyerek hafifçe eğildi. Önce sol ardından sağ gözüne baktığımda, “ ama ben, seni aptal bir sarışın gibi tek bir geceye çeker, bırakırdım.” Dediğinde gözlerimdeki ifadeyi görüyor muydu? Damarlarımdan geçen kanlar donmuştu. Tenimin altında dolaşmaya çalışan tilkiden tiksinmeden edemedim. Gurursuz biriydim, döngüm yine onda bulacaktı. Kurnaz aklı, haklıydı. Böyle bir şey gerçek olsa, onu unutamazdım. Aklımın bana kurduğu kaçıncı oyundu. Klasik bilim kurgu filmlerinden etkilendiğim hareketler, beni yalnızca bir döngüye hapsetmek istiyordu. Onu düşünmemek için filmlere hayatımı yansıtmam doğru değildi.

 

Dilimin ucundakiler zihnimin bana oynadığı oyuna adak gibiydi. Bir anda yer kapladı, soğuk havanın hâkim olduğu salonda. “Tipim değilsin, asalak herif.” dedim.

 

Saat çalışıyordu. Yelkovan, akrepten kaçıyordu. Zaman akıp giderken, her şey neden başa sarıyor gibiydi? Köşeye sıkışmış ceylan misali, gözlerim buğulandı. Bedenimin eseri olduğumu biliyordum ancak bu kadar mı derinden teslim olmuştum?

 

“Tekrarla!” dedi net, keskin bir tonda. Aklımı dağıtmak istercesine kafamı sağa sola ağır ağır sallasam da, bir işe yaramıyordu. Anlara dokunan yaşanmışlık hissi, geçmiyordu. Bunu buradan çevirmek bana kalmıştı. Farklı şeyler olmalı. Hisler, düşünceler, kalpler gibi…

 

Bir hızla reddettim. “Hayır!” Dudağı belli belirsiz kıvrıldı. Burnumu kırıştırdım. Ne var dercesine kafamı salladığımda, biraz daha üzerime eğildiğinde, geriye adımladım. Sırtım buluşmaması gereken bir yer ile buluşacak olmalıydı ki, belimden kavradığında hızla göğüs kafesine doğru çekti. Kokusu burnumu doldu, bedenim alaborada kayboldu. Nefesimi tutsam da, içimi dolduran okyanus her zerremde geziniyor gibiydi.

 

Bir an beni öylece izleyeceği hissi kalbimi etkiledi. Tekledi, ona adınmış kalbim. “Bana bak, ben yanındayken yara almaya kalkma!” diye çatık kaşları altında hala ışığı sönmeyen yeşilleri, karanlık gecede kaybolduğum orman gibiydi.

 

“Sarmaz mısın?” deyiverdim histerik bir ifadeyle.

 

Düşünmedi. Beklemedi. Kalın dudaklarından tek tek döktü sözcüklerini. “Sarar, söver, öperim, amcasının yeğeni!” dedi. Tıp ki benim gibi, histerik bir ifadeyle. Bir hız trenine onunla birlikte binmiştik. Sonu belliydi.

 

İteledim göğsünü. Kendini bana bırakmış gibi onu sendelememe izin verdi. “Pisliklik yapma!” Diyerek belime sıkı sıkı sarılan kollarına gitti, ellerim.

 

Homurdanır gibi:

 

“Sende saçma saçma sorular sorma!” dediğinde bedenlerimiz ayrıydı artık. “ Ben ne zaman senin yaranı sardım ki, başka bir zamanda sarayım?” dedi ifadesizce. Kalbim, onun benciliğini görmüyor muydu da beni ona itmeye devam ediyordu. Cam parçaları deliyor, kalbimden oluk oluk kan akıtıyordu. Çivi çakılan yerlerdeki izler, kanın değmesiyle geride derin sızılar bırakarak, vücudumu kaskatı kesiyordu.

 

Bakışlarım ona değdiğinde, annemin sesini duymam kalbime yeni bir parça saplamaya yetti. “Yaman. İzel Hera, hadi yemeğe bekliyoruz!” dediğinde ona cevap vermeye yeltenmedim. Ne olursa olsun beni derin çukura itecekti.

 

Onun omzuna değmemeye özen göstererek merdiven boşluğu ile arasından sıyrılarak, adımladım.

 

Yine de bir şeyleri ukde bırakmak istemedim. “Sen yara sarmasından ne anlarsın ki zaten, asalak dengesiz!” dediğimde koşar adım yemek masasına ilerlediğimde tok ayak seslerine, içimden söylensem de masaya geldiğimde herhangi bir şey yapamayacağı için biraz da olsa ferahladım.

 

Çektiğim sandalyeye oturduğumda, yanı başımdaki gölge içimde bir yerlerde saklanan tedirginliği yeniden fitilledi. Yeri burası değildi, buna rağmen sandalyeyi tek eliyle geriye doğru çekerek, sahiplenircesine sandalyede yayıldığında, gözlerimi ona değdirmesem de kaçışımdaki sebebi biliyordu. Ve benimle oyun oynamak istercesine hareketlerine yol veriyordu. Elimde sıkı sıkı tuttuğum çatal annemin sesi ile bir nebze de olsa serbest kaldı. “ Yaman.” Dediğinde bende olduğunu düşündüğüm gözleri, benim gibi annemi buldu. Hare Özün – annem-, keyif verici bir ses tonuyla “ birazda olsa birlikte gittiğiniz toplantıdan bahsetsene,” dedi. Diğerleri benim kadar meraklı değildi ki sakinlikle bekliyorlardı. Ya da ben yine bir yabancı olarak, en son bir şeyleri öğreniyordum.

 

Başımı ona doğru çevirmesem de, içten içe bir duygu zihnimi yakarak kavurdu. Bunu anlıyormuş gibi kısık bir kahkaha sesi kulaklarıma yetiştiğinde, başımı usulca sol tarafıma çevirdiğimde, dirseklerini masaya koymuş kafasını tabağa gömerek, tebessümünü saklıyordu. Karşıma geçse saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca izleyeceğim gülüşü benden sakınıyordu. Belki de layık görmüyordu, İzel. Yandan bir bakış attığında, çatık kaşlarım ona tepki niyeti gibi olmuş olacaktı ki kendini toparlayarak, başını kaldırdı. Anneme değen gözleri, garip bir duyguya büründü.

 

Babam ve amcam olmadığı için annemin soru yağmuruna tutacağı tek kişi; Yaman’dı. Bu yüzden olmalıydı. Fazla konuşmak yerine öz ve sert konuşmak tercihiydi. Sol tarafını gördüğüm kadarıyla dişini sıkıyor olmalıydı ki çenesi ciddi bir şekilde gerilmişti. Ağzını açmasına fırsat olmadan, babam ve amcam her zamanki gibi onun kahramanı olmuşlardı. Masaya geldiklerinde kendi yerlerine kurularak, kısa bir sohbetin ardından yemeğe başlamışlardı.

 

Ben yine sadece kaşığımı çorbamda gezdirerek, süzülüyordum. Yememem gerektiğini biliyordum. Sonrasında olanları biliyordum. Ve bunların beni çirkin yaptığını da annemin dile getirmediği anlarda da biliyordum.

 

“Çorba var mı?” diye bir ses yükseldi sol yanımdan. Olumsuz bir yanıt geldiğinde, çorbama yaptığım kur son bularak, bomboş bir kâse oldu. Yandan bir bakış ile ona baktığımda, beni izliyordu. Göz devirerek, odağım yeniden masa oldu. Bir fısıltıydı duyduğum, zihinde dolanan; aptal sarışın… Masanın üzerindeki ellerimi masanın altına çekerek, sakladım. Avuç içlerime bastırdığım tırnaklarımı dahi hissetmiyordum. Kalpteki sancım, vücuduma fazlasıyla ağır geliyordu. Bir nebzede olsa bu sofrada, herkes gibi hissederek ayağa kalkmak isterdim. Ancak unutkandım ya… Ben imkânsızlığa tutulan, aptal sarışındım. Bir aşk, bir his, bir beden… Görülmedi bu sofrada.

 

Hafif bir öksürük eşliğinde çatal ve bıçak yardımıyla tabağındaki bonfileden küçük bir parçayı ağzına atarak, “ Yaman, İzel’e bahsettin mi?” Diyen Nihat Amca’ya kaşlarımı kaldırarak baktım.

 

Net bir cevaptı;

 

“Hayır, henüz beni dinleyeceği bir fırsatı yakalayamadım.” Diyerek babasını yanıtlamıştı. Nihat Amcanın bakışları tabağından, Yaman’a kaydığında kaşları havalandı. Hafif bir dudak kıvrılmasıyla, bakışları bana yöneldi. Kesişen gözlerimize karşı, “ sen bu fırsatı yakaladın gibi Nihat Bey…” dediğinde Bey, kelimesi ona yabancı değilken, Nazlı yengeye her defasında oldukça yabancı geliyordu ki Yaman’ın dudakları aralandığı anda gelecek olanı biliyormuşçasına kaşlarını çatıyordu. Ancak sözlere bir şeyler dökerek, Yaman’ı itelemiyordu. Bu da onu annemden ayıran bir diğer özellik olarak aklıma kazınıyordu.

 

Nihat Amca bendeki gözlerini bir an çekmeden, “İzel…” dediğinde yüzüme hafif bir tebessüm yerleştirmeye özen gösterdim. Başarılı olup olmadığım muammaydı. “ Haftaya İtalya’daki toplantıya Yaman ile birlikte senin de gitmeni istiyoruz.” Dedi tane tane. Babama baktığında, yüzünde tebessüm yavaş yavaş solarak, “ artık, yavaş yavaş adım atmalısın ki…” diye devam ettiğinde babamda olan bakışları sert bir hal aldığında, bir şeyleri yutarcasına dudaklarını kapattı. Birkaç saniye babam ile göz göze konuşmuşlardı sanki. Zihinlerinden bir şey geçmese de gözleri çok şey anlattı, birbirlerine. Koyu kehribarlar sönük bir şekilde bana doğru döndü. “ Bir Özün asilliğini aşılamak için yeterli yaşa geldin.” Dedi. Annem bu cümleden memnun kalmış olmalı ki sağ tarafımdan memnuniyet mırıltıları yükseldi. “ Bir varis, krallığı inşa edebilir ancak yönetecek güce sahip olması için daima bir kadına ihtiyaç duyar.” Diye aklından geçen cümleleri toparlayarak bana ilettiğinde, Yaman’a bakmak istesem de yapamadım. O öfke dolu gözlerinin bana oluşu…

 

Sol yanımdan kısık bir fısıltı ciğerimi derinden ince ince yaktı. “Benimle aynı çatı altında olmak, rahatsız edici olmaz mı?”

 

Korkuyorsun değil mi, İzel?

 

Sadece kalbime küsüyorum o kadar.

 

Yalnızca başımı salladım. Konuşmadım. Çünkü benim kelimelerim herhangi birine çarpmazdı. Çarpamazdı. Bu yüzden de hiçbir zaman ailemin karşına geçemez, acılarımın intikamını kinini soramayacaktım.

 

“İyi! Sevgili prensesin de onayladı.” Dediğinde keskin sesi, masadaki buzları dahi tek bir darbede kesmeye yetti. Benim yanında olmamı açık bir şekilde istemiyorken, ben ona gamsızca merak duymaya devam ediyordum. Korkunç merak kalbimde ansızın yer kaplıyordu işte.

 

O beni bilmek istemiyorken, sebepsizce her bir satırıma kazıyordum.

 

Ayağa kalkarak, masadan ayrılan amcamdan kısa bir süre sonra diğerleri de ona eşlik etti. Yaman, sandalyesini sertçe iteleyerek doğrulduğunda, gözlerim ona doğru usulca kaydı. Bana üstten bir bakış attığında; bir kadın bir defa hayır diyecek. Sonrasında baş belası… Diyen iç sesine kulak kabarttım. Ne demek istediğini anlamlandıramadım. Devam etmedi düşünceleri, yarıda kesilip, tuzlu suya karışmışçasına dalgalar arasında yitip giden hayatlar misali terk etti bedenini. Kafamı önümdeki tabağa çevirdiğimde, dokunulmamış etime rağmen karnımdaki doluluk hissi tok olduğumu düşündürüyordu. Herhangi bir mide bulantısı, geniz yanması, göz dolması, kendimden iğrenme gibi tuhaf duygulara da yer yoktu bedenimde. Yalnızca ufak bir meraka karışmış sızı yer kurmuştu kalp kapakçığıma.

 

Geriye masada kalan yalnızca ben oldum. O da gitti, tıp ki diğerleri gibi. Önümdeki tabağa hala dalgınca bakmaya devam ederken, içime yerleşen ürperti ile irkildim. Kafamı sağa sola sallayarak, yavaşça sandalyeden kalkarak sırtımı masaya döndüğüm esnada, göz göze geldiğim annem ile birkaç saniye adım atamadım. Ne diye beklediğini bilmiyordum ancak iyi bir şey olmayacağını biliyordum. Birkaç adım attığında, “önümden çekil,” dediğinde kenara doğru kaydığımda görüş acısına giren masaya bir adım daha atarak, tabağımda gezindi gözleri. Gözlerim, zeminle buluştu. Utanmam gerekmediği yerde hem utanıyor, hem de suçluluk duyuyordum. Bana doğru dönenen bedeni memnun gibiydi. Baştan aşağı beni süzerek, “biliyorsun ki bir haftaya kadar üç kilo vermen gerek, Hera.” Diye yeniden aralandı dudakları. Hala zeminde olan gözlerim, ümitsizliğe bürünmüştü. Kafamı sallamakla yetindim. Bu beden ona mahkûmdu. Annemin talimatlarına beş yaşından bu yaşıma kadar o kadar alışmıştım ki benden istediği her şey acı da verse artık aklıma yatacak kadar körelmiştim. Yanlışları ansızın doğrularım olmuştu. Eğer güzel olursam belki görürlerdi beni diye umut dalına sıkıca sarılmıştım. Ancak tutunduğum dalın kalbime batarak, derinden kanatacağını bilemedim.

 

Önümden ilerleyerek, salona doğru yol aldığında adımlarını bir kedi gibi takip ettim. Her ne olursa olsun, asil bir kadındı annem. Yürüyüşü, giyinişi, konuşması… Bağlıyordu insanı kendine. Babamı da bunlara cilvesini katarak bağlıyordu kendine. Süzülerek, nazlı bir edayla salona girdiğinde babamın yanı başına oturduğunda omzunda yer edinen zarif parmakları ileri geri okşadı. Birbirlerine olan duyguları, aşka kavrulmuş nazdı. Bazen… Onlara haksızlık ettiğimi söylüyordu kalbim. Ama bilmiyordu ki saatlerce düşüncelerimi boşluğa daldıracak kadar hiçliğe itenin onlar olduğunu.

 

Bir diğer koltukta oturan Nazlı Yengem ve Nihat Amca’mda koyu bir sohbetle aileye eşlik ederken, boş bulduğum koltuğa ağır ağır eğilerek oturdum. Ellerimi dizlerimde birleştirerek, karşımdaki insanların sohbetlerinde şu ana dek ilgimi çeken bir şey olmasa da sessizce dinlemeye devam ettim Yine bir ihaleden bahsediyorlardı. “ Kankılıç’ ın finansesi ile alacağımızı düşünüyorum,” diyen amcama babam onaylarcasına bir kafa salladı. Kan ve kılıç birleşik miydi, ayrı mı? Bir politika teorisi miydi bahsedilen? Her işin kılıçtaki kan ile halledileceğini mi söylüyordu güpegündüz?

 

Ölüm gibi. Tam olarak zihnimde bunu çağrıştırmıştı.

 

Yükselen ayak sesleri ile herkes gibi bakışlarım salon girişine doğru kaydı. Yaman tüm heybetiyle, merdiven basamaklarını bitirmiş anne ve babasının oturduğu koltuğun köşesine doğru ilerlemiş, durmuştu. Üzerine giydiği siyah tişörtü, siyah eşofmanı, kumral tenine eşlik etmiş, dağınık saçları yatakta kısa sürede olsa debelendiğine işaretti. Kalın dudakları aralandı, “ ben dışarı çıkıyorum, bizimkilerle bir şeyler yapacağız.” Diye konuştuğunda her bir cümlesinde çenesi daha da keskinleşiyor gibiydi. Bunu yeni fark etmiştim. Bakışlarımı ondan çekerek, koltukta oturan amcam ve yengeme çevirdim.

 

Amcam derin bir nefes vererek, “ İzel’i de götür, burada ruhu sönmesin.” Dediğinde Yaman ağzını açıp itiraz edemeden, “ Yaman, ikiletme beni!” diyerek net bir şekilde itirazı kabul etmediğini dile getirdi. Benim ruhumu buzları ile söndürse de olur. Bana o da uyar, dedi içinden içinden. Gözlerim, gözlerine far tutulmuş tavşan gibi büyüyerek ona döndü. Yanaklarımın kızardığını, vücudumun alev aldığını hissediyordum. Ama yine de ağzımı aralayamıyordum. Bir heyecan, bir tedirginlik damarlarımdaki kana eşlik eder gibi her bir parçamda gezintiye çıktı.

 

Bana dönen yeşil gözleriyle anbean kesiştiğimde, “ davetiyenizi ayağınıza getirmemi ister misiniz, amcasının yeğeni,” dediği an ayağa kalktığımda, elbisemin kenarlarını çekiştirdim. Seğiren çenesiyle, “ Dışarıda bekliyorum, sadece beş dakika.” diye yeniden bir cümle kurduğunda sesi yüksek olmasa bile yersizce tehditkâr çıkmıştı. Sırtını bana dönerek, kimseye görüşürüz demeden çıktı. Bana verdiği zamanı doldurmadan, ardından bende hafif topuklu olan ayakkabılarıma rağmen hızlı hızlı ilerlemeye gayret ettim.

 

Dışarıya çıktığımda arabanın ön kaputuna yaslanmış, elindeki telefona alayla sırıtarak bakıyordu. Adımlarım ona doğru yol aldığında, kafasını ağır ağır telefondan kaldırarak bana baktığında, dudaklarındaki gülüş soldu. Kaşları çatıldı, çenesi gerildi. Ve bana yine Özün oldu. Aramıza birkaç karış mesafe bırakarak, durdum. Bir şey demedi, düşünmedi. Baktı. Gözlerini kapatıp, açtı. “ Sana neden beş dakika verdim, Başımın daimi belası!” dediğinde yaslandığı arabadan doğrularak, bir adım üzerime geldi. Gözlerim, gözlerinde gezindi. Sert bir nefesti, yüzüme doğru gelen. “ üzerindekiler ile seni yanımda götüreceğimi mi düşünüyorsun?” dedi.

 

Kaşlarım çatıldı. Ellerim bel boşluğum ile buluştu. Her ne kadar üzerimdeki saten elbise gecelik gibi hissettirse de ona diklenircesine, “Ne varmış üzerimde,” diyerek yükseldim. Gözlerini sinirle kapatıp, açtı. Ciğerlerime bıkkın bir soluk doldurmaktı niyetim. Ancak soluğuma karışan soluğu, bedenimi bocalattı. Gözlerimi kaçırdığımda, bir adım geri çekilmişti. Benden rahatsız olmuştu. Ani bir hızla ona döndüğümde, “ oradaki tüm arkadaşların bundan çokta geri kalır giyinmiyorlar kaldı ki sen bana kar…” diyemedim.

 

Öyle sert bir bıçaktı ki cümlemi kesen, bocalayan bedenimi daha da dibe iterek boğmaktı niyeti. “ oradaki hiç kimse sikimde değil.” dediğinde gözleri yüzümde gezindi. “ kaldı ki sen orada ki hiç kimse de değilsin.” Dedi. Bir garip duygu kalbimde kol gezdi. Enkazımdaki ağır tuğlulardan bir yanımı çıkarır gibi oldum. “ Değişiyor musun yoksa…” dediğinde telefonu çaldı. Sinirle soluyarak açtığı telefona, “ne var!” diye keskin bir dille konuştu. Bir elini boynuna götürerek, “ önemli bir işim var.” Dediğinde gözlerini yeniden gözlerime değdirdiğinde, “ önemli olduğunu bil yeter.” Diye öfkeyle konuştuğunda tahammül çemberi daralıyordu. Sırtımı ona döndüğümde, bir soluk sesi adımlarımı aksattı. “Gerisi yalnızca beni ilgilendirsin.” Dediğinde telefonu kapatmış olmalıydı ki sesi yitip gitmişti kulaklarımdan. Yutkundum. Genzimdeki yakıcı his, bedenimi tedirgin etmektense bu defa rahatlatmayı seçmişti. Adımlarım hızlı bir şekilde, arkada kalan iri bedenin ifadesinden saklanırcasına kapıyı yüzüne kapattım. Odama koşmaya çalışırcasına adımlayarak, odama girdim. Kapıyı kilitleyerek, dolabımı açtığımda içinden seçtiğim siyah mini dekoltesiz elbiseye dantelli siyah bir çorap giyerek, hafif bir abartı kattım. Ayağıma ise az önceki minik topukları olan siyah ayakkabıyı tekrar giydim. Saçım her zamanki klasik sıkı bir topuzdu. Aynaya bakmadan aşağıya inerek, kapıyı açtım. Yine arabaya yaslanmıştı ancak bakışları telefonda değil, kapıdaydı. Kapıyı kapatmak için sırtımı döndüm. Ardından ona doğru adımladığımda, kaşları yersizce yeniden çatılmıştı.

 

Ona yaklaştığımda, yüzümü buruşturarak yine oldu demekti niyetim. Ancak buna izin vermeyen elleri oldu. Belimden kavraya elleri ben ne olduğunu anlamayandan bedenimi bedenine doğru iteledi. Parmakları belimden, bir çizgi gibi sırtıma doğru ince ince işliyordu. Nefesi boynuma değdiğinde, nefesimi tuttum. “ Sen gerçekten insanı yıkıma itecek türden bir felaketsin, baş belası.” Dediğinde vücudum karıncalandı. Ona temas etmeyen ellerim, göğsünü bulduğunda itelemeye çalıştı. Bir adım geriye atmadı. “Şimdi olmaz. Geriye doğru gidemem. Bekle!” diye kulağıma doğru kısık bir ses tınısıyla ellerime cevap verdi. Elleri boynumda bir araya geldi. Orada uğraştığı şey, elbisemin düğmesine takmayı unuttuğum kancaydı. Onu geçirdiğinde, elbisem biraz daha gerildi. Geriye çekilmedi. Neyi bekliyordu şimdi? Birkaç saniye daha beklediğinde göğüs kafesi gerilmişti ki göğsüme yaslanan göğsü hareket etmişti.

 

Boynuma dolanan elleri, beni kuyuya atarcasına terk etti. Bir adım geriye atarak, gözlerime baktığında saçlarına giden eliyle evimizin bahçe kapısına yöneldiğinde, “nereye gidiyorsun?” dedim titrek bir sesle. Dönmedi, cevap vermedi, durmadı. Büyük adımlarına yetişmeye çalışırcasına topuklularım ile koşturmaya çalıştım. “Bekle, koşamıyorum!” dedim yakınırcasına. “oraya kadar yürüyeceğimizi neden söylemedin ki zaten?” diye sayıklamaya devam edecekken, kendimi bir anda kucağında buldum. Ani bir refleks ile boynuna sıkı sıkı sarıldığımda, gözlerimi kırpıştırarak, susmayı tercih ettim. Kısa bir an bana baktığında, heyecan ile gözlerimi kaçırdım. Dudağımı birbirine sıkıca kenetledim. Boynundaki ellerimi yavaşça indirdiğimde, karnımda birleştirdim. Yanlış bir şey yapıyordum. O, başkasınaydı.

 

Yeniden çalan telefon sesine aldırış etmeden, sessiz sık solukları arasında beni arabasına kadar taşımıştı. Usulca yan koltuğa bıraktığına kapattığı kapının ardından, eli cebine gitti. Sanırım arayan kişiyi, bu defa da kendi aramıştı. Kulağına giden telefonun ardında olanlar kaşını çatmasına, alaylı bir gülüş takınmasına öncü olmuştu. Kimdi bilmiyorum ancak aynı zamanda hem sinirlenebildiği hem de sevebildiği biri olmalıydı. O konuma sahip, Nazlı Yenge dışında, bir kişi sahip olmalıydı. Emniyet kemerine sıkıca tutundum. Kafamı aşağı eğdiğimde, dantelli çorabıma donuk bir ifadeyle dalmıştım. Benim yerim olmayan bir yerde hala deli gibi onu bekliyordum. Asıl felaketim olan benim bir yerde yerim olmaması, olmalıydı. Kendimi daima onun bir adım gerisinde bırakmam, Aşk sarhoşu olduğum içindi belki de.

 

Arabanın kapısını açarak bindiğinde, arabanın içindeki buz dağının zirvesinde, donmaya ramak kalmış bedenimde bana nefesiyle doğrulttuğu silahındaki, şarapnel parçası şakağımı delmişçesine, kafamdaki tüm sesleri susturmaya başarmıştı. Nutkum tutuldu. Gözlerim dondu. Sesim kısık ama etkili çıkmıştı. “ Ben seninle gelmek istemiyorum.” Dediğimde tırnaklarım kemeri çizmek istercesine tırmalıyordu. Ona dönmek istemiyordum. Buna rağmen bir rüzgâr lodosa yol açmış beni ona doğru savurmuş gibi yönüm yine onda bitiyordu. Keskin yeşilleri, elalarımda çevrelenmiş, kalbimdeki yangına körükleyerek itelemeye, sızımı katlamaya çabalıyordu. “ Beni herhangi bir yol üstü durağında bırakabilirsin.” Dedim.

 

Belli belirsiz bir gülüş ile direksiyona dönerek, arabayı çalıştırdı. Siteden çıktığımızda, iki durak geçmiştik bile. Ona dönen bedenim, duraksadı. Beni biliyormuşçasına kestirip attı. “Sana en yakın durak daima benim, baş belası.” Ufak bir mutluluktu. Bir yağmur damlasıyla, yaşadım. Ansızın solan yapraklarım, ansızın çiçek açıyordu. Ama yine de dirençsizdi. Yanar kıvılcımın kol gezdiği bir yerde kim bağışıklık kazanabilirdi ki?

 

Yanlış bir hayaldi.

 

Beni bırakmayacağını anladığımda, başımı geriye yaslayarak arabanın camından son sürat geçtiğimiz yolları izlemeye başladım. Ruhumu kanatarak, içinde bulunduğum savaşa beyaz bayrak salladım. İliklerimi kadar derin bir acı bedenime ilmek ilmek işlemeye devam ediyordu. Çünkü hangi güzel sözü söyleyip, dünyaları ayağımın ucuna serecek gibi hissettirse de, bende daima o olsa da, onda birisi vardı. Başka birisi… Yapabildiğim bekleyerek saati doldurmaktı. Bu his nasıl tarif edilirdi? Bedeninde en değerli parçanı söküp alsa da gıkın çıkmıyordu. Ölmek için diz çöküp yalvaracak kadar acı içinde kıvransan da o bilmiyordu. Feryat eden gözyaşlarım enkazıma su oluyor, taşları daha da ağırlaştırıyordu. Beni çıkamayacağım o enkazda debelendiriyordu.

 

Araba durduğunda, birbirimize sataşmadan yaptığımız nadir yolculuklar, boşluktan düşme hissini beraberinde getiriyordu. Çözülen emniyet kemerine eşlik ederek, kemerimi çözdüm. Onun gibi bende arabadan indiğimde, önümdeki villaya baktım. Tanıdık bir yer değildi. Yaman’ın adımlarının git gide benden uzaklaştığını işittiğimde sırtımı dönerek nereye gittiğine bakmak istedim. Diğer kaldırıma geçmiş, motorun üstündeki adama bakıyordu. Motordan inen adamın iri bedenine kaşlarım havalandı. Muhtemelen bizden yaşça büyük olmalıydı. Kaskını çıkardığında, keskin çene hattını buradan bile görebiliyordum. Yakışıklı biriydi. Yaman’ın yaktığı sigara, gırtlağına kadar girdiğinde, son dumanmış gibi üfledi. Aynı şekilde yabancı olan o adamda, aralanan dudakları arasına aldığı sigarayı sert bir solukta içine çektiğinde buna Yaman’dan daha alışkınmış gibi hissettirdi. İkisi sert ifadelerinden ödün vermeden ciddi bir şey konuşuyor gibiydiler. Önce Yaman, bir an bana döndü. Ardından yabancı adamın zeytin kadar siyah olan gözleri bana değdiğinde, tanıdığımı hissettim. Daha önce gördüğüm biri olmalıydı ama ismini hatırlamıyordum. Onların sert çehrelerine, yalnızca kaşlarımı çattığımda yabancı adam başını sallayarak bana selam verdi. Kaşlarım düz çizgi haline geldiğinde, havaya kalkarcasına şaşkınlıkla gerildi. Bu o adamdı. Bana çarpan yunan heykeli ifadesine koyduğum, abiydi. Yaramı bir karşılık beklemeden sarmama yardım eden yabancıya heyecanla sol elimi kaldırarak, gelişigüzel salladığımda Yaman’ın yüzü bir an afallar gibi oldu. Yola bakarak, karşı kaldırıma koşar adım ilerledim. Yüzümü yerleşen tebessümü bir an bile silmeden, “ Merhaba…” dediğimde uzattığım elime rüzgârda oluşan hortumun içine çekilmiş gibi, bocalamıştı.

 

Çok sürmeden elime sardığı elini nazikçe sallayarak, “merhaba, Prenses…” dediğinde tebessümüm yavaş yavaş dudaklarımda soldu. Ellerimiz çözüldüğünde, Yaman’a kaydı gözleri. Bende ona doğru baktığımda elleri eşofmanın cebinde bizi izliyordu. Kalın bir ses böldü bizi. “O zaman görüşürüz, Özün.” Dedi yabancı adam.

 

“Görüşürüz.” Dediğinde hafif bir tebessüm gamzesini gerdi. “Kendine dikkat et, ortak!” diye eklediğinde şaşırdım. Nereden tanışıyorlardı? Bu adam, heybetinden ve ifadesinden anladığım kadarıyla bizden oldukça büyük olmalıydı. Her ne kadar benim yaramı sarsa da, tekinsiz bir tipi olduğunu sineye çekemezdim. Yaman, başına bela alabilirdi. Yabancı adamın bakışlarını üzerimde hissettiğimde, gergin ifademe rağmen tebessüm etmeye çalıştım.

 

Garip bir ifadeydi gözlerindeki. Yutkunduğunda, sanki cümleleri dökülmek istemiyormuş gibi zorlamıştı kelimelerini dökerken. “Kendinize iyi bakın, Bay ve Bayan Özün…” dedi keskin bir ses tonuyla. Onu tanıyordu ama beni… Nasıl tanıyordu? Benim kim olduğumu biliyor muydu?

 

Motora bindiğinde, kaskı işaret etmeyi unutmadım. Tebessümü yüzünde gülümsemeye döndüğünde, Yaman’ın soluğu kulaklarıma geldiğinde yine bir rüya da gibi düşünmeye itiyordu. Başımı kaldırdığımda ona alttan bakıyordum. O ise sıktığı çenesi, kısılan gözleri ile yabancı adamdan bakışlarını kaçırmıyordu. Kısık bir kahkaha doldurdu, ağaçların sesleriyle yanıp tutuşan ortamı. Gözlerim ani bir hızla motordaki yabancıya çevrildiğinde, kasktan görünen gözleri kısıktı ancak güldüğü için bu denli kısılmıştı. Motorla bir hızla ayrıldı yanımızdan.

 

Ardımdaki bedene döndüğümde, hala boş kalan motor yerindeydi bakışları. Tiz, kısık bir sesle “Yaman…” dediğim an bana doğru kaydı gözleri. Kısa bir an tuhaf bir ifadeye bürünen gözleri, toparlandı.

 

“Buradan,” diyerek önümüzdeki evi gösterdi. Önünden ağır adımlar ile ilerlediğimde, “onu tanıyor musun sen?” dediğinde ilk defa rastladığım bir merak vardı. Adımlarım durdu. Ona doğru döndüm. Kafamı onaylarcasına salladım. “ nereden tanıyorsun peki?” diye yeni bir soru ekledi.

 

Dudağımı büzerek, “ bana motoru ile çarptı.” Dedim sıradan bir olaydan bahseder gibi.

 

Kaşları çatıldı, gözlerimin önünde tişörtü gerildi. Gözlerini sabır dilercesine kapatıp, açtı. “ Ne ile çarptı dedin?”

 

Bu kadarını bilmesi yeterdi. Onda bir yabancı olduğumu unutmamam gerekti. “Sana ne!” diyerek tekrar önüme döndüm. Basamağa bir adım atacağım sırada, elime tutundu. Ancak her zerreme tutunmuştu. Mıhlandım. Kalp atışlarım, namlunun ucunda olan bedeninki kadar düzensizleşti. Ürktü, tedirginleşti yine de ümidini yitirmedi. Bir haykırışa, feda etti tüm kötü anıları.

 

Tutunduğu elim titrer gibi oldu. Bir adım ileriye adımladı. Ensemde hissettiğim sıcak nefesiyle dudakları aralanmış olmalıydı. “Bu nasıl oldu, İzel?” dediğinde yine nadir bir andı. İsmimi zikretmiş, bana içten içe kızmıştı. Belki de kendini yiyip bitiriyordu ancak yanıt alamayacağını düşünerek bedenine hâkim olmaya çalışıyordu.

 

Elimi elinden kopardım. Ona doğru yeniden döndüm. “Ne önemi var, seni ilgilendirmeden geçti ve gitti.” dediğimde sesimin ayarını koruyamadım. Kafasını geriye atarak, bir şeyler mırıldandı. Bana doğru döndüğünde, gözlerinde dehşet bir öfke kıvılcımı belirmişti. Bana eğildi. Burun buruna geldiğimizde, boğuk bir ses tonuyla, “ kesilen nefeslerin sorumlusu olmak niyetinde değilsen…” dedi. Gözlerime, içindeki çizgileri dahi kazırcasına baktığında, sesi hala boğuk gözlerindeki yeşiller tanımlayamadığım ifadeyle çevrilmişti. “ Söyle, yalnızca bana İzel…” dedi. Sesi şu saniyelerde o kadar masumdu ki… Beni sesiyle kendimden alabilirdi.

 

İçime kaçan sesimle, kedi gibi mırıldandım. “ sen kimsin ki hayatımdan bir parçayı seninle paylaşayım?” dediğimde sessiz bir an burnundan soludu. İçime kaçan soluğu oldu. Yorgun soluğu, yaralarıma ilaç oldu haberi dahi olmadan.

 

Bir şey diyecek gibi olduğunda, telefonu aramıza pimi çekilen bomba ektisiyle, girdi. Bir adımı geriledi. Boşta olan elini saçlarından gerginliğini atmak istercesine geçirdi. Telefonuna giden eli, ekranda gördüğü yazıya ifadesizce bakan gözleriyle ne hissettiğini bilmiyordum. Bana ait bir düşüncesinde yoktu, aklında. Birkaç saniye ekrana baktı. Açmaya niyeti yoktu. Kesilen telefon sesi ile bana baktı. Gözleriyle ileriye gitmem gerektiğini işaret ederek, yanımdan sıyrıldı. Onu sessizce takip ettim. Geldiğimiz villanın kapısında, ardından kalarak, bekledim. Kısa bir süre sonrasında açılan kapının arkasından Dağhan ve sarışın bir çocuk çıktı. Beni bedeninden dolayı görmüyor olacaklardı ki sadece ona kıkırdayarak, kendi dillerinde selam verdiler. Sırtında sakladığım bedenimi göstermekten çekindim. Ama kenara kayarak, “davetsiz misafir,” dediğinde çekincelerim geçti.

 

Dağhan’ın kıkırdayışı büyüyerek, gülüşe döndüğünde “ Jerry, her zamanki gibi gözlerimi alıyorsun…” dediğinde gözlerini kıstı.

 

Tüylerimi ürperten ses tonuyla, “Gevezeliği kes, yürü içeriye!” dedi. Dağhan ve sarışın çocuğun kısa selamı sonrası eliyle içeriyi gösterdi. Onun doğrultusunda, sessizce yürüdüm. Bahçeye geldiğimizde beklediğimden daha kalabalık ve gürültüydü. Ortamın ambiyansı parti gibiydi. Göz göze geldiğim Alkım’ın, ifadesi az önceki tebessümün aksine belirsizleşmişti. Ardımda gördüğü bedene değen gözleri yeniden tebessüm etmesine çalıştı. Ancak zoraki bir tebessüm olduğunu onca yılın hatırına biliyordum. Alkım ve Dağhan’ın olduğu masaya gitmek yerine zıt yöne gitmeyi tercih edecektim ancak omzuma baskı yapan eller, yönümü oraya çevirdi. “ yanımda geldin, yanımda kal baş belası!” dedi üzerine bastırdığı son kelimesine alışan bedenim bir süre kaskatı kesiliyor sıcak suya tutulan buz misali eriyordu. Beni sola doğru yönlendirerek –zorlayarak- iteledi. Geldiğimiz masada, tanımadığım birkaç isim vardı. Ya da hatırlamadığım. Herkese bomboş ifade ile bakmaya devam ederek, münasebete gerek olmadığını belli etmekti tüm niyetim.

 

Alkım, üzerindeki hafif dekolteli kırmızı elbisesinin göz alıcılığıyla yavaşça Yaman’a sokuldu. Beline tutundu. Yaman, her daim ışıldayan o saçları öptü.

 

Etraftaki tüm sesler, kesildi. “Uzaktan sevmediyseniz birini, hiç sevdim demeyin,” demişti Cemal Süreya. Ara sıra etrafımdaki sesler kesildiğinde kulağımda yankı yapan tek cümle olurdu. Tutunmaya çalışırdım, her şeyi göz ardı etmeye gayret ederek. Ancak bedenimde yaşadığımı sayısız artçı depremler yenileniyordu. Diri diri toprağa gömülmüştüm. Kollarımı birbirine geçirerek, göğsümde bağladım. Bu toprakta üzerime atılanları sessiz serzenişlerle izlemem gerekti. Daha çirkin bir şekilde ifademde onu siyahımla kirletmem gerekti. Zehir eden cinsten… Olmuyordu, ona ne zaman kıyabilmiştim ki şu saniyelerde kıyayım? Kanat çırptığım kalbim, yönü bana ters olan kalbe etki edemiyordu.

 

Ben yalnızca yetersiz bir bedendim. Bu yüzdendi, sessizliğimin dahi görülmeyişi.

 

Dağhan’ın bana bir şeyler dediğini duyuyordum ancak bir tepki verecek kadar ıstırabım dinmemişti. Sert bir yutkunuş genzimi yakarak, geçti. Omzuma naifçe dokunan eli, beni irkiltti. Bir adım geriye kaçtım. Kaşlarımı çatarak, bir hışımla ona döndüm. Bedenimi süzdü. Çenesini kaşıdı. Ardından bana bakan bir çift göze donuk ifademden ödün vermeden bakmaya devam ettim.

 

“Jerry… Leyla mı oldun sen…” diyerek bir çocuğu sinir etmeye çalışır gibi bir ses tonuyla bana karşı eğildiğinde, tüm dünyam onda durdu.

 

Alaylı sesine rağmen ifadesiz suratından ödün vermeden, “Baş belası, kalbinde mi var senin?” dedi. Kalbimdeki sınırlar silinmiş, göğüs kafesimdeki boşluğa doğru yakıcı bir hisle ezilen bir şeyler vardı. Onun bedenimde çizgileri kalbimi aşmış, her hücreme kanser gibi yayılıyordu. Yoğun acıyla kemiklerimden bir an azalmadan sızlatıyor, ölüme yalvarmam için gün saydırmaya çaba sarf etmeme neden oluyordu. “ Senin birine tutulman, o kişiye azap olur.” Dediğinde sesindeki alaya ters olan gözlerine içten içe haykırmak istesem…

 

Hayır, sen soğuk nevalesin. Aptal bir sarışından fazlası olamadın.

 

İnsanlar için mi?

 

Onun için…

 

Masanın etrafındaki dört kişinin de bakışları benim üzerinde iken “Böyle bir ıstıraba nefes aldığın her an boyun bükülür.” Dedi içlerindeki esmer bir çocuk.

 

Bakışlarım donuk, yüzüm bir buzdağının zirvesinde donmaya ramak kalan beden kadar soğuktu. Yine de rahatsız olduğumu belli etmek için dudağımı araladığımda, “O boynu kırmadan nefesinde sikerim, yerini bil döl israfı.” dediğinde hala aralık kaldı dudaklarım. Bazen… Beni koruduğumu düşündüğüm anlarda, ağır bir yükün altındaymışım gibiydim. Alışmak zorundaymışım hissi bünyemi buzlarıyla titretiyordu.

 

Sıkı sıkı kapadım dudaklarımı. Muhtemelen çocuk, Özün soyadına ters olmalıydı ki böyle sert bir tepkiyi Alkım’ı dahi umursamadan dile getirdi.

 

Çocuğa olan bakışlarından hoşlanmamıştım. Her an bir şeylerin kopacağını belirtiyordu. Gerdiği çenesiyle, “ aklınıza kazıyın, o bir Özün!” dedi.

 

Hayır, bir yabancı. Böyle demen gerekti, Yaman. Sende ara sıra yanılıyorsun.

 

İleriden yükselen bir müzik sesi, ardından gelen neşeli bir çığlık bakışlarımın yönünü değiştirdi. Ardıma usul usul döndüğümde, Yaman benim kadar meraklı bir kişiliğe sahip değildi ki esmer çocuktan bir an olsun ayırmadı gözlerini. Masanın üzerine çıkmış, elindeki şarap bardağı ile şarkı söylemeye çalışan Alkım, ona sesleniyordu. Benimle kesişen gözleri, sesinin kısılmasına neden oldu. Utanç mı duymuştu? Ya da suçlu mu hissetmişti? Belki de benden rahatsızdı. Ama suçlu o olmalıydı. Beni bir enkaza itmiş, aralıktan çıkardığım elimi de Yaman’a attığı adım ile saklamıştı. Kimse tutmasın istemişti.

 

Hak ediyor muydum bunları? Layık mıydım karşılıksız kalan aşkıma?

 

Kesik bir fısıltıyla “Sana sesleniyor.” Diye mırıldandım. Ani bir hızla bana çevirdi, yeşil hareleri. Sönmüştü gözlerinde ışık. Aydınlığı kaybolan o değil, bendim. Görülmeyen o değil, bendim. Enkazda nefes almaya çalışan o değil, bendim. Boğazımdaki düğümü genzimdeki acı bir hisle yutmaya çalıştım. “ O sarhoş,” diyebildim zor bela. “ etrafta tuhaf.” Dediğimde başı arkaya döndüğünde dağınık saçından bir tutam alnına düştü. Herhangi bir duygu değişimi belirmedi. Ona kızmamıştı, bana kızdığı gibi. Böyle bir müşkül durumda olsaydım… Şimdiye kadar kaçıncı yıkıcı cümlesini kurmuştu bana.

 

İnsan bir sevdiğine kıyamazdı. Kızamazdı.

 

Bazen de sevemezdi, İzel.

 

Ayakları o yöne doğru yol tuttu. Ağır ağır ilerledi. Masanın ucuna geldiğinde sağ elini Alkım’a uzattığında herhangi bir isyan cümlesi dahi kurmadı. Sabırla elinin tutulmasını bekledi. Gözlerimdeki buğuyu kör olmak istercesine acı içinde ovdum. Elime gelen rimelin siyahlığını umursayacak kadar iyi bir ruh halinde değildim. Alkım, onun elini sıkıca sarmıştı. Masanın üzerindeki ayakları usulca yere çöktü. Masaya oturduğunda, ayaklarını yere doğru sarkıttı. Bacaklarını, bacaklarına sararak yanağına bir öpücük kondurdu. Kalbime, kaçıncı zelzeleydi? Çaresizliğime gözümü kapatıp, sızıma yutkunmam gerekti. Çünkü geçecek diyerek kendimi kandıracaktım.

 

Ardından Yaman’ın boynuna sıkı sıkı sarıldı kolları. Kalbimden koparılan bir et parçası... Ona giden damarlarımı tıkamışlardı, nefes alamıyordum. Çığlık çığlığa kalmıştı kaderiyle, bedenim. Saf bir acının feryadıydı, ona olan aşkım. Dilimde hissettiğim kan tadını umursamadım. Göğsümdeki sancıyı bir sır gibi saklamam gerekti. Yokta biri vardı.Boynuna sarılan kolları çözüldüğünde, elindeki şarap bardağını Yaman’ın dudaklarına uzattı. Ancak olumsuz bir tepki aldığında, gülen yüzü, bir muma hızla üflenmiş gibi soldu. Bardağı usulca elinden aldığında, masanın kenarına koydu. Bir şeyler dedi. Muhtemelen ben asla kalabalık ortamda içmem, diyordu. Tuhaf güven problemleri vardı. Yaşı kaç olursa olsun, sıkıntısı kalabalık değildi. O, yalnızca Dağhan ve Devrim yanında iken alkol tüketirdi. Zil zurna sarhoş olana kadarda durmazdı. Bir defa Afra ile Devrim’e gittiğimizde yarı baygın sarhoş bir şekilde koltukta uzanırken, kapı aralığından görmüştüm onu. Gözleri bana değmiş, tanımamış olacak ki fütursuzca dudağı kıvrılmıştı.

 

Gözlerimi onlardan alarak, kendimi acıma terk ettim. Adımlarım onlara ters bir yönde hareket ettiğinde, bahçedeki gürültü git gide azalıyordu. Neresi olduğunu bilmediğim bu yer, karanlığıyla loş bir ortama bürünüyordu. Daha yavaştı, artık attığım adımlar. Çünkü burada o yoktu. Beraberinde getirdiği kaçıp gitmem gereken bir sızı da. Sıkı sarıldığım çantamdan çıkardığım telefonumun ışığını yaktım.

 

Etrafa doğru tuttuğum sık meşe ağaçları, renk renk güller aydınlıkta görmek isteyecek kadar merak uyandırdı bedenimde. Biraz daha ileriye adım atmak istedim. Ancak sol ayağım boşluğa düştü. Kendimi tepetaklak bir çukurda buldum. Belimdeki sızı, avuç içlerimdeki toz toprak… Tutunduğum topraktan destek almak istercesine doğrulmaya çalıştım. Oturduğum yerden, telefonuma uzandım. Çizilen avuç içimi aklıma getirmeyerek, ayağa kalktım. Hafif bir sızı ayak bileğimde boy gösterdi. Yutkunarak, hiçe saydım. Fiziksel bir acı, geçecekti. Sadece şefkat ile sarılmaz ise iz bırakırdı o kadar.

 

Çukurdan çıkmak istercesine elimi, kayaçlara tutunmaya çalıştım. Ancak her tutunduğumda, layık olduğum diple yüz göz oluyordum. Kendimden tiksinmeme neden oluyordu. Hiçbir işi tek başıma yapamadığımı, anımsıyordum. Pes etmeden on iki defa denedim. Ama artık ayak bileğimin de, aldığım nefesinde mecali kalmamıştı. Telefonumu açtığımda, onun ismi geldi aklıma; “Kör, sağır, kalpsiz.” Aramak ve aramamak ikileminde takılı kaldım. Alkım ile birlikteyse? Ve ben ikinci kadın konumda onlara müdahale eder gibi olursam? Düşüncelerim, mide bulandırıcıydı. Vazgeçerek, Dağhan’ı aradım. Telefonu kapalı olmalıydı. Öylece bu çukurda birinin beni görmesini mi bekleyecektim? Ya karanlığın kasveti, benimle kalacaktı? Afra’yı arasaydım, bu saatte güzellik uykusuna yatmış olduğu gerçeği vardı. Rahatsız etmek, hakkın değildi. Beklemem gerekti, sanırım.

 

Aklına gelirdim. Belki… Beni burada unutmazdı. Belki…

 

Saatlerce bekledim. Kimse gelmedi. Kimse görmedi. Kimse aramadı. Yavaş yavaş aydınlanan havaya eşlik eden minik yağmur damlalarına karşı başımı gökyüzüne çevirdim. Rahatsız edici değildi. Ama hala geceki o soğuk kol geziyordu vücudumda. Yağmur, soğuğu bir nebze azaltmıştı. Toz toprak bedenimi temizlemişti en azından. Sıkı topuzumu çözdüm. Çözülen saçlarım, ıslaklığıyla süzüldü. Birkaç tutamım yanağıma, alnıma yapıştığında itelemedim. Kapadığı yüzüm ile iyi hissettim. Sakladı, gözyaşlarımı. Daha da şiddetlenen yağmur, git gide sabaha karışan gökyüzü ile titriyordum artık. Yine de gıkım çıkmıyordu. Yakınmıyordum, bir kişiyi işinden alıkoymuyordum.

 

Ben bu evrene yabancıydım. Ailemin bile aklına gelmeyecek bir yabancı.

 

İçinde bulunduğum çukurda, yedinci saatime girmiştim. An itibari ile şarjım da bitmişti. Artık git gide uykum geliyordu. Bedenim üşüse de, birinin gelme umudu hala var olsa da, tutamıyordum nezdimdeki zamanı. Elimdeki telefondan, kaybolmaya yüz tutmuş zihnim ile babamı aradım. Anlık gafletti. Açmamıştı, her zamanki gibi. Ona ulaşmam için yalnızca mesaj atmam gerekirdi. Bazen bakar umursamaz, bazen de bakmazdı. Feleğin bir çemberi, aile değil miydi? Aynı evde yaşadığın insanlar ile yabancı olmaktı. Tek çıkış yolu, gözümü kapatmaktı. Bu da ölüme eş değerdi. Kapanan göz kapaklarım, durmaya hazır olan zihnim, son verdi. Ne bir şey düşündüm, ne bir acı yaşadım. Usulca dalmaya çalıştım uykuya. En huzurlu uykumu bana yabancı olan bu toprakta çekeceğim aklıma konmazdı.

 

Kalbimin tuttuğu an, kulaklarımda pimi çekilmiş bomba etkisi yaratan bir ses ile panikle araladım gözlerimi. Çukurun yukarısında, orta halli bir adam, bahçıvan kıyafeti ile çatılan kaşları ile bakıyordu. Doğrularak, ayağa kalktığımda, onunla göz teması kurmak adına başımı yukarıya doğru kaldırdım. Bedenimi gelişigüzel süzdüğü esnada bakışlarım elbiseme kaydı. Toz toprak, yağmurla çamur gibi olmuştu. Her bir noktamda lekeler vardı. Dantelli çorabımın bir kısmında nasıl olduğunu anlamadım yırtık gördüm. Saçlarımı, Afra dışında birisi salık bir vaziyette görmüştü. Bu adamda ben gibi yabancı olduğu için rahatsız olmadım.

 

Kıyafetlerimi daha fazla süzmenin bir anlamı olmadığı için tekrar tepemdeki bedene baktım. Öfke dolu bir solukta, “ siz gençler, içmenin de sınırını bilemez olmuşsunuz.” Dediğinde hayıflandı. Sarhoş olduğum için burada sanmıştı. Bozuntuya vermedim. En azından yanlışlıkla düştüğümdeki utançtan, sarhoş olmak daha az utanç verirdi. Sustum. Birkaç dakika sonrasında bekle beni, diyerek kayboldu. Zaten beklemekten başka çıkışım yoktu.

 

Beş dakika ya geçmişti ya geçmemişti. Elinde merdiven ile geri gelmişti. “Çekil geriye!” Diye söylendi. Dediğine harfiyen uydum. Merdiveni çukura koydu. Telefonumu çantama koyarak, omzuma astım. Merdiven basamaklarından, yukarıya tırmandım. Çıktığım çukurun dibine bakarak, derin bir nefes aldım. “ hadi hadi, bekleme git evine. İşim gücüm var benim.” Diyerek beni kovdu.

 

Ayağa kalktığımda, “teşekkür ederim,” dedim tebessüm etmeye çalışarak. Eliyle karanlıkta göremediğim kapıyı işaret etti. Beni kovmaktan vazgeçmiyordu. Etraftaki çiçeklere aydınlıkta bir kez baktım. Özenli çiçekler, bende merak uyandırmıştı. Belki bende büyütürdüm, bir çiçek. Bunu yürüyeceğim yolda düşünsem daha iyi olurdu. Yanı başımda sinirden köpürmeye hazır bedeni daha fazla yormadan, sendelemeden kurtulmak isteyerek, topuklu ayakkabılarımı elime aldım. Bahçeden acıyan bileğime rağmen hızlı olmaya çalışarak, çıktım.

 

Kapı dışarı edildiğim bir başka evdi.

 

Nereye yürüyeceğimi bilemedim. Birkaç adım atarak, kaldırımın kenarına oturarak dizlerimi kollarımla göğsüme doğru çekmeye çalıştım. Alnımı diz kapaklarıma yaslayarak, zihnime yön vermek adına kısa bir süre nefes egzersizi yapmaya çalıştım. Bazen işe yarıyordu, bu. Bir Metrobüse binsem, hava aydınlanmaya yüz tutsa bile saat erken olmalıydı. Bu yüzden aklıma sayısızca korkulu senaryo geliyorlardı. Taksi, huzursuz hissettiriyordu. Belki kadın olduğum içindi bu duygularım.

 

Alnımı kaldırarak, bir nefes çektim içime. Ayağa kalktığımda, kalabalık bir durak, iyi seçenekti. Adımlarım; sızılıydı. Çantama sıkı sıkı sarılarak ilerlediğimde, saçlarım önüme gelen saçlarıma bir nefes savurdum. Geriye doğru giden saç tutamlarım, tekrar yüzüme değdiğinde, kıkırdadım. İlk defa bu denli rahattım saçlarım ile. Belki kimse görmediği içindi. Ya da birisi bana aptal sarışın demediği içindi. Yaşadığım içsel çatışmalar tıp ki gökyüzündeki ala bula bulutlar kadar karmaşık, bulanık, düzensiz bir biçimde yer yer geziniyordu. Uzandım, kalbimdeki ona. Yeniden irademdeki merkeze engel olduğunda, tüm sisler kaybolarak, ona adandı.

 

Tüm hikâyem, aslında onun üzerine kuruluymuş.

 

Yürüdüğüm caddede, köşeyi döndüm. Lüks bir site etrafı olduğu için içimde herhangi bir tedirginlik yoktu. Bu yüzden yavaş yavaştı attığım adımlar. Döndüğüm cadde kenarında, kırmızı kapılı evin bahçe duvarında, Karbeyaz yazıyordu. Bu, ismi daha önce Yaman’dan duymuştum. Karbeyaz’ a gideceğim demişti. Karşı kaldırıma geçerek, yazının yazdığı tabelaya daha yakından tanık olmuştum. İçimi kaplayan yersiz, arsız bir merak durma çal zili dese de, aldırış etmemem gerekti.

 

Koyu bir kırmızıydı. Adımlarım ne olduğunu bilmediğim bir anda önünde, durdu. Gözüme batan sol elimdeki çiziklere göz kapatarak, köşedeki Karbeyaz yazan zile doğru usulca uzandım. Ne arıyordum ki? Basarsam, çıkacak olana ne diyecektim? Âşık olduğum adamdan işittiğim Karbeyaz… Ne kadar da delice bir cümleydi. Saçmalamalarımı, göğsüme doğru çekmeye çalıştım. Yönümü kapıya zıt bir şekilde çevirdiğimde, birkaç adım atmıştım. Ancak yine de bulutlara doğru koşmaktansa, yabancı bir kara deliğe yönelmeyi aklımdan atamadım. Ardımda kalan koyu kırmızlara sarılan Karbeyaz, tahtımda sarsıntıya neden olmuşçasına beni cüretkâr bir düşünceyle itelemeye davet ediyordu.

 

Sarstığım başımı, belki de çukura düştüğümde bir yere çarpmıştım. Bu yüzden olabilirdi. Olmalıydı da. Bu denli merak alnının ortasına bir şarapnel parçası isabet ettirebilirdi. Yürüdüğüm yolda, elimdeki ayakkabıları ileri geri sallayarak, bir çocuk gibi oyun oynuyordum. Bu zihnimi bir sabaha karşı gökte sönen yıldızlar gibi söndürüyordu.

 

Trafik ışıklarının yanında durduğumda başımı kaldırarak, karşıdaki ışığa bakmak istemiştim. Ancak bir beden, bedenime infazımı verdi. Beni benden alması, bir bakışla olmuştu. O, karşımda hafif alık bir tebessümü yüzünden silmeden izliyordu bitap düşmüş, çirkin kirlenmiş bedenimi. Elimde tuttuğum topuklulara, içimdeki duygulara beni bırakmamaları için sarılırcasına, sımsıkı sarıldım. Aramızda bir asırlık mesafeyi daha da uzatırcasına, kırmızı ışık hala yanıyordu.

 

Baştan aşağı, gözlerim gezindi. Eşofmanı da siyah tişörtünde de yer yer ıslaklık vardı. Tıp ki benim gibi yağmurda ıslanmıştı. Ancak toz toprağa karışarak, kirlenmemişti. Şimdiye dek kaşlarını çatması gerekti. O kirlerden iğrenecek kadar titizdi. Hala kıvrılan dudağına, kaşlarım anlamsızca havalandı.

 

Yanan sarı ışıkla, beklemeden koşmaya başladı. Ne yapıyordu bu dengesiz? Hala yeşil yanmamıştı. Hangi akla hizmet, kuralı çiğneyebilirdi. Babamızın malı değildi, ışıklar. Ya birisi çarpsaydı? Ya gözlerimin önünde… Kafamı iki yana sallayarak, etrafımdaki siyah bulutları dağıttım. Bir adım atmak istesem de o bana çoktan gelmişti. Ne olduğunu anlamadığım bir anda, belime sardığı eli, beni bedenine yasladı. Döngü değil, bu bir gerçek… Diyen zihnini yadırgadım. Kes sesini piç herif. O bu defa burada, kollarının arasında. Diye söyleniyordu kendine. Ve ilk defa içinden bu denli çok konuştuğuna şahit olmuştum. Derin bir soluk aldığında boynumda iç yakıcı bir his oluştuğunda vücudumu farkında olmadan ateşe vermişti.

 

Geriye doğru çekilerek, yüzümü avuçları arasında sardığında elleri ıslak bedenine rağmen sıcacıktı. Beni körü körüne yeni yakılan harmanlanmış ateşe doğru savurduğunun farkında mıydı? Bana garip bir edayla bakmaya devam ederek, “ her yerde aradım seni.” Dedi tane tane. Nasıl her yerde aramıştı?Telefonum açık olduğu bir saniye bile çalmamıştı. Kalpsiz olduğun kadar yalancısında. “Neredeydin, yine… Yine…” dediğinde tamamlamak için can çekişiyordu. Ağır ağır soludu. Nefesi dudaklarıma değdiğinde, vücudum gerildi. Yüzümdeki elleri kasılırcasına, titredi. “ başa sardık, zannettim.” Dedi. Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım. Bomboş olan zihnimde yapboz parçaları yer ediniyordu. Belki zamanla tamamlanırdı. Ancak bu parçalar, o konuştuğu anlarda tamamlanacak gibiydi. Bir tuhaflık vardı çünkü. Karşımda Yaman değil, çocukluğumuzdaki veliaht Yaman vardı. Bana karşı, dingin duygulara yol veren, üzerime titreyen veliaht… Büyümüştü. Değişmişti. İlk defa geçmişine gitmişti.

 

Çatılan kaşlarım ile sinirle soludum. Önüme gelen saç tellerimi üflediğimde, havaya kalkar gibi olup, tekrar yüzüme düştü. “Başa sar…” diye fısıldadım. Başa sar, lügatime ters değildi. Tıp ki hayatımdaki her saniyede hissettiğim gibi… “ Ne sayıklıyorsun yine?” diyerek yüzümü saran ellerini tek seferde isabet eden kurşun gibi bir hamle ile düşürdüm.

 

Dondu yüzü. Kendine, davranışlarına anlam verememiş olacak ki bir an ellerine kaydı gözleri. Sorgular gibi baktı. Keskin çene hattı, seğirdi. Bir eli saçlarını iteledi. Tekrar odağı haline geldiğinde, “ biliyor musun?” dedi kalın sesiyle. Bedenimde hala hüküm süren infaz memuru konumundaydı. “ yine senin yüzünden…” diye beni suçladı. Oysa hiçbir şey yapmamıştım. Rahatsız olmasın diye onu aramadım bile. Bir fazlalık olduğumu biliyorum ama bunu bana hissettirmek zorunda değilsin, Özün. “ yine korktum.” Dedi kalın sesi rüzgârın fısıltısı gibi savruluyordu yüzüme doğru. Kalbime nakış gibi işleniyordu her bir cümlesi. “ ve sensin, nedeni.” Diyerek yere attığım topuklularıma eğildi. Ayaklarımın ucunda diz çöktüğünde, sıcaklık her bir yanımda damarlarıma yayılan kan gibi yayılıyordu. Eğilmek, onunla eş seviyeye gelmek istedim. Ancak bileğime naifçe dokunduğunda, içim kıpır kıpır oldu. Bir kelebek, kalbimin güneyden, kuzeye doğru zikzak çiziyordu. Tıp ki ona olan hislerim gibi, kelebek etkisi yaratıyordu, kalbimde. Sık nefesleri elinin değdiği sağ bacağıma değdiği an, bedenim karıncalanıyordu. “bacağına sahip çık. Ve ayağını yukarıya kaldır.” Dediğinde titrediğim aklıma dank etmişti. Kızardım. Utançla kafamı yukarıya kaldırarak, tekrar etmesine müsaade etmedim. Ayağımı kaldırarak, ona müsaade ettim. “Aferin Afitap. Şimdi diğeri!” diye cümleleri sıraladığında bana ikinci kez bu hitabı kullanmıştı. Ancak ilk defa sesli işitmiştim. Sol ayağımı yukarıya kaldırdığımda, sızıma inlememek için dudağımı ısırdım. Ellerim sıkı sıkı yumruklarımdan dolayı kızarmış olabilirdi. Bekliyordu. Ayağıma topuklu ayakkabımı geçirmedi. Naifçe bileğimde dolandı parmakları. Bir şey arar gibi. Durdu. Sanki acıyan yerimi bulmuştu. Başını kaldırdığında, elbisemin uçların sıkı sıkı tutarak, ona doğru eğdim başımı. Ayakucumda bana bakan gözlerine, yutkundum. Gözlerimin içine bakarak, çukura düştüğümde yırtılan çorabımı, tam anlamıyla yırttı.

 

Şaşkınlığımla, afalladım. Toparlanamadan kesik kesik “Ne yapıyorsun?” diyebildim.

 

Ani bir sinirle, “Seni soyuyorum, Baş belası!” dedi. Eylemleri beni soyduğunu gösterse de düşünceleri yalnızca yaramı görmek istiyordu. Sinirlenmekte haklıydı, saçma bir soru sormuştum. Sinirli soluklarına ara vermeden, “Sıradaki yırtarak, tasarlayacağım üzerindeki kumaş parçası olacak!” dediğinde gözleri yeniden bileğime döndü.

 

Kendimi dizginleyerek, “Komik şey seni.” Dedim. Niyetim onun gibi alaya vurmaktı. Parmaklarını şişliğin üzerinde hissettim. Bastırmadı. Öylece gezindi. Diğer bacağımdan tutarak havaya kaldırdı. Giydirdiği ayakkabıyı, çıkardı. Eline aldığı ayakkabılar ile diz çöktüğü bedenimin önünde tekrar doğruldu. Bir müddet gözlerime bakarak, ayakkabılarımı bırakmadan beni kucağına aldı. Ona ayak uydurdum. Ellerimi karnımda birleştirdim. Boynuna sarmadım. “Günde kaç kişiye böyle gezdiriyorsun?” dedim bir anlık gafletle.

 

“Şanslısın ki bu hizmet yalnızca, amcasının yeğenine.”

 

“Pis yalancı.”

 

Nereye dahi gittiğimizi bilmediğimiz bu yolda öylece durdu. Bakışları gözlerime bir ders gibi işlendi. “ komik şey seni!” diyerek beni taklit etti. Belli belirsiz bir tebessümü oluştu. Çok geçmeden, silindi. “Beni en iyi tanıyan tek kişi olmanın fırsatını çıkar, Baş belası.”

 

Bocalar gibi oldum. İçimde zapt edemediğim bir his var oluyordu. “Bu fırsat değil lanet olmalı sevgili kuzen.” Diye alaya almaya çalıştım. Kanmamam gerek. O dengesiz bir kalıp, İzel.

 

Gözleri kısa bir saniye bana dönerek, tekrar yola odaklandı. “Benim gibi birine lanet demek, kalbine ihanet değil mi?” dedi. Haklı olduğunu bilmesi gerekmezdi. Bunu benim bilmem ikimize de yeterdi.

 

Gözlerimi devirir gibi yapmaya çalıştım. “ Yürüyen ego.” Dedim sert bir tonda. “ Nereye götürüyorsun beni? Burası ev yolu falan da değil.” dediğimde hatırladığım bu yolu geçmiştim. Konuşmadı. Alayla sırıttı. Bu beni tedirgin etmeye yetti. “İndir beni!” diyerek telaşla kıpırdandım.

 

Tek kaşı havalandığında, yürümeye devam ederek, “ sana zarar vermek için onlarca fırsat geçti elime.” Dedi sesine hâkim olmak için savaş veriyordu. “ şimdi bana ayak uydur, baş belası!” dediğinde durdu. “O dudakların sağlığın, sağlığım için kapalı kalmalı.” Bir basamak merdiven çıktığında, bakışlarım önümüzdeki şifreli kapıya kaydı. Koyu kırmızı kapı, Karbeyaz… Aklım beni yanıltmamıştı.

 

Bir heyecanla, “Burası neresi? Karbeyaz ne demek? Amcamın buradan haberi var mı? Kim var bura-” cümlelerimi tamamlayamadan, kucağındaki bedenimi biraz kaldırarak, göğsüne doğru çektiğinde, tedirginlikle boynuna yuva kuran ellerim ile “ah…” diye bir nida anın etkisiyle dudaklarımdan kayıp gitti. Bir şeyler yutar gibi yutkunduğunda kavislenen âdemelması ile göz göze gelmiştim sanki. Sıktığı çenesi gözle görülür şekilde daha da belirginleşmişti. Kafasını geriye atarak, sabır dilenir gibi bir hale büründü. “ne var, niye sinirleniyorsun ki? Sen hiç mi merak etmiyorsun, bir şeyler?” diyerek umursamaz bir ifadeyle konuşmaya devam ettim.

 

“O dudakların kapanmazsa eğer ne gibi şeylere yol açacak?” dedi kalın, otoriter sesiyle. Bana değen bakışlarıyla, “ merak ediyorum. Devam et, cevabı ayaklarımın önüne ser İzel!” diyerek içli bir nefesi üfledi yüzüme karşı. Önüme serilen saç tutamlarım, hareketlense de tekrar suratıma değdi.

 

Susarak, kapıya döndüm. Girdiği şifre,1098’di. Bir anlamı mı vardı? Telefon şifresi de buydu. Bir yılanın vücudu sımsıkı sarmasıyla eş değer bir merak sardı beni. Aralanan koyu kırmızı kapıyı geniş omzuyla iteledi. “şifreyi gördüm.” Dedim masum bir edayla. Ama gözlerim halen ona değmiyordu. İnip kalkan göğsüne ara ara değiyordu o kadar.

 

“Her türlü bu şifreyi aklında tutamayacaksın.” Dediğinde kendinden o kadar emindi ki, burnumu kırıştırdım.

 

"Fazla keskin konuşuyorsun!”

 

Dudağının köşesi yukarıya doğru kıvrıldı. Meraklı olmam, saçma gelse de bazen hoşuna gidiyor gibi hissettiriyordu. “Keskin konuştuğum herhangi bir ana şahit olmak istemezsin Baş belası. “dedi tane tane. Aklıma kazınsın diye kendinden ödün verir gibi bir hali vardı. “ Bana yabancı olan gözlerini biliyorum.” Diye sayıklar gibi bir ifadesi vardı. Güzel cümleler kursa da şu anda odağım bahçedeki eşsiz çiçeklerdi. O kadar güzel, renkli, bakımlı büyümüşlerdi ki ister istemez etkilenmişçesine kıvrıldı dudaklarım. Burası da tıp ki o kucağında olduğum beden gibi kokuyordu. Çiçeklerin karıştığı okyanus gibi ferahlatıcı hissi mayışmama neden oldu. Kısa bir an bahçeyi izlemem için durduğunu düşünsem de, “anahtarları cebimden al!” diyerek emreder gibi konuştuğunda gözlerine bakarak, bekledim. Anlamış olacak ki daha kibar olmaya çalışarak, “anahtarları cebimden alır mısın?” dedi. Boynundaki ellerimi çözerek, işaret ettiği cebine uzandım. Anahtarları alarak, önümüzdeki kapıyı açtım. İleriye ittiği kapıyla, içeriye girdi.

 

Girdiğimiz ev, ferah bir havaya sahipti. Krem ve gri hâkimdi. Okyanus kokusu ise ormana karışmış gibi daha da yaygındı. Sanırım bu evin en büyük müptelası ben olacaktım. Beni salon olduğumu düşündüğüm yere getirerek, koltuğa uzandırdı. Ayakkabılarımı parkelere bırakarak, tok bir sesi nefes seslerimize kattı. Bir şey demeden yukarı katın ahşap merdivenlerine yöneldi. Sanki doğrulacağımı anlamış gibi, “kıpırdanma!” dedi. Beni görüyor muydu? Bıraktığı hale büründüm. Beni bıraktığı gibi bulsun, diye bekledim.

 

Merdiven basamaklarından indiğinde, üzerine beyaz bir tişört siyah bir şort giymişti. Elinde ise ecza poşeti ve buz torbası vardı. Ayakucumdaki boşluğa oturdu. Yukarıya doğru sıyrılan çorabımdan ellerimi çekmedim. Bunu umursamayarak ayak bileğimdeki çiziklere krem sürdü. Ardından, aniden ayağımı çevirir gibi yaptığında çığlık attım. Evin içinde yankı yapan çığlığım, çığ gibi üzerime doğru düştü. “ sen ne yapıyorsun” diyerek ayaklarımı kendime çektim. Boşta kalan alana kurularak, elindeki buz torbasıyla bana yaklaştı. “Ver bana!” diyerek elimi ona uzattım. Başın eğerek, soludu. “ Ben kendi yaramı sarabiliyorum!” derken sesim hatıralarımdan çıkmışçasına soluktu. Annem görmesin diyerek kaç yara sarmıştım, biliyor musun? Senden de sakındığım bir yaram vardı, Özün. Tam göğüs boşluğumda.

 

Bir acı boğazımın arkasını yakmaya devam ederken, “Görünmez ol, baş belası!” Dedi. Tartışmayacak kadar tükenmişlik içinde hisseden kalbim yüzünden, tekrar koltuğun köşesine tünedim. Yaman, elindeki ilk yardım malzemelerine takılı kalarak önümde duruyordu. Karanlık bir şeyler mırıldanarak, elindekileri sehpaya bıraktı. Tişörtünü düzenleyerek, derin bir nefes aldı. Ardından hiç bir uyarıda bulunmadan kavradığı bacağımı, tünediğim bedenimi yuvasından çıkararak, ağına sardı. Bedenimdeki her kas öyle çok gerilmişti ki… Şaşkın kedi bakışlarımı kaçırmadan, onu izlemeye devam ettim. Bana yok olmamı söylerken ne bekliyordu, bilmiyordum ama kesinlikle tünemek değildi. Bacağımı saran ellerine baktığımda, parmakları yırtılan çorabımın açıkta bıraktığı çıplak tenimi yakıyordu. Başımı döndürecek kadar sert bir etkiye, tepki göstermem gerekti. Parmakları yalnızca birkaç karış yukarı kaysaydı… Düşüncelerim toparlanmalıydı. Göz teması ellerine kaydığında, bakışlarım geniş omuzlarına kaydı. Yavaş yavaş gevşeyen parmakları, duraksadı. Yanaklarımı aniden yanmaya başladığında, dudağımı kemirdim.

 

Hayır. Ben İzel, o Yaman’dı. Bir yabancı, bir yabancıya güvenir miydi?

 

Gözlerim, ayaklarımı saran ellerine kadar usulca ilerlediğinde yutkunarak, ellerini iteleyerek bacaklarımı kendime doğru çektim. Tekrar olduğum yere bir tavuk gibi tünedim. “ Defolup gidebilirsin!” Dedim.

 

Dudaklarının kenarı keyifle seğirdi. Ne var, dercesine başımı sallayarak, gözlerimi devirdim. Keyifsiz bir ses tonuyla içten içten mırıldandı. “ Benim evimden, beni kovuyorsun, Baş Belası.” Diyerek oturduğu koltukta rahat bir tavırla geriye yaslandı. Evi… Onun bir evi mi vardı? Ne zamandan beri? İşte cesaret işte feraset dedikleri bu olsa gerek, İzel. Bana değen bakışları ile “ Aferin kızıma,” dedi. Tanıdık bir kaşıntı. Vücudumdan içeriye sızan bir şeyler. Şu saniyelerde itaatkâr sesine bedenimi teslim etmek üzereydim. Dengeyi korumam gerekti. Yoksa aklımdan geçenlerin tek sorumlusu, ben olacaktım. Zihnimdeki gürültünün yanına bir şeyler eklemeye devam etti: “ Ürkek yavru ceylan, büyümüş.” Sesindeki tını… Bir zamanlar playlistimdeki başa sarıp bıkmadan dinlediğim şimdilerde ise tozlanmış, unutmama yüz tutmuş şarkı dizesi gibiydi.

 

Burnumu sıyıran sıcak bir nefes… Düşünme yetimi kaybetmeme neden oldu. Afallayarak başımı kaldırdığımda burun buruna geldiğim beden, tenimin altına kazınmıştı. Geriye kaçmadım. Aslında kaçamadım, ondan. “Belki de sen bana ayak uyduramayacak kadar paslanmışsındır.” Dediğimde, gözümün önünde buğulanan yüzüne kederli bir gülümse yerleştirmiş olmalıydı ki dudakları kıpırdandı. Gözlerimi belertecek kadar açtığımda, “ Tüh!” Diyerek yüzümü buruşturdum. “ Sana hep böyle yakışıklı kalamayacağını hatırlattım.” Diye sırıttığımda, beynime işleyen gerçekle gözlerim fal taşı gibi açıldı. Ancak, geçmişti. Kelimeler ağzım­dan mağrur ve boğuk bir şekilde uçup gitmişti. Koltuğa yırtmak istercesine daha iki gün önce yaptırdığım tırnaklarımı geçirmeye çalıştım. Boğazımda atan kalbime, kadifeyi andıran kahkahasını sundu. Uzaklarda işittiğim bir uluma sesi ile aynı tedirginliği hissettiğimde geriye kaçtım.

 

Bir yırtıcı ile karşı karşıya kalan bedenim küçülmeye devam ediyordu. “Birine bu denli bakmak, kabalıktır. Hare Özün sana öğretmiş olmalı.” Çok utanmazcaydı. Soluklanmama fırsat verdiği dakikalar bedenimi boğuyor, ardından göğsümü bir tuğla gibi eziyordu.

 

“Bana ayak uydurduğun süre-“ diyecekken bir hızla bölünen cümlem havada asılı kaldı.

 

Koltukta doğrularak, “Sana ayak uydurmak?” Dediğinde bakışları gözlerimden boynuma doğru inerken, toparlanmak adına olsa gerekti ki başını ters yöne çevirdi. “ Aklımı kaçırmadım!” diyerek mırıldandı.

 

Bir fırtınalı havada dışarı çıkmıştım. Beni ters düz edeceğini biliyordum. Sırf ona kızdığım için “Senden nefret ediyorum…” dedim hecelemeden. Dilimden dökülenler, onun değil benim yüzüme çarpıyordu. “Biliyorsun değil mi?” Kısılmış bir sesti… Yakınmadım. Lütfen, söyleme. Sert bir kabuktu. Nazik bir kalbim… Sonu meçhul bir yoldu.

 

Yalnızca “Görüyorum.” Dedi. Asla üzgün hissetmeyecekti. Çünkü bana ihanet ettiğini bilmiyordu. Dalgınca önüne bakmaya devam etti. Ardından masanın üzerindeki telefonuna uzandı. Eline aldığı telefonunda, neyle ilgilendiğini bilmiyordum ama sinirlenmesine yol açacak bir şeyler olmalıydı. Kaşları kavislenmiş, dişlerini sıkıyordu. Telefona daldığını düşünerek, tünediğim yerden yavaş yavaş hareket etmeye başladım. Ayaklarımı sarkıtarak, koltukta doğruldum. “Umarım hala burada oturduğumu görmüşsündür.” Dedi düz bir sesle. Ona doğru döndüğümde, “Uslu durmak zorundasın, baş belası.” Uslu durmak zorundasın, İzel. Bu mükemmel ailenin sana verilen en büyük emri.

 

Her dediğini yapacağımı nereden çıkardın. Ayrıca uslu falan da durmuyorum. Ne yapabilirsin ki?”

 

“ İzel…” dedi boğucu sesine rağmen göğsüm sızıyla tırmalanıyordu. “ Biz birbirimiz için etiğiz.” dediğinde aramızda bir nefeslik mesafe kalmıştı. Yutkunmamak, ona tepki göstermemek için direniyordum. Ancak göğsümde başlayan karıncalanmaya karışan sızı, yayılıyordu. “ Aklından geçenleri, aklımdan geçirmem dahi yetecektir sana.” Haklıydı. Ancak aklımdan geçenler çok daha fazlasıydı. “ Biliyorsun ki ben kendimi dizginlemekte hiçbir zaman iyi olamadım.” Bakışları gözlerimden dudaklarıma doğru kaydığında, soluduğu sıcak nefes iplerimi onun eline teslim etmeme neden oldu. Bir solukta beni alabora etmişti. “Bununla yetinemem, kanatsız kelebek.” Dedi ve uzaklaştı.

 

Dağınık saçlarımı iteleyerek, “benimle oyun oynamayı kes. Etrafında buna can atabilecek başka insanlar var.” Diyerek kaşlarımı çattım.

 

Masanın üzerindeki sigara paketinden bir dal alarak, paketi masaya fırlatırcasına sert bir şekilde atmıştı. Elindeki sigarayı ateşe verdiğinde, “ öyle mi diyorsun?” Dedi tatmin olmuşlukla.

 

Yalnızca kaşlarımı çattım. Kelimelerinde yüzlerce kez ölüyordum. Bu yüzden gıkım çıkmıyordu.

 

Karadelikti. Beni çekmeye devam etti. “Ya ben seni istiyorsam.” Dediğinde sesindeki ciddiyet kalbimi ürpertti.

 

Nefes al. Ya da yapma. Bir çocuk azarlar gibi, “beni isteyemezsin.” İstemezsin de. Yalnızca düz bir ifadeyle baktı. Yaktığı sigaradan içine çektiği dumanı yüzüme doğru üfleyerek, beni grilerin arasında bıraktı. Tıpkı düşüncelerim gibi savruk olan renkten tiksinmedim. Aksine o rengi gönül rahatlığıyla içime çektim. Ve benden bir kez daha beni istemeyerek gidişini izledim.

 

Uyuduğunda bu his geçecekti, İzel. Beynim kalbime acımış olmalıydı ki telkin ediyordu. Kendi çapında yaramı sarıyordu, işte. Koltuğa tekrar tüneyerek, göz kapaklarımı kapayarak bedenime yenik düştüm.

Loading...
0%