@dnzkzgb
|
"Güzel değilsin Yazgı, boş yere her gelenden elbise isteyerek masrafa sokma aileyi…” “Bunu sende biliyorsun, bu kilolarla insanlara ağır bir yük olmaktan ileriye gitmeyeceksin!” “Güzel bir kız olmak istiyorum, anne? Bana yardım eder misin?” Ve yine sonu boş dört duvarda bitmişti. Avize ile aydınlatılmış, dört duvar küf kokuyordu. Odada kayda değer sadece tavandaki avizeye asılı ipti. Kapıda kilit vardı. Ancak anahtarı yoktu. Ateşin gölgesinde yalın ayak kuru betonda öylece bekliyordu. Ne ağlıyor, ne sızlanıyordu. Biliyordu ki bunları yapsa bile hiçbir şey olmayacaktı. İncinmiş, sararmış ruhuyla gözünü tavana dikti. Aklına daha önce abisinin rüya dediği o anlar geldiğinde gerçek olduğunu anladı. Kurt’un bahsettiği gibi sadece beyaz bir yalan söylemişti abisi… İstemsizce buğuya büründü kehribarları. Kanayan avuç içlerini yüzüne değdiremeden elinin tersiyle ovdu, buğuları. Annesinin kendine açtığı ihtilal karşısında sadece nefes almaya çalışıyordu. Başını eğerek, üzerindeki üzerinde çiçekler açmış beyaz elbiseye baktı. Annesi kuru betona oturmasını izin vermediği için güzelliği halen tertemizdi. Ancak dediği gibi güzel olan elbiseydi, kendisi değil. Saatlerce yalın ayak bekledi, tavandan ayrılmayan bakışlarıyla. Ardından annesinin kilidi anahtar ile açmasıyla kapı sonuna kadar açıldı. Karşısında annesinin ifadesiz çehresi, adımlamasına engel oldu. Elinde tuttuğu anahtarı yanı başına fırlattığında elleri bedeninden bağımsız bir şekilde başını avuçladığında yere çökecekken annesinin bağırmasıyla gözlerinden bir damla kuru betonu ıslattı. “Sakın! Elbiseni kirletmeyi aklından geçirme!” Elleri usulca yanı başına indiğinde, avuç içleri şakaklarını kana bulamıştı. Kaşlarını çatan annesi bir adım atarak, kapının ağzında durdu. küf kokan odaya adım atmadı. Bıkkın bir nefes verdiğinde; “ Elbiseni çıkar, açtığım suya gir!” dedi keskin bir tonda hüküm verdi bedenine. Uyuşmuş ayakları, bir adım dahi atamadı. Yutkundu. Yine azar işitecekti, annesini ikilettiği için. Elleri bacaklarına gittiği anda, “ elbiseni kirletme, pisliğinle!” ıslak kirpiklerini kırpıştırarak, onayladı annesini. Güçlükle adımlamaya çalıştı. Annesinin yanı başına geldiğinde bir adım geriye giden annesine bakmak için başını kaldırdı. Gözlerinde, sevgi yoktu. Çünkü ne Kurt’un ne de abisinin ona baktığı gibi bakmıyordu. Dudakları düz çizgi halini aldığı anda, “ iğrenç kokuyorsun, çabuk gir suya!” dedi otoriter bir sesle. “ her zamanki gibi su ne kadar sıcak olursa olsun, ben çık diyene kadar çıkmayacaksın! Anladın mı beni kız çocuğu?” diyerek cevap bekledi, buğulu gözlerden. Sadece kafasını salladı ve banyoya adımladı. Avuç içleri her bir darbesinde derin bir sızı bırakmasına rağmen kazırcasına kan lekelerini çizdi. Lavaboda acıyla güç bela temizlediği avuç içlerini izledi. Kafasını sallayarak, elini köşedeki havluya sildi. Ardından elbisesini çıkarak, annesinin açtığı suya baktı. Suyun sıcak olduğu çıkan buharlardan belliydi. Ancak kaçışı yoktu. Saatlerce beklese de o suya ya kendi isteğiyle ya da annesinin hükmüyle girip vücudunun her zerresini yakacaktı. Önce ayaklarını soktu küvete. Ardından bedenini. Gerçek manada canı yanıyordu. Kehribar gözleri, acı çeken kız çocuğunu seriyordu gözler önüne. Bedeni küvetin içinde gittikçe küçülüyor gibi hissetti. Eriyordu, belki de. Gözlerinden damlayan yaşlar ile suyun beyaz nazlı köpüklere kıvrılarak kayıp gidişine odaklandı. Yanan canını düşünmemesi için. Ancak dayanamıyordu, kaynayan suya. Yüzü daha ilk dakikalarından yanmış, kan kırmızı renge boyanmıştı. Bu durumda bile aklından geçen tek bir cümleydi: Yanmasının nedeni, çirkin olduğu içindi. İçeride oluşan yoğun buhardan dolayı nefes almakta da zorlanmaya başlamıştı minik bedeni. Buruşmuş, yanmaktan altın gibi turunculaşmış ellerini suyun altından çıkararak kalbinin üzerine koydu. Birkaç defa kendini telkin edercesine parmakları kalbini tırmaladı. Ancak işe yaramadı. Daha da seyrekleşti nefesleri. Kesik nefesleri, buğulu gözleri, etrafındaki eşyaların ikiye katlanması… Durmuyordu. Annesi yine kıymıştı kalbine… O otoriter sesi işitti, yanmış kulakları. “ Çık! Yeterli, arınmışsındır!” O sesin ardından banyo kapısı açıldı. Kapı aralığından küvetteki kız çocuğuna baktı. Kızaran gözleri ve suyun üstünde kalan omuzları görüş açısındaydı. “Kalk ayağa! Çirkinliğine bir de yeniklik eklersen gözlerine dahi bakmam!” diye konuştu. Küvetin kenarlarını tutan elleri buruşmuştu. Hala yandığını düşünüyordu ancak annesinin dediğini yapacağına emindi. Bu yüzden ayağa kalkmalıydı. Ayağa kalkarak, küvetin dışına sol ayağını attı. Diğer ayağına da atarak çıktığında, nefes seslerinde boğukluğa yüz buruşturdu annesi. “ Giy bunları!” dediğinde elindeki mavi bluzu, beyaz eteği banyo sepetinin üzerine koyarak, çıktı. Sepete güç bela adımladı; vücudu gibi sıcak olan gözyaşlarıyla. Gözyaşları bile yakıyordu bedenini. Sepetin yanı başında durduğunda, üzerindeki mavi bluzu titreyen, yara alan avuç içlerine alarak giydi. Ardından derin, iç yakan bir yutkunuş… Düzene binmeyen nefeslerine boyun eğerek, eteğini de giydiğinde sepete tutunarak diz üstü yere oturdu. Başını sepete yaslayıp, bekledi. Her şey düzene binsin, diyeydi çaresiz bekleyişi… *********** Saçının ıslaklığına aldırış etmeden, onu beklediğini öğrendiği Kurt’a koştu. Onu görünce tüm acısını unutacak belki de yine silecekti. Kafasına taktığı beyaz şapkasındaki simli kelebek, omzuna taktığı beyaz örgü çantasıyla Kurt’un süslü çiçeği olmuştu yeniden. Elinde bir poşet ile bekleyen Kurt, gözlerinin hedefi haline geldi. Bakışları elindeki poşette tatlı tatlı tebessüm ediyordu. Acı dolu adımları, tatlı bir gülüşe karşı kaybetti. Yüzündeki kızarıklığa rağmen tebessümü bir an olsun düşürmedi suratından. İlerledi. Bakışlarını poşetten çekerek, işittiği adım seslerine yöneltti. Tebessümü tatlı, huzurlu bir gülüşe dönüştü. Yanı başında adımları durdu, minik bedenin. Sorduğu ilk soru merakını ortaya sermişti bile. “ Elindeki poşette ne var?” Kurt’un gülen yüzü yanı başına gelen Gül ile soluverdi. “Sen önce bir arkanı dön bakalım?” dedi keskin bir tınıyla. Kaşları havalanan minik kız etrafında bir tur dönerek, sağ elini havaya kaldırdı: “ Nasıl olmuşum?” “Süslü… Ama hala gül gibisin…” diyerek biraz eğildi minik kıza doğru. “ Sen gerçekten gül gibi kıpkırmızısın!” üstelik saçın...” diyerek duraksadı. “ Islaksa neden geldin?” dediğinde ıslak saç tutamlarına değdi parmakları. Kaşlarını çatarak, “Sen çağırdın…” diye kırmızı olmasını es geçti. Gözlerini kapatıp, açarak “Ben seni çağırmadım, bekledim. Saçların kuruyana kadar da beklerdim.” Dedi kızar gibi. Seni bekleyeceğimi aklına kazımalısın, demekti niyeti. Ancak gözlerini bir telaş sarmıştı. Hala bedenin kızarıklığını sorguluyor olacak ki baştan aşağı süzmeye devam ediyordu, Gül’ü. Sert bir solukla, “Sen bekleme diye geldim işte! Ne huysuzluk yapıyorsun kine?” dedi yakınırcasına. İfadesinden anlaşıldığı kadarıyla sorgulanmak hoşuna gitmiyordu. Açık vermek istemiyordu belki de. Acılarını biriyle paylaştığında, paylaştığın kişiye sadece yük olur, demişti babası. Yük olmak istemiyordu, Kurt’a. Elinden tuttuğu Gül’e söylenerek ilerledi. “ Mutlu, sağlıklı ol ki ben seni senelerce bekleyeyim Gül…” diye yakınarak, gölgeden uzak güneşli alana ilerlemeye devam ettiler. “ böyle giderse zatürre olursun. O zaman biz de birbirimizden uzak kalırız, biliyor musun?” beyaz yalandı, bu cümle. Gül, Kurt’un birbirine geçen parmaklarını gördü. Kısık bir kahkaha koptu, soyulan dudaklarından. Kendinden emin bir şekilde, “Sen beni görmeden duramazsın ki!” dedi ansızın. Kurt’un bakışları omzunun üzerinde Gül’e kaydığında, hafif bir sırıtış belirdi suratında. Haklıydı, bağımlı gibiydi artık. Bir başkasının yanında içindeki sevgiyi çıkaramıyordu. O da net bir tavırla, “Sende duramazsın, beni görmeden!” dediğinde herhangi bir onay ya da ret işitmedi kulakları. Adımları savsakladığında, tekrar bir gülüş işitti. “ Gül?” “Duramam…” dediğinde netti. “ Sen kalbim için özelsin. Tıpkı abim gibi…” diyerek gülümsemeye devam etti. “ Sizi görmediğim günler canım acıyor…” gerçekten öyleydi. Annesinin nefretinde yer edindiği girdaptan farkında olmadan çekip çıkarıyorlardı onu. Kurt kapılarını çalıp annesine onu beklediğini söylemeseydi eğer; tek ayak cezası, iki saat aralıksız özür dilerim diyerek annesinin peşinde gezmesi gerekti. Onu gördüğü anda birkaç saat öncesine reset atmıştı zihni. Kurt bilmiş bir tavırla, “Biliyorum ki zaten.” Dedi. Güneş tam tepelerine gelecek şekilde banka oturdular. Bankın masasına elindeki poşeti koyarak, gömleğini haki yeşil gömleğini çıkartarak, içindeki ince beyaz tişört ile kaldı. Gömleğini Gül’ boynundan geçirerek, omzuna attığında vücudundaki yanık izlerini fark etti. Gözleri titredi. Boynu nasıl yakmayı becerebilirdi ki? Kazayla da olsa mümkün gibi değildi. “ bir yerin acıyor mu, Gül?” diyerek kelimeler döküldü dudaklarından. Gözlerini yanı başında, kendine bakan gözlere çevirdiğinde, “ Hayır, niye kine?” Kafasını kaşıyarak, “Hiç canım acıyor dedin ya… Bir de neden bu kadar kızarıksın ki sen?” dediğinde sorgulamadan edemiyordu. Dalgın bakışlarını önündeki masaya çevirerek, “Suyun altında çok kaldığım için.” “Doğru sen suyu seviyorsun.” Dediğinde hayır demek istedi. Suyu değil, yağmuru seviyordu. Yağmur damlaları suyun aksine can yakmıyordu. Yağmur ona nimet su ise azaptı. Bu yüzdendi, içten sönmesi… Ne onayladı ne de reddetti. Yalnızca sustu, Gül. Ortamdaki sohbeti değiştirecek bir cümle kurdu. “Poşette ne var, hala demedin!” dediğinde sesi de gözleri de hala durağandı. Ancak zor bir yutkunma sonrası yüzüne tekrar bir tebessüm yerleştirmesi uzun sürmedi. Bakışları bile gülüyordu duyduğu cümle sonrası. “Senin için…” dedi neşesinden ödün vermeden. “ Öğrendim ve aldım. Hem de kendi alın terim ile…” dediğinde Gül’ün kaşları havalandı. “Alın teri ile nasıl bir şey aldın?” diye merakı tam anlamıyla şimdi sarmıştı sesini. Bir elini başını götürerek, yaşlı teyzeler gibi hayıflar bir ifadeyle baktı, Gül’e. “ Saçma saçma konuşma, Gül!” dediğinde bakışları poşete döndü. “ lafın gelişi hepsi, bu…” kaşlarını çatarak, “ Orgeneral Muharrem amca ile bahçedeki gülleri budadık. Sonra da yevmiyemi aldım.” “Sen bensiz Huysuz Amca’ya mı gittin?” diye homurdandı. “Bu uzun cümleden anladığın bu mu gerçekten?” dedi onaylamaz bir sesle cık’ lıyordu. “ Ben senin için vücuduma dikenleri batırıyorum sen ne diyorsun?” Omuz silkti Gül. Başını iki yana sallayarak, “ bu bensiz gittiğin gerçeğini değiştirmez. Benimle gitseydin ben seni saklardım, dikenlerden.” Diye söylendi. “Ben gitmedim, okuldan dönerken bahçede gördüm. Küsme bana. Özür dilerim…” Alaylı bir sırıtış belirdi, cümleler sonrası. Dudağını büzerek, “Affedileceksin ancak poşetin içindekileri görmem gerek…” dediği an Kurt’un tek kaşı havalandı. Gözlerini kısarak, kendiyle alay eden Gül’e belli bir süre bakarak, poşeti açtı. İçinden bir sepet taze çilek çıkmıştı. Bu Gül’ün yüzündeki alaylı tebessümü, ansızın derin bir neşeye çevirdi. Çilekler, zaafıydı. “ Sen nereden öğrendin?” Bakışlarını çileklerden kopararak, Gül’e çevirdi. “Bu ne ki…” dediğinde bu sefer alayla sırıtan Kurt oldu. Çilek çaldığını bile öğrendim, Gül!” Burnunu kırıştırdı, duyduğunu beğenmezcesine. Gözlerini kısarak, “Nasıl öğrendin?” diye sordu, bir eli çileklere uzanırken bakışları Kurt’a kaydı. Kafasını onaylarcasına salladı. Çilekleri annesi ile tertemiz yıkamışlar, sirkeli su da bekletmişlerdi. İçi rahattı. Gül’ün kalbine ince bir nakış gibi işlediği abisinden… Oğuz Alkan’dan öğrenmişti. Koşarak peşinden gitmiş en sevdiği ne, diye sormuştu. Bebek, elbise, çanta, toka... Aklından geçen hiçbiri olmamıştı. Aldığı cevap; sade bir çilekti. Tek bir çilek bile yeterli demişti. “ Asker yarısıyım ben. Öğrenirim!” dedi net bir tavırla. Öğrendiği kaynağı gizli tuttu. “Nasıl asker yarısısın?” “Parmağıma kına vurduk ya,” diyerek çileği iştahla ağzına götüren Gül’e bakmaya devam ederken, “ askere çağırmalarını bekliyorum, artık…” dedi. Kısık bir gülme sesiyle, çilekleri yemeye devam ederek, “Boyun uzun olabilir ama daha çok beklersin. Küçüksün ki…” “Beklerim ben, yıllarca.” Dediğinde sesindeki keskinlikten taviz vermeden, “ Bastığımız bu topraklar uğruna beklerim.” Dedi. Duraksadı. Çilek sepetine kafasını gömmüş, nefes almaya fırsat tanımadan yemeye devam eden Gül’e, “ bir de senin için Gül yıllarımı veririm o zaman…” diye noktaladı, kendinden emin ifadesiyle. Aldığı iltifat dolu cümle karşısından Gül, umursamazca çilekleri yemeye devam etti. Kurt, tebessümünü büyüttüğünde, gözüne ilişen beyaz örgü çantasına bağlanmış anahtarın satranç taşlarından oluşan zincirine baktı… Kaşları merakla havalanarak, “ Bu anahtar evinizin mi?” Kafasını sepetten kaldırarak, çantasına baktı. Babasının kendine aldığı ilk hediyesiydi ya da öyle sanıyordu. “ Babamın hediyesi. Tek kilide ait olan kapıları açacakmış, zamanı geldiğinde…” dedi tebessüm ederek. “Anahtarlıkta güzel mi, babam bana aldı.” Dediğinde babasının ona özenle getirip verdiği tek hediyeydi. “Bana şah mı mat mı dedi, bende şah oldum. Hem mat yapamazlar bana. Daha küçücüğüm.” Dediğinde Kurt’un kafası ağır ağır sallandı. Gül konudan konuya geçmeye devam ediyordu. “Sen de yer misin? Az kaldı ama…” dediğinde yemesen daha iyi olur gibi bakıyordu. Kafasını iki yana sallayarak, “Teşekkürler, senin için.” Dedi. “ biliyor musun babamda bana kilit hediye almıştı.” Ve tek bir anahtar bunu açar diye eklemişti, Atilla Bey. Kurt, bu anahtarın kendi kilidini açacağını biliyordu; “Zamanı geldiğinde anahtar avuçlarında olacak, Kurt Sungur…” Kısa bir an gözleri yükselen seslere kaydı. İkisi de birbirine baktığında, bir hayır dese de diğeri geç bile kaldık diyordu. Ve hüküm veren, kız çocuğu olmuştu. Kurt ve Gül, dikenli çalılıkların ardından tartışan çifte kulak vermişlerdi. Bir an vazgeçmek istediler. Ancak gitmek isteseler de hararetli bir tartışma içerisinde olan çifti aşmaları gerekti. Şu an en iyi seçenekleri oldukları yerde beklemekti. Kurt toprağa koyduğu sol dizi, bir eli Gül’ün ağzında bir an önce tartışmanın bitmesi için dua ederken diğer yandan Gül, gözlerini ışıldatan bir merakla oraya adımlamak istiyordu. Ancak ona engel olan bedene de sıkı sıkı sarılıyordu. Kurt’a kaydı bir anlık bakışları. Kendisine baktığını gördüğünde gözlerinde beliren ışıltılar güldüğüne işaretti. Daha da sıkı tutundular birbirlerine. Bakışları tekrar çalılıkların arkasındaki bitik bedenlere yöneldiğinde, “Şimdi tam da şimdi beni bırakıp gitmeni istiyorum…” dedi kadın hiddetlenerek. O kadar öfkeliydi ki karşısındaki adama gözlerinden ok misali ateş saçıyordu. Ancak bu ateşe rağmen kıyamıyor gibiydi. Adım atamıyor, adama vurmak için kaldırdığı eli yerine ulaşmıyordu. Havada asılı kalan eli usulca yanı başına indi. Kadın, sessiz sitemlerinden boğuluyordu… Adamın nefesi düzensizdi. Etrafı tavaf eden gözleri kadında son bulduğunda; o heybetinin altında ezilmiş bir ifade belirdi gözlerinde. “Gitmeseydim… Eğer gitmeseydim Gülşen, bir ümit var mıydı?” dedi adam çaresizlik dolu o girdaba girmemek için direnirken. Umutsuzdu ancak kırıntılara tutunmak… Son kez de olsa bir dal aramak, hakkı mıydı? Kadının nezdinde, son kez değil kalbinden böyle bir kelimeyi geçirmek bile hakkı değildi adamın… Biliyordu ama deniyordu işte. Pişmanlık duyamamak, elimden bir şey gelmedi dememek için. O sırada Gül, Kurt’un ağzındaki elini çekmeye çalışsa da başaralı olamadı. Aralarındaki anlamsız savaşı görmelerine rağmen karışmamalarını daha doğru bulmuştu, Kurt. Gül, tutunduğu bedene yenik düşerek, öylece çalılıklar arasından izlemeye devam etti. Kadın gözlerindeki ateşi saklamadan daha da harladı. Dili keskin bir bıçak misali açıldı. “ ben dedim ki o ruhsuz, kalpsiz, kaba herifin…” dediğinde tıkanmışçasına sertçe yutkundu. Sözcükleri kendi dilini kesmiş gibi tamamlayamadı cümlesini. İstemsizce elleri göğsüne kaydığında iki kez yavaş yavaş vurdu, tam kalbinin üzerine. Adamın kalbine dokunmayı yüreğinden geçirirken dokunabildiği sadece kendi kalbiydi. İçinden ne kadar debelense de, adama ulaşmak istemiyordu. “ Demir, ben senin içinde küçük bir çocuğun var olduğuna bana baktığın her an inanmıştım.” Dedi gözlerinin içine baka baka. Her bir kelimesinin üzerine basa basa… “unuttum kokunu, o küçük çocuğun kokusunu yavaş yavaş da olsa unuttum.” Dedi soğukkanlılıkla başladığı cümlede; tüm soğukkanlılığını kaybetmesine adamın soğuk nefesini hissetmesi yetmişti. Çalılıkların arkasında saklı bedeneler, eş zamanlı yutkunmuştu. Kurt; son haykırışın, hiç ümit olmadığı cümlesine bir cevap olduğunu anlayacak kadar büyümüştü artık. Ancak anın büyüsünü bozan Kurt’un yanı başındaki Gül, kıpırdanarak boğuk bir sesle bir şeyler demeye çalışıyordu; söyleyelim birbirlerine sıkıca sarılsınlar. Kıyafetlerini yıkamazlarsa eğer kokuları kalır kine, hep… Kurt dudaklarını aralamasa da bakışlarıyla, saçma saçma konuşma gül diyerek cevaplamıştı. Kadının karşısındaki adamda görünen enkaz oldukça netti. Adam dudaklarını araladı. Ancak dökülecek bir kelime dahi bulamadı. Kapattı dudaklarını. Sert yutkunuşlara, çatılan kaşları eşlik ettiğinde gözlerini kısa bir an kapattı. Adam kadını kaybedeceğini hissediyordu. Belki de çoktan kaybetmişti… “Biliyorum Gülşen, kalbin aklın ile aynı şeyleri söylemiyor…” dedi kadına iki adım atarak. “ yaşadığım tüm yaşlarımda aklımda kalan sadece senin gözlerindi. Benimle birlikte Suriye, Irak, Yemen daha sayayım mı?” diyerek karışışındaki kadından bir an olsun çekmedi bakışlarını. “ her karış toprakta gözlerin benimleydi. Sıra da vatan topraklarım var. İzin ver Gül, ben nasıl bu ülkenin sığınağıysam, sen de benim bu topraklardaki tek sığınağım ol…” dedi. Adeta yalvarıyordu, karşısındaki kadına. Bütün bütün gözlerindeki çaresizliği karşısındaki kadına gösteriyordu. Burada yaşanan ayrılık, Gül kadar Kurt’un da dikkatini çekmişti. Çıt çıkarmadan ikisi de kadının tepkisini merakla bekliyordu. Kadının bakışları, adamın yüzündeki ufak tefek çiziklerde oyalandı. Ardından adamın gözlerine kenetlenerek döktü cümlelerini. “ Her bir noktası…” dediğinde titrek sesine rağmen bir adım da kadın yaklaştı adama. İçinde adama karşı beslediği kini ezip geçemiyordu. Yaklaşıyor adamın elleriyle aralarına kanlarından çizilmiş o kalın çizgiyi aşamıyordu. Genzini yakan acının hissi ile, “ bedeninin her bir noktasını bu saatten sonra yalnızca toprak kabul eder… ” dedi gözyaşları kalbine doluyordu. Akıtmadığı gözyaşları, kalbindeki kuyudan taşarcasına, nefesini kesiyordu. En sakin ses tonuyla,“ toprağına sahip çık. Senin gibi birinden, yalnızca toprak nefret etmeyecektir Kılıç Üsteğmen!” dedi. Kadının her bir harfteki zehri ayrı ayrı saplanmıştı, adamın vücudunun her zerresine. Seni yalnızca toprak kabul edecek… Seni yalnızca toprak kabul edecek… Seni yalnızca toprak kabul edecek… Zihninde, kalbinde eş zamanlı yankılanan sözcüklerdi. Belki de kabul gördüğü toprakla buluşana kadar kalbinde yankı bulacak tek sözcüklerdi. Adamın işittiği sözcüklere yutkundu, boğazındaki yumru ile. Geçmişti; kadın için adam geçmişti. Deli gibi bağırmak, haykırmak istese de sadece susabilmişti. Anlıyordu, bir kez daha sessizliğin en büyük acı olduğunu. Acıya sarılan sesiyle, kısıkça fısıldadı: “Gülşen-im, ben…” Dedi gördüğü rüyayı yeniden zihninde ateşe vererek. “ Benim… Senin kalbine; son haykırışlarım, son serzenişlerim, son direnişlerim…” dediğinde ciğerlerine gitmek bilmiyordu nefesi. Sırtını dönen kadına rağmen ağzını zehre çeviren o sözcükleri dökmeye devam etti. “ Geç kaldım, bize…” dedi hızla çarpan kalbine giden avuç içiyle. “ Geç kaldım, sana.” Çaresizce çırpındı, kelimelerinde. “Ne olur, son kez de olsa sana sarılmama izin ver.” Dediğinde sesi dahi titriyordu artık. “ Hem söz de veririm sana. Söz… Söz, bir dahakine yalnızca bu toprakta göreceksin beni. ” kadın bir an olsun sırtını dönmemekte tereddüt dahi etmedi. Ruhunun üzerine atılan bir toprak vardı, artık. O kadar canı yanıyordu ki… Cehennemin yedi kat altında, en dipte yakıyorlardı kalbini. Her şeyin bittiği andı, kadının sessizliği. Gözlerini kapadı adam. Kadın ise ardına bile dönmeden terk etti adamı, bir gül bahçesinde. Demir Karan Kılıç, terk edildiği akşam sevdiği kadının dileği ile toprakla buluştu. Ağlayarak aydınlığı karanlığa bürüyen yalnızca adam değildi. Birisi daha vardı; karanlığı alacakaranlığa çeviren birisi… Ve Gül’ün kehribarlarından bir damla yaş Kurt’un eliyle buluştu. Kurt şaşkın bakışlarını hemen yanı başındaki sıkıca tuttuğu bedene çevirdiğinde, Gül’ün gözlerindeki merakın saf bir hüzne döndüğünü gördü. Gözlerinden boncuk misali yaşlar damlıyordu, minik bedenin. Kurt’un titrek elleri çözülüverdi. Gül’ün yüzünü avuçlarının arasına aldı. Usulca, gözyaşlarını okşayarak sildi. Neden ağladığını biliyordu. Adamın çirkin olduğu için sevilmediğini düşünüyordu, Gül. Gül, adam ve kadının gitmesi üzerine çalılıklar arasında ayağa kalkarak derin bir soluk aldı. Kurt’u hiçe sayarak, Demir denen adamın peşinden adımlamaktı niyeti. Ancak hesaba katmadığı Kurt ile adımları tökezledi. Hemen önünde kendinden oldukça büyük olan bedene kafasını kaldırarak baktı. Ne var dercesine kafasını salladığında, Kurt’un önünde diz çökmesi anı anına oldu. Ellerini tuttu. “ adama çirkin demedi, Gül.” Dedi sakin bir ses tonuyla. “Seni bir tek toprak sever dedi.” Dediğinde sesi Kurt’u bozguna uğratmıştı. Bu denli yüksek beklemiyordu, sesinin tınısını. “ben biliyorum!” dediğinde kaşları gevşemiş, sesi çatallaşmıştı. “Seni kimse sevmez demek, biliyorum ben.” Dedi canını yaka yaka… İnsanları kimse sevmese bile her duyguyu tattıkları toprak, ayırt etmeden bağrına basan tek anaydı. “O kadını Huysuz Muharrem’e şikâyet edelim.” Diye yakındı bu sefer de. “Her şeyi ona anlatamayız, Gül!” Kelimeler çatallaşan sesinden dolayı ağzından tuhaf bir aksan ile dökülüyordu. “Her şey değil, o adam.” Diye konuşurken eteğine yapışan otları temizlemeye çalıştı. “Huysuz amcanın oğlu. Evdeki çerçevelerinde gördüm.” Kaşlarını hayret edercesine kaldırarak, “Sadece çerçevede mi gördün?” Dediğinde Gül’ün eteğine yapışan inatçı çalıları temizliyordu. Pes edercesine ellerini havaya kaldıran Gül, “Tamam, belki birazcık abim ile de tanışıkları olabilir.” Kafasını iki yana sallayarak, “ hem takılman gereken yer orası değil. O kadının sözleri.” Üzerine yapışan otları bitirdiğinde, ayağa kalkarak Gül’ün elini tutmuştu. Bahçe kapısına adımladıkları esnada Kurt kısa bir an arkalarında kalan bahçeye omzunun üzerinden baktı. Hisse kapılmıştı, yersizce. Tekrar önüne dönerek, Gül’ü cevapladı. “Büyüklerin işine karışmamalıyız ki yaktıkları ateş bize sıçramasın.” Ne trajik bir durumdu ki bahçedeki iki bedenin söndüremedikleri o ateş, minik bedenlere sıçramıştı bile. Ancak bu ateşin; ne zamanı, ne yeri, ne de yaşlarıydı. Ateşi harlamak için uzun bir süre külde bedenlerin kavrulması gerekti. Gül, bıkkın ve sabırsızca soluduğunda, “ hep bir ateş var zaten. Onu yapma tekrar yanarsın, şunu yapma yakarsın, oraya gitme ateşin başkalarına sıçramasın...” dediğinde elini Kurt’un elinden çözerek, kollarını göğsünde bağladı. Kurt’un zihninde çalan tehlike çanları… Bu yaşlarda bunları bilmesi, kafasında dönen düşünceleri tekrar kalp gözünün önüne seriveriyordu. Şu saniyelerde en önemlisi Gül’ü kim yakmıştı? Gül, hızlı adımlarla ilerlemeye devam ederken bir yandan da hayıflanırcasına konuşmaya devam ediyordu.“ zaten her günün sonunda zihnimizde ateş yanmıyor mu?” dedi. Haklıydı. Gün bitimlerinde, yatağa geçilen vakitlerde- kendinle baş başa kaldığında- söylediklerin ya da söyleyemediklerin bir mum yakıyordu. Giderek eriyen mumun damlaları, zihni ateşe vermeye yetiyordu. Kurt, Gül’ün zekâsına kalbinde alkış tutsa da dile getirerek onun acıyan yaralarına tuz basarak yakmak istemedi. Bir müddet sustu. Tıpkı on dakika önce adamın susarak, kalbini toparlamaya çalıştığı gibi. Tam da içinde bulunduğu dakikalarda hayatı boyunca ikinci kez savunmasız hissediyordu. İlki babasının kalbine açtığı bıçak yarasının asker olmasına engel olmasıydı… İkincisi ise Gül’ün bu neşeli halinin altında bir her gün yakılan bir ceset olduğuna adım adım inanması… Ciğerini parçalayan bu düşünce Gül’e koşmasına sebebiyet verdi. Tekrar yanı başında belirdi, elini sıkıca tuttu. “Eğer olurda ateşten korkarsan…” dediğinde bakışları Gül’e kaydı. Öylece adımlarını izliyordu, Gül. “Günün aymasını bekle, koşar gelirim sana.” Kurt kendini hiçe saymaktan çekinmiyordu, Gül için. Kıyamıyordu, yarasını saran Gül’e. Başını sola doğru çevirerek, biraz yukarıya kaldırdı. Ardından güneşe meydan okurcasına Kurt’un kendini izleyen gözlerine takılı kalarak, “ ama senin de canın acır.” dedi mırıldanırcasına. Sonsuz bir güven vardı, kalplerinde. Hafif bir tebessüm ile Gül’ün düşüncelerini silmek istedi. Keşke böyle bir gücü olsaydı… Olsaydı ki Gül’ü dikenlerinden bile sakınsaydı. Yutkundu, “Belki de sen bütün sihri bozarak, acılarıma yaprak sarıyorsundur.” Diye konuştuğu esnada Gül içli bir soluk alarak, boşta kalan elini alnını götürdü. Elini alnından çekerek, “Tıpkı abim gibi gereksiz uzun cümleler kurmaya başladın.” Dediğinde sırıttı. “sanırım sizin jetonunuz köşeli.” Dedi. Kendine, kurmuş gibiydi bu cümleyi. “ altı üstü seni gördüğüm andan beri yara falan olmadı bende, diyeceksin” dediğinde bakışları tekrar Kurt’u bulduğunda, tek kaşı havalanmıştı bile. Başını hafif sola eğerek, güneşi şakağına aldı. Ardından aralanan dudakları “ Seni var ya cimcime.” Dediğinde sesini sahte bir kızgınlık gölgeledi. “ lafı kıvırma. Ben ne diyorum, sen ne anlıyorsun.” Diye yalandan bir sitem etti, yola dönen bakışları eşliğinde. Gül, içten bir şekilde gülerek baktı elini sıkı sıkı tuttuğu bedene. Kurt ise yıllar sonra içindeki ateşi söndürmeye yetecek bu gülümsemeden, mahrum kalmıştı. Gülüşü, tebessüme döndüğünde siteme karşılık verdi; “Aklım karışmış, yaralı Kurt…” Kurt ise Gül’e kayan bakışları ile yalancı bir tehdit savurdu; “Aklın bir tek bende karışacaksa tekrarı olabilir, Bayan Çokbilmiş…” Burnunu kırıştırdı Gül. Kurt ise onun bu haline tebessüm etmekten çekinmiyordu. Birbirlerinin yanlarında kuşkusuzca hareket ediyorlardı. Acı yoktu, gözleri birbiri ile buluştuğunda. Sadece bu bile ikisi için yeterliydi. Kaderin onlar için ördüğü düğümlerde sıkıydı. Ama düğümdü ya işte… Bazen çözmesi zor, bazen de imkânsızdı. Her şeyin son bulduğu gece… Ve ölüm gelecek tüm acı sessizlikler sözlere dökülecek. * Aynı kitap, farklı satırlardı. O başrol iken, Demir kısa bir süre konuktu. Ta ki kaderi olan anahtarına, başka hayatlar dokunana kadar. Belki de başrolü paylaşma zamanı gelmişti. Anahtarın açacağı kapıların sınırı yoktu ve uğurda babası tarafından feda edilen tek kişinin kendisi olmadığı ortadaydı. Onları birbirine emanet eden insanlar, aslında birbirilerine muhtaç olacaklarını biliyorlardı. Şimdi ise elindeki siyah sayfada yazılı on beş sayısına, bir kılıf bulmuştu. Anahtar sevmediği bir kapıyı açmak istemezdi. Ve Gül, on beş sayısından nefret ediyordu. Bu kapı hiç açılmayacak düşüncesiyle seçilmişti. Babası tarafından… Başına buyruk kızını tanımayan babası, en büyük yanlışı kızını seçerek yapmıştı. Yıkımı başlatacak tek kişi kendi kızı olacaktı belki de… Bir elinde siyah sayfa, bir elinde yeni açtığı paketteki dördüncü dal olan sigara ile aklına kazınan tek kişiyi, ayrıntısına kadar kazımaya çaba gösteriyordu. Başına buyrukluğu, vurdumduymazlığı, zekâsı, inatçı tavırları, kin güden kehribarları… Belki de çoktan şüpheli listesine adının yazıldığını düşündü. Onu tanıdığına inanıyordu; Demir adı, ilk sıradaydı. Yakacak ve izleyecekti. Yalnızca, çocuk ruhunu saklayan Gül içindi. Sigarasını sert soluklar veren dudakları arasına götürerek, içine çekti. Elindeki zarfı masanın üstüne bırakarak, yanı başındaki telefona kaydı parmakları. Eline aldığı telefonu, zihnindeki senede bir kez yenilenen telefon numarasını tuşladı. Tereddüt dolu bakışları telefonla buluştuğunda, elindeki telefonu oldukça sıkı tutuyordu artık. Kaybetmek; çocukluğunu yine kirli elleriyle kaybetmek istemiyordu. Ve o tuşa bastı, Kurt’un duygularını bastıramayarak. Birkaç saniye sonrasında soluk soluğa açılan telefondan yükselen ses ile kaşları çatıldı. “ Sen! Bence gerçekten telefon sapığısın…” dediğinde sert bir soluk verdi. Telefon sapığı vardı, buna rağmen telefondaki numarayı bilmediği halde açıyordu. İçine kök salması beş saniye süren ağaç yeşermeden büyüdü. Hızla ayağa kalkarak, balkondaki demir parmakları yaslandı bedeni. Daha fazla beklemeden, “Seni rahatsız eden bir telefon sapığı mı var?” diye keskin sesiyle böldü. Telefon arkasındaki beden birkaç saniye sessizce bekledi. Kesik kesik gelen nefes seslerine, gözünü kapatarak yutkunmaktan başka bir şey yapamadı. Tiz ve naif bir ses yankılandı kalbinde, “Demir…” dedi şaşkınlığa karışmış yumuşacık sesiyle. Hafif bir tebessüm belirdi dudaklarında. Kendisini tanımıştı… Tebessümünü yüzünden silmeyerek, “Çakma Savcı…” diyerek oldukça durağan bir ses tınısıyla yanıtladı. Endişesini gizlemeyen bir ses tonuydu. “İyi misin?” dedi. Aklına gelen onun rahatsızlanması olmamalıydı. Onu aramış olması bir yaprak kıpırdatıyor muydu, kalbinde… En büyük yenilgisi olacaktı, cevap. Duraksamadı, düşünmedi. Kalbindeki, zihnindeki kelimeleri tökezlemeden sıraladı. “Bıraktığın gibiyim, Çakma Savcı…” dedi, kalp kapakçıklarını aşamayanlar vardı. Sesini duyunca tüm tedirginliğim aldı başını gitti, Gül… Diyemedi. Kısık bir ses duyduğunda, tebessüm edenin tek kişi olmadığı ortadaydı. “Sen nasılsın?” diye ekledi. Kısa bir an duraksadı. Nefeslerinin düzene binmesi gerekti. Tuttuğu telefona daha sıkı sarıldı. Işıldayan gözlerini, saklamadı. Ne de olsa görmeyecekti telefonun ardındaki beden. Dalga geçer gibi bir sesle, “Edebiyat yapmayacağım, kısaca iyiyim diyelim…” Histerik bir şekilde gülerek, “ edebiyatı sevdiğini sanıyordum…” dediğinde bu sefer telefonun diğer tarafından bir gülüş belirdi. “Bende edebiyattan nefret ettiğini sanıyordum…” Beklemeden cevapladı. İçine derin nefes çektiğinde, gözleri saksıdaki Gül’e kaydı. “Beni tanımıyorsun…” dediğinde gülfidanına yersizce gülümsedi. Elini boynuna götürerek, kaşır gibi yaptığında duygularını bastırmaya niyet ediyordu. Yattığı yatakta bağdaş kurar bir pozisyona gelerek, “ Seni tanımam mı gerek?” dediğinde yatağın üzerindeki örtüde geziniyordu bakışları. Kendisini liseli âşıklar gibi hissetmişti, şu saniyelerde. Geçmişte kalbini saklamayı başaramasaydı, çok daha farklı olurlardı belki de… Demir, içten içe veremediği nefesiyle balkon kapısını aşarak, odasına doğru yöneldi. Kapıyı açarak, “Bilmem, senin bileceğin iş…” dedi kalın bir sesle. Ardından kapattığı kapıyla yatağa adımladı. Yatağın ucuna oturduğunda, “ Engel olmam, sana…” diye ekledi. Yutkundu. Kehribarlarını gölgeleyen bekleyişi görmediği için şükrediyordu. “Önümüzdeki felaket kaçınılmaz görünsün istiyorsun, herhalde!” diyerek tepki vermesini istese de biliyordu ki bu adam susacaktı. Sesi bu yüzden kısıktı. Ancak küçük bir kız çocuğu gibi tatlı ve nazlı bir şekilde dökülmüştü cümleleri. Yeşil gözleri karanlıkta parladı. Sıcak ve garip bir parıltı çevreledi, yeşilleri. “ Görünsün istiyorumdur belki de…” dediğinde nefes sesleri kısa bir an birbirine karıştı. “ Felaketimin her zerresine hâkimim” dedi net bir sesle. Karanlık odada, elinde tuttuğu zarfı yanı başındaki komodine koyarak ayağa kalktı. Yerinde sabit duramayacak kadar garip hissediyordu. Işığı yakarak, gardırobu açtı. Ütülenmiş, özenle katlanılmış kıyafetleri arasına saklanmış minik bebeği buldu. Eline aldığı bebeğe, baktı. Derin bir iç çekiş sesine, “ Felaketine sahip çık o zaman!” cümlesi karıştı. İkisi sustu. Ancak kalpleri, gözleri anlaşılacak kadar net dile geliyorlardı. Yalnızca habersizlerdi, birbirilerinden. Yine kendine bir ihtimal dahi vermeyen Gül’e, küstü gözleri. “Sahip çıkmak için nefes aldığım her saniye yanı başındayım.” Diye açıkladı. “ Beni görüyorsun değil mi, Gül?” dediği an biçimini dokunuşunu ezbere bildiği zarif parmakları kâküllerini düzeltip, boynunu kaşıyacağını biliyordu. Öyle de oldu. Sağ eli elindeki telefonu daha da sıkarken, sol eli usulca alnındaki saç tutamlarına ardından boynuna giderek utangaç tavrını gizlemeye çalıştı. Yalancı bir öksürük takınarak, “ Gül dedin bana!” dedi. Sanki yeni âşıkların ilk buluşmasındaki gibi heyecan kapladı kalbini. Belli belirsiz tebessümü yanaklarında açarak hafif bir kızarıklık sağladı. Alık alık telefondaki adamı bekledi. Tebessümü solmadan, “Gül dedim sana…” diyerek kabul etti. Kırmadı bu defa. Bir çocuk gibi masumdu, görünüşü de sesi de… Tebessümü anımsadıkları ile soluverdi anbean. Hayıflar gibi bir tını vardı sesinde. Çok değil birkaç gün öncesini yüzüne vurarak, “Ceset olduğuma göre sendeki Gül’de solmuş olmalı!” diye ciğerini yakan cümleyi kendine tamamladı. Elindeki bebeği tekrar sakladı ardından gardırobu kapattı. Işığı da söndürerek, karanlığa büründü tekrar. Yutkunmaktan ileriye gidemedi. Tiz bir ses yankılandı tekrar. “ Sen benim numaramı nereden buldun?” dedi meraklı bir ses tonuna kaçmıştı. Alnını ovuşturarak, “sen telefon sapığını sorgulamıyorsun beni mi sorgulamak istiyorsun?” diyerek kestirip atmak istedi. Net olduğu kadar sinirliydi de. Görmeyeceğini bilerek, cümlelilerini tekrar ederek taklidini yaptı. Ardından göz devirerek, “ Telefon sapığı ile bir ilişkimiz oluştu netice de.” Dedi bilmiş bir tavırla. “ Sapık falan ama kaba değil, yeterince kibar bir adam.” Dediği an sırıttı. Telefonun diğer ucundaki adam, burnundan soluyordu. Aklında yer edinmiş, zaman zaman Gül’e tekrarladığı cümleyi yeninden dile getirdi. “Kaba bir adam değilim!” dedi, kısa bir an duraksayarak, “ Sen, bir telefon sapığı ile nasıl bir ilişki kurdun?” dedi gerilmişti. Sesine değil, vücuduna yansıyordu bu. Çenesi gerilmiş, elleri yumruk haline gelmişti bile. Ciddi ciddi “Senin kulvarına girecek bir durum değil!” diye bir cümle kurduğunda, gözlerindeki yeşiller büyüdü. Gergin çenesi seğirdiğinde, sesli bir soluk sesi karıştı Gül’ün nefesine. Sustu, düşündü… Ardından keskin bir sesle dile getirdi kelimelerini: “Gül… Kulvarım…” dedi yumuşak, huzur dolu bir tınıydı. Belki de daha önce nadir rastlamıştı, bu tınıya. “ Kulvarımdaki çizgileri belirleyen aldığın nefesin sıklıkları…” dediği an, ne demek istediğini anlamıştı ancak yanıldığını düşündü. Kulvarı; canı yandığında genişleyerek etrafı yakacak, mutlu olduğunda çizgileri daralarak sıkıca saracaktı. Gözlerindeki şaşkınlığı, yüzündeki afallamayı toplamaya gayret edercesine, “ Sen… Sen!” diye kekeledi. Elini kalbinin üzerine koyarak, sakinleşmesini istedi. “ Ne yapıyorsun?” Kıpkırmızı kesilmişti. Yeşilleri görmese de kalbine akıyor, bütün varlığını çekiyordu. Alaycı bir sözle, “Seninle konuşuyorum…” dedi. Pencere kenarına gelerek, göğe çevirdi gözlerini. “ sen ne yapıyorsun, Gül?” diye ekledi sessizliğe karşı. Kızaran kulağına giden eliyle, “Kaba ve alaycı bir adama ayak uyduruyorum.” Diyerek sert bir soluk eşliğinde yakındı. Yataktan kalkarak, ışığı açtı. Aynadaki ifadesine baktığında, yüz yüze olmadıkları için tekrar şükretti. Kıpkırmızıydı, yüzü… Kısık bir kahkaha atarak, daha çok kendi kendine mırıldanır gibi, “ işin zor desene!” burnunu kırıştırarak, gelen hapşırığı önlemeye çalıştı ancak mümkün olmadı. Kısık bir sesle hapşırarak ortamdaki havanın seyrini değiştirdi. Önceki keskin ses tonu aniden kaybolarak, endişeye bürünen sesiyle, “Uzun, mutlu, sağlıklı yaşa! Sen gerçekten iyi misin?” dediğinde tırnaklarını tenine batırmıştı yine. Tek kaşı havalanarak, dudağı belli belirsiz kıvrıldı. Tek bir kelime ile yetinmemişti. “O kadar kelime saydın ki…” dediğinde yine eli boynunu buldu. “Bundan sonra istemesem de iyi olurum, duyduğum sesle.” dediğinde elini boynundan çekerek, yaslandığı pencereyi açtı. Sesindeki kızgınlığa rağmen naifliği sesinden çıkmıyordu. Hala çıtkırıldımdı, sadece görmek için bakmak, dinlemek lazımdı. “Asker adamsın diye dedim! Devletin sana ihtiyacı var!” dediğinde dudaklarında içindeki derin aşkın düşkünlüğü vardı. Lafı değiştirmeye çalışarak, “ hem sen niye aradın beni?” dedi sorgularcasına. “ Dosyadaki kâğıt mı aklına geldi yine?” dedi, kınarcasına. Bir an öyle bir gülümsedi ki… Belki de uzun yıllar olduğu için kendine bile yabancı gelmişti ifadesi. En son kendisine trip attığında çocuklardı. Mutlu ve telefondaki o naif sese borçlu hissediyordu, gülüşü için. Pencerenin pervazına yaslanarak, karanlığına rağmen bakışları büyüleyen göğe yeniden çevirdi gözlerini. Tereddütsüz bir cevap verdi: “ Hayır!” diyerek başını geriye attığında, “ Kaderine bakınan, sıradan biri olarak aradım.” Sıradan biri… Kendisi böyle düşünse de karşısındaki kadının hayatında sıradan olmayacak tek kişiydi. Belki de sıradan kelimesiyle yan yana gelmeyecek olan da sadece oydu. Onunla olduğu anlarda bazen o beyaz boşluğu görerek, kısa bir süre cennete gittiğini dahi düşünüyordu. Kadını adama bağlayan, çaresiz devası olmayan bir bağ vardı; dilinde aşktı bu. Kuruyan dudaklarına gitti parmakları. Dudağı ile oynamaya devam ederek, “ Biliyorsun değil mi?” dediğinde gözlerini belli belirsiz kıstı. “ Sen hayatımda tanıdığım en dengesiz adamsın!” dedi kendinden emin bir tavırla. İçindeki öfke kabarıyordu. Ancak öfkesi başlı başına kendineydi. Sesini dizginlemeye özen göstererek, “Başka dengesiz adamlar da mı tanıdın?” Sağlam ve karanlık yüzü ile gelecek cevabı bekliyordu. Dengeli ruhu varmış gibi, “Dengesizliğe takılı kalmalısın!” dediğinde içindeki kargaşalığın biraz da olsa açıklığa kavuşmasını istiyordu. Gözlerini gökten alarak, kapalı gardıroba diktiğinde sanki içini görür gibiydi bakışları. Fısıltı gibi bir sesle, yavaş yavaş: “Ben sende takılı kalmayı tercih ediyorum, Çakma Savcı!” Kendini ateşe atması için en büyük bahanesi geçmişi olacaktı, artık. Belki karşısındaki adam onu aptal yerine koyuyordu ancak ruhundaki o boğucu şüphenin kalktığını hissetti. Vücudu her zamankinde daha hafifti. Gözlerinde beliren siluete tebessüm ederek, “ asıl telefon sapığı sen olabilir misin, Yüzbaşı?” Zapt etmeye imkân olmayan tebessümü büyüyordu. “ Ya da…” dedi kesik bir solukla. Gözlerine batan kirpiklerini eliyle ovuşturarak, “Beni kasıtlı olarak bırakmadığınızı düşünüyorum…” diye tamamladı. Birisi tarafından rahatsız edildiği gerçeğiyle yeniden yüzleştiğinde öfkesi harlandı. Fakat bunu ona yansıtmaya hiç niyeti yoktu. Şu an sadece duygularını hissetmek, hissettirmek istedi. İnsanlardan sakladığı, hiç kimseye duyamadığı o sevgiyi sanki onu görmediği her saniye birikmiş, taşlaşmış ve uzun bir süre maruz kaldığı zarif sese dayanamayarak parçalara ayrılmıştı. Bu saatten sonra, içindeki bütün hükümleri hayallerden ibaret kalmamalıydı. Derin, içten bir nefes alarak: “Bunu anlayacak kadar zeki, geç anlayacak kadar saf olmayı nasıl başardığınızı bir kahve eşliğinde anlatsanıza bana…?” Hayatı boyunca beklediği tek kişi; Şahı mat yapmamak için tüm taşları zincirlemişti, artık… * “Ülkü…” dedi Serdar. Önlerinde ağır adımlarla ilerleyen bedene. Tanıdık sese dönmedi. İlerlemeye devam etti. Ancak tekrar birisi daha seslendi. Bu sefer tanıdık olan ses kalbine ait değildi. duymazlıktan gelmedi bu sefer. “Ülkü.” diyen Özgür’dü. Durdu ve döndü arkasını. İfadesiz çehresiyle, “Merhaba!” dedi. Özgür etrafa bakındıktan sonra “Sen de mi Turgut abilere gidiyorsun?” diye sordu. Kafasını evet dercesine salladı. Ona adımlayan Özgür elindeki elma poşetini Ülkü’ye uzattı. “ Siz Serdar ile gide durun. Biz de şu karabasan mı kruvasan mı her ne halt ise ondan arayalım!” dediğinde bıkkın bir nefes verdi. “ Ulan insan bazen hamile kalmayı istiyor, her ne canın istiyorsa kapında köle oluyorlar.” Diye ekledi. Yağız kaşlarını çatarak, “ ulan sen daha gazının sancısına dayanamıyorsun it herif. Bir de kıyaslama yapıyor!” dediğinde kollarını göğsünde bağlamıştı. “ Bana bak bir iki dakika bile geç kalsak iz kalır Kurt’ta. Boş konuşma, yürü.” Ülkü ve Serdar’ı geride bıraktılar. Bir şey demeden tekrar yoluna odaklandı, Ülkü. Serdar’da elindeki meyve poşetleri ile ardından ilerlemeye başladı. “Sen daha kendini yormasan iyi olur, poşeti bana ver.” Dediğinde bir cevap alamadı. Aynı soruyu yanı başına gelerek, sekizinci kez tekrarladığında yine derin bir soluk aldı Ülkü. Ancak bu sefer sessiz kalmadı. Dirseğini yanındaki bedenin karnına geçirdi. “ kes sesini, artık!” dedi bıkkınlıkla. Serdar yüzünü buruşturmasına rağmen Ülkü’ye cevap vermeyi ihmal etmedi. “Sen iste kapında köle olurum, Ötüken…” diyerek yan yan bakmaya devam etti. Bıkkınlıkla soludu, Ülkü. “ Üşenmiyor musun? Böyle peşimde dolaşmaktan. Yerinde olsaydım pes ederdim.” Dediğinde göz ucuyla Serdar’a baktı. Önündeki yola odaklanmış keskin bakışları, tebessüm eden yüzü… Hoşuna mı gitmişti cümlesi? “Benim yerimde değilsin ama…” dedi ansızın boşlukta olduğu bir an. “ Her gözün bana değdiğinde cayır cayır yaksan da beni, pes etmem. Vazgeçmem senden, komşu kızı.” Diyerek başını hafifçe sağ tarafında olan Ülkü’ye çevirdi. “ Ben sen olmayacağım üstelik! Bana geldiğin o vakitte bile, halen evinizin karşı balkonunda sigara içerek, kitap okuyan seni izlerken bulacaksın.” Yutkundu, Ülkü. Kitaplara o kadar çok dalardı ki sadece kitabı aydınlık, etrafı kapkara bulutlar sarardı. Keşke, sadece kitabı kapkara olsaymış… Ülkü adımları arasında bir soru sordu; “Ya sana hiç gelmezsem!” Serdar adımları arasında kendinden emin bir duruşla cevapladı soruyu; “ Beklerim…” dedi. Binanın merdivenlerini çıkarken, “ Bu benim aşkım! Uğruna yıllarca beklemeye değecek kadar değerli kalbim için.” Ülkü’ nün adımları kısa bir an duraksar gibi olsa da, toparladı. Benim aşkım kısmına takılmıştı, ansızın. Önünde durdukları kapıyı çaldıklarında, merdivenden gelen sesler ile Özgür ve Yağız’ın da onlara yetiştiklerini anlamışlardı. Turgut açtığı kapı ardında gördüğü bedenler ile rahat bir nefes aldı. Ardından, Serdar’ın elindeki limon poşetinden bir limon alarak, salona koşar adımlar ile girdi. “ Hoş bulduk, bizde.” Dedi Serdar ardından. Ülkü’ye yol verdi, önünden geçmesi için. Ayakkabılarını çıkaran Ülkü, elindeki poşet ile mutfağın yolunu tuttuğunda, Serdar kapıyı kapatmadan takip etti ardı sıra. Mutfağa girdiklerinde Petek hararetli bir şekilde söylenerek, çay demliyordu. “Kolay gelsin,” diyen Ülkü elindeki poşeti masaya bıraktığında, Serdar’da kısa bir baş selamı vererek poşetleri bıraktı. “ yardım edelim mi, bizde!” dediğinde Serdar’ı da araya katmıştı. Afalladı Serdar. Kendini toparlayarak, “ evet, yemek olur çay olur kahve olur. Yapılacak ne varsa…” diye saydığında Ülkü belli belirsiz tebessüm etti. Çay demlemek, dışında hiçbir şey bilmiyordu. Onu da iki bardak çıkacak şekilde yapıyordu, fazlası olmuyordu. “Hayır, teşekkürler. Bardakları hazırladığımda bende geleceğim. Lütfen geçin siz. Zaten yeterince yoruluyorsunuz.” Dedi kibar bir şekilde. Serdar biraz şaşırmıştı. Maç günü her an birini öldürecekmiş gibi bakan kız, bugün fazlasıyla kibardı. Kanaatince, Özgür olmadığı içindi. Petek’i onaylayarak mutfaktan çıktılar. Tepsiyi mutfak tezgâhına koyan Petek, bardaklara boyu yetmediği için yine homurdanmaya başlamıştı. Parmakları üzerinde yükseldiğinde, almaya çalıştığı bardak git gide uzaklaşıyormuş gibiydi. “ hayır, beni yaparken ne düşündünüz de ablamdan kısa oldum!” diye homurdandığında kısık bir kahkaha sesi işitti yanı başında. İrkilerek geriye gidecekken, belinden tutan bir el oldu. Özgür’ü görmesiyle belindeki eli iteledi. “ Ne diye sessiz sessiz yaklaşıyorsun abicim!” dedi son kelimesinin üzerine basarak. Burnunu kırıştırdı Özgür. Kendi demişti, abicim diye ancak karşısındaki kızın ağzına yakışmadığını hissetti. “ Sen beni görmedin, duymadın sarı şeker! Benim ne suçum var!” diyerek bir eliyle yanındaki tezgâha tutundu. Umursamadan tekrar parmakları üzerinde yükseldi. “ yardım ederim, istersen…” dedi Özgür. Uzatmaya gerek duymadı. Laf uzarsa, bu adamla yüz göz olma yüzdesi de bir o kadar artacaktı. Ayakları yere tam bastığında eliyle buyur et dercesine bardakları gösterdi. Özgür bardakları koyarken, Petek’te çıkardığı tabaklara yaptığı pastadan ve kurabiyelerden koymaya başladı. Bir an olsun Özgür’ün bakışı ciddi bir iş yaparcasına kaşlarını çatmış, dilinin ucunu dışarı çıkarmış olan Petek’e kaydı. Gülümsedi, sadece. Bardakları bitirdiğinde tezgâha yaslandı. İçeriye gitmek istemedi. “ Şu kurabiyelerden bir tane atsam ağzıma kızar mısın?” “Kızarım!” dedi Petek. Duyduğu cevap ile Petek’in gözlerinin içine bakarak ağzına bir tane attı. Gözlerini devirdi, Petek. “Şunu karşımda yapma!” dedi yakarırcasına. Yüzünü buruşturarak, “Bir şey yapmadım asalak herif.” dedi. Ardından, “ çayları doldur ve ardımdan gel!” diye emir kipiyle konuştu. Cevabı beklemeden eline aldığı tabaklar ile hızlıca salona adımladı. Çayları doldurmaya başladı Özgür. Tekrar mutfağa tabak almaya gelen Petek, belli belirsiz sırıttığında, “ bizim buluşma yerimiz mutfak olacak anlaşılan!” diye Petek’e kaçamak bakış attı. Yakınırcasına, “Ne alaka! Ben seninle neden buluşmak isteyeceğim ki?” dediğinde saçlarını geriye iteledi. Ardından eline aldığı tabakları ile arkasını döndüğünde kulaklarını tok bir ses doldurdu; “Bu şehirde bulamazsın ben gibisini…” “Egoist megaloman!” diyerek omzunun üzerinden arkasında kalan bedene baktı. Salona adımladı, ardından Özgür onu sabit adımlarla takip etti. Petek, çayını alarak Ülkü’nün yanı başına oturdu. Özgür ise Turgut’ oturduğu koltukta boşta kalan sol yanına oturdu. Koyu bir sohbet vardı. “Sen değil miydin oğlum imamdan terfi isteyen?” diye konuştu Yağız. “ ne olacak bir de hutbe ricası istesen!” dedi Serdar’a alayla sırıtarak. Özgür, “Sen imamdan terfi mi istedin, beni yanına almadan…” diye sordu ciddi ciddi. “Sen de Cuma namazını kılıp, öğleyi kılmadığında hocam sen görmedin ben de bilmiyorum diyen adamsın!” dedi hayıflanırcasına. “ sen iste! Hocayla saman altında su yürütmeye alışık olan sensin, neticede.” Özgür’ün, “Hocadan ne isteyeceksiniz ki?” diye sormak yeni aklına gelmişti. Bacağına koyduğu tabaktan Petek’in gözlerinin içine bakarak ağzına bir kurabiye attı. Petek göz devirdiğinde boğazına takılı kaldı kurabiyenin parçası. Öksürdü. Elindeki çayı sehpaya bırakarak, öksürmeye bir yandan da nefes almaya çalıştı. Petek yerinden hızla kalkarak, mutfağa giderek elinde bir pet şişesi su ile döndü. Açtığı şişeyi, Turgut’a uzattı. Elinden alına şişe, Özgür dudaklarına gitti. O suyu içerken, Petek tekrar yerine kuruldu. İyiyim dercesine eliyle okey işareti yaptı. “Salak mısın oğlum, ne söyleyeceksen dışından söyleseydin ya! Evimde ölecektin!” dedi Turgut. Sen iflah olmazsın bakışları altında, sorusuna cevap vermeyi de ihmal etmedi. “ bu Cuma Albay’da şehirdeki cami de kılacakmış. Biz de diyoruz bize uyacak bir şeyler vaaz verse de, belki işimize yarar.” Özgür düz bir ifadeyle, “Ne diyeceğiz adama!” dediğinde, çayını tekrar aldı eline. “ oradan bize bir asker kıyağı çek hocam, öbür âlemde hesaplaşırız mı?” Yağız’dan net bir cevap geldi: “Mantıklı” Serdar’dan net bir cevap gecikmedi: “Mantıklı” Özgür’de ardından; “Mantıklı” diyerek hemfikir olduklarını net bir dille dile getirdiler. “Bu nitelikli dolandırıcılık, dedi Petek. Aslında içinden geçirdiği cümleyi sesli söylemek değildi niyeti. Ancak hâkim olamadı, dudaklarına. Herkese bir tur baktığında, bakışları eniştesinde durduğunda, Turgut yarım ağız sırıttı: “Sen değil miydin para alarak gün grubundakileri muayene eden. Üstüne daha atanmamıştın da. O da nitelikli dolandırıcılık…” diye savundu. Ardından tabaktaki pastadan bir çatal alarak, bakışlarını pastaya dikti. Petek, gözlerini belerterek, “ diplomam vardı benim!” diye konuştu. “İyi! Diploma, hocada da var işte…” diye girdi araya Özgür. Bu nasıl bir savunmaydı böyle diye geçirmeden edemedi içinden. Petek pes edercesine ellerini havaya kaldırır gibi yaptı. İçli bir soluk alarak, “Ne haliniz varsa görün! Ama öbür âlemde olurda soran olursa hiç üşenmem senin bile soyadına kadar dökerim ortaya. ” ******************************************** Hala tepemden aşağıya akan garip duyguları sindirmeye çalışıyordum. Dün gece, tam kırk beş dakika boyunca soluksuz, kırılmadan onunla konuşmuştum. O kadar hayal gibiydi ki… Sabah kalktığımda yaklaşık kırk beş defa da aralıklarla biriyle konuşup konuşmadığımı kontrol ettim. Evet, konuşmuştum. Telefona kaydettiğim numara ile de doğruluyordum o olduğunu. Derin bir nefes alarak, elimi kalbime götürdüm. Nefeslerim dizginlensin istedim. Hala ara sıra kalbim tekliyor gibi hissediyordum. Dün gece de yaşadığım duygu boğuşmalarından dolayı uyamamıştım. Bunun da etkisi olabilirdi, bilemiyorum. Kafamın karışık olduğu kadar bedenimin de durumu karışıktı. Saat öğleye doğru olduğu halde gelen ihbarı incelemeye gidiyorduk. Ve tabi ki Feyyaz Savcı ile. Tozlu havaya söylenerek ilerleyen Feyyaz Savcıya rağmen bana göre hava ferahlatıcı, temiz geliyordu. Topuklularımın çıkardığı ses homurdanmalarına eşlik ederek, olay yerine gelmiştik. Terk edilmiş bir evin önündeydik. Ev tek kelime ile karanlıktı. Savcının ardından ilerlerken etraftaki askerler dikkat çekmişti. Aralarında futbol maçındaki askerlerden de vardı. Belki de Demir’de buradaydı. Öncelik iş, Gül… Kapıdan içeriye girdiğimizde etrafta ağır bir ceset kokusu vardı. Uzun süre bekletilmişti muhtemelen. Odaya girdiğimizde, ipe asılmış bir ceset gözümüzün önüne düştü. . Tıpkı annem gibi… Yutkunarak, gözlerimi kapadım. Zihnimi susturdum. Cesede yaklaşan Feyyaz Savcının ardından emin adımlar atmaya gayret ettim. Yüzünü görmediğim cesette dikkatimi çeken tek detay, kırmızı örgü bileklikti. Bu bileklik, Efnan’a aitti. Bekir Kara’nın kızı Efnan Kara’nındı. Birileri bir şeyler diyordu ancak bakışlarım tavandaki ip ile yerdeki üzeri örtülmüş beden arasında gidip geliyordu. “İlk bulgular intihar ettiğini gösteriyor, Sayın Savcım!” dedi kulaklarımda bir türlü netlik kazanmayan sesiyle. İntihar etmişti… O intihar etmişti, yankılandı bir kez daha. Ve izin vermişlerdi. İzin vermişlerdi. Bir bedeni hiçe saymışlardı. O, buna mahkûm edilmişti. Üstelik bu mahkûmiyeti ailesi ona layık görmüştü; Katili ailesiydi. Peki ya aileyi suçlayacaklar mıydı? Onlarca mahkûm çocuktan biri kendince huzura ermişti. Yaşanmamış hayallerinden vazgeçmiş, huzur bulmak istemişti. Yalnızca gözlerini kapatmaları yetmişti. Gözlerimi kırpamadım. Adım dahi atamadım. Bakışlarım dahi donmuştu. Buğulanan gözlerime rağmen direndim. Ağlamayacaktım. Ya suçlu olan ben isem? Geç kalmıştım. Her şeye geç kaldığım gibi Efnan’a da geç kalmıştım. Yutkunamadım, acıyan kalbime hâkim olamadım. Örgü bilekliğinin dolandığı bileğine tutundum. Soğuk elleri, yalın ayakları, kapanan temasıma rağmen açmadığı gözleri, bembeyaz kesilmiş vücudu… Efnan, değildi. Okşadığım bileklikte, parmaklarıma takılan gümüş detaylara gözlerimi ovarak daha dikkatli baktım. “ Sayın Savcım. Bu da geride bıraktığı mektubu.” Dedi birisi. Ancak gümüş detaylarda küçük sayılar ile on beş yazıyordu: Bu ölümdü. Kafamı iki yana sallayarak, aklımdaki her şeyi sıfırlamak istedim. Hayır, o intihar etmemişti. İnfaz edilmişti. On beş yaşındaki kız çocuğu, belki de sadece yaşından dolayı infaz edilmişti. “ Yazgı!” diye seslendi birisi. Ardından tekrarladı. “ Yazgı!” cevap verecek bir güç yoktu kalbimde de zihnimde de. O tanıdık ses; “ Gül…” dedi. Benim yaşadığım duygu karışımı karşısında oldukça sakindi. Bedenimdeki tüm öfkeyi ona sunmaktan çekinmeyerek hiddetle konuştum. “ senin yüzünden!” diyerek ona döndüm. İşaret parmağımı havada sallayarak, “ senin yüzünden…” dedim haykırmak istiyordum. “ Sizin yüzünüzden. Benim yüzümden!” dediğimde gözlerimden bir yaş akmıştı. Yanağımdaki sıcaklığı buna yordum. “ Ben dedim size. Ona zarar gelir, dedim. Dinlemediniz beni.” Kısık, bir o kadar ürkekti artık sesim. Ellerimin aldığı başım ile susturmak istedim, bedenimi suçlayan zihnimi. Ben zihnimi sustursam da, o geri bana gelmeyecekti; Efnan, denizimde boğulmuştu. “ benim yüzümden,” dedim sayıklarcasına. Ellerime dokundu, birisi. Ellerimi saran eller büyük olmasına rağmen dokunuşu da bir o kadar naifti. Ellerimi başımdan usulca indirdiğinde görüş açıma giren, parmaklarımdaki saç tutamlarımdı. Ellerim serbest kalsa da zihnime mahkûm olmuş titremelerime engel olamıyordum. Çünkü benim yüzümden yaşamıştı, bunları. Engel olmam için fırsatlarım olmalıydı. Ben gözümü açamamıştım. Belki de kör olmamı istemişlerdi. Birisi beni sıkıca tutuyordu. Ardından karşımdaki adam… Sol elimi sıkıca sararak, odadan çıkarmak adına peşinde sürükledi. Titreyen ellerime sahip çıkan bir beden vardı, artık… Beni dışarıdaki merdiven basamaklarına oturtarak, karşıma geçti. Hangi ara eline aldığını bilmediğim su şişesini, açarak eline biraz su döktü. Sonrasında incitmeden ıslak elleri ile yüzümü avuçları arasına aldığında bu defa naif dokunuşlarını hisseden yanaklarım oldu. Göz göze geldiğimizde, bu sefer yeşil göz bebeklerini çevreleyen boş bir bakış yoktu. Endişe hükmetmiş gibiydi gözlerine. Ben ise bana kenetlenen gözleri karşısında tir tir titreyerek, “ Biliyorsun değil mi?” dediğimde gözyaşı dökmeye devam ediyordum. O intihar etmedi, Demir. Biliyorsun değil mi? “Biliyorum, Gül…” dedi mırıldanır gibiydi. Ya da ben öyle işitiyordum, zayıf bünyemden. Hayır, bilmiyorsun… O geç kaldığımız için soldu. Üstelik bu defa kökünü dahi kuruttular. “Geç kaldık… Yeniden geç kaldık…” dediğimde, gözlerimi ondan çekerek, ellerime baktım. Tırnaklarımı avuç içime batırmaktı hedefim. Ancak yanağımdaki eller ani bir hızla ellerime tutunduğunda “ ve sen yine hiçbir şey bilmiyorsun…” demiştim. Sıkı sıkı tutuğu ellerime bir süre bakarak, tekrar ona kayan bakışlarımda tek bir cümle söz buldu: Belki de her şeyi biliyordun, Demir… Bana yaklaştırdığı bedeni, tamamen göğsüne saklamaya yetmişti beni. Ve belki de anlamıştı beni: “ Sadece bir defa da olsa bana güvenir misin?” diye fısıldadı. Nefes al, kâkülünü düzelt, boynunu kaşı… Sana güvenmiyorum… Tekrar tekrar başa sarıp söylerdim belki de. Kafamı sağa sola sallayarak, reddettim onu. Ellerimdeki, iri eller bir an olsun sekteye uğramadan halen sıkıca sarılıydı. “ Bir ihtimal de olsa şans yok mu, Gül…?” Gözlerinden bir an olsun çekmedim gözlerimi. Nettim. “Şans, bir ihtimal bile yok Sayın Yüzbaşı...” Bu kadardı. Mutluluk da bu kadardı, işte. Gecesi hayal iken, gündüzleri kâbuslardan ibaretti. Geceleri, gözyaşları içindir… Gözyaşlarını, acılarının yangını için geceye sakla, Gül… “Ben mektubu okumak istiyorum!” diyerek önümdeki bedeni itekleyerek ayağa kalktığımda sendeledim. Ellerini bana uzattığında, tutunacak dalım o olsun istemedim. Merdivenin kenarında tutunduğumda gözlerimi kırpıştırarak, doğruldum. “ Kibar davranışınızdan ötürü, teşekkürlerimi arz ederim, Sayın Yüzbaşı!” diyerek başımı kaldırdım. Tepkisizliğini umursamadan, “ Şimdi çekilin önümden!” dediğimde kenara kaymasını beklemeden onu iteleyerek, yanı başından sıyrıldım. Buna izin vermişti. Aksi takdirde geçip gitmem zordu. Bu sefer daha güçlüydü attığım adımlarım. Arkamdaki iri bedene ne güveniyordum ne de ondan ürküyordum. Sözüm için son nefesimde olsa boynumu eğmeyecektim. Ben varsam, onlar vardı. Ben yoksam, onlar yarımdı. Artık idrak ediyordum. Ölümü bile ürkütecek kadar, değerli bir konumdaydım artık. Ve bu peşimden gelen adamın da bu olaylara az çok hâkim olduğunu anlıyordum. Belki de o şüphe duymam gereken tek kişiydi an itibariyle. Tekrar girdiğim oda da ip bir bedene ev değildi. Sadece boş odaya aksesuar olmuştu, annemin deyimiyle. Feyyaz Savcının yanı başında yer edindiğimde, “ vicdan azabı duymanıza lüzum yok gibi Savcım…” dedim ipten bir saniye olsun ayrılmayan bakışlarım ile. Kollarımı göğsümde birleştirdim. Bakışlarını elindeki mektuptan kopardı. “ ne saçmalıyorsun yine Yazgı?” dedi durağan bir sesle. Tekrar elindeki kâğıda döndü. Umursamadı, her zamanki gibi… “Herkes intihar olduğunu sanıyor ancak siz de biliyorsunuz…” İçinde ölümüne hüküm vermiş bedenler, geri de bıraktıklarını saklamazlar. Bu mektup, sanki bulunmasını istenmemiş gibi saklanmıştı. “ Bu mektupta yazanlarda muhtemelen kulağınıza garip geliyor ki sadece ben içeriye girdiğim andan itibaren dördüncü defa göz gezdiriyorsunuz!” “Sen… Hüküm mü veriyorsun?” dedi keskin bir seste. Feyyaz Savcı’nın tek odağı bendim an itibariyle. Alaylı bir tebessüm etmeye çaba gösterdim. Ancak içimdeki kızgın lavlar hala kalbime çarpıyordu. Olmadı. Düz bir surat ifadesiyle, “Ben hükmü giydirmiş olsaydım. Belki de buradaki çoğu kişinin gözlerine değmek mecburiyetinde olmazdım.” Sadece karşımdaki adama değildi sözlerim, arkamda kalan bedenime siper olan adamda duysun istedim. “ Ve ben yarım kalmış bu davada hükmü verecek tek kişi olacağım!” dediğimde içime içime haykırdım aslında. Sadece kimse görmedi. “Benim de soluk boruma tıkanan bir şeyler var…” dedim mırıldanırcasına. Kendi kulaklarım bile zor işitti. “O kadarına izin verecek miyim peki?” diyerek üzerime adımladığında, araya giren beden ile durmuştu sanırım. Görüş açım, geniş sırttan ibaretti. “Yavaş ol, Savcı!” dediğinde karşıdaki göremediğim adama hükmettiğini düşündüm sesine karşın. “ “Aklından dahi geçecek olsa yaşını mevkiini cinsini umursamam!” dediğinde sesini alçaltarak, “sikerim belanı!” dedi tıslarcasına. “Görev baş-” diyecekken otoriter sesi sinirle böldü, Feyyaz Savcıyı. Göremesem üniforması bedenini aşmak istercesine sıkılaşmıştı. Sert bir soluk sesine büründü siniri. Kafasını geriye attığında saçlarının kokusu burnumu doldurdu; acı bir kahveydi… Barut kokusuna, acı bir kahveyi de ekledi kalbim. Artık acı kahvelerden nefret etmeyecektim. Derin bir nefes daha aldı, dudakları aralandı muhtemelen: “ Bu davayı yürüten Savcıya saygım, gördüğünüz üzere sonsuz!” dedi. Beni kast ediyordu. Saygısının sonsuz olduğu Savcı da, gözünde bir cesetten ibaretti. Feyyaz Savcı herhangi bir şey diyemeden, telefonu çaldı Demir’in. Arkasına döndüğünde bakışları kısa bir an benimde takılı kaldı. Ardından elinde ısrarla çalan telefona bakarak, kapıya adımladı. Üzerimde hissettiğim bir diğer bakıştan da kaçmadım. Gözlerimi korkusuzca, Feyyaz Savcıya çevirdiğimde bana durgun bir ifadeyle bakıyordu. Kafasını salladı, girdaptan çıkmak istedi. Bana uzattı elindeki mektubu. Sıkı sıkı tutundum mektuba. “ Belki de haklı olan sensindir…” dedi ve kapı dışarı adımladı. Elimdeki mektup ile öylece kaldım ardında. Gözlerimi tekrar tavandaki asılı ipe diktiğimde, canımdan can gitmişti. Evet, hissettiğim duyguların tanımı tam olarak buydu. Kapanan gözlerim zihnimde canlanan her şeye son versin diye gayret ettiğimde olmayacağını anlayacağım aklım karışsın istedim. Elimde tuttuğu mektubu değdi gözlerim: Ben Efnan Kara… Annesinin nefesi uğruna geri bıraktığı, babasının prensesi olamamış kız çocuğu Efnan. Bugün hava şu anki düşüncelerim gibi puslu. Hayatıma kâğıda dökebileceğim kadar mutlu herhangi bir anı yerleştiremedim. Ancak kalbimdeki sızıyı kâğıda dökmeye elimdeki mevcut kâğıtlar bile yetmeyecektir. İki gündür sızım daha da arttı. Sonuçlanan davam benimle birlikte birçok insanın üzerine yük bindirdi. Hata yapmıştım belki de. İnsanları riske atmaya değecek kadar vasıflı bir konumda da değildim. Sıradan ortaokul mezunu çocuktan, bir kademe daha ileriye gidememiştim. Gitmeme izin vermemişlerdi, aslında. Ama bu duruma göz kapatabilirim. Belki biraz daha çaba gösterseydim, gidebilirdim. Hayır, önceki cümlemde kalbimi kandırdım. İmkânsızdı çünkü babama sonsuz saygı duyan kardeşlerimin canı yanardı. Babamın nasıl biri olduğunu da anlatsam… Şaka! Zaten biliyorlardı, buna rağmen babalarıydı işte. Garip hissediyorum, yazarken. Sanki bu yol, çıkmaz gibi. Boş yere çabalıyor, debeleniyordum. Ancak aklıma yine de kendimden vazgeçme düşüncesi gelmiyordu. Okumak, her çocuk gibi… Kitap tutmak istiyorum ben de. Sabahattin Ali mesela. Gül bahçesinde görmüştüm. İçimizdeki Şeytan adlı bir kitap süslüyordu onu. Yaptığım hoş değildi ancak odadan çıktığı anda masada bıraktığı o kitabı merakla açtım. Birçok altı çizili cümle vardı. Kalbi sızlayan onlarca çocuk olduğunu o an anladım. Gözüme değen onlarca beden, cesetlerden ibaretmiş aslında. Sadece bakmak değil de görerek bakmak lazımmış. O günden sonra bende Gül bahçesine tıpkı onun bana baktığı gibi bakmaya başladım. Ve gördüm kalbindeki sızıyı. Kitap satırlarında altı çizili cümlelerden sadece biriydi, aklıma yer edinmiş. Karmaşık bir halde olan zihnimde halen onlarca söz vardı… Tane tane okumuştum açtığım kitabı... “ Beni sevdiğini söyledi… Bir insan tarafından sevilmek fena mı? Beni şimdiye kadar kim sevdi?” Sevgi görmemiş çocuklar, o sevgiyle karşılaşsa dahi sevginin ne demek olduğunu anlamazlardı değil mi? Eğer öyleyse belki de gül bahçesi de ben de sevgi görmüştük. Ya çok küçüktük, ya da hiç sevgi görememiştik. Sonrasında beni her şeyden sakladıkları bu eve geldim tekrardan. Dört duvara baktıkça zihnimde geçen altı çizili satırlardan birisini yapmak istedim. “Belki de yeni bir başlangıç yapmanın vaktidir. Yeni bir başlangıç için her şeyi yıkmanın vakti.” Geçmişi yakıp, gözümü tekrar açmaya karar verdim, kâğıt parçası. Ben mutlu olmayı hak ediyorum, her çocuk gibi… Okuyacağım ve derin bir nefes alacağım. Ve yeni hayatımın ilk günü, tanıdık tek bir yüz dahi görmeyeceğim Beni sessizce dinlediğin, gözyaşlarıma sahip çıktığın için teşekkürler kâğıt parçası… Bitti. O kâğıdın üzerinde yaşamayı seçmişti… Ya urgan ipe sıkıca sarılmış bedeni…
* Anahtar; bir girdap… On beş; bir yenilgi… Ölüm; bir son… Puzzle parçaları gibiydi. Eğlenceli –kimine göre- sinir bozucuydu ancak bir o kadar da hırs doluydu; birleştirmek ve dağıtmak mı gerekti? Her şeyi çözmek veya her şeyi alt üst etmek için… Hangi seçenek olursa olsun kayıp parçalar vardı, bana kara bir tepside sunulan bu oyunda… Belki de ben her şeye fazla anlam yükleyemeye çalışan duygusal aptallardan biriydim. Derin bir nefeste soluklanmak için ihtiyacım olduğunu biliyordum. Duygusallık, garip bir dürtüydü… Tıpkı aldığımız nefesi kısa bir an içimizde tutarak, yaşamanın ne denli mucizevi bir şey olduğunu anlamak gibi. Bu karmaşık düzenimde; o nefeste soluklanarak yaşamak istiyordum. Adliyedeki odamda gözlerimi araladığım an, gözyaşlarımla ıslanmış mektup hala elimdeydi. Kafam oturduğum bordo koltukta geriye yaslanmış bir vaziyette; odamın bej tavanı ile göz göze gelmiştim. Gözlerim elimde hissettiğim o mektuba kaysa da kafamı koltuktan kaldıracak güç bulamadım kendimde. Yeni uyanmış olmanın verdiği mağrurluk hala üzerimdeydi. Gözlerimi kırpıştırarak, elimdeki mektuba daha sıkı sarıldım. Tek yapabildiğim şu an için buydu. Yutkundum, boğazımda biriken düğümler için. Sustum. Bu defa konuşsam bile duyacak kimsem yoktu. Hiç sesimi duyan olmuş muydu? O bile muammaydı. Kafamı yasladığım koltuktan kaldırarak mektubu önümdeki masanın üzerine bıraktım. Ardından gözlerimi sertçe ovalayarak, kendime gelmek istedim. Çünkü çok düşünmek en güçlü bedeni dahi yorardı. Amacım bu kadar erken yorulmak değildi. Sızlanıp, köşeme çekilirsem eğer öldürülen bir çocuğun yaşadığı acı; yalnızca o cesedi boğacaktı. Boğulması gereken bir çocuk cesedi olmamalıydı. Onu ölüme iten insanlar, o cesedin acısında kavrularak her bir nefeslerinde pişmanlıklarını haykırırcasına dile getirecek kadar itilmeliydi; cesedin boğulduğu kuyuya. Bir çocuktu, çünkü. Bir ideoloji uğruna harcadıkları bir çocuktu. Daldığım mektuptan, çalan kapı ile uyanmıştım yeniden. Buğulu gözlerimi hızla ovdum. Elimdeki mektubu sandalyemin köşesindeki çekmeceyi açarak, içine attım. Kapının ardındakine gir, dediğimde açılan kapının ardındaki beden yabancı değildi. Efe’ydi; Dağınık saçlarına rağmen takım elbisesi özenle ütülenmiş ve gözlerime değen mavilerinde saklanamayan tedirginlik vardı. Kapadığı kapıyla, bu defa da gözleri yüzümde bir şey ararcasına gezindi. Yalancı bir öksürük için sağ elini ağzına götürdü. Adımları masamın önündeki koltuklara yöneldiğinde, “oturabilirsin demedim, Sayın Avukat” dedim soğukkanlılıkla. Sanki benim dediklerimi idrak etmeye yeni başlamış gibi birkaç dakika sonrasında şaşırmıştı. İkimizde o kızın ölüm ile yaşam arasında ince bir çizgide mekik döşediğini tanıdığımız benliğimiz kadar iyi biliyorduk. Güç bela aralanır gibi oldu dudakları. Ancak bana değmeyen bakışları ne diyeceği konusunda tereddüt gösterdiğine işaretti. Bekledim, sakin bir şekilde. “ Elimden geleni yaptım.” Dedi soluklanmadan tek bir seferde. Masanın üzerinde birleştirdiğim ellerim ile “Elinden geleni yapsaydın eğer canın yanmazdı…” Dedim. Onun benden daha çok canı yanıyordu ki gözleri anlık da olsa titriyordu. Çünkü o da kız çocuğu gibi babası tarafından hiçe sayılan evlatlardandı. Acıyı hissetmek için tatmak dediklerini yaşıyordu, Efe. Aynı acıda yıllar önce diri diri yanmaya başlamıştı Efe. Tek ayrıcalıkları; birisi gerçek bir cesetti. Görünen çerçevede; Yaşamı dahi alaya alan o genç çocuk, tekrarlanan kaderler için kan kusuyordu. Bakışlarımız kesiştiğinde, gözlerim ile oturabilirsin dercesine önümdeki koltuğu işaret ettiğimde yavaşça önünde durduğu bordo renkteki geniş koltuğa oturdu. Bir şeyler söyleyip, sinirimi bozmadı. Ya da bir şeyler yapıp bana tebessüm ettirmedi. Suçlu hissediyordu, sanırım. Çünkü ilk defa pes etmişlik vardı üzerinde. Karşımda oturan beden, benden daha da karamsardı. “ Ben her an yanlarındaydım.” Diye fısıldadı. Ellerindeki bakışları ile koltukta hafifçe eğilerek öne geldi. “Hiçbir gariplik sezmedim.” Dediğinde kaşları daha çatılmıştı. Zihnindeki tilkiler ile oynuyordu an itibari ile. “ üstelik Bekir denen adam ile son iki gündür çalınan dosyayı kovalıyoruz.” Diye kendi kendine mırıldandı. Bakışları bana döndüğünde, “ farklı bir şeyler var. Belki de Bekir’den bile sakladıkları bir şeyler…” dedi zihninde karıncalanan dürtülerle. Olabilirdi, belki de çok daha fazlasıydı içinde bulunduğumuz olay. “ Düşün Savcım, belki de Bekir’de oyalandık.” Dedi ani bir çıkışla. Kaşlarımı çatarak, dudaklarımın üzerinde kısa bir an dilimi gezdirdim. “Bekir, bu tahtada sadece bir piyon taşı…” diye tekrarladım onu. Ardından çekmeceye attığım mektubu çıkartarak, Efe’ye uzattım elimden aldığı mektubu okumaya başlamıştı bile. Elindeki mektupta olan bakışları eşliğinde, “ her ne kadar piyon da olsalar bir şeyler bildikleri gerçeğini sineye çekemeyiz.” Diye cevapladı beni. Mektubu özenle katlayarak bana uzattığında, “ben intihar olduğunu hiçbir zaman inanmayacağım.” Dedi. Biz inanmasak da yetkin kişiler tarafından verilen hüküm intihardı. Görmeden baktılar, her zamanki gibi. Oldukça net bir şekilde istediğimi sözcüklere döktüm; “O zaman bizde kendi bildiğimiz okuyacağız.” Acı bir tebessüm ile kafasını sallayarak, net bir cevap verdi; “Sana boyun eğmekte ustayımdır.” Hafifçe bir tebessüm belirdi, suratımda. Yorgun gözlerim kasıldı. Yine de gözlerime yenik düşmemek için direniyordum. Efe’nin ayağa kalkmasıyla, önümdeki mektubu çekmeceye koyarak ona eşlik ettim. Birlikte çıktık odadan. Adliye koridorları bu aralar durağandı. Bu yüzden koridorlardı kasvet dolu bir sessizlik hüküm sürüyordu. Topuklularımın sesi, bu hükme çelme takmaya yetiyordu. Çıkış kapısının ağzına kadar birlikte geldiğimizde bize seslenen Feyyaz Savcı ile kısa bir an birbirimize bakmıştık. Durmalıydık, şu anlarda. Sırtımızı çıkış kapısına çevirerek, Feyyaz Savcıya döndü bedenlerimiz. Bu adama öfke kusan sadece ben değildim anlaşılan. Efe’nin nadir rastladığım o sert soluk seslerini oldukça net bir şekilde işitiyordum. Kasılıp gevşeyen göğüs kafesi, kendine hâkim olmaya çalıştığını gösteriyor gibiydi. Bize adımlayan Savcıya hitaben kısa bir küfür savurdu, ağzının içinde; bu sik de eksik kalmıştı. Elimle burnumu kaşır gibi yaparak, duymamış gibi davrandım. Göze göze geldiğimizde, “ siz ikiniz yan yanasınız!” dedi şaşırmaya çalışırcasına. Ancak inandırıcı değildi. Bu adamda çok daha fazlası olduğunu hissediyordum. Belki de asıl olayı vurdumduymazlığa vurarak, hedef şaşırtmak bile olabilirdi. Listeme ekleyeceğim yeni bir isimdi. “ siz kavga edip adliyede huzur kaçırmayın diye, ikinizden biri bana eşlik edecek.” Dedi. Bize karşı çehresi ciddi bir tavır takınmıştı. Efe’nin hala öfkeli olduğu kesilmeyen sert, yıkıcı nefeslerinden belliydi. Şaşırtıcı bir şekilde, “Siz bana emir veremezsiniz, Sayın Savcım. Ben sorguladığınız bir müvekkil değilim.” Dediğinde belki de ilk defa tüm ciddiyetini bu denli ortaya koyuyordu. Ona kayan gözlerim, afallamıştı. Çatık kaşları altında mavi gözleri o kadar yıkıcı bir kin ve öfke besliyordu ki… Onun eski bir asker olduğunu zihnime tekrar kazımama yetmişti. Savcı çenesini sıvazlayarak, “ Avukat, makam, bu geniş alanda mevki tartışmasına gireceğim son kişi dahi olamazsın.” Dedi kaba bir üslupla. Efe’nin tüm bedeni zangır zangır titrese de, işittiği cümlenin dudaktan dökülmesiyle alaycı kişiliğine yüz tutmuştu. “ Yaz bu bir kenara Sayın Savcım.” Dediğinde derin bir kahkaha döküldü, dudaklarından. O kadar kaideye almamıştı ki karşısındaki adamı, başka herhangi bir cümle kurup kendini yorma gereksinimi dahi duymadı. Bana dönen bedeni ile “ anlaşılan bugün tartışmak için yeterli konumda değiliz buz kadın, neyse bunu sakladım başka bir buluşmamıza” diyerek göz kırptı bana. Ardından bizi geride bırakarak çıkış kapısına doğru yürümeye devam etti. Efe’nin gidişinden çekerek, Savcıya yönelttim donuk bakışlarımı. Kafasını iki yana sallayarak, Efe’yi kınamıştı. Göz devirdim. “ tuhaf insan tiplemeleri.” Diye mırıldandı. Bu cümlesi kısa bir eğlence malzemesi olabilirdi. Elimde olan telefonumu açarak, gruba kısa bir mesaj gönderdim. Cici kızlar; istişare Yazgıgülcealkan: tuhaf insan tiplemeleri ne haber? Efeönalyazıyor… Umayseçkin: o nasıl bir tamlama, Sayın Savcı? Efeönal: bu bir tamlama değil iltifat, yara sarmayı bilmeyen cahil doktor. Petekseçkinyazıyor… Mesaj bildirimleri elimdeki telefonu titretmesine rağmen bakmadım. Önümdeki savcıya eşlik ederek, nereye olduğunu bilmeden yürüdüm. Ağır adımlar atıyordu, önümdeki beden. Kırmızı cipin kilidini elindeki anahtarı ile açarak, ön kapıyı açtığında yan koltuğa binmişti. Beni şoför olmak zorunda bırakmıştı. Doğru ya araba sürmekten korkuyordu. Geçmişte yaşanmışlıklar, insanları iradesiz biri olmaya itiyordu. Ön kapıyı açarak, cipe bindiğimde anahtarı bana doğru salladı. Elinden aldığım anahtar ile araba çalıştırdım. Çevremde emniyet kemerine önem veren tek insandı, Feyyaz Savcı. Araca bindiği an takardı. Huzurlu bir nefes verdiğimde nereye olduğunu bilmesem de arabayı adliyenin çıkışına doğru sürdüğümde, “ karargâha…” dedi içimden geçenleri okumuşçasına. Sen karargâha diyorsun ama ben istiyor muyum bir sor bakayım? Ellerim direksiyona sarılırken, yandan bir bakış attım. Elindeki telefona gömülmüştü adeta. Bıkkınca soluyarak, bakışlarımı tekrar yola çevirdim. “ sen haklıydın…” dedi boşlukta gibi bir anda. Yüzüm kırıştı, şaşkınlıkla. Ona döneceğim esnada, korkar gibi “ önüne bak, bana dönme aman ha…” diye hiddetlendi. Bu adama hiçbir şekilde yaranılmıyordu. Deli gönlüm bas gaza ölümle burun buruna gelelim diyordu ama deli gönüldü işte söz geçmiyordu. “ o çocuğun intihar etmesi olasılık dâhilinde değil…” diyerek elindeki telefonu kapamıştı sanırım. Hiçbir tepki vermedim. Çünkü söylediği hiçbir cümle kayıtlara intihar olarak geçtiği gerçeğini değiştirmiyordu. “ şu otuz yıllık meslek hayatımda onlarca intihar eden çocuk gördüm…” dediğinde yutkunmakta zorlanmıştı. Feyyaz Savcı radyosu dışında bir şey için üzülüyor muydu? Sanırım bu benim için tarihe geçecek anlardan olacaktı. “hepsine intihar diyerek kolaya kaçmıştık. Ancak onları bu yola iten hiçbir ebeveyni cezalandırmaya kimsenin gözü de gönlüde yanaşamadı.” Diye gerilen bir ses tonuyla devam etti. “ düşündüm dediklerini. Ya benim bir kızım olsaydı dedim…” Ateş düştüğü yeri kavururdu yalnızca. Isıyı hissetmek, bunaltmaktan öteye götüremezdi bizi. Bu yüzden insanların yerine, kendimizi koyduğumuzda bile aynı sonuca asla ulaşamayacaktık. Empati de palavraydı. Aynı acı iliklerinden geçmediği sürece, palavra olarak da kalacaktı. “ Ben acımın akıttığı kan ile tüm dünyaya savaş açardım…”diyerek yutkundu. Bir karanlığın içine giriyor gibiydi. Ve o karanlığa kafa tutmaya hazırlıyordu kendini. “ Belki… Belki de bana- sana doğru gelen savaşı açmalıyız, Stajyer” dediği an istemsizce bakışlarım onu buldu. Gözlerindeki yola bak şapşal Stajyer, korkusunu gördüğümde tekrar direksiyona odaklandım. Savcının aldığı derin soluk ile arabayı karargâhın girişinde durdurdum. Bakışlarım tekrar ona çevirdiğimde emniyet kemerini çözüyordu. O ilk defa kolaya kaçmak istemediğini belli etmişti. Ve sanki sıradan bir şey söylemiş gibi yoluna bakıyordu. Emniyet kemerini çözdüğünde bana döndü. “ ama zor işler bunlar. Yorulursunuz Sayın Savcım.” Dedim söylediklerine hitaben. Tebessüm ederek, onayladı beni. “ yorulduğum zaman senin üzerine yıkar, biraz şekerleme yaparım Stajyer.” Dediğinde gözlerimi devirmemek için içimden yediye kadar sayma gereksinimi duydum. Ve içimden yaptığım manifestom ile bunu engelledim. Ancak yine de bana eşlik edeceği gerçeği beni biraz da olsa heyecanlandırmıştı. Çünkü bu bana inandığına işaretti. Bende bir yandan emniyet kemerimi çözmeye çalışırken, cevapladım onu. “ Ben alışkınım. Sizi de idare derim, Sayın Savcım.” Diyerek araçtan indim. Ardından onun da araçtan inmesiyle, ardı sıra yeniden adımlarını takip etmeye başladım. Bu sefer adımları tok ve hızlıydı. Ayağımdaki lacivert yüksek topuklularla ona yetişmek yorgun bedenimi biraz zorluyordu. Eteğimi elimle çekiştirerek, merdiven basamaklarını çıkmaya başladım. Basamakları bitirdiğimizde gözlerimi kısa bir an da olsa bahçede gezdirerek, bir çift gözden nasibimi almaktı niyetim. Ancak yapamadım. Hislerime bu sefer yenik düşmemiştim. Belki de aklımdaki düşüncelerin artık yoğunlaştığı yer farklı olduğundandı. Yüzbaşı, şu an benim önceliğim değildi. Bir kız çocuğuna verdiğim sözü yerine getirene kadar da olmamalıydı. Önümdeki adamın adımladığı yeri ezbere biliyordum; Albay Sezgin Atay’ın odasıydı. Uzun bir süre sonra dayım ile yüz göz olacaktım. Yine bir şeyler diyerek, tüm şevkimi kırabilirdi. Bu düşünce ile adımlarım duraksadı. “ Sayın Savcım.” Dedim ani bir çeviklikle. Önümdeki adam bedenini bana doğru dönerek, kaşlarını gelişigüzel kaldırdı. “ Ben sizi arabada bekleyebilirim.” Dediğimde çenesini sıvazlayarak, gözlerini kıstı. “ İçeride önemli bir şeyler konuşacaksak…” diyerek çenesini sıvazlamaya devam etti. Alaycı bir şekilde tebessüm ederek, “ eğer böyle bir şey yapacak olsaydınız beni buraya kadar sürüklemezdiniz. Amacınız kendinizle birlikte beni de yormaktan fazlası değil.” Dedim net bir şekilde. Aklınca aklımda kuruntu oluşturmaktı niyeti. Çünkü ne zaman ciddi bir şey konuşacak olsalar, dayım adliyeye gelirdi. Nedenini bilmesem de Savcı ona gitmezdi. Kafasını alayla sola eğdiğinde, istediğini yapabilirsin dercesine eliyle yol gösterdi. Yollarımız ayrılmıştı. O ileriye, ben geriye gitmiştim. Arabanın önüne kadar geldiğimde, telefonumu çantamdan çıkartarak gelen mesajları üstten okuduğumda ilgimi çeken bir mesaj gelmemişti. Başımı çevirerek, etrafta kısa bir göz gezdirdiğim esnada ilerideki kalabalığın içimde oluşturduğu tanıdıklık hissi ile arabanın arkasına saklanmak istercesine hızlı adımlar ile ilerledim. Kalabalığın birbirine karışan keskin sesleri, tok postal sesleri ile harmanlanıyordu. Arabaya yaslanarak, iyice köşeye sinmiştim. Kalbimin yersizce atışları hızlanmıştı. İçlerinden daha önce duyduğum bir tını yüksek bir sesle, “ komutanım nasıl kesmişim otları?” dediğinde etraftaki neredeyse hepsi birbiri ile aynı boyda olan otlara baktım. Böyle emirler gerçekten var mıydı? “ yani karargâha sayemde bir biscolata reklamı yaşattım.” Diye de ekledi. İster istemez tebessüm belirdi, suratımda. “ Ulan kes sesini diyeceğim de akşama görev var belki çenen yorulur da görevde bari susarsın diye bir dala tutunmak istiyorum.” Dedi içlerinden biri. Sesinde biraz bıkmışlık çokça da isyan vardı. Kalbimin uzak olmadığı ama zihnimin her duyduğunda acı duymamak için uzak kaldığı o ses girdi araya. “Yeter bu kadar zevzeklik! Gidin ve ben size ikinci bir emir verene kadar da dinlenin!” dediğinde etrafındaki askerlerin bedenine hükmetmiş olacak ki uğultular sesinin ardından sessizliği getirdi. Emredersiniz komutanım, komutunun ardından postal sesleri benden uzaklaşıyordu. Kafamı sindiğim köşeden çıkardığım esnada bir bedene çarparak geriye tökezlemem eş değerdi. Tutunacak bir yer bulduğumda, bel boşluğumda hissettiğim temas hiç yabancı değildi. Sol gözümü açarak, emin olmak istedim. Oydu. Ve ben kollarına sıkıca sarılmıştım. Yutkunarak, bedenini geriye iteledim. Ancak yerinden kımıldamak değil, belimdeki eli bile yerini korudu. Sanki eli hep oraya aitmişçesine sahiplenmişti. Gözlerimi kısarak, kaşlarımı çattım. Gözlerini kısarak, kaşlarını havaya kaldırdı. “ ne yapıyorsun?” dedim ama sesim içime kaçmıştı sanki. Bana yabancıydı çünkü. Duraksamadı, düşünmedi. Damdan atlarcasına, “Seni izliyorum, beni izlediğin gibi…” dedi. Sıradan bir şey demiyordu ama ifadesi hep benim için böyle şeyler dile getiriyormuş gibiydi. Gözlerimi kırpıştırdım. Heyecanlanmamam gerekti. Ancak vücudum adeta ayaklarımdan tutuşmaya başlamıştı. Dizginle hislerini, sahip çık kalbine. Evet, sadece küfrettim kendime. Ona kafa tutamadığım için. “ Saçma saçma konuşma!” diyebildim. Ama sesim cümleme nazaran yumuşacıktı. Sanki ona naz yapıyor gibiydim, bu tınıyla. Bana üstten bakmaya devam ederek, bakışlarının yüzümde bir yerde takılı kaldığı aşikârdı. Dudağımda mıydı bakışları yoksa dudağımın üzerinde miydi? İkisi de kalbim için iyiye çıkmıyordu. Fazla heyecan beraberinde her daim fazla kalp kırıklığıydı. Sesi bu ana kadar duyduğum, en naif tondaydı. “ Sende şöyle bakma o zaman…” Biraz naif… Çok az… Çok azda umursamazdı. Benimle flört etmeye mi çalışıyordu yoksa bu da zihnimin bana uyguladığı değişik bir yanılsama mıydı? Başımı başka bir yöne çevirdiğimde, parmaklarını bel boşluğumda gezdirmişti. Göz devirerek, “Dengesiz herif…” diye mırıldanırcasına tekrar ona baktım. Bundan memnun olmuş gibi göz bebeklerinin derinliklerinde bir parıltı belirmişti. Bakışlarımı kaçırmam hoşuna gitmemiş miydi? “ bakmıyorum işte!” dedim giderek yükselen bir sesle. Kafasını geriye atarak, derin bir nefes aldı. Gözlerim âdemelmasına kaydığında, “ benimle flört ettiğinizi düşüneceğim Yüzbaşı!” diyerek bakışlarımı girdaba çekilmemek adına kaçırdım. Kısık… Çok kısık bir kahkaha döküldü, kalın dudakları arasından. Beni izlediğini bilmeme rağmen bir an olsun ona bakmamak için direndim. Nefesinin ılıklığı kulaklarıma ulaştığında; dilimi gergince dudaklarımda gezdirerek, heyecanımı gizlemek adına yutkundum. Soğuk bir nefes değildi, artık. “ Seni tavlamak için farklı bir yer kolluyorum, Çakma Savcı…” dedi beklemediğim bir şekilde. İrileşen gözlerim ile yüzüne bakamıyordum bile. Sözleri beni benliğimden ayırmaya ışık tutuyordu. Ateş ile tutuşan her bir zerrem harlanarak şiddetli bir alev ile yanmaya başlamıştı. “ Yani gözlerini benden ayırmasan iyi edersin…” diyerek usulca bir adım geriye gitti. Teması kesildi, beni kendimden geçirdi. Kafama göre yaşamak istedim içinde bulunduğumuz anda. Bazen o kadar geç kalıyorduk bir şeylere geriye pişmanlık duyacağımız bir an bile yaşayamıyorduk. Yapamadım. Ona, yaklaşamadım. Kaçırdığım gözlerimi, ona kenetledim. “ Dengesizsin. Kabasın. Kalpsizsin.” Dedim bir adım yaklaşarak. “ Bu da bir görev mi?” Kollarını göğsünde birleştirdiğinde, üniforması gerilmişti. Bu onun ilgisini çekmiyor olabilirdi ancak benim aklımı beş karış havaya sokmaya yetiyordu. “ Ben bir askerim. Sen dâhil vatanımın her bir parçasını korumak…” dediğinde yüzümün her köşesinde adeta mekik döşedi. İçli bir soluk ile tekrar araladı dudaklarını. “Senin deyiminle, bana verilmiş bir görev.” Diyerek aramıza açtığı mesafeyi kapattı. Yeşil gözleri… Işıltılar ile canlanıyordu. “ bu topraklarda benim kaderim var… Bu yüzden benim için sadece bir nimet…” dediğinde kalbim ölecekmişim gibi nefesimi tuhaflaştırmıştı. Yersiz yurtsuz kalbime, adım adım yuvasını yapıyordu. Göğüs kafesimin solunda oluşan ferahlatıcı his ile “Yani bu görev oluyor!” diye tekrar sayıkladım. Enine boyuna- gerekirse her şekilde- duymalıydım benim için harcadığı kelimelerini. Etrafta gezindi bakışlarım. Gelen giden birileri var mı diye yokladım kısa bir süre. Bu anın bozulmasını istemiyordum. Duymak istediğim sözcükler, fazlasıydı. Çok daha fazlası… Göğsünde bağladığı kollarını çözerek, elini boynuna götürdüğünde başını hafifçe sola eğdi. Güneş altında parlayan üniformasına ışık tutan yeşil gözleri kısıldıkça kısıldı. Göz temasımızı kesmemek için güneşe meydan okumaya razıydı. Keskin çene hattı yüzüne yerleşen tebessüm ile gevşedi. Öyle bir tebessümdü ki… Yanaklarında oluşan çizgileri ve çukuru bile belli oluyordu. Belki de ben daha önceleri hiç bu kadar dikkatli bakmamıştım. Bir saniye bile ayırmıyordu gözlerini. Böyle giderse güneşten dolayı gözleri kararacak, kısa bir denge kaybı yaşayacaktı. Göğüs kafesinin derinliklerine yetirebildiği kadar hava aldığında, “Lafı kıvırma, Çakma Savcı.” Diyerek soluklandı. Bir yerden tanıdık gelmişti. Yüzümü ekşiterek dudağımı buruşturdum. Hatırlamaya, anımsamaya çalışıyordum. Başka birilerinde de duymuş olabilirdim. Bana sarf edilen sözleri, istediğim yere çekebilme potansiyelim oldukça yüksekti. Tebessümü tatlı bir kahkahaya dönüştüğünde, kaşlarımı çattım. “Ne diye gülüyorsun şimdi?” diye, düşünmeden kurmuştum. Oysaki gülüşü kalbim için ne denli kutsaldı… O, bir sır verircesine geçmiş cümlelerimi sayıklarcasına, fısıldadı bana. “ Gülmenin sinirleri yatıştırdığı hakkında bir duyum aldım.” Bana, beni anlatıyordu. Onu dinledikçe susasım geliyordu, kimi zaman. O hep böyle konuşsundu. Nefes seslerimin bile onu kesmesine müsaade etmezdim. Ama ya son kesişmemiz gibi olursak? En azından acı, tatlı bir biçimde denerdik. O şansa sahip olmayı diliyordum içtenlikle. “ söz dinlediğini görmek göz yaşartıcı, Yüzbaşı.” Diyerek alaylı bir tebessüm belirdi çehremde. Sadece birkaç dakika takılı kaldı, tebessümden kaçınmayan dudaklarıma. Ardından gözlerini ağır ağır gözlerime çıkarıyordu. O kadar ağır ilerliyordu ki gözleri, bir an çehremi zihnini belki de benim gibi kalbine kazımaya- ezberlemeye- çalıştığını dahi düşündüm. Yutkunuş sesi kulaklarımda yer edindi. Sanki günahıyla yüz göz olmuş gibi titredi âdemelması. “ne laftan anlayan bir adamım, ne de söz dinleyen Çakma Savcı.” Dedi tane tane. Kurduğum cümleyi üzerine basarak, sekteye uğrattı. Susmadı ancak. Aramızdaki garip harmoniye rağmen susmak son tercihi dahi olmayacak gibiydi, şu zaman diliminde. “ Sana tuhaf gelecek ki… Senin bir tek senin…” kendini susturmak istemiyordu ki kuruyan dudaklarında dilini gezdirerek, kısa bir soluğun ardından, “ Dudağın benim için aralansın yeter...” her bir cümlesinden kemiklerimde tatlı bir sızı beliriyordu, artık. Bozguna uğrayan düşüncelerime rağmen nedendi bu tatlı sızının mantığı, anlam veremiyordum. Vermeye çalışacak bir zihin de yoktu. Kesik kesik yutkunmaya devam ettim sadece. “ insan kaderine geç kalırsa, neler olur bilmeye de niyetim yok.” dediğinde cümlesi sorularıma adeta cevap olmuştu; Beni kaderi olarak görüyordu. Geç kalması, bu düşüncelerinin yeni olmadığını gösteriyordu. Gözlerim gözlerinde gezinirken, konuşmaya devam ediyordu. “ Şans, rastlantı ve kader… Önümde birçok seçenek var…” Dediğinde hangi ara arabaya sırtımı yasladığımı bilmiyordum. Üzerime eğiliyordu ve ben artık geriye gidemiyordum. Onu da itelemeye elim de kalbim de varmıyordu. “ senin gibi nadide bir çiçeğe hayat vermiş, kadın…” dediğinde bir elini yaslandığım arabanın camına koyduğunda, göğüs kafesimin altında yer alan kalbime dokunuyor gibi hissetmiştim. “ kaderin çizgilerini dahi çizecek, eşsiz bir kalıba sığmalı.” Kaderin, kaderimin… Ben eşsizdim? Bir yandan parmak boğumlarıma kadar sızlıyor, diğer yandan göz bebeklerime kadar alev alıyordum adeta. Kuytuda sıkıştırılmıştı zihnim. Kalbim zaten ona aitti. Elimle omzuna tutunduğumda amacım geriye itelemekti. Yanlış yer, yanlış zamandı. Hatta yanlış kişi bile olabilirdim. Parmağındaki yüzük, bu düşüncelerimi tasdikliyordu. Omzundaki elim hareket etmeye kalmadan, diğer elini de arabanın diğer yamacına koyarak, beni kıskacı arasına aldı. “ özetle Bayan Çokbilmiş; vurgunu olduğum kaderimsin.” Sözleri ile beni kendine doğru savurdu. Çekiliyordum… Bir yanım istese de bir yanım istemese de çekiliyordum. Ellerim kâküllerime gidecekken, benden önce davrandı. Özenle düzenledi, saç tutamlarımı. Ardından eli yavaşça şakaklarıma doğru indiğinde, duraksadı. Gözlerimin içine bakarak, okşadı. Sade ama anlamlı bir tebessüm takındı keskin çehresine. Acıya karışmış bir sitemle; “Ve vurgunu olduğum kaderimin; beni ne zamandan beri büyülediğini dahi bilmiyor…” * Hava kararmış, her zamanki gibi yerini çoktan almıştı. Ancak artık altında debelendiği bu alacakaranlık hissiz değildi, Demir için. Bu karanlıkta ömrü boyunca saklanmaya razı geliyordu. Kendi deyimiyle kaderine usulca boyun eğiyor ardından da kalbi atıyordu. Yaslandığı taşa, kafasını da geriye atarak usulca yer edindi. Gözlerini kısa bir an kapatarak, aklını karıştıranın her zerresini- kısa çok kısa bir an- geri plana atmak istedi. Ama parmak boğumunda hissettiği gümüş parçası ile mümkün değildi. Kısa bir an sineye çekmek istediği kaderi, hep yanı başındaydı. Açılan gözleri ile elleri eldivenlerin sardığı parmaklarına kaydı. Dalgınca baktı, yerini ezbere bildiği gümüşe. Kulağına gelen sesler ile kafasını sağa sola yavaşça salladı. Yaslandığı taştan ayrılarak, keskin bir ses tonuyla emredercesine telsize konuştu. “ durum nedir, Kağan?” Bir adım, en ufak bir adım bekliyorlardı. Telsizin bir ucundan beklemekten bezmişçesine, “Aynı komutanım!” diyen Kağan cümleyi kurarken bile küfredercesine dile geliyordu. Turgut’ta daha fazla beklemeye dayanamamış olacak ki, “neyin peşinde bu gavatlar?” diyerek sert bir solukla konuştu. Yaklaşık bir saattir, öylece bekliyorlardı. Atak yapması gereken verilen emire göre karşı taraf olmalıydı. Kaşları çatık bir vaziyette, “bitirim ikili, yaşıyorsanız ses verin. Yaşamıyorsanız duymamış gibi siktir edin.” Dedi Serdar. Özgür ve Yağız aralarına sızmıştı. Ancak onlardan da en ufak bir ses yoktu. İkisini bir göndermek her daim ortamdaki kini, hırsı arttırıyordu ancak bu sefer öyle olmamasından kuşku duymuştu, Serdar. “Bir sus be, bir sus…” dedi isyan edercesine Özgür. Her ne kadar kimse görmese de göğsüne çektiği soluk, ferahlamaya işaretti. Belli belirsiz sırıtmıştı, Serdar. “ Komutanım, henüz toplantıları bitmedi.” Diyerek ciddiyetle devam etti Özgür. Bu sefer telsizde yankılanan Yağız’ın sesiydi. “Kasıtlı olarak bu kadar uzatmış olabilirler, Komutanım.” Dediğinde en mantıklı olanda bu cümleydi. Demir şiddetli bir sesle, “Yağız, Özgür…” dediğinde anlamışlardı. Emredersiniz komutu verdiklerinden kısa bir süre zarfından ardı ardına iki kez koca bir ses yükseldi, karanlıkta. Dumanlar, karanlığa bürünürken Yıldırım Timi, usulca ine doğru yaklaşmaya başlamıştı. İlk sesi duyulduğu anda, onlara emredileni oldukça net bir şekilde yerine getireceklerdi. Ateşlerin arasından, iki silah sesi duyuldu. Beklenilen olmuştu. O silah sesi işitilmişti. Serdar ve Gürkan tepedeki gözcüleri, sessiz bir şekilde cehenneme itelemişti. Ardından karşılıklı silahlar ateşlenmiş, keyif aldıkları o sıcak atmosfer oluşmuştu. Her biri ayrı yerden vuruyordu, hedefleri. Demir, tam tepesinde bulunduğu telsize titrek bir şekilde durum bildiren adama ıslık çaldığında elindeki telsiz yer ile buluşmuştu. Titrek bedeni ona yavaşça döndüğünde gözlerindeki korkuya rağmen adamın eli yanı başındaki silahına doğru yol alıyordu. Buna izin vermeden iki kaşının ortasını sekmeden ateş etti. Ardından yerinde doğrulur bir pozisyon alarak, aşağılarında kalan kulübe misali eve tedbirle ilerledi. Özgür bir yandan ateş ediyor, diğer yandan hoşuna gitmeyen sessizliği bozuyordu. “Anasını satayım, bunları da vur vur azalmıyorlar sinek gibi işliyorlar lan” dedi. Niyeti duyacağı sesler ile can dostlarının iyi olup olmadığını ölçmekti. Gürkan, “Haklısınız komutanım” dediğinde tabi her zaman öyleyim dercesine bir ifade belirdi, Özgür’de. Yağız ise yanı başındaki Özgür’e sadece başını iki yana sallayarak, kendi için sabır diledi. “Ülkemin sineğini küçük düşürme, Özgür olamayan Özgür.” Dedi Turgut. Önce ufak bir cızırtı doldurdu telsizleri. Ardından alaylı bir ses. “Harbi ağa! Sinek olsam kahrımdan yataklara düşerdim!” diyen Serdar’dı. Kendi tebessüm etse de, timdekiler soğuk bir ter dökmüştü. İçlerinden biri soğuk ter dökmekle de kalmamış, gözleri cızırtı ile titremişti. Duyduğu ses ile yüreğine serpilen su yüreğindeki fidanı yeşertmeye yeterdi. “Sende her daim kahırlısın, hayvan kalıplarına mı alalım bundan sonra?” dedi Ülkü. İfadesiz suratına rağmen keskindi sesi. Ülkü. Serdar cilveli bir sesle, “Sen ne yapmak istersen, izin dahi almadan yapabilirsin bana.” Dediği anda Ülkü gözünü devirerek, yüzünü buruşturdu. “ ayrıca ben senin kahrından yataklara düşmekten gayet memnun bir bireyim.” Kağan artık tahammül edemiyormuş gibi, “Senin birey olduğun anı durdurup siksinler.” Dedi hiddetli bir sesle. Birkaç dakika önce yanı başında olan komutanına ulaşamamak onu germişti. “Emredersiniz komutanım!” dedi Serdar. Anında ciddiyete bürünmüştü; hem sesi hem ifadesi. Kağan tekrar konuştu telsize, “ komutanım…” dediğinde sesi ne hiddetli ne de sertti. Tamamen beklentiye bürünmüştü. “Ne var lan!” diyerek yanıtladı Demir. Kağan belli belirsiz kıvrılan dudağı ile “Hiç öyle bir yoklamak istedim.” diye alaya çaldı, aklındakileri. Demir üç saniye önce neredeyse ölecek gibi olmasını takmayarak, “Seni sınıf öğretmenine öyle bir yoklatırım ki, Kağan!” dediğinde Kağan’ın aklına, sınıf öğretmeni olacak o heriften hiç haz etmediği geldi. Silahlar sustuğunda, ortada kimse olmamasına rağmen tedbirli bir şekilde kulübenin önüne doğru adımlaya başladılar. Birbirlerine komut vererek yavaş yavaş aşağıya inerlerken, “Serdar,” diye bir ses yükseldi Kağan’dan. Işık hızıyla, yanı başındaki Gürkan tarafından yere çekildi, Serdar. Ağzının içinden kısa bir siktir, savurarak silahın ateşlendiği yere siper aldı. “ Teşekkür ederim, yeni çocuk,” demeyi de ihmal etmedi. Kağan’a doğrulan silahlar sonrasında nereden geldiğini bilmediği Demir, yanı başında belirdi. Kağan’ın yüzünde alaycı bir gülümse belirdiğinde, Demir Kağan’ın yakasından tutarak geriye çekti. Karargaha anons geçti Demir; “Komutanım sıcak temas!” Ölüme fısıldar gibi, “Komutanım, çıkın oradan!” diye konuştu Özgür. Endişe ile kavrulmuş bedeni tekrarladı. “Komutanım, çıkın oradan!” dediğinde bu sefer sesi gürdü. “Lan, Kağan!” dedi. Ateşlenen silahlardan çıkan kurşunlardan dolayı kendi sesini dahi işitmekte zorlanıyordu. “ Bana bak lan! Dediğini yaptım. Açıldım, ona.” Diyerek bir şeyler içinde kalmasın istedi. hHslerini kendi çapında belli ettiğini düşünüyordu ve karşısındaki kadın da oldukça zeki biriydi. Bunu anlayacaktı. Kağan hafif bir sırıtış ile içinde bulundukları durumu siktir etmişti bile. “Açıldınız mı, harbi mi komutanım?” dediğinde Demir’in omzuna dokundu. “ sizden hızlısı da…” diye devam edeceği an sustu. Düşünmeden ettiği bu lafı içtenlikle zevk alarak yuttu. “ hemen Özgür’e diyelim de şimdiden lojmanda teyzelere düğün kurdursun.” Diyerek lafı değiştirmeye çalıştı. Üzerlerinden geçen mermileri çokta umursuyor gibi durmuyorlardı. “Siktirme lan belanı.” Dedi Demir, Kağan’ın ensesine yavaşça vurarak. “ bil istedim…” dediğinde yürekten kurmuştu cümlesini. Kağan, liseden beri tüm sırlarına şahit olmuş dostuydu. Sırları da çoktu, Demir’in. Çok olmasına rağmen tek bir tanesini bile kendine hatırlatmamıştı, Kağan. Dört elle birbirlerinin yaralarını insanlardan saklamışlardı. Kan bağı olmamasına rağmen. Kardeşliği hissetmek için kan bağı aranmazdı zaten. Yanı başlarından geçen kurşun ile kafalarını geriye atmışlardı ancak bu muhabbetlerini kesmeye değecek bir hamle değildi. “Anasını satayım. Kız ile konuşalı ne kadar olmuş, adam şimdiden pamuk gibi yumuşamış…” diye mırıldandı Kağan. “Duyuyoruz, lan!” dedi tok bir sesle Demir. Kağan’ın hemen önüne düşen kurşun sonrası Demir, refleksle Kağan’ı biraz kendine doğru çekiştirdi. “Benden önce aklından dahi geçirme. Ya beraber, ya önce ben!” diyerek sıktığı dişleri arasından konuştu. “ eğer olurda yaralanırsan eve de almam seni,” diye de ekledi. Öfkeden çenesi kasılmıştı. Kağan, ciddi bir tavırla “ o ev de benim de hakkım var” dedi. Demir cevap vermek yerine, Kağan’ın kamuflajından tutarak geriye doğru adımlaya başladı. Tim de git gide yaklaşıyordu ancak üzerlerine gelen teröristlerde, onlara adım adım yaklaşıyordu. Demir ve Kağan, iki elden ateş ederek geriye adımlamaya devam ettiler. Kağan’a koruma ateşi açarak önünde ilerledi Demir. “ Durma yürü.” Diyerek Kağan’a emretti. Kağan bir yandan ateş ederken diğer yandan komutanına bakmaya çabalıyordu. Ona dönük olan sırt kısa bir süre sonra kendine doğru dönerek ilerlediği esnada, Kağan’ın kulaklarını çınlatan o kurşunlardan biri komutanın göğsünde içeriye sızmıştı. Diğeri ise kolunu sıyırmıştı. Kamuflajında beliren kırmızı leke adeta bir mürekkep misaliydi… Git gide yayılıyor, yayıldıkça da dağılıyordu. Kolunda aşağıya akan kanlar ise, elinin üzerinde birikiyordu. Kirletiyordu, kendine emanet edilen üniformayı. Komutanlarına isabet eden kurşunun çıktığı o silaha, üçüncü bir hak tanınmadı. “Komutanım…” diye derinden içli bir ses yükseldi. Demir, kesik nefeslerinde derin bir soluk almak istedi. Bakışları Kağan’ın vücudundan gezindiğinde emin olduğu gerçeklik ile elindeki silahı daha fazla kendine yük yapamadı. Önce sol dizi değdi, vatan toprağına. Ardından kolundaki yaradan bir kan damladı, kutsal gördüğü toprağına. Sağ dizi de kaderinin olduğu bu topraklara değdi. Toprakla kavuşması, kaderi ile kavuşmasına eş değerdi. Kağan düştüğü o boşluktan çıkarcasına, “Lan lan lan… Komutanım…” diyerek acıya karışmış bir haykırışı saklamadı. “ Aldıkları nefeste siktiğimin piçleri!“ dediğinde koşuyordu ancak açılan mesafe kırkı asırmış gibiydi. “ Komutanım! Komutanım sizi ben eve almam… ” diyerek akıp giden kurşunları zerre umursamadan devam etti koşmaya. Karşısındaki bulanık manzaraya; Bir yandan sırıttı, diğer yandan yutkunmaya çabaladı, vücudunu sızlatan derin acıyla. İhtiyara da Kağan’a da hak veriyordu artık. Çünkü şu durumda bile aklında da, kalbinde de tek bir düşünce vardı; Gül’ü dikenlerine rağmen sıkıca sarmak… Düşünceleri sonsuz kez Gül’ü tekrarladı. Aynı renk, aynı kandı. Tıp ki bu vatana emanet edilen bayrak gibi… Kan kırmızısını süsleyen bir ay, bir yıldız; vatan toraklarını birleştirmeye bütün bütün diri tutmaya yetiyordu. Çok canlar feda edilmişti, bu bayrak uğruna. Kimisi son nefeslerini vermiş, kimisi o acı, feryat dolu nefeslerde intikam uğruna yanıp tutuşmuştu. Kadir kıymet bilirdi, bu vatan evlatları. Düşünmez, sorgulamaz emri yerine getirmekten gocunmazdı. Bir de emri yerine getirirken vatan kadar önemli olan can yoldaşları vardı. Her biri birbirine emanetti. Mevzu bahisse kendilerini hiçe sayacak evlatlardı onlar. Bazısı ana kuzusu, bazısı sokak çocuğu… Geçtikleri her sokağın şiirini yazan, görünmeyenlerdi onlar. Beklentiye girmezlerdi. Yeri gelir unutulur, yeri gelir hiçe sayılırlardı. Alışkanlardı... Alışkanlıklar, zamanla huya dönerdi ya. Unutturmak da huy olmuştu onlarda. Her bir yarayı daha da eşmelerine izin vermeden sarmaya gayret ederek unutturmaya- belki de kendileri gibi bu duyguyu tatmamalarına- çalışıyorlardı. Sessizliğin hüküm sürdüğü ortamda, taşlar arasında donup kalmış bedenler… Kanlı bir bere vardı, bir askerin iz dolu avuçlarında. Yıllarını birbirini korumaya adamış adamlarda, bazen kaybedebiliyordu. Yüreği bunu dinletmesi zor olsa da, karşında derin, acı nefesinde boğuşan beden bunu yüreğe bir şekilde kazıyordu. “Komutanım…” dedi içli bir ses. Yeniden tekrarladı. “Komutanım…” Öksürüğü ve nefesi boğuşsa da, “Ne var lan,” diye yarım ağız sırıtmaya çalıştı. Derin bir yutkunuşu âdemelmasını kavislendirdi, acısını belli etti. Yarı kapanan gözlerini, irkilerek yeniden açtı. Etrafta yankılanan silah sesleri susmadı. Karşılık gecikmiyordu. Ancak ya göz göre göre pusuya çekiliyorlardı ya da komutanlarının acısında kıvranarak son nefeslerini, izletmekti amaçları. İzin vermeyeceklerdi. Bir acı, bin dirhem olmayacaktı bugün. Taşa yaslanmış bedeniyle bir an kan dolu ellerine kaydı Demir’in bakışları. Yutkunmaya çalışsa da, çok zorlanmıştı. Nefesi tükenmiş, göğü kafesinde yer kalmamış gibiydi. Yanı başında teröristleri nokta atışı ile vuran Kağan’a değdi bu seferde bakışları. Sert yüz çehresi, kardeşi kendi dışında başkası tarafından incitilmiş her kardeşin ifadesi gibi, kin doluydu. “ İyisiniz… İyi…” dedi Kağan. Geçte olsa içinde bulundukları durumu hazmetmiş, komutanlarına cevap vermişti. “Hem daha düğün sözünüz var, Özgür’e!” diyerek göz ucuyla da komutanına bakmaktı niyeti. Yapamadı. Suçlu hissetti, kendini. Buna hakkı olmadığını söyledi, zihni. “Gül…” dedi sadece. Ciğerine gitmeyen nefesi adını zikretmesiyle, kalbine telkin verdi. “ Gül…” Kağan ise korktuğu o bedene tüm içtenliğiyle baktı. Adını sayıkladığı kadını anlatmıştı. Annesini bile anlatmayan adam, uğruna her şeyini ortaya serdiği kadını saatlerce bir rakı masasında ona anlatmıştı. Ancak akıl karı değildi. Bu kadar derin bir yer edinmesi akıl karı değildi. İnkâr etmeyeceği kadar güzel kadındı lakin bu Demir’e lise yıllarında yaptıklarını değiştirmiyordu. Aşk, kalp gözünü de kapatıyordu. Anladığı tek gerçek buydu. Ve bu gerçek kendisi için azap olurdu. Üzerlerine doğru hedef alınan kurşunlar, köşeden kıyıdan sıyrılarak gidiyordu. Kısık bir sesle , “Aşk, böyle bir şey olmalı…” dediğinde Demir acıya bürünen gülüşüyle, kaşlarını havalandırdı. “Yani ona âşık mıyım?” diyen Demir’e eşlik eden Özgür, “komutanım… Kim bu kadın?” diyerek yanı başlarına çömelmişti. Ardından meraklı gözlerine rağmen Demir’in göğsündeki kurşun yarasına bakmaya devam etti. Kağan ise daha önceki konuşmalarına hitaben, “Kupon tuttu sanırım, Komutanım!” diyerek yanıtladı Demir’i. Gözleri yarı açık, yüzü tebessüme yakındı. Ancak aklındakini buna rağmen itemiyordu. Yaşamak istedi, ilk kez. Çünkü Gül’ün de canı yanardı. Ve tek bir damlası dahi o gülü andıran eşsiz güzelliğini damgalamasın istiyordu. Yavaş yavaş uyuşan vücuduna kendini bırakıyordu. “ Komutanım, olur da gözünüzü kapatırsanız…” dedi Özgür bir yandan yaraya kendi çapında elverdiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Devam etmeden önce yutkundu, titrek bir sesle “tüm lojmana komutanımın sözlüsü var der dedikodu dağıtırım…” dedi. Kağan’da Özgür’ü onaylarcasına, “ bu defa, katılıyorum… Komutanım!” dese de olacakların önüne kim geçebilirdi ki? Silah sesleri susmuştu, eş zamanlı Kağan ve Özgür’de sessizliğe bürünmüşlerdi. Demir ise yarı açık olan göz kapakları dayanmakta güçlük yaşamasına rağmen “ Yüzüğü…” dedi devamına yetişemedi gözleri. Silahlar susmuştu. Göz kapakları usulca yorgun bedene gardını indirmişti. Yıldırım Timi, sessizliğe bürünerek acılarını yine içlerine gömmek zorunda bırakılmıştı. |
0% |