Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@dnzkzgb

12 Ekim 2001 İstanbul

İkindinin kasveti basıyordu, etrafı. Bulutlu olan havada eşlik ediyordu bu kasvete. Derin nefesler alarak merdivenlerden inmeye devam ettim. Diğer yanımda Mahperi, bana bir şeyler anlatıyordu ancak aklım onda değildi. Yapacağımız danstaydı. Kandilli ve Kuleli’ nin gösterisiydi bu. Düşününce bile özgürlüğüne alışmış ruhum geriliyordu.

Merdivenleri bitirerek, Kandilli Kız Lisesinin, çıkış kapısına doğru ilerlemeye devam ettik. Yüzümdeki aptal gülümsemeden zerre ödün vermiyordum. İçimdeki çaresiz umudunun esiriydi, gülümsemem.

Mahperi bir solukta, “Şimdi sen bugün söyleyecek misin ona, onu sevdiğini?” dediğinde başımı hafifçe sola çevirerek baktım. Bir çocuk görmüştüm benden uzaklarda, sonra bir çocuğu sevmiştim. Kafamı usulca sallayarak onayladım onu. Söyleyecektim. Dansımızdan hemen sonra ona hislerimi söyleyecektim.

Onun olduğu her performansta ona belli etmesem bile yer almaya can atmıştım. Beni bazen görüyor, kederli bakışlarıyla tebessüm etmeye çalışıyordu. Bazen de varlığımı dahi hissetmiyordu. Kulüplerde, danslarda, şarkılarda; hepsinden sadece onun için vardım. Onu daha yakından tanıma fırsatım olacağını düşünmüştüm. Ancak yanılmıştım. Sadece herkese açtığı sınırlarında gezebildim. Mesela, sessiz biriydi. Çok konuşandan da hoşlanmadığını ne zaman birisi beş dakikadan fazla konuşsa buruşturduğu suratından anlayabiliyordum. Dans provalarında birbirimize yaklaştığımız anlarda, yoğun sigara koktuğunu fark etmiştim. Çok sigara içiyor olmalıydı… En sevdiği renkte bordo ve gözleri gibi haki yeşil olmalıydı. Ne zaman provaya gelse bu iki renk dışında renkle gelmiyordu. Kuleli Askeri Lisesi’ndeki futbol takımında kaptandı. Bir maçta onu izleme fırsatı yakalamıştım. Uzaktan da olsa… Asabiydi maç boyunca. Tahammül seviyesinin düşük olmasından da olabilirdi bu asabiliği. Karşı takımın kaptanı ile kafa göz birbirlerine dalmışlardı. Maç sonunda da birlikte sigara içmişlerdi. Onu kalbim için tanımaya çalışmaktan vazgeçmiyordum; Harika bateri çalıyordu. İzleme fırsatım olmuştu. Bateri çalarken bambaşka bir bedene bürünüyordu. Çok güzel vals yapıyordu. Birlikte dans eşi olmuştuk. Beni ona çeken bir şeyler vardı. Kalbim ona diz çöküyordu. Ancak ona kötü bir zorbadan öteye de gidememiştim.

Sanırım beni ona yakın kılan diğer şey, onun da babası şehitti. Bunu ona ödünç verdiğim kitaptan öğrenmiştim. Babaya Mektup… Hemen arasına sıkışmış kâğıt parçasında, yazıyordu. “Asker olacağım ama babam gibi değil.” Babam gibi değil. Hemen ardından eklenen, “İntikam için sevmek zorundayım. Ruhun beslenmesi gerek; A.S. Yaralayıcı bir cümle? Altında yatan, geçmişti, yaralayıcı olan. Babalarının en büyük silahı gözleriydi. Konuşmasalar bile gözleri ile ne yapmaları gerektiğini öğretirlerdi çocuklarına. Uzun süre babamla vakit geçirmesem de beni gözleriyle yönettiğini anımsıyordum. Güçlü bir çocuk muyduk? Hangimiz çocuk olarak anıldığımız yaşlarda güçlü olabilirdik ki? Sadece mahkûmduk. Mecburduk…

Düşüncelerim Mahperi'nin sorusu ile içimdeki derin karanlığa gömülmüştü;

“Ya seni sevmezse? Onca yaptığın şeyden sonra…” Haklıydı. Beni gördüğü her saat diliminde zarar ziyan olmuştum ona.

“Onsuz da sevmeye devam ederim, sesimi çıkarmadan.” Dediğimde sesim sır verircesine kısıktı. Mahperi sağ elini boynumdan geçirerek omzuma attı. Beni kendine çekerek, yanağıma belli belirsiz bir öpücük kondurdu.

“Bu hükmün sonu; acı olur. Ama yine de yanına uzanırım, Gül.” Dedi, tebessüm ile. Gülümsedim. Açan çiçeklerim, solmamak için direniyordu.

Prova alanına geldiğimizi fark etmemiştik bile. Mahpri ile kapının girişinde ayrılarak, farklı yollara doğru adımladık. O seyirci salonuna, ben ise üzerimi değiştirmek için kostüm odasına ilerledim.

Kostüm odasına girdiğimde Filiz ve Elisa’ nın üzerini değiştirmiş hazır olduklarını gördüm. Onlara selam vererek giyinme odasına doğru ilerlemeye devam ettiğim sıra adımlarım mıhlandı. “Demir, neden sana seslendi?” diye merakla soruyordu Filiz. Demir… Demir Karan, bir o vardı. Derince yutkunarak, elimdeki elbise poşeti ile ürkekçe adımladım. Düşüncelerimin susması gerekti.

“Benimle kahve içmek istediğini söyledi. Dans sonrası birlikte gideceğiz.” Dediğinde Elisa’nın sesindeki heyecan kalbimi kırmıştı. Elisa, güzel bir kızdı. Demir’e ile de uyuşuyordu. Sessiz ve zarif biri… Silik bir tip olan beni görmesini beklemek saçmaydı. Kalbe esir düşmüş, zihnime kilit vurmuştum bir an. Unutmuştum gerçek hayatta, böyle olmayacağını. Demir’in dillerde olduğu yerde, dillerde olan biri olmalıydı. Bu geçmişten beri böyle yürümüştü.

Soğuk soğuk terleyen bedenime eşlik eden titrek ellerimle ilerledim. Odaya girerek kapıyı kilitleyerek kapının ardına çöktüm. Her türlü seçeneği düşünmüştüm. Ancak aklımın ucuna dahi gelmemişti, birini seveceği. Kalbimden hiç haberi olmayan birine kırılmıştı kalbim.

Ellerim ile gözyaşlarımı silerek, ayağa kalktım. Poşetteki siyah elbiseyi giyerek, saçlarımı sıkı bir topuz yaptım. Hazırdım… Derin bir yutkunuş ile açtım kapıyı, ilerledim sahne arkasına. Yerin dibine girerek hiç çıkmamak istedim, kalabalığın arasına karıştığımda. Sakin bir köşe bulup, beklemeye başladım. Bir bedeninin bana çarpması ile çatık kaşlarım ile ona doğru döndüm. Karşımda gördüğüm, sarışın ve oldukça güler yüzlü biriydi. “Özür dilerim, bir an dengemi koruyamadım.” Takım elbisenin köşesinde yer alan isimliğe kaydı bakışlarım. Efe’ydi, adı. Garsondu ve elindeki atıştırmalıkları dans ekibine dağıtıyordu.

“Sorun değil, Efe.” Diyerek tebessüm ettim, hüznümü gömerek. Bakışları isimliğe giderek gülümsemesini daha da büyüterek baktı bana.

“Tanıştığıma memnun oldum o zaman. Ben Efe. Atıştırmalık ister misin, ben şahidim tazecik.”

“Ben de Yazgı Gülce. Tanıştığıma memnun oldum. Teşekkürler ben şahidim, tokum.” Dediğimde kafasını geriye atarak kısık bir kahkaha attı. Tekrar bana döndüğünde bir şey demesine fırsat verilmeden birinin ona seslenmesinin ardından başıyla selamlayarak uzaklaştı.

Onun uzaklaşmasıyla zihnim de tekrar yankılandı oda da duyduğum cümleler. Garip bir acıydı. Aklına geldiğinde nefesini kesiyordu. Her an ağlayacak kadar can yakıyordu. Kemiklerini sızlatıyordu. Aşk böyle bir şey miydi? Evet, annemden gördüğüm kadarıyla aşk uğruna ölmeyi göze alabilecek kadar keskin ve sert bir duyguydu. Acıya karışıyordu, aşk… Hissettirmiyordu yaşadığını. Bende boşlukta gibiydim, ayaklarımın nereye bastığını bile bilmiyordum.

“HOP! Uyan.” şimdi bile bana seslenen birileri var gibiydi. Aşina olduğum o ses… Yakınlarımda gibi yankılanıyordu zihnimde. “Gül!” diyerek birinin koluma temas etmesiyle irkilerek geriye adımlamıştım. Gerçekti. Bu ses, gerçekti. Hemen yanı başımda, donuk gözlerinde ilk defa gördüğüm garip bir duyguyla bana bakıyordu. “İyi misin? Seni korkuttum mu?” diye sıraladı sesindeki tuhaf tınıyla. Benim için mi endişelenmişti. Hayır Gül sormak için sormuştu.

Sesime mesafe koyarak, “İyiyim, ne var?” diye geveledim.

“Bugün gelmedin, yanıma. Şimdiye kadar başıma ağrılar girdirmen gerekti.” Dediğinde etrafta gezindi bakışları. Bana dediklerini hatırladım bir anlık boşlukla. Sus artık, Gül. Onu öyle yapma, Gül. Tek bir hata yaparsan maçım iptal olacak, konuşma da bitir şunu artık, Gül. Sen susmak denen cümleyi duydun mu hayatın da, Gül? Başım ağrıyor artık, sesini kısar mısın Gül?

“Başının ağrımaması güzel işte.” Dediğimde derin bir iç çekerek, baktı bana. Ellerim kâküllerime gittiğinde bakışları birkaç saniye saçlarımda oyalandı. “Sonunda bu azap, bitiyor. Mutlu ol, Demir.” Diyerek tebessüm etmeye çalıştım

“Bitiyor, sonra yine unutuyorsun.” Dedi, gözlerinde beliren hüzün ile. Gözlerindeki donukluğun nadiren silindiği bir andı.

“Neyi unutuyorum?”

Gördü, yüreğine baktı ve unuttu

Sonun olacak bir yola hevesle adım atıyorsun. Bilmiyorsun, görmüyorsun, hissetmiyorsun. Çünkü aşk böyle bir şeydi. Aşka her şeyini feda etsen de karşılık bulamadığında en bencil duyguya bürünüyor köreltiyordu. Kördü, aşk.

Demir Karan’ı gördüğünden beri kördü… Bu kadar basit.

“Çekilen azabı. Gelip geçici. Verilen sözler gibi.” Dedi net bir şekilde. Başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım. Gelip geçici. Unutulacaktı, haklıydı.

“Neyse daha fazla rahatsızlık vermesem iyi olacak. Uyumlu bir şekilde dans etmek istiyorsak, başın ağrımasa daha iyi.” Diyerek omzuna değmemeye özen göstererek yanından geçerek kapalı olan sahne perdesine yaklaştım.

Hemen yanı başıma adımladı, durdu. Döndü bedenini bana. Başını hafif sola eğerek, bana bakmaya başladığında kaşlarımı çattım. “ Başın ağrımasın diye uzaklaştım. Ne diye peşimden geldin? Gidip uzakta bekle. Çenemi tutamam ben.” Dedim hafif kızgın bir edayla.

“Bu sefer,” dediğinde bir an gözleri dalar gibi oldu. Girdiği girdaptan çıkarak “uzaklara gitmeni isteyesim yok, Gül.” Diyerek biraz daha yaklaştı bana. Dip dibeydik, artık. Çarpan kalbime esir olmak istemiyordum. Gözümü devirerek önüme döndüm.

“Bana Gül demeyi ne zaman bırakacaksın?” diye bıkkınlıkla solumayı ihmal etmedim. Hoşuma kaçıyordu bana Gül diye seslenmesi ancak ben bu haldeyken bana umut olan bir şeyler istemiyordum.

“Gül, dikensiz yetişene kadar!” Dedi tok bir sesle. Anlamamıştım. Sorgular gibi bakışlarımı ona çevirdiğimde önümüzdeki kırmızı perdeye pür dikkat bakıyordu.

“Gül, dikensiz olmaz.”

“Son nefese kadar desene o zaman!” Dedi perdeye bakmaya devam ederek. Bir şey demedim. Anlamıyordum, çözemiyordum bazen. Böyle edebi edebi konuşup, merak edip sorduğum da ise aklımı kazıyan sorularımı cevapsız bırakıyordu. Bugün de sesi çıkmayan Demir’in susmak istememesi tutmuştu. Gün içinde kendini aşarak oldukça fazla cümle kurmuştu.

“Tuhafsın!”

“Sen çok mu normalsin? Daha dün kendi kendine düz duvarla konuşurken gördüm.” Dediğinde gözlerimi irice açıldı. Ben çalışıyordum. Ona nasıl diyeceğim diye alıştırma yapmaya çalışıyordum.

“Prova yapıyordum bir kere.”

“Prova? Duvara sarılmaya çalıştın. Utanmasan her an karşındaki duvarı öpecek gibi bakıyordun.” Dedi kısık bir sesle gülerek. Gülüşü, güzeldi. Tekrar gülsene, dememek için ciğerimi kemirdim. Ardından gözlerimi utançla sakındım ondan.

Gözlerimi belerterek, soludum. Bakışlarımın tekrar odağı olduğunda ise “ Seni hiç alakadar etmez.” Diye konuştuğumda kendimi açıklama isteği hissediyordum. Her şeye rağmen… “Öpmedim, öyle bir şey de düşünmedim. Ne diye beni izliyorsun ki sen?” Diye hiddetle bir sesle konuştuğumda ellerini havaya kaldırarak tamam dercesine baktı bana.

“ İzledim… Dalıp gitmek istediğim için izledim.” Dediğinde yine gözleri dalmıştı. İşaret parmağımı kaldırmış bir şeyler dile getirecekken “Sakin ol, prenses. Yine Karadeniz genleri geldi sana.” Dediğinde gülüşü tebessüme dönmüştü. İnat biri olduğum için, Karadenizli olduğumu düşünüyordu. Buna daha önce itiraz etsem de ben seni tanıyorum Karadeniz genleri var sende, diyerek susturmuştu beni. Haklıydı, annem de babam da Gümüşhaneliydi. Sadece onunla zıtlaşıp, bana daha fazla cümle kursun diyeydi direnişlerim.

Elleriyle koyu kahve saçlarını geriye itelediğinde, gözüme bir hoş gözükmüştü. Bende nasıl bir etki bıraktığını biliyor musun? “ Duvarı öpmene izin vermezdim zaten!” dedi, tok bir ses, sert bir ifadeyle. Neden demek istedi, kalbim. Dinlemedim, söz geçirdim kalbime. Sustum sadece. Kalbim; onu böyle güzel cümleler ile hatırlasın istedim.

Yavaş yavaş uzun kırmızı sahne perdesinin önüne gelen çiftler ile kalabalık buraya doğru kaydı. Aklımı meşgul eden o soruyu sormak için güzel bir fırsattı, bu kalabalık. “ Gelmem, ben dans edecek bir adam değilim, dediğini duymuştum.”

“Çünkü yollar güzel. Aynı zamanda uzağı yakına çekecek kadar da büyüleyiciydi.” Dedi, etraftaki kalabalığa bakarak. Gözlerimden kaçıyordu. O asker yeşili olan gözlerini benden sakınıyordu. Büyüleyici bir yol…

Elisa, güzel bir kızdı.

Yanan gözlerime, yorgun çehrem eşlik etti. Başımı perdeye çevirerek, gözlerimi çektim üzerinden. Yorgun olan kalbim biraz da yaralanmış gibiydi. Beni hayatımdan nefret ettiren duygulara, aşkta mı eklenecekti? Beni yok eden bir aşk… Belki annem gibi olurdu sonum. Babama benzeyen birine âşık oluyordum çünkü…

Yanımıza yaklaşan cüsseli, kumral biri… İsimliğinde Kağan yazan sert çehreli çocuk, önce bana baktı daha sonra arkamdaki sıraya. Simetrik mi diye kontrol ediyor olmalıydı. Arkamdaki kıza adımlayarak, biraz daha sağa kayması gerektiğini keskin ve sert bir tınıyla söylediğinde kız onun sesine hipnoz olmuşçasına, ayak uydurarak ilerledi. İyi olduğuna kanaat getirerek geniş sırtını dönerek ilerledi.

Sıcak bir temas hissettim, kabuk bağlayan avuç içlerimde. Başımı sol tarafıma çevirerek, açılmaya hazırlanan perdeye bakan Demir’i gördü gözlerim. Elimi tutuyordu. “Kendini hazırla, prenses.” Diye konuştu fısıltıyla.

“Be-, ben şimdi hazırım.” Diye döküldü dudaklarımdan, kalbimdeki cümlelerim. Kısa bir an bana dönerek içli bir şekilde soludu. Tekrar önüne dönerek, “ beni kendinle sınama, odaklan Gül!” dediğinde gözlerim ellerimize kaydı.

Bir şey dememe fırsat vermediler.

Perde artık açılıyordu. Andre Rieu’nun şarkısı The Second Waltz çalıyordu. Ritme eşlik ederek çiftler olarak sahneye çıkmaya başlamıştık. Önce gözlerimiz sonra ellerimiz buluştu. Kenetledi, bakmaya kıyamadığım yeşillerini. İkimizde mağrur bir bakışla, ayaklarımızla eşlik ettik ritme. Sıkı sıkıya tutunan eller ile döndük. Birbirimize kenetledik, ritmi. Gerilen vücudumu hissetmiş, dudağının köşesi kıvrılmıştı. Ansızın bir heyecan kapladı içimi. Hata yapmaktan korktum. Anlamıştı korktuğumu, heyecanlandığımı. Belimdeki eli sıkılaşarak, buradayım demişti bana. Senin burada olmandı zaten beni heyecanlandıran. Bir gülüşünle elim ayağıma dolanıyordu, bak. Gözlerimi kırpıştırarak, gözlerimle güldüm ona.

Biliyorum dercesine, baktım.

Anladı beni. Son anlayışıydı belki de.

Sondu… Müzik bitmiş, ritim durmuş, bedenlerimiz ayrılmıştı. Önümüzdeki salonda oturan herkes ayağa kalkarak, alkışlamaya başladılar. Kapanan perde ile tatlı bir gurur oluşmuştu içimde. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, farklı bir yere bakıyordu, artık. Ve perde, şimdi kapanmıştı…

Gerçeklerin farkındaydım.

İnsanlar her şeyin farkında olduğunu düşünüp ellerinden gelen bir şey olmadığını söylerler, sadece bahane. Zihin yorgunluğu ağır geleceği için susarız. Kalp kırkılığını tek bir gülüşle dahi unutulurken zihin yorgunluğu, uzun süre uyusanız da sonrasında o cehennem hala kızgın lavlarla sizi bekler.

Aklıma gelen düşünceler ile Soğuk soğuk terlemeye başlamış, gözlerim dolmuş, gerilmiştim. Herkes birbirini tebrik ederken, yanımdan kayıp giden bedeni aradı gözlerim. Kayıp gitmişti sıcaklığı, üşümüştüm gidişiyle oluşan ayazda. Kalabalığı delerek ilerledim, soyunma odasına doğru. Üzerimi değişerek elbisemi tekrar poşete koyarak, çıkışa ilerledim.

Salondan çıkarak, kaldırımda yürümeye başladığımda ismimi hitap eden kişiye döndü bedenim. Bu garson çocuktu. Adım ile seslenmişti, elindeki sandviç ile. Bana adımlayarak, ayakucumda durdu. Tebessüm etmeye zorlanan suratsızlığım ile “ Merhaba! Efe…” dediğimde elindekini bana uzattı.

“Eşlik edebilirim, yolunda.” Dediğinde başımı aşağı yukarı sallayarak, onaydım onu. Birlikte salonu arkamızda bıkarak sahile doğru yürümeye başladık. “Sandviçi hala almadın.” Elimi uzatarak aldım elindeki sandviçi. Dışındaki jelatini soyarak, bir ısırık aldım. Güzeldi ve dediği gibi tazeydi de.

“Tazeymiş. Artık bende şahidim.” Dediğimde gür bir kahkaha patlattı. Onun kahkahası eşliğinde sahildeki boş bir banka oturduk. Elimdeki sandviçten bir ısırık daha aldım.

“Beğendin, sanki.” Diye merak edercesine sordu. Kafamı sallayarak elimdeki sandviçi yemeye devam ettim. “ Neden, diye sorayım mı?” dediğinde ağzımdaki sandviç ile ona döndüm. Kaşlarım çatıldığında “ yorgun ve üzgün gibisin.” Yabancı bile anlamıştı duygularımı. Ama bana kör olan Demir, yine görmemişti beni. Belki de kör olmasına neden olan bendim.

“Sen hiç aşık oldun mu?”

“Buna fırsatım olmadı. Bir gün olursa, sana öğüt veririm.” Dediğinde tebessüm ettim yanaklarımı şişiren sandviç ile. Denizin köpüren dalgalarına çevirdi bakışlarını. Hırçın dalgalar, beyaz köpükleri ile iskeleye vuruyordu. Denizi izlemeye devam ederek “ İmkânsız mı?” diye bir soru yöneltti bana.

“İmkansız diyor.”

“Ya kalbin?”

“Dikenlerini toprağa gömdürür, diyor.”

“Dikenlerine sığınan Gül’e, acımasız bir kalp.” Alaycı bir gülüş suratımda yuva kurdu Öyleydi gerçekten. Kalbin sana acımıyor, boyun eğdiği kalbe kıyamıyordu. Aşk, buydu işte. “ Desene, gün gelecek nefesini birinin ellerin arasına vereceksin.” Dediğinde bana bakmamasına rağmen başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım onu. Biten sandviçimi bitirerek jelatinini yanı başımdaki çöp kovasına uzanarak, attım. Ardından bende gözlerimi, maviyle yeşilin karşımı olan berrak denize çevirdim.

“Sen de mi Kuleli Askeri Lisesi’nde okuyorsun? Gerçi benim ki de soru mu orada olduğuna göre.” Kısık bir şekilde güldüğünü işittim.

“Oradayım. Kısmet olursa da, asker olmayı istiyorum. En büyük hayalimde diyebilirim” dediğinde sesine yansıyan heyecanla güldüm.

“Neden diye sorayım mı?” diyerek sormuş bulundum. Başını hafifçe sola eğerek, izlemeye devam etti denizi. İç çekişinde, yorgunluk vardı. Bir elini saçlarına götürerek, kaşır gibi yaptı. Emin değildi ama içinde de tutmak istemediği aşikardı.

“Ben, altı yaşındaydım. Babam dağlara çıkıp, askere kurşun sıktığında. Sıktığı kurşunun deldiği asker, kapı komşumuz Salih abiydi. Hatırlıyorum, çocuk da olsam unutmuyorum işte. Hem hangi şehit unutulmayı hak eder ki?” Dedi kısa bir an duraksadığında kısılan sesi, hoşuna gitmemiş gibi öksürdü. “O gün şehadet haberini getirmişlerdi. Bir iki saat sonra da evimizin kapısını çalmışlardı. Annem beni çeyiz sandığını içine sakladı. Gürültüden anladığı kadarıyla bir şeyler olacaktı. Anne, işte… Biliyordu.” Aklına gelenler hoşuna gitmiyordu. Gözlerini kırpıştırdığında, ona döndüm. Islak kirpikleri ile denizi izliyordu. “Annemin bir suçu yoktu, biliyor musun? Annem babama yalvardı, dinlemedi. Bir gün babam dağdan inip eve gelmiş. Ben kucağında, yalın ayak korkulu gözlerle koştu jandarmaya.” Sessizce dinlemeye devam ettim. Yutkunarak “ geldiler kapımıza, kırdılar. Girdiler içeriye. Cana can dediler. Anneme acımadan vurdular. Konuşmasına dahi müsaade etmediler. Sonra da üzerine çakmağı çakıp gittiler.” Dedi hıçkırıklara karıştı cümleleri. “Anne işte… Hangi anne kıyar evladına?” Doğru, hangi anne kıyardı evladına? Vardı işte, evladına kıyan anneler de vardı… “ Annemin yanışını izledim. Yerimden hareket edemeden annemin yanışını izledim. Babam yüzünden o gün iki eve ateş düştü.” Ne farkı kalmıştı ki o insanların, Efe’nin babasından. Sadece askere kurşun sıkan değildi, terörist. Onlarda, bir vatandaşı öldürerek terör estirmişlerdi.

Efe’nin omzuna elimi koyduğumda bakışlarını bana değdirmedi. Sulanan gözlerini ovuşturarak, derin bir soluk verdi. “Böyle işte. İçimdeki dindiremediğim öfke için asker olmalıyım.” Dedi net ve keskin bir tonda. Sesi bu cümleyi kurarken ne çatallanmış ne de kısılmıştı.

“Umarım ama sulu gözlülüğü bir kenara bırakırsan hedefine daha çabuk yaklaşırsın sanki Efe.” Dediğimde hüzünle boğulan aramızı yumuşatmak istedim. Başardım da. Kısık bir şekilde güldü.

“Bir daha bir yerde görmem diye hiç tanımadığım birine içimi döktüm.” Güldüm.

“ Yalnız değilsin. Bende sana anlattım, bir daha görmeyeceğim diye.” Dediğimde ayağa kalktım. “ benim mesai başlamadan gitmem gerek” dediğimde kaşları şaşkınlıkla havalandı. “Part-time çalışıyorum.”

“Vay be! Aşk başka, iş başka, helal olsun.” Diyerek ayağa kalktı. Elini uzatarak “memnun ve mutlu oldum seni tanıdığıma, Gülce”

Elini tutarak” bende seni tanıdığıma memnun ve mutlu oldum, Efe.” Dediğimde ellerimizi aşağı yukarı hafifçe salladık.

Ayrı yollarının bir gün kesişeceğinden habersiz sırt döndüler birbirlerini…

 

*

Nusaybin/2014

 

“Siktir kızım! Kaç!” diye tiz bir sesle konuştuğumda aynadaki yansımam faciaydı. Cehennemi andıran bir gümbürtüyle gözlerim dahi titremişti. Elimdeki elektroşok cihazı ile topuklularıma kaydı bakışlarım. Topuklu ayakkabılarımı çıkartarak masasının altına iteledim yalın ayaklarımla. Hızla kapıya adımlayıp açtığımda koridorun ücra köşelerinde yankılanan çığlıklara karışan silah sesleri… Alışkın olmam gerekti. Yakın zamanda Savcı olacaktım.

Kaçmaktan vazgeçmiş gibi, şakaklarımdan damlayan soğuk terler, titreyen ellerime rağmen çıplak ayaklarımın yolu silah sesleri olmuştu. Anlık yüreksiz hissettim. Hele de duyduğum kadın çığlıkları, aklıma gelen tüm kaçış senaryolarını yok etmeye yetmişti. Adımlarım sağlam ve sertti artık.

Etrafa bakarak koridorun sonuna doğru ilerlerken dikkatimi çeken yangın düğmesi ile aklıma geleni bir saniye dahi düşünmeden yaptım. Camı kırarak, düğmeye bastım, titreyen ellerimde kalan güçle. Çalan alarm ile silah sesleri kesilmiş, çığlıklar kısık naralara evirilmişti. Yutkundum, nemli gözlerimle devam ettim etrafı süzmeye. Karşımdaki yarı açık kapının arkasına sığındım. İzlemeye çalıştım, dumanlar ve isler arasında. Elinde silah, bağıran ürkütücü ağızlar kabadayılık yapıyorlardı. Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum çünkü silahlar tekrar patlayacak yerdeki kanlı bedenlere yenileri eklenecekti. Elinde silah olan insanların gözlerindeki nefret de kolay kolay dinecek gibi görünmüyordu.

Kapı ağzından izlemeye devam ettiğimde, içeride olan insanlara kıyıda köşede saklanmış olan- sanırım- beş erkek bir kadın eklenmişti. Sessizce oturdular fayans taşlarına. İçlerinden biri o kadar rahat görünüyordu ki –her gün silahlı saldırıda esir düşüyormuş gibi- oturduğu gibi bağdaş kurarak arkasındaki duvara yaslandı. Eline bir sigara verilseydi, yadırgamazdı muhtemelen.

Düğmeye basmam çok bir işe yaramamıştı. Ancak biraz da olsa sekteye uğratmış gibiydi onları. Bir şeyler fısıldıyorlardı, birbirlerine.Ne yapmalı, Yazgı, düşün kızım, diye kendime telkin verir gibi iç sesimle mücadele ediyordum. Gözümü kırpmadan karşımdaki cellatlara öyle derin ve kinle bakıyordum ki… Tek arzum ölümdü, silah tutan bu adamlar için. Elleri hala titriyordu, nasıl yakacağını düşünürken.

Gürültü, aklıma gelen ilk şey bu oldu. Gürültü daima dikkat dağıtırdı. Hızla adımlayarak, Başsavcı Feyyaz Asmalı’ nın odasının ağzında durdum. Kapısı açıktı. Bu da korkup kaçanlardan olmalıydı. Gerçi belli değil miydi? Nerede bir tehlike sezdiği dava olsa sen git, bende işim olmazsa gelirim deyip işi hiç bitmek bilmeyen adamdı. Kapı kulpunu tutarak, içeriye girdiğimde, köşesinde yeri daima sabit kalan radyosuna kaydı bakışlarım. Elime alarak biraz daha yaklaştım rehinelerin olduğu kapıya. Yakınlarda boş bulduğum ilk odaya girdiğimde, radyoyu masaya koyarak, son sese gelene kadar açmaya çalıştım. Zor da olsa söverek, sayarak başarmıştım eski püskü olan radyoyu.

Ne ben (ne ben) seni unutabildim
Ne bu gönlümü avutabildim
Ne bu derdimi uyutabildim…

Unutamam, canım, unutamam seni
Unutamam, gülüm, unutamam...

Radyoda çalan şarkıyı işim olmasaydı bitene kadar dinlerdim. Oda içinde açılan, toplantı odasına girdiğimde kapı arkasında, gelecek olan kişiyi bekledim. Tahminime göre bir kişi gelecekti. Öyle de oldu. Usulca açılan kapı ile vücuduma nükseden heyecan beni biraz da olsa germişti. Ama insan incitmek yapmadığım bir şey de değildi. Nefesimi içime çekerek, göğsümü kabarttım. Adam Feyyaz savcının eski radyosunu kapatmayı becerememişti. Kim kapatabilmişti ki? Adliyenin Meşhur Pakize’sini. Benim açtığımı duysa sürgüne bile yollayabilirdi.

Toplantı odasının açık olan kapısını usulca ittiğinde ilk bakacağı yer kapı arkası olacağı için beklemeye lüzum olmadığına kanaat getirerek, elimdeki elektroşok cihazını adamın karşıma çıkmasıyla bedenine yapıştırmam birebir olmuştu. Ses çıkarmaya dahi vakti olmadan, yere boylu boyunca serildi. Adamın kollarını çekiştirerek, masanın altına doğru iteledim. Uyanmadan buradan çıkabilirsem, benim için daha iyi olabilirdi. Çünkü ellerini bağlayacak bir şeyler bulamadım. Adamın silahıyla, ne olur ne olmaz diye adamın kafasına sert bir şekilde vurarak riski en aza indirmek istedim. Belki geç uyanırdı ya da bir ihtimal ölürdü.

Geriye kalan bir erkek, bir kadındı. Muhtemelen şimdi gelecek olan da kadın olacaktı. Erkek, kadının etrafa hâkim olabileceğini düşünmeyecekti. Kadınlar manipüle olmaya müsaitti, erkek zihninde.

Aşkını çekerim
"Geleceksin, geleceksin", diyerek
"Belki gözyaşımı
Sileceksin, sileceksin", diyerek…

Devam eden şarkıya sert soluklarım eşlik ediyor, bekliyordum bu sefer dolap köşesinde… Ateşlenen silah sesleri, gam doldurdu gözlerime. Yine de kımıldamadım yerimden. Biliyordum, gelecekti. Kapı gıcırtısı ile nefesimi tuttum. Oda beceremedi, Pakize’yi susturmayı. Hızla yere attığında da susmadı Pakize ancak benim ciğerimin yanmasına, gözlerimi kırpıştırmama, içten içe dilimin ucuna gelen sözcükleri çıkaramama neden olmuştu. Feyyaz Savcı’nın değerlisinin bu hallerde olduğunu ve buna da benim neden olduğumu bir bilseydi, sürgün bile ödül olurdu.

Toplantı odasının kapısını hızla açarak, kapının sert bir şekilde duvara çarpmasına neden olmuştu. Bodoslama giren erkeğe karşı, zekiydi kadın. Adamın ayakkabısın göründüğü masaya hızla ilerlediğinde, hafifçe eğildiğinde hızla gelerek elektroşok ile kadının arkasına dahi dönmesine fırsat vermeden yere serdim. Kadının da kafasına vurmak istedim elimdeki silahla. Ancak kadına şiddet vakaları aklıma gelince usulca indirdim, silahı tutan elimi.

Silahı, siyah eteğim, haki yeşil bluzumun arasına sıkıştırarak, kâkülümü düzelttim.

Son adam, gelmeyecekti. Muhtemelen de en korkağı da oydu, düşüncesiyle rehinlerin olduğu kapıya doğru adımladığımda, kopan gürültü ile elindeki elektroşok cihazı elinden kaymış ve istemsizce kulaklarımı kapatmıştım. Bulduğum ilk yere çöktüğümde, saklanmaya çalıştım. Bağırış sesleri artıyordu ancak silah ateşlenmiyordu. Aralık olan rehine kapısının hızla açılmasıyla bedenimi sakladığım köşeye iyice sindim. Titreyen ellerim, eteğim ve bluzumun arasına sıkıştırdığım silaha gittiğinde, gözlerimi kapayarak çıkardım. Gerekirse vuracaktı. Ayağa kalkacağım sırada, radyodaki müziğin kısa bir an duraksaması ile bedenim de duraksadı. Kısa bir an başka bir şarkı çalmıştı. Değişen şarkı, kısa bir an ortamı boğucu bir atmosfere çevirdikten sonra başa sarmıştı.

"Gün gelir de beni
Unutursun, unutursun", demiştin
"Kalbimdeki bu derdi
Uyutursun, uyutursun", demiştin…

Anlaşılan radyoda bu şarkıyı sevmişti. Derin nefes aldığımda, tam olarak ayağa kalktım. Elimdeki silah ile hangi kapıya gideceğim konusunda gerici bir şaşkınlık bütün bütün sardı vücudumu. Rehine kapısına doğru ilerledim. Hava artık ağır ve korkutucu bir sessizliğe bilenmişti. Etraftaki ateşte, tansiyonda yüksekti; en azından benim için. Aralık olan kapının, köşesine geldiğimde, içeriye bakmak için tutunduğum pervazdan çekilmem anı anına olmuştu. Boynumdan ve bel boşluğundan sıkı sıkı sarılarak, alnım sertçe duvara çarpmıştı. Ağzımdan dökülen bir nida ile yüzümü buruşturdum. Canım yanmıştı. Gözlerimi açamadan, elindeki silahı alan soğuk, iri eller yutkunmama neden oldu. O kadar azimli çalışmanın karşılığı yakalanmak mıydı? Ellerini belimde birleştiren adama dönüp bakamıyordum. Sert bir soluk verdiğinde, arkamdaki adama gelişigüzel sövdüm.

Soğuk nefesi boynumu karıncalanmasına sebebiyet verirken, boğazımı saran iri eli nefes almamı zorlaştırıyordu. “Kaç kişiniz?” dediğinde boğuk ve derin çıkan ses, ürkütücüydü. Buradaki toplam insan sayısını mı soruyordu bu adam? “Konuşsana lan, illa konuşturmak için hüner mi sergilemek gerek!” diyerek boynumdaki baskısını daha da arttırdığında, nemli gözlerimden bir yaş düştü yanağıma.

“Komutanım!” dedi ince ve keskin bir ses. Gözlerimi açabildiğim kadar açtığımda ve dudağım da istemsizce o vaziyetini aldı suratımda. Bu adam, askerdi. İri ve sert eller, canını yakan askere aitti. Derince yutkunduğumda, konuşmak istedim. Ancak buna müsaade etmeyen endişe dolu bir ses “ Yazgı…!” diye bağıran Feyyaz Savcı’ya aitti. Feyyaz Savcı’yı hepten unutmuştum.

Boynundaki baskı yavaşça azalarak, kayboldu. Ancak hala ağrıyan boynumu ovuşturma ihtiyacı duydum. Bir elim kızaran boynumda, saçlarımı savurarak yalın ayağımla bana terörist muamelesi yapan askere döndüm.

Karşı karşıya geldiler.

Haki yeşile kenetlendi kehribarlar.

Birisi tanıdık bakıyor, birisi yine yabancıydı.

Karşısındaki haki yeşillere, kaşlarını çatarak bakmaya devam ettim. Yüzündeki maskesinden dolayı nasıl bir ifadeye büründüğünü göremiyordum. Askerin bakışları, bir an başımdaki morluğa sonrasında da boynumdaki kızarıklığa, kaydığında çatılan kaşlarına derin bir iç çekiş sesi eşlik etti. Ormanı andıran gözleri bir an titre gibi olmuştu. Gözleri, ormanı andırıyordu. Dikkatli bakınca o ormanda kaybolacak hissi veriyor düşüncesi esir aldı bedenimi. Bakışlarımı kaçırarak yüzüme yerleştirdiğim gülümseme ile tekrar odağım haline getirdim.

“Özür dilemenize gerek yok.” diyerek gaf yaptım. Karşımdaki askerin ifadesiz gözleri hükmünü korudu. Hala kaşları çatık, donuk bakışla çehreliydi. Bakışlarını benden çekerek asker olduğunu düşündüğüm kadına çevirdi. Buna gözlerini devirip “ kaba adam!” demekle yetindim. Muhtemelen de duymamıştı.

“Temiz komutanım!” dedi ciddi bir sesle kadın. Bakışları tekrar kehribarlarımı buldu.

Kalın sesi, netti. “Özür dilerim, canınızı yaktığım için.” Dediğinde kulağımı çarpıp geçen sözleri, içtendi. Kehribarlarım kızıl bir parıltıyla, çevrelendiğinde yuvarlak yüzüme yerleşen tebessümüm tatlı bir gül açtırmıştı yanaklarımda. Ellerim kâkülüme giderek, düzeltme gereği hissettim. Ardından boynumu bulan sol elim, değip geçti.

Gözlerim bir an arkasına kaydı. Bu manzarayı şaşkın gözlerle izleyen beş erkek bir kadın vardı ileride. Sessizliklerini koruyarak, komutanlarının özür dilemesini zevkten dört köşe bir olmuş bir vaziyette izlediler.

Biraz ince nazik bir ses ile “ önemli değil!” dediğimde bizi izleyen – asker olduğunu düşündüğüm- insanların bakışları bize kaydı. Cümlemi bitirdiğimde, askere sırtımı dönerek ilerledim.

Feyyaz Savcı’nın yanına geldiğimde, endişesini gömmüş kaşlarını çatmıştı. Kesinlikle radyonun ardındaki yabancının ben olduğunu biliyordu. “Güzel! Bende ekip arkadaşı arıyordum” dediğinde beklediğim gibi değildi. Fazla sakindi. Dudaklarını aralayacağı an yanımıza tanımadığım biri adımladı. Benden birkaç adım uzağa gittiklerinde ardıma döndüm. Gitmişlerdi. Neden bekleyeceklerdi ki?

Gözlerim yeniden Feyyaz Savcı’yı bulduğunda bana alaycı bir tebessüm sundu. Kesin bir şeyler yaptıracaktı. Bunlarda ön ayaklarıydı. Bana doğru adımlayarak, “Hadi, gidiyoruz!” dedi yalnızca. Soru sormama izin vermeden, yanımdan rüzgâr gibi geçtiğinde onu takip etmekten başka bir şey yapamadım.

 

 

 

·

Hikâyemin başladığı âna kadar neşeli, canlı biriydim. Ancak kana karışan Gül ile git gide siliniyordum. Bazen bu kanın, gülü boğacak ve hikâyesini bitirecek kadar çok aktığını düşünüyorum. Belki de hikâyenin başlamadan bitmesi gerektiği içindi...

Tenime değen ılık rüzgâra eşlik eden keskin acı soluklarım eşliğinde, bakışlarımı kana bulanmış güllerden çekerek, yerde boylu boyunca uzanan, yanık kokan adama çevirdim. Yanmış olan adamın kanı nasıl boyardı, gülleri? Basit bir adam, nasıl böyle bir ölüme layık görülürdü? Talihsizlik... Tek açıklaması buydu, hemen sol tarafımdaki Başsavcının. Değildi, hiçbir ölüm talihsizlik olamazdı. Kesik kesik soluklar vererek, -talihsizlik- olduğunu onayladım. Söz sahibi olabileceğim günler gelene kadar renkli kişiliğimi derinlerimde saklamaya devam etmek zorundaydım.

Başsavcı, gelen askeri time doğru ilerlediğinde bende etrafı incelemeye başladım. Yavaş yavaş beyaz ve kırmızı güller arasında adımlayarak, yerdeki kan izlerine göz gezdirmeyi sürdürdüm. Düşler sokağında gibiydim, güllerin arasında. Yalnızca gözlerim yerle buluştuğunda, kanlar kâbus sokağına çeviriveriyordu. Renk katması gerek değil miydi kanın; ne zararı vardı ki? Yaşanmış anılara, yanmış içlere, birçok zararı vardı. Sol ayağımı kaldırarak, kafamdaki düşünceleri boşaltmak için bir adım daha attım. Gözlerime değen, kırmızı güllerin dikenlerine takılan büzüşmüş bir kâğıt parçasıyla, mıhladım kendimi. Alsaydım, kanıt yok olurdu. Ama almasaydım da kimse görmemiş olacaktı. Savcıya ben bir şey gördüm deseydim, tepkisini az çok tahmin ediyordum. Sen, içinde bulunduğun her yerde saçma şeyler görüyorsun zaten, Yazgı. İnsanları meşgul etme, not alıp beni izle; Aklıma kazınmış, sekmeyen cümleleri.

İçli bir nefes alarak, kâğıda uzandı parmaklarım. Gülün batan dikenleri parmaklarım kanatsa da, çektim kâğıdı dikenler arasından. Kanayan parmaklarıma bakmayı sürdürdüğümde, yüzüm buruşmuştu. Gözümü derince kapayıp önüme gelen karanlığa acıyan parmaklarımı gömerek, açtım. Bu da benim totemimdi; Gözünü kapat, acıyı-fiziksel- göm. Elime aldığım büzüşmüş kâğıdı açtığımda hiçbir şey yazmıyordu. Boştu ve Savcı haklıydı; Not alıp, onu izlemeliydim.

Kaşlarım yine de ister istemez çatılmıştı. Hâlbuki o kadar sert büzülmüş bir kâğıttı ki bir şey yazmaması garibime gitmişti. Kâğıdı etrafa bakarak çantama attım. Stajyer bir savcıydım. Belki bu davada işime yarardı. Adımlarımı devam ettireceğim sırada yüksek ve gürültülü bir ses işittim. "Hanımefendi! Oraya gidemezsiniz!" dedi. Keskin tını, kurşun gibi işlemişti, beynime. Ani bir hızla arkamı dönerek, gözlerimi bana seslenen kişiye çevirdim. Askeri üniformasıyla elindeki silahı tek eliyle sıkı sıkı sarmıştı. Çatık kaşları altında, keskin kahveleri ifadesizce bakıyordu. Birkaç dakika tek kelime etmeden birbirimize bakmaya devam ettik.

Dayanamayarak, içli bir soluğu göğüs kafesime hak gördüm. Çatık olan kaşlarım ile kollarımı göğsümde bağlayarak "sebep?" dediğimde bıkkınlıkla soluyarak, başını sağa çevirerek sessizce mırıldandı. Kesin küfür etmişti. Ancak üniformasına saygı duyduğum için susmayı tercih edecektim.

Dişleri arasından, bir yılan gibi tıslayarak, "Görüyorsunuz ki çevrilmiş bir alan. Giremezsiniz!" dediğinde sesindeki öfkeyi gizlemeden gözüme sokarcasına bana iletiyordu.

Umursamazca omuz silkeledim. " gördüğünüz gibi bende basit bir şekilde çevrili alanı aştım." Diyerek kör olmadığımı anlatmaya çalıştım. Kör değildik, görüyorduk çevrili olduğunu. Burayı aşıyorsam benim de bir yetkim vardı.

Yüzünün üzerine düşen gölge, suratını daha da donuklaştırsa da geri adım atmayacaktım. "Bu durumu bildirmem gerekir. Sizi son kez ikaz ediyorum." Dediğinde bakışlarım kamuflajına nakışla işlenmiş soyadına kaydı.

"Burada elimi kolumu sallayarak gezeceğim. Sizde öylece izleyeceksiniz, Sayın Soyder." Dediğimde sinirli soluğuyla eş açılan ağzına fırsat vermeden " Tek kelime dahi ederseniz, sizi dava ederim." Neyden dava edeceksin Yazgı, diyen iç sesim ile gözlerimi belerttim. Bana meydan okurcasına bakmaya devam ederken ifadesini koruyarak gözleri boyumu aşarak, odak noktasını başka bir yere çevirdi.

Bir bıçak darbesi gibiydi, bedenimi geriye yönlendiren o ses. "Hangi sıfatla Çakma Savcı?" diye işittiğim keskin bir tınıyla bakışlarım sol tarafa doğru kaydı. Bana doğru adımlayan kumral, cüsseli ve kamuflajlı bir asker... Keskin çene hattını daha da öne çıkaran üzerindeki kamuflaj kadar derin bir güzelliğe sahip haki yeşil gözleri, tanıdık gelmişti. Hemen sol tarafımda adımları mıhlanmıştı. Göğsümde bağladığım kollarımı çözerek kâküllerimi düzeltme ihtiyacı hissetti bedenim. Boynuma değen ellerim ile bakışlarım tekrar bana bakan derin yeşillere değdi. Elleri boynunda asılı silaha sıkıca sarılmış, gözünü dahi kırpmadan bana bakıyordu.

Yalancı bir öksürükle " Siz kimsiniz, beyefendi?" dediğimde şaşırmamış gibiydi.

Üzerindeki kamuflajındaki yıldızlardan anladığım kadarıyla yüzbaşıydı. Bakışlarım istemsizce kamuflajına özenle, nakışla işlenmiş soy ismine kaydı; Kılıç, yazıyordu. Yutkundum, bana hatırlattığıyla. Bakışlarımı gergin ifadem ile tekrar çehresine çevirdim. Sesli bir şekilde iç çekmesi ile girdabımdan çıkarak " siz hangi sıfatla benimle bu şekilde konuşuyorsunuz?" diye kalbimi susturarak, zihnimdeki cümleleri dile getirdim. Sinirlenmiş olacak ki, keskin çene hattı daha da kavislenmiş, gergince solumuştu. Az önce bomboş bakan gözleri, şimdi saf öfke ile bakıyordu. Takip ettiğim gözleri bir an ellerime değmiş, görmemesi gereken bir şeyi görmüş gibi aniden bana dönmüştü. Ruh değişimleri askerlerde ders olarak işleniyor olabilirdi. Başka açıklaması yoktu. "Bana bak! Benim askerimi tehdit edip, hiçbir şey olmamış gibi üste çıkma!" dediğinde kalın sesi bedenime hükmetmiş gibiydi. Tuhaftı ki bedenim sesine, beyaz bayrak sallamak için harekete geçmek üzereydi.

Gerilen vücudum ile aniden aklıma gelenleri, bayrağı sallamamak için dile döktüm. "Türkiye Cumhuriyetine bağlı olan Milli Savunma Bakanlığı huzurunda, sadece vatanın bütünlüğü ve huzuru için asker olan birisi nasıl sizin askeriniz oluyor," diyerek bu kadar net konuşmama kaşlarım havalanmıştı. Karşımdaki Kılıç denen askerde, yaprak kımıldamaz iken bendeki netlik hoşuma kaçmıştı. İster sinsi bir gülümsemeyle kıvrılan dudağıma karşı kafasını sola eğerek, sert bir şekilde gözlerini kapatıp açtı.

Bedenime darbeler indiren, bıçak darbesini aratamayan kalın sesiyle, "Lafı kısa kesin, uzatmaya gerek yok" dedi. Vurdumduymazlığa rağmen öfkesi tüm çıplaklığı ile ortadaydı.

Zafer kazanmış bir eda yüzümde yer edindi. "Her neyse, sizi çok bile dinlediğim kim olduğunuz bilmeden!" dediğimde ciddi ifadesinden ödün vermemeye yemin etmişti ki yaprak dahi kımıldamadı. Yüzümü buruşturarak adımlayacağım sırada, “Yüzbaşı!" diyen seslenen Feyyaz Savcıya kayan bakışlarım ile ayaklarım, olduğum yere çivilenmişti. Beni adliye baskınınsa Pakize’sini incittiğim için bir ceza niyetine sürüklemişti. Hakkını da veriyordu. Sağa sola koşturarak, üzerime düşmeyen işler veriyordu. Sanırım sıradaki hedefi de karşımdaki, Yüzbaşı’ydı. Ancak bu adam onu diri diri yakardı. Yanlış ata oynadığını düşünüyordum. Bize doğru adımlamaya devam eden Feyyaz Savcıya yan bir bakış attığında içten içe bir şeyler geveledi. Ağır sözcükler olması muhtemeldi. Çene kası öyle belirgin olmuştu ki, ürkek bir adım sağa kaydım. Hemen önümüzde adımlarını durduran Feyyaz Savcı, aramızdaki sessizliği tek bir kelime ile yerle bir etmişti. Ansızın gelen fırtınadan farksız bir şekilde, “ Demir’di değil mi?” dediğinde yerdeki bakışlarım anbean sol yanımdaki ifadesiz askeri buldu; Demir… Soyadı Kılıç’tı.

O bomboş gözler ile bakmaya devam ederken, ben yalnızca yutkundum.

Kendine mühür vuran adamı kalbim tamamlamıştı.

Loading...
0%