Yeni Üyelik
12.
Bölüm
@dnzkzgb

 

 

 

“Hayatımda yalnız o vardı. Gözümü kapadığım zaman onu, açtığım zaman onu, uyandığım zaman onu görüyordum…” diye Gül’ün kekelediği cümleyi tek çırpıda okudu, Kurt. Bıkkınca soluk vererek, Orgeneral Muharrem Kılıç’a kaçamak bakışlar atmayı da ihmal etmedi. Çatık kaşları altında gözleri gülüyordu, orta yaşlı adamın.

 

Gül’ün kehribarları…

 

Hiç de mutlu görünmüyordu. “Ya, Kurt… Okuyoruz işte ne diye eğitim hayatımı kesilmeye uğratıyorsun kine?” diye yakındığında, Huysuz Muharrem’e kayan gözleriyle, “ Huysuz Amca, ona sen kız. Askerler emir çiğneyemezmiş. Sen dersen yapar, o…” diyerek Kurt’a yan yan bakmaya başladı.

 

“Bayan Çokbilmiş…” diyerek kafasını hafif sola eğdi. “Sen dedin de, ben ne yapmadım?” diyerek sitem eden ifadesiyle Gül’e bakmaya devam etti.

 

Gül, aniden oturduğu sandalyenin üzerine çıkarak kahvehanede oturanlara mühim bir konuşma yaparcasına seslendi. “ Bir dakika şu taşları atmaz mısınız? İrica ediyorum, saygın amcalarım…” dediği an hepsi ona itaat edercesine durduğunda, Kurt afalladı. “ Hadi o zaman, beni sevdiğini söyle…” dedi Kurt’un yeşil gözlerine derince kitlenmeyi ihmal etmedi. Tüm bu siniri, Kurt’u yine zilli ile birlikte gördüğü içindi, aslında. Onu unutarak zilli ile gittiği içindi. Sadece Kurt, etrafına bakamıyordu, o kadar.

 

Bir taş yuvarlanmış, kafasına denk gelmiş gibi hissetti. Şaşkınlık dolu bir afallama vücudunu sarpa sarmıştı. “Ne yapayım? Ne yapayım?” dediğinde inanmakta güçlük yaşar gibi bir ifadeye büründü. “Saçma saçma konuşma, Gül.” Dediğinde etrafta göz gezdirdikten sonra genzindeki içten öksürüğü alaylı bir hale büründü. Masaya doğru eğilerek, “benim de bir karizmam var,” diye Gül’ün kulağına doğru bir kedi edasıyla mırıldandı.

 

Kaşları çatık, işaret parmağının hedefi Kurt’tu. Üstelik sesi Kurt’a göre oldukça keskin ve şiddetliydi. Etraftaki meraklı sevecen bakışları daha fazla bekletmeden, “başlatmayabilir misin karizmana. Söylüyor musun, söylemiyor musun? Ona göre okuyacağım.” Dediğinde kahvedekiler kahkaha tufanı yarattı adeta. Neredeyse hepsi ile bir münasebet kurmuştu ki rahat bir şekilde Gül’ü bekliyorlardı. Her mahallenin afacanı vardı, işte. Bu mahallenin afacanı da Gül ve Kurt’tu. Düğünlerde kavga ettikleri çocukların ailelerine ait arabaların lastiklerini patlatırlar, çocuklara kızanların zillerine basıp kaçarlardı. Gül bahçesinden çiçek koparan çocukların bisikletlerinin zincirlerini bozarlardı. Bazen de hastalara hiç üşenmeden teslimat yaparlardı.

 

Muharrem Bey, içten bir sesle, “Bir de şart koşuyor koşuyor, cimcime…” diye mırıldandığında, Kurt’a göz kırptı. “Yap oğlum. Asker adamın kaybetmemesi gereken bir vatanı bir de kalbi olur.” Diye Gül’ü onaylarcasına konuştu. Asker dediği an Kurt’un gözlerinde beliren parıltılar nadiren görülüyordu. Bir vatan, bir kalp… Hangisini kaybedersen kaybet, kendi nefesinde boğulmaya layıktın.

 

Kurt her ne kadar gözlerini kaçırsa da içten içe kendini yese de Gül’ün inadı inat olurdu, bilirdi. Bir defasında sırf yağmur yağıyor diye sonrasında oynayalım demişti ancak Gül inatla bugün oynayacaklarını söylemişti. Kendisi gelmemişti, Gül beklemişti bahçe surlarında. O gün yağmur altında saatlerce kendisini beklemişti, Gül. Gelmeyeceğini bile bile… Minik kalbini bir umut ışığı altında fark etmeden ezmişti. “Tamam…” dedi dişlerini sıkmayı ihmal etmeden. Etrafa baktı. Herkes Kurt’tan gelecek o cevabı bekliyor olacaktı ki bir an olsun bakışlarını kaçıran kimse yoktu. Yutkundu, göğsündeki ağırlığı itelemeye gayret etti. Baktı, kalbiyle. “Sen kalbime düşen Gül’sün.” Dediğinde başını kaldırdı. Gül, sandalye üstünde işaret parmağını yavaş yavaş indirerek. Ellerini önünde birleştirdiğinde, utangaç bir tavra bürünüverdi.

 

Yeme beni Gül, adlı klasik bakışı atan Kurt’tan bakışlarını kaçırmayı ihmal etmedi. Utangaçlığı bir tek Kurt’a değildi. Parktaki Çakır adlı çocuk ile konuşurken bile bakışlarını etrafta gezdiriyordu, utancından. Belki de hep Kurt’u arıyordu bakışları… Bir tek Kurt’a dili çözülüyordu. Birazdan yine çözülecekti o dil, biliyordu.

 

Yine kimseyi şaşırtmadı. “ İyi bir şey dedin değil mi? Herkes bu yüzden bana güle gözler ile bakıyor.” Diye bir soru yöneltse de, Kurt’un kendine herhangi kötü bir şey diyeceğini aklının ucuna dahi getirmedi. Sormak için sormuştu, yalnızca.

 

Kurt, Gül’ün göz bebeklerine odaklanarak, içli bir nefes çekti. Ardından aralanan kalın dudakları ile, “ Kısaca seni seviyorum, Gül…” diye yeniledi.

 

“Hıh… Şöyle yola gel. Bak şimdi nasıl okuyorum?” diyerek üzerine çıktığı sandalyeden inerek, boşta kalan kahverengi sandalyeye oturdu.

 

Bu kadar mıydı yani? Kendi de bir şey demeyecek miydi? Kurt’un kalbi zihnini yedi düşünceleriyle.

 

Önüne çektiği kitabı, elleriyle takip etmeden okumaya başladı. “Hâlbuki ben…” dedi kısa bir nefes verdi. “Onun için bir hiçtim; gelmiş ve…” devamını getiremedi. Geçmiş birisi…Yarım kalmış cümlesini hiçbir zaman tamamlayamadı, Gül. Televizyonda yankılanan bir haber dilleri lal, kulakları sağır, bedenleri buz kesti. Acı yutkunuşlar hiçbir boğazdan geçmeye hüküm vermedi.

 

Televizyondaki son dakika haberleri yasa bürüdü, sadece kahvehaneyi değil, Nusaybin’i. Belki de koca ülkeyi…

 

Nusaybin’de karargâha saldırı… Nusaybin’de karargâha saldırı… Nusaybin’de karargâha saldırı…

 

Ve tam üç isim yankılandı, sağır olan o kulakların zarlarına delerek geçmeyi başaran…

 

Yüzbaşı Atilla Sungur…

 

Kıdemli Üsteğmen Oğuz Alkan…

 

Üsteğmen Demir Karan Kılıç…

 

Şehit… Bir kelime gibi geçmişti. Belki de sadece yirmi saniye sürmüştü. Ancak yaktığı ocaklar için bir ömürdü. Üç ocağa, saniye saniye eş zamanla ateş düşmüştü. Ama çok daha fazla ocağı yakmıştı düşen ateş parçaları… Üç ana, üç baba, üç aile, üç şehir, onlarca hüzün… Geriye kalanlar belki de daha fazlasıydı.

 

Hissetmişti, Muharrem Bey.

 

Yerinde put misali donup kaldı, koskoca Orgeneral Muharrem Kılıç. Yankılandı oğlunun adı, kulak zarlarını yok edercesine. Ses kulağına her değdiği an kalbinin teklediğini hissediyordu.

 

Biliyordu, Kurt.

 

Bakışları bir an olsun televizyon ekranında ayrılmadı. Babasını duydu. İlk ve son kez babasını duydu. Acı bir tattı, ciğerini yakan… Biliyordu, artık babası acı da olsa gelip onu eğitemeyecekti.

 

Anlıyordu, Gül.

 

“Abim televizyona çıkmış…” dediğinde sesi titriyordu. Sesine karışan yitirmişlik hissiydi. Bir insanın sesi kalbine batar mıydı? Gül’ün sesi kalbine batıyordu. Biliyordu ki her şeyi olan abisi gitmişti, ondan. “ ayrılık vakti gelmiş…” demişti abisi. Ne zaman adımı radyoda televizyonda duyarsan, çok uzaklara gitmişim demektir prensesim. Korkma benim nefesim hep ensende olacak, diyerek annesinden saklandığı bir gece abisinin ensesine değen nefesiyle uykuya dalmıştı. Anlıyordu, bir daha o nefesi ensesinde hissedemeyecekti.

 

Kurt’un yanı başına sokularak, elini tuttu, ve beklenti dolu bakışlarını bir an olsun terk etmedi. “ Beni abime götür, Kurt…” dediğinde sesi, bedeni çaresizdi. Bir yaş sol gözünden şakağını doğru süzülmeye başlamıştı bile. “Beni abime götür, Kurt.” Diyerek tekrarladı.

 

Kurt hala duyduklarını bünyesine idrak ettiremezken, Gül’e ne diyecekti? Babası… Her türlü zorluğa kendine hak gören babası, bu vatan toprakları feda olmuştu. Babası bir kahraman olmuştu, ülke için. Ya baba sevgisini tatmayan bir çocuğun babasına içi yanar mıydı? Yanarmış… Kurt’un o gün öyle içten yandı ki içi…

 

Tek yapabildiği, “ağlama…” diye yakarmak oldu. Bakışları, birbirini sıkça saran ellerine kaydığında bu defa ısınmamış aksine donmuştu. Bir damla elinin üzerini ılıklığıyla eritti. Kendisinin gözleri buğulansa bile yaş akıtmadı. Gözleriyle yalnızca Gül’ü çevreledi, saniye saniye. Bu gözyaşlarını izlemek istemiyordu. Nedensizce kendini güçsüz, işe yaramaz bir çocuk gibi hissetmesini sağlıyordu. “Gülüm…” diyerek eğildiğinde boyları eşitlendi. Gözyaşlarını naifçe sildi. Ancak boncuk misali süzülen yaşlar, durmak bilmedi. “ Ağlama… Lütfen, ağlama…” dedi, titreyen sesiyle. Minik bedeni kendine çekerek sıkıca sardığında, daha çok hıçkırdı elleri arasındaki beden.

 

Muharrem Bey, çöken ölüm sessizliğine son vermek istercesine önündeki çocuklara baktı. Sandalyeden yavaşça doğrularak, Gül’ün ayakucuna çömeldiğinde sol dizi ahşap zemine değdi. “Gül…” dedi tıp ki Kurt’un ona dediği gibi… O, Kurt’tan abisinden başka kimseye Gül olmak istemiyordu. Ancak bugün de Muharrem Bey’e de itiraz etmeden Gül olmuştu. “ Çiçeklerin prensesi…” dediğinde titreyen elini tuttu. Suyun fazlası Gül’ü soldururdu. Gözyaşları da Gül’ü solduruyordu.

 

Kızından sonra ilk defa bir çocuğa bu denli yaklaşıyordu. Gözlerinde gördüğü korku, bir daha rastlamak istemeyeceği bir durumdu. Sadece refleks bir hareketti. İkisini de göğsüne çekip sıkıca sardı. Evladına sarılır gibi, vatanını korur gibi sıkıydı kolları.

 

İşte o an koskoca Orgeneral Muharrem Kılıç, için için ağladı. “ Yarın konuşuruz üstat…” Oğlundan duyduğu son cümleydi ki asker adam hissederdi. Yarının olmayacağını bilen oğlu belki de ilk defa yarın olmasın istemişti.

 

Tek bir damla yaş gözünden düştü, Gül’ün sırma saçlarına karıştı.

 

Çok zaman değil bir gün sonrasıydı… İçlere çekilen nefes kasvetli, gökyüzü aydınlığa rağmen alacakaranlığı aratmayacak kadar boğucuydu. Bir bakıma gökyüzünde dahi matem vardı. Bir gidişin, bin kaybın matemi…

 

Nusaybin’de öğle saatleri… Gökte hızla dalgalanan şanlı Türk Bayrağı, yasa tutuyordu. Boğazlar düğüm düğüm olmuş, Türk bayrağına sarılı tabutlar başında. Kalpte, gözde ağlıyordu vatana. Üstüne gökte ağlamaya başlamıştı. Sağanak yağmur Mardin topraklarını bastırmıştı. Yurdu yaşatmak için can veren şehitlere, yağmur damlalarıyla toprak da ağladı.

 

O tabutları, şerefli omuzlara sığdırmak isteyen onlarca yürek vardı. Babaların yüreği kan ağlarken gözleri gururla bakıyordu, anneler anbean eriyordu yangında. Ya ana kuzusu olan, olamayan geride kalan çocuklar… Onlarda hissedilmiyordu. Ama içlerinde büyüttükleri intikam ateşi, sönmüş yanardağ misali kalplerine ateş saçıyordu. Büyüyordu, yangınları.

 

İçinden yanmak buydu. Acıları bir tek belli etmek istedikleri duygular olduğunda görülürdü. Vatan evlatları da öyleydi. Ne yaralar kapanmıştı belki bedenlerinde. Vatan topraklarının kaderine sahip çıkan evlatlar; görülmeyen, duyulmayan, bilinmeyen… Ancak unutulmayanlardı. Şehitler diyarı olan bu topraklarda onları unutmak şeref yoksunluğunu tekabül edecek kadar sarsıcıydı.

 

Kaç yarın saymışlardı?

 

Onlardan biride asker Muharrem Kılıç’tı. Acısı da gururu da hat safhadaydı. Omuzları, başı dik bir vaziyette oğlunu göğsünde taşıyordu. Bir iz olarak da ömür boyu taşıyacağına ant içiyordu.

 

Yanı başından bir an olsun ayrılmayan bir erkek bir de kız çocuğu vardı. Üzerlerine Türk bayrağını sarmışlar, asker beresi ile kafalarını gururla süslemişlerdi. Gözleri önünde, elleri birbirini sıkıca saran iki minik bedenin omuzlarına dokundu. Destekti bu, onun nezdinde. Sönmeyecek olan bu iki ateş parçasına. Bir ömür ateşin düştüğü o ocaklarda belki hiç ışık yanmayacaktı. Tek bir nefeste dahi unutulmamak için kendini ortaya koyan Mehmetçikler unutulmayacaktı.

 

“Vakit geldi…” diyen yanı başındaki beden ile öfke, kin dolu gözlerini ona çevirdi. “ Komutanım emredin, başlayalım.” Dedi. Bir ses insanı geriye iter miydi? O ses insanı batağa itiyordu.

 

Kurt’un çatık kaşları altındaki yeşilleri küçüldükçe küçüldü. Nefret ile doldu. Muharrem Bey ve tanımadığı adam arasında gidip geldi. Ne konuştuklarını anlamıyordu, bilinci de anlayacak gibi değildi. Kendisine değen o iki bakışa rağmen ürkmedi, geriye kaçmadı. Başı dik bir şekilde aynı şekilde karşılık vermeye devam etti; intikam ile. Birbirine değen her bir gözde yalnızca intikam vardı, artık.

 

Kurt, tanımadığı adamın bakışları Gül’e kaydığı anda rahatsız olurcasına daha sıkı tuttu minik eli. Gül, tabutun önündeki abisinin resmine o kadar derinden dalmıştı ki… Bir daha gelmeyeceğini bilerek, gülümsemeye devam etti. “Gül…” diyen bir yakarış nidası kulağına ılık bir rüzgar gibi değdiğinde, tepki vermek yerine ifadesini bozmamaya yemin etmiş gibiydi. “Gül, bana bak!” dedi Muharrem Bey’in kanatları altından çıkarak, eğildi. Göz teması kurmaya çalıştığı kız çocuğu şoka girmişti, yalnızca resme sırıtıyordu.

 

İncitmemek, korkutmamak için çabaladı. Kollarından tutarak, hafifçe sarsmaya çalıştı. Kızaran gözleri sulandı, Gül’ün. Buğulandı, ve o yaşlar al yanaklarından gerdanına doğru yeniden usulca süzülmeye başladı. Annesine değen ıslak gözleri, “oğlum, kınalı kuzum…” diye başa saran cümlelerin dökülüşüne şahit oldu. Annesi abisine ona göstermediği sevgi selini gösterse bile abisi hiç yanaşmamıştı. Mahrum kalmıştı ve bu da Gül yüzündendi. O üzülür diye öyle yapıyordu, öyle düşündü minik kız. Suçluydu.

 

Diğer yandan Kurt’un annesine değdi, gözleri. Üzerinde kimin koyduğuna kimsenin şahit olmadığı bir şarapnel parçası bulunan tabuta sıkı sıkı sarılmaya çalışıyordu. “ Beni alsaydın, gıkım çıkmazdı, gelirdim…” diye yakaran bir eş vardı. “Geri dön… Beni de al…” diye sıralı cümlelerine devam etti. Sesi git gide çatallaşıyordu.

 

Birileri daha vardı. Sessiz birileri… İçten içe yanan, eriyen… Kendine bakıyordu. İyi olup olmadığına bakıyordu. Kendinden önce başkalarının yaralarını sarmaya çalışıyordu, tıp ki abisi gibi. Bir asker gibi… Öylece baktı, Kurt’a. Cevap vermek istese de kurumuş, çatlamış birbirine yapışmış dudakları aralanmadı. Güç bulamadı. Sırtına doladığı bayrağın boğazına dolanan iplerini sıkıca tuttu. Gözlerini kırpıştırdı. Bu iyiyim, demekti.

 

Gözleriyle anlaştılar. Ben buradayım diyen yeşil harelere, ben de yanındayım diyen kan çanağına dönmüş kehribarlar, dile geldi. Dinledi birbirini.

 

Ardından ikisinin bakışları da eş zamanlı oğlunun bayrağa sarılı tabutuna hayranlığa karışmış kaybetmenin verdiği efkar ile bakan bir babaya değdi. Muharrem Bey’in sarsılmayan bakışları onlara değdiğinde, bir yangın alevi kalbini sekteye uğrattı. Gözleri titredi. Ellerini sıkı sıkı tuttu, iki minik bedenin. Ve Muharrem Bey’in açtığı kanatın altına sorgulamadan adım attılar.

*

 

 

Aşk ve acı benzer hislerdi. İkisi de nefesi kesiyor, hayattan kopmaya yetecek kadar büyüyordu bedende. Sadece birisi daha naif davranıyordu aldığımız soluklara. Direk yakmıyordu, yavaş yavaş tutuşturuyordu, aşk. Acı… Biraz dahi acı hükmetse bedene… Küllerini bile tekrar tekrar kavuruyordu.

 

Ben ise; önümdeki titreyen ateş gibi, hissediyordum. Korkak, savruk aynı zamanda bir türlü sönmeyen mum misali, umut kırıntılarıma dört elle sarılmaya kendime hak görüyordum. Mum, elektrikler gelene kadar sönerse eğer umut kırıntılarımı da ben söndürecektim. Sönmez hala titrek şekilde yanarsa, umut kırıntıların en küçük parçalarına dahi sıkı sıkı sarılmayı hak görecektim. Kendimi buna şartlandırdım.

 

Gözlerimi kırpıştırıp derin bir soluk aldığımda, mumdaki ateş baştan aşağı titrese de sönmedi. Ateşten yanan gözlerimi bir an olsun ayırmıyordum ki, “ ne yapıyorsun, yanacaksın!” diye beni geriye çekiştiren Umay ile gözlerimi devirdim.

 

Gözlerimi, karanlıkta parlayan ela harelerine çevirdiğimde, “ sen ne zaman geldin?” diyerek bana söylediklerini üstelemedim. Aklımdan geçirdiklerim, yalnızca bana özel kalmalıydı. En azından gerçekleşene kadar.

 

Üstünden bir yük kalkmışçasına nefes aldı. Beni çekiştirdiği koltuğun diğer yanına da o oturdu. Ellerini ipek gibi olan saçlarına götürerek, iteledi. “ Uyuyordum…” dediğinde bakışları salon kapısının ağzındaydı. Karanlıktan hoşlanmadığım için gelir gelmez mumları yakarak, dibine oturmuştum. Odalara bakamamıştım. Ona çevirdiğim gözlerim, baştan aşağı süzdü bedenini. Gözlerindeki yorgunluk, uyumasına rağmen buradayım dercesine bağırıyordu. “Nöbetim var, birazdan gideceğim…” dedi yavaş yavaş. “ dün morga gelen ceset…” dediğinde ciğerlerini aldığı içli nefes ile doldurmuştu. Oturduğu koltukta bacaklarını bedenine çekerek, kollarıyla sarmaladı. Üşüyordu, içi. “ İyi misin?” diyebildi sadece.

 

Bu soru altında ezilmiştim. Çocuk gibi gözlerinin içine bakarak, sustum.

 

Demir ile konuşmamızı bölen Feyyaz Savcıyı başımdan savarcasına atlatarak, bir dal aramıştım. Ölmüş bedenin, ruhunun yaşamak istediğine dair… Tek çıkış kapım, sığındığı evdi. Arta kalan hiçbir şey yoktu. “ bilmiyorum… Bazen… Bazen, düşündüğümde nefes alacak güç bile bulamıyorum.” Verilmiş ve tutulamayan sözler, ağır bir yüktü. İnsanlığa sığmıyordu, benim nezdimde.

 

“Özür dilerim…” dediğinde sanki içine oturmuş bir taş vardı. Sen neden özür diliyorsun demek istemiştim ancak göğüs kafesimde kocaman bir ağrı belirdi. Bedenimi lal kesti. Elim dahi kalbime uzanmakta zorlandı. Gözlerimi kapatarak, yüzümü buruşturdum. Derin bir nefes solumaya çalıştığımda, “Gülce,” dedi titrek bir sesle.

 

Bakışları yüzümde gezindiğinde elimle, iyiyim dercesine işaret yaptım. “ufak bir sızıydı…” Bu perişan içime rağmen mumlarda sönmemişti. Göğsümde olan bir elim… Umut kırıntıları buradaydı, artık. Tebessüm ederek, başımı kaldırdım. Yanı başımda söylediğim cümleyi tartıyordu, gözlerinde.

 

Kaşlarını çatarak emin misin dercesine, bakıyordu. Göğsümdeki elini omzuna atarak, kendime çektim. Sıkıca sarıldım, iyi olduğumu gösterircesine. Oda bir elini belimden, diğer elini karnımdan geçirerek, sıkıca sardı beni. “ deli…” dedi alaylı bir sesle. Kısık bir kahkaha doldurdu kulaklarımızı. Aniden birbirimizden ayrılarak, gözlerimiz sesin geldiği yöne çevrildi.

Kapının pervazına omzunu yaslayarak, yarım ağız sırıtan Efe, “İnanın bana şu manzarada benim eksikliğim o kadar ortada ki…”dedi. Yüzündeki tebessümün oluşturduğu ışıltıların aksini dile getiriyordu bedeni. Saçları dağınık, beyaz gömleğinin iki düğmesi kopmuş, toprağa bulanmış siyah kumaş pantolonunda yer yer çamur lekeleri vardı. Kravatını ve ceketini ise elinde tutuyordu. Dağılmış, hırpalanmıştı. Karanlıkta bile belli oluyordu.

Bizim ayağa kalkmamıza zaman tanımadan, bize adımlayarak aramıza oturdu. Ceketini ve kravatına da koltuğun köşesine fırlatırcasına atarak, kollarını koltuğun tepesine yerleştirdi. Umay ve bana kısa kısa bakarak, “ Nerede kalmıştık, cici kızlar?” dedi. Bizim sert çehrelerimize rağmen, oldukça sevecen bir surata sahipti.

Umay kafasını Efe’ye çevirerek;

“Sen!” dedi.

Ben kafamı ona çevirerek;

“Sen!” dedim.

Gözlerini belerttiğinde dudağı hala kıvrılmış bir vaziyetteydi. “ ah bu ben…” dediğinde anormal bir tepki vermiyordu. Her zamanki alaycı Efe’ydi. Ancak bu hallerine alışkın olmakta kimi zaman bizi sersemletiyordu. Ve sersemleten yumruğu, Umay da bende bir kez daha vücudumuzda hissetmiştik. Ciddiyetimiz yok sayarak fısıltıdan farkı olmayan alaylı ses tonuyla, “ anlıyorum sizi. Bende aynaya baktığımda sen, diyerek süzüyorum kendimi.” Diyerek umursamaz bir ifadeyle konuştuğunda. Göz bebeklerini de kendini beğenmişlik çevrelemişti.

Umay Efe’nin sözlerini göz ardı ederek ayağa kalkmaya çalıştığında, sendelemişti. Tam o sırada karanlık olan oda bir anda yanan avize ile aydınlanmış, Efe’yi daha net incelememize fırsat tanımıştı. “ Sen… Sen bu halde benim koltuğuma mı oturdun?” diye git gide yükselen ses tonuyla tüylerimizi ürpertmişti. Duygularını bastırıyordu. Ne zaman üzülse, kırılsa, canı yansa daima sesi yükselirdi.

İşaret parmağımı izin alırcasına kaldırarak, “Yalnız koltukta benim de hakkım var!” diyerek ürkek bir bakış attığımda bence susmalısın bakışı yemiştim gözlerinden. Koltukta büzüşerek geriye doğru sindim.

“Savcım bir sussak mı, ortalık gergin zaten.” Diyen Efe’nin gömleğinden tutarak, ayağa kaldırdı. O ise sesini çıkarmadan Umay’a ayak uyduruyordu. “ sandalyeye otur!” dedi üzerine basa basa.

Sessizce çektiği sandalyeye oturduğunda, umursamazca salonda gezindi bakışları. Eliyle dağılan saçlarını karıştırdığında, “Sen de her ortamda gerginsin, doktorum.” Diyerek yalandan bir ifadeyle yakındı. Umay ise sandalyenin başucunda hala onun iyi olup olmadığını tartıyordu ki, duyduğu bu cümle iyi olduğuna karar kılarak, yanıma adımladı.

Ona ne olduğunu sormak istesem de kendimi kandırmaya çabalayarak, onun gibi ortama ayak uydurdum. “Mayası böyle bunun.” Diye Umay’a yandan bir bakış attım. Söyleyeceklerini içine çekiyormuş gibi bir soluk aldı, Umay.

Etkisiz bir eleman olmaktan vazgeçerek, “ anlatacak mısın? Yoksa camiye ilan verelim mi?” kaşları çatık, hal sessizce söyleniyordu. Efe ise söylenilenler hoşuna gitmiş gibi, iki elini başının arkasında birleştirerek geriye yaslanmıştı. Aynı zamanda hafif bir sırıtışı da yüzünden düşürmüyordu.

Yüzünden ne düşündüğünü anlıyordum. Bunu da alaya alarak, gerginliği biraz da olsa ferahlatacaktı. Ona hazırlıyordu, dilini. “ Cami olmaz. Gördüğün gibi hala sanat eseri olacak kadar gerçeğim.” Dedi Efe. Sesindeki vurdumduymazlığın soğukluğuna hâkim olamamıştı. Biraz tuhaf hissettirmişti, bu hali. İçinden çıkamadığım düşünceleri tartmaya başlamıştım, zihnimde.

Umay ise hissetmesine rağmen üstelemedi. Ne kadar üstelese de Efe’nin lafı bir şekilde kıvırarak, düşüncelerini içine gömdüreceğini biliyordu. Yakın veya uzak öğreneceğini de biliyordu. Ayağa kalkarak, “ ben nöbete gidiyorum.” Dediğinde işaret parmağını Efe’ye çevirdiğinde kaşları çatılmıştı. “ ancak sen koltuğa gittiğimde dahi oturmayacaksın!” diyerek anlaşıldı mı dercesine bakıyordu Efe’ye. Kafasını aşağı yukarı usulca sallayan Efe onu onaylayarak, sandalyede yayıldığında telefon sesi ile bakışlarımız Umay’a kaydı. Eşofmanın cebindeki telefonu çıkartarak, açtığında telefonun ardında neler işittiğini bilmiyordum ancak yüzünün buz kesmesine yetmişti. Ya da ben fazla anlam yüklemiştim donuk yüzüne. Dinledi telefonun bir ucundaki sesi. Arada kaçamak bakışlarının beni bulduğunu görüyordum. Yutkunuyor, kaşlarını her bir saniye de daha da çatmaya gayret ediyordu. “ sakinleş, sakinleş. İki dakika bile sürmeden oradayım.” Diyerek konuştuğunda Efe’nin de benim de merak duygum kabarmıştı. Yerimizde doğrularak, sorgularcasına Umay’a bakıyorduk. “Sen sakinliğini koru, ablana ben gelene kadar yardımcı olmak zorundasın.” Dedi dizginlemeye çalıştığı Petek olabilirdi. Efe ile neredeyse eş zamanlı ayağa kalktığımızda üzerimize aldırış etmeden kapıya yönelmiştik. Umay’ın bize hızlı adımlar ile eşlik etmesi Petek olduğunu doğruluyordu.

 

Bizim bloktan çıktığımızda, “Süheyla abla mı fenalaşmış?” dedim. Umay’ın bakışları afallar gibi olmuştu.

 

Efe ise bir yandan bizim gibi koşarak yürüyor bir yandan da elindeki telefonda bir şeylere bakıyordu. “Sancı diye bir olay varmış. O olmasın sakın!” dedi. Umay ise sadece susuyordu. Cevap vermek yerine susarak bizden kaçıyordu. Soğuk bir duvar örmüştü adeta.

 

Süheyla ablanın bloklarına geldiğimizde hızla merdivenlerde koşarak, üçüncü katta durduk. Sanki ayak seslerimizden bizi tanımışçasına kapıyı kızarmış gözleriyle açtı, Petek. Konuşmak istiyor ama gözyaşlarında boğulduğu için nefesi buna fırsat vermiyordu. Umay, Petek’i aşarak salona koştuğunda Efe’de ardından ilerledi. Ben ise Petek’i kendime çekerek, saçlarını okşadım. Minik bir öpücük kondurdum, bal rengi saçlarına. Omzuna avuturcasına vurduğumda, ondan ayrılarak boncuk misali damlayan gözyaşlarını elimle sildim. Omzundan naifçe tuttuğumda adımlarımız salona yöneldi.

 

Kesik kesik sesler, kulaklarımı dolduruyordu. “ açmadı, telefonu açmadı.” Diyordu Süheyla abla. Adeta sesinden haykırış vardı. Salonda koltukta kalkmaya çalışsa da bedeni buna izin vermiyordu. Başaramıyordu sadece sayıklamaktan öteye gidemiyordu. “ bana geleceğim dedi.” Dediğinde başımdan aşağı zangır zangır titredim. Petek’in omzuna tutunan ellerim, istemsizce kayıp gitti bedeninden. “ haber yok… Haber yok, ne diyeceğim ben Kurt’uma.” Diye kendinden geçmişçesine sayıklıyor, ağlıyor, isyan ediyordu.

 

Göğüs kafesimin tam solunda düğüm düğüm olmuş bir şeyler vardı. Gözlerimden istemsizce süzülen yaşlarım, tenime geçen tırnaklarım… Göğsüm… Göğsüm artık daralıyordu.

 

Umay Süheyla ablaya evden getirdiği bir iğneyi vurduğunda, Süheyla ablanın çığlıkları git gide kısılıyordu ancak durmuyordu. Hala, eşi Turgut’un adını dudaklarından düşürmüyordu. Hayat arkadaşının adını, düşüremiyordu.

 

Çok kısa… Çok kısa bir süre sonra haykırışları, sessiz çığlıklara dönüştü. Dili lal, kapanan gözü dünyaya kör oldu.

 

Hemen ardından Petek’ten süzülerek dökülen kelimeler, yaktı yaktı beni. “ Turgut eniştemin timi…” devamı gelmesin diye canımı bağışlardım. Dünyanın tüm ışıkları bir olmuş, benim umut ışığıma gölge tutmaya ant içmişlerdi. “ ablam aradı. Ulaşamadı.” Dediğinde Petek’in de korkudan sesi titriyordu. “ dedim ona arama, gelir o evin yolunu bulur gelir.” Diye hıçkırıkları arasında konuşmak için çaba sarf ediyordu. Ama onun bu çabası başarısız olsun istiyordum. Duymak, bilmek, hissetmek istemiyordum. Her geçen saniye sanki yanmamı biraz ileriye iteleyecek gibiydi. “ Yok. Hiçbir haber yok!” dediğinde o bitirmişti, ben de hükmen bitmiştim.

 

Hiç kimse konuşmadı. Ne tuhaftı konuşmak isteyip de konuşamamak.

 

Tam şu anda ömrümden çalınmıştı. Kül olmuş bedenim, cayır cayır kavrularak derinlerime kadar sızlatıyordu. Deli gibi ses çıkartarak acıyan bir bedenim var demek istiyordum. Uyuşmuş bedenim buna engeldi. Gözümü dahi kırpmadan çırpınırcasına, bedenimde kalan son gayret ile adım atmaya zorladım kendimi. Gözlerim ile yalvardım, Umay’a. Çaresizliğin tarifi imkânsızdı. Geç kalmıştım, başaramamıştım. Bana bu denli yaklaşmışken… Geç olmaması gerekti. Yenilgim bedenimi ele geçirmişti. Eski desenli kırmızı halı üzerine önce sol dizim, ardından sağ dizim kavuştu.

 

Bana koşan Efe’yi görüntüsü bulanık da olsa seçebilmiştim. Omzumdan bana destek olurcasına tuttu.

 

Ancak içimde biriken acı debelenmeme neden oluyordu. Hissettiğim acıdan mı bilmiyorum ama nefesim ciğerlerime ulaşmıyordu. Debelenmeyi bıraksam da içimden yalvarmaya devam ediyordum. Zihnimin bedenimi çürütmesinin aksine kalbim sızımı- acımı- diri tutuyordu.

 

Sessizce için için ağladım; Kara dantelli gençliğimize…

 

Aydınlığım, ışığım, gölgem kaybolmuştu.

 * 

 

Ne kadar saat geçerse geçsin, bu azap bitmiyordu. Her saniyemi acı çekerek geçiriyordum. Ancak azap aramızdaki mesafeleri yok etmeye yetmiyordu. Oysaki benim yaşadığım her duyguda o vardı. Birkaç söze birkaç kağıda dahi sığdıramayacağım adam… Bana aldığı nefesle bile gölge olan adam önümdeki kapının ardından boğuşuyordu. Ve ben öylece derin soluklar eşliğinde bekliyordum.

 

Babam abime hep, askerlerin çetin ceviz olduğunu yıldırmak için de yalnızca iki seçeneğin var olduğunu söylerdi; birincisi vatanın nefreti, ikincisi aşkın nefreti… Vatan da aşktır, aşkta vatandır, evlat… Demişti. Eğer dediği doğruysa bu vatan ondan nefret etmiyordu. Sıkı sıkı kucaklıyordu, buradaki insanlar. Bu yüzden uyanması gerekti.

 

Bir anda karşımdan yükselen hiddetli sesi karşı gözlerimdeki buğuyu silmeye çalıştım. Gözlerimin kızardığını biliyordum. Burada insanların da bunun sebebini soracak kadar dinç olmadığını da biliyordum. “Anasını pervazsız taktığımın kapısı, açılsana artık!” dediğinde ayağa kalkmış sağa sola doğru sert adımlarla etraftaki objelere nefretini kusmaya devam ediyordu.

 

Dizimin üzerinde bağladığım ellerimde ıslaklık hissettim. Gözlerim yeniden ona döküyordu, yaşlarını. Yanı başımdaki Efe’nin bir eli omzuma değdiğinde önümdeki fayans taşlarını çöküp, haykırmak istedim. Kalbime batan iğneler yeniden boy gösterirken, aldığım nefesler haram gibi geliyordu. Burada nefes alırken, onun orada nefesi için boğuşması adil değildi.

 

Kapıdan gelen ses ile herkes ani bir hızla ayaklanmıştı. Gözlerde bitmeyen bir umut ışığı vardı. İçeriden önce kafasında kırmızı bir bone ile Profesör ardından Umay çıkmıştı. Ayağa kalkmaya çalıştığımda, bedenim esir alınmış gibi yalnızca yerimde saymıştım. Efe ve Ülkü’nün yardımıyla yeniden denediğimde, ayağa kalkmıştım. Her bir asker kapı ardındaki çıkan bedenlere birer adım attı.

 

Kafasındaki boneyi çıkaran doktor, “Kurşun kalbi sıyırmış. Zor bir ameliyattı. Ancak hasta direndi.” Dediğinde dudağını sol köşesi usulca kalktığında, ömrüme ömür eklediğinde haberi yoktu. Kalp atışlarımı dilimin ucunda hissettim. “Yirmi dört saatin sonunda kısa süreli de olsa görüşebilirsiniz.” Dediğinde birbirine sıkı sıkı sarılan askerler, aile her şeydir, kavramını yaşattı. Kopmaktan korkarcasına bana imkânsız kılınan aile gibiydiler.

 

Bu sevinç coşkusunu yarı da kesen doktor oldu. “Geçmiş olsun…” diyerek geriye esintisini bıraktı. Ardından hızla bana doğru ilerleyen Umay, sıkı sıkı sardı beni. Hayatla barışan çocuk gibi sıkıca sarıldım, ona. Omzuna yüzümü bastırarak, dirençsiz kalan ayaklarıma basamaya gayret ettim. Titrek bedenimi Efe’den gizlemediğim gibi ondan da gizlemedim. Titrek nefesler verdim, gözyaşları akıttım. Yanımdaydı, yeterdi.

 

Ondan ayrıldığımda, yüzümü eğerek gözyaşlarımı sildim. Kâküllerimi düzenledim. Ellerim boynuma ilerlediğinde daha önceleri gördüğüm Soyder isimli asker bana gözlerini dikerek konuşmaya başladı. Gözlerinde ifade garipti. Daha önceki karşılaşmalarımızdaki gibi öfke değildi. “ Savcı Hanım, siz dinlenmelisiniz.” Dedi itiraz istemeyen bir tonda. Onu tersleyeceğimi anlamıştı. “Ben siz, dinlenip buraya yeniden gelen kadar bir yere ayrılmayacağım. Emin olun!” diye tamamladı.

 

Neden bana böyle bir açıklama yapmıştı? Benden başka insanlarda vardı, burada. Neden sadece ben gidecektim?

 

Kaşlarımı çattığımda, “Ne…” neden diyecektim, yalnızca. İzin vermedi. Keskin bir tonda, “Buradaki diğer inşaları bilmem. Sadece sizi göndermezsem eğer buradaki diğer insanlara neler olabileceğini bilebilirim.” Dedi.

 

Dudaklarım düz çizgi halini aldığında, kaşlarımı kaldırarak, kafamı aşağı yukarı salladım. Aklıma kazıdım. Beni bu adama nasıl anlatmıştı bilmiyorum ancak anlatmıştı. Ona itiraz edemedim. Hepsi belli etmeseler bile içten içe yorgunlardı. Belki de ölmeye ramak kalmış ruhları bile olabilirdi. “Ben, tekrar gelirim ama…” dediğimde hepsinde kısa bir tebessüm belirdi.

 

Üzerindeki üniforma da Güler olarak işlenmiş nakışa sahip asker, “Tekrar, gel zaten ye…”diye konuşmaya devam ederek yanı başındaki askerin elini boynuna atıp kendine çekmesiyle duraksadı. “ Yegâne dileğimiz bu yönde…” diyerek kısılan sesiyle tamamladı yarıda kalan cümlesini. “Yani tekrar gelmeniz, Yıldırım Timi olarak yegâne dileğimiz.” Dediği anda altı askerde belli belirsiz göz devirdi.

 

Umay’ın “ geçmiş olsun, tekrar” diyerek beni itelemeye başlamasıyla koluna tutundum. Ona ayak uydurarak, koridorda ilerlemeye başladım. Ardımızdan da bize ayak uyduran Efe ile birlikte. Yer yer kalabalığın azalıp çoğaldığı koridorda, ayak seslerimiz ritim tutarcasına ilerlerken, Efe’nin “ Umay sen yine de burada kal…” demesiyle adımlarım sekteye uğradı. Demir ondan hoşlanmasa da, eski bir asker olan Efe’nin duyguları buna izin vermiyor olacak ki, Demir’i düşünüyordu.

 

Efe’yi destekleyerek, “Bence de sen burada kal, aklım burada kalmasın.” Dedim

 

Umay, yan gözle bana bakarak, “ Bir şartla!” dediğinde dinlemeden kafamı salladım. Kafasını sağa sola sen akıllanmazsın der gibi salladığında, “ Üzerini değiştirip buraya gelmeyeceksin. Aksi takdirde doktoruyla konuşur, kimseyle görüşmesine izin verdirmem.” Dediğinde bunu yapabilecek kadar keskin olduğunu biliyordum. “ Hadi gidin. Fırında yanmamış sütlaç var, onu da yiyin.” Dediğinde Efe bir elini omzuma attığında, “ endişeye gerek yok, bana emanet.” Dedi.

 

Umay ise net bir şekilde, “ bende bu yüzden endişeliyim.” Efe’nin boyu benden oldukça uzun olduğu için boyuna denk düşmesem de şu saniyelerde göz devirdiğini tahmin ediyordum. “ Boş yere göz devirme. Akıllı uslu bir şekilde dinlenin.” Diyerek geldiğimiz yöne doğru adımladı.

 

Efe bana döndü;

 

“Bana bak, sende bazen onun annemiz olduğu konusunda yanılgıya düşüyor musun?”

 

Bende Efe’ye yan yan bakmaya başladım;

 

“ Bu bir yanılgı Efe. Tek nedeni de annemiz olmaması.”

 

İkimizde öksüzdük. Öldüğü sandığımın babamın halen nefes almasıydı, bizi ayıran ince çizgi. Yıllar sonra karşıma dikilen babam hala hayatta olduğunu göstermiş, ardından yeniden kayıplara karışmıştı. Hangi bölgede, hangi mevkide hiçbir bilgim yoktu. Öğrenecek kadar da cesur değildim.

 

Düz bir sesle, “ Belki de…” dedi Efe. Son buldu zihnimde gezen tilkiler. Gözlerimi ayakkabılarımdan çekerek, Efe’nin gözlerine baktım. Cehennemini gizlemekte oldukça iyiydi. “ Hadi gidelim.” Diyerek koluna girdiğimde bana yön verdi.

 

Hastane kapısına kadar geldiğimizde ikimizde sessizlikle cebelleşiyorduk. Farklı anılar, aynı acılardı beynimizi kemiren. Efe’nin nadiren çıkarttığı- ne zaman televizyonda görse annesine, bizimde bundan olacak anne- dediği kıymet değer koyu mavi Mercedes’ine geldiğimizde, bize seslenen birileri vardı.

 

“Savcı!”

 

Sırtımı cipe döndüğümde, karşılaştığım beden ile öfkem daha da katlandı. Efnan vardı… Yitip giden onlarca kız çocuğundan biri olan… Hala izini sürdüğüm ancak benden özenle saklanan izlerin sahibi olan adam, beni tiksindirdi.

 

“Avukatım, size anlatırken bende burada olmak gözünüzde o sevgi pütürlerini görmek istedim.” dediği an Efe’nin omzuna giden eline yüz ekşitmeden edemedim. “ hazır burada iken ben anlatsam daha çekici bir hikâye olur.” Dedi yarım ağız sırıtarak. Bana doğru yaklaştığında, “Beğendin mi?” dediğinde kaşlarım çatıldı. Beğenmem gereken tam olarak neydi? Efe’nin bile bakışları kararacak kadar ne olabilirdi? “ sana zarar vermek istemedim.” diyerek alaylı bir kahkaha attığında, “ Bende pek değerli Yüzbaşıyı senin için seçtim. Aramızda zaten bir husumet de vardı.” Diyerek devam ettiğinde gözlerim dahi kaynar ateşle yakılmıştı. Ne sayıklıyordu? Doğru olması imkansız olmalıydı. “ kollarım daha sargıdan çıkmasa da biz de de var bir şeyler…” Dediğinde gözleri kısıldı. Onu bu hale getiren Demir’di. Benim yüzümdendi.

 

Üzerine doğru atıldığımda, beni durduran karşımda duran Efe değildi. Başka birisi bana kalkan olmuştu. Başımı yukarıya doğru kaldırarak hafif sola eğdiğimde bu Soyder’di. Beni incitmemeye çalışarak tutuyordu. Ama boş yere engel oluyordu. Ona doğru adımlamaya çalıştığımda, “ Belanı siktireceğim senin.” Dediğimde işaret parmağımı Bekir’e doğru salladım. Bir yandan da beni tutan askeri itelemeye çalışıyordum. Karşıma geçmiş kahkaha atan adama kimse engel olmazken, Seni aldığın nefeste siktirtmezsem bana da Gül demesinler.” Diyerek daha da hiddetlenmeme sebep oldu. “Senin malını mülkünü varını yoğunu yakıp yıkmayana insan demesinler, piç kurusu.” Diyerek saydırmaya devam ettim.

 

Kahkahası eşliğinde, “ huzur doluyorum, Sayın Savcı.” Diyerek beni kaideye almadığını belli etti.

 

Dişlerimi sıkarak, “Bırak beni.” Dedim. Önümdeki bedenler benden uzaklaştıkça, beni serbest bıraktı. Arkasından bağırarak, andım olsun, beni yaktığın gibi bu gece de ben seni yakacağım…” dediğimde Bekir durmadı, Efe ise adımlarını mıhladı. Beni tanıyordu. Ve yapacağımı da biliyordu.

 

Yutkunarak, ardımı döndüm. Yanımdaki askere bakmaya da yüzüm yoktu. Silah arkadaşı, hüznünden okuduğum kadarıyla da can yoldaşı olan adam, benim yüzümden nefesi ile boğuşuyordu. Ancak o adım atmama müsaade etmedi.

 

Ardıma dönmeme rağmen keskin sesi afallamama yetmişti. “ Unutmayın biz askeriz. Vatandaki her olayın detayını bilir, risk almaktan kaçmayız.” Diyerek konuştuğunda, kısa bir nefes verdiğinde “yakmaktan da yanmaktan da korkmayız. Söz konusu sevdiklerimiz ise…” devam etti. Belirli bir aralık duraksadığında, omzumun üzerinden ona baktım. “ Kendinize iyi bakacağınızı umuyorum, Savcı Hanım. ” Diyerek postal sesleri hastane bahçesinde yankılandı.

 

O gitmişti. Ve giderken de bana kırıntılar bırakmıştı.

 

Adımlamaya devam ettiğimde peşimden gelenin Efe olduğuna emindim. Ani bir hızla ardıma döndüğümde, durdu. Ve öylece bana bakmaya devam etti. “ Sen…” dedim gözlerimi kısarak. “ Hadi beni geç!” dediğimde sesimin ayarını koruyamadım. “ Onlar asker. Kaç ocak sönecekti, kaç ocakta ışık yanmayacaktı? En iyi sen bilmeliydin, Efe…” dediğimde dudakları arlansa da bir şey diyemeden yeniden kapandı.

 

Gözlerini kapattı. Açtı. “ Ben üzerime düşeni yaptım.” Dedi, tereddüt etmeden.

 

“Üzerine düşen…” diyerek onu tekrarladım. Gözlerim karardı, nefesim alacalandı. “ Sen bana nasıl kıydın?” diyerek ona doğru bir adım attım. Ben öleceğimi bilsem de ciğerini yakmalarına izin vermezdim.

 

Gardını korumaya ant içmişti. “ Ben sana kıymamaları için yaptım.” Dedi. Ağır bir yutkunuşla, âdemelması kavislendiğinde, gözlerini kaçırdı. “ Ben ne yapsam da sana kıyacaklarmış, Savcım…” dediğinde kaşlarım çatıldı. Çaresizliğini gizleyemiyordu ve ben neden çaresiz olduğunu anlayamıyordum?

 

Gözlerimi kırpıştırarak, derin bir nefesi göğüs kafesime davet ettiğimde, “ Bana deseydin…”

 

“Sana deseydim… Farklı olmayacaktı!” diyerek bir eli ensesine doğru yol aldı. “Enişte adamı senin için hırpalamışken, bir şeylerin değişeceğini mi düşünüyordun?” diyerek ağzının içinden konuştu. “ Ben enişteye tüm her şeyi anlattım. Bunun bilincinde olarak, yaptı.” Dediğinde kaşlarım havalandı. Bunu bilerek, gitmiş miydi? Bunun ardından çok daha farklı bir şeyler yatıyor olmalıydı. Sadece ben için göze alınacak bir durum değildi, bu. Efe’nin içli soluğu kulağımı kabarttığında, “ ne yaparsan yap, mat olacaktı.” Dediğinde haklılık payının olması zoruma gitmişti. Ne yaparsam yapayım Şah, mat olacaktı. Çünkü ben hiçbir oyunu tek başıma kazanamamıştım. “Hadi gidelim.” Diyen Efe ile daldığım kuyudan bir atakla çıktığımda, onu onaylamadım.

 

“Ben gitmeyeceğim.” Dediğimde kaşları garip bir hal aldığında, alt dudağını kemirmeye başladı. “ Yanan her daim yakmalı, kural bu.” Diyerek ardıma dönerek adımlamaya devam ettim.

 

Ardımdan bir hızla bana yetişerek, “saçmalama! Gözlerini görenler, gerçekten yakacaksın sanacak.” Dediğinde benden sakınmaya çalıştığı o cümleyi daha net bir şekilde ayağımın önüne serdi. “” Enişte, biliyordu. O adamın planlarını biliyordu. Bunu göze alarak gitti.” dediğinde cayacağımı düşünüyordu. Ancak beni daha da kine bürüdüğünden haberi olmalıydı. Çünkü onun bilerek ateşe yürümesi aklıma esen rüzgarın izinden gitmeme işaretti.

 

Birkaç saat sonunda beni terk etmeyi düşünmeyen Efe ile Bekir Kara’nın en değerli gözdesi olan çiftliğin önünde, öylece duruyordum. Ancak aklımdaki düşüncelerim bir an olsun durmak bilmiyordu. Tilkiler kalbimden beynime, beynimden kalbime doğru bir döngüye kurulmuşlardı.

 

Hızlı adımlarla, çiftliğin dışındaki motorun köşesine konulmuş benzin bidonun elime aldığımda, çiftlerde bir çember çizmeye çalıştım. “Seni tanıdığım güne lanet etmeme ramak kaldı.” Diyen Efe’ye aldırış etmeden devam ettim. Elimdeki bidonu silkelemeye devam ettim. “Ben gerçekten yakacaksın gibi bir vibe almamıştım.” Dediğinde yüzündeki alaylı sırıtışı görmesem de ses tonuna yansıması ele veriyordu, onu.

 

Yorgun bir sesle;

 

“ Bitti mi?” diyerek ter bir bakış attım.

 

Yorgunluğumu havada kaptığı gibi sevecen tavrıyla yok etmeyi başardı;

 

“ Yak anasını satayım. İçeriyi de yak.” Dediğinde bahçe kapısından çiftliğe bir bakış attım. Adı çiftlik olsa da tek bir hayvanın esamesine yer yoktu. Babasından kalan bu değerli çiftlik, Nusaybin’de de en değerli mal varlıkları arasındaydı. Acı olansa mal varlıklarının sınırı olmayan babasının gri listede olan ölmüş bir teröristti. Dört yıl önce Mardin’in girişinde ölü bulunmuştu, babası. Anısına olsa gerek yas alanına çevrilmiş bu yer, iticiydi.

 

Elimdeki çakmağı açarak, titrek ateşe baktım. Korkak olmasına rağmen cehenneme çevirecek bir etkiye sahipti, bu minicik ateş parçası. Kalbimdeki yangına eş değer miydi, bu kor ateş parçası? Çok daha fazlası… Benim kalbim yanmışken, birilerinin de zihni yanmalıydı.

 

Elimdeki çakmak tahta parçaları ile buluştuğunda, yavaş yavaş tutuşan odun parçalarına ardımı döndüm. Ardımdan gelen Efe2nin adımları bana göre daha yavaştı. Arabaya kadar geldiğimizde son kez baktım, yanan kalbime. Değer verdiğin bir insanın tüm izlerinin zihninde silinmesi, saf acıydı. O kalbini kavururken, tutacak bir dalın yoktu.

 

Kafamı sağa sola sallayarak, cipe bindiğimde şoför koltuğuna kurulan Efe “ itfaiyeyi aradım.” Diyerek emniyet kemerini taktı. Dudağımı buruşturarak, sırtımı koltuğa yasladım. “ ben gerçekten yakacağını düşünmedim.” Dediğinde hala içinde bir şeyleri sorguluyordu ki bitirdiği gibi “ geride kalanları temizleyecek olan benim değil mi?” dediğinde arabayı çalıştırmıştı.

 

Gözlerimi ona çevirmeden, “ gerek yok!” dediğimde bir soluk sesi aramızdaki tuhaflığa yön verdi.

 

“Ya şikâyetçi olursa, ne demek gerek yok? Bu adam hiç tekin ayak değil!” diye sıraladığı cümlelere göz kapattım. “ Bak, Yazgı! Sinirli veya kırgın olabilirsin. Ama yapma!” dediğinde sesindeki ciddiliğe gözlerimi açmadan kaşlarımı kaldırdım. Şaşırtmıştı. Ya da ben bazı zamanlar eski asker olduğunu unutuyordum. “ Evet, ben seninle ortak iş yapmaktan hiç zevk almıyorum. Senin doğruların benim yanlışlarım oluyor.” Diye devam ettiğinde gözlerimi açarak ona doğru çevirdim, kafamı. Yüzünde dumandan olsa gerek yer yer siyah lekeler vardı. Keskin çene hattında beliren küçük bir çizik izi de gözüme çarpmıştı. “Yine de benim yerim senin yanın, olacak. Her daim birbirimize muhtaç kaldık, biz. Ne yaptıysam, sen üzülme diyeydi.” Dediğinde tekrar kafamı geriye yasladım. Sustum ve dinlemeyi tercih ettim. O da benim konuşmayacağımı düşünmüştü ki konuyu değiştirmişti. “ Hatırlıyor musun?” diyerek devam ettiğinde gözlerim kısıldı. “ Ben yangından korkardım. Sende öğrenci evimizde her cumartesi mumlar alıp gelirdin. Üşenmeden hepsini yakardın. Sönene kadar da benimle birlikte izlerdin.” Dediğinde ses tonu tuhaf bir hal almıştı. Annesini nefes alırken, yakmışlardı. Ve katili de babasıydı. O bu hayata rağmen hayatta olduğu için kimi zaman kendinden tiksiniyordu. Biliyordum.

 

Kuyunun dibindeki sönmüş küllerin arasından çıkardığım o çocuğu, kuyunun dibine iteleyemezdim.

 

Konuyu değiştirircesine, “Adet döngünde misin, diyeceğim de mümkün değil.” diyerek araya girdim. “ Yine de canın çikolata isterse söyle alayım sana.” Dediğimde gözlerim ağırlaşmaya başlamıştı. Yanı başımdan içten bir kahkaha sesi duyduğumda, bende belli belirsiz tebessüm ettim. “ Sende de uyuyunca geçecek gibi oluyor mu, Efe?” dediğimde yalnızca içli bir nefes verdi. “Aslında öyle olmuyor, biliyor musun…”

*

 

Karanlık kimi zaman aydınlığa kavuşuyordu. Şanstı bu aydınlığın kimi bedendeki tanımı. Her insana rastlamayan doğa ötesi güç gibiydi. Şans, bir kez güler insanı direnmeye zorlayarak itelerdi. Bazen… Küsüyordu ve bir bıçakla izini bırakarak. Hasar veriyordu sonlarında. Yıkık dökük bedenlere uğradığını hissettiriyordu. Tek bir şans dönemecinde, tek düze olacağını düşündürtüyordu. Ancak tek düze döndüğü falan yoktu. Başa sarıyordu. Aynı hatalar için. Görmek ve görmemek, bedenlerin kalbine kalmıştı. Kalp ile zihin aynılarını göremezdi çünkü…

 

Şansı dönen, Gül’dü. İçinde bulunduğu saatte, yelkovandı o. Hızlıydı kalp atışları, akrebin yavaşlığına rağmen… Şansı dönen Gül’ün gölgesi, yavaşta olsa onunlaydı.

 

Demir’in yarı açık gözleri, odada mekik döşediğinde aradığını bulamamanın verdiği sıkıntı ile yeniden kapandı. Tekrar açtığı gözleri, bu defa da onu göremedi. Ancak odada tek olmadığını anladı. Kağan, yanı başında sorgularcasına bakışlar atıyordu, ona. Ağzından homurdandığında, “ bir dantelli maskemiz yok diye herhalde bu surat.” Dediğinde eğlendiğini sesine yansıtmaktan çekinmedi.

 

Sığmakta zorluk yaşadığı hastane yatağında gerildi. “ Sana öyle bir maske takarım ki Kağan, bir daha kumaş parçasına dokunamazsın.” Diyerek sızına göz yumarak konuştu.

 

Kağan ise onu umursamamaya devam etti. Ast üst ilişkisi şu saatlerde yoktu. “Komutanım! Yerinizde olsaydım, bedava tatilin tadını çıkarırdım.” Dediğinde geriye yaslandı, sandalyede. “ Sizinki…” dediğinde kendine değen bakışlar karşısında gerilerek, öksürdü.” Sizin Savcı Hanım, ortalığı yangın yerine çevirdi. Dur durak bilmiyor, sizin için olsa gerek Mardin’i yaktığını duydum.” Diyerek Özgür’ü aratmadı. Bire bin katarak anlattıklarını Özgür’ün yalanlarına rağmen doğruluk payı da vardı. Demir’in çatılan kaşlarına hitaben, “Bekir dene döl israfının…” dediğinde tamamlayamadı, Kağan.

 

Özgür’ün şen sesi odada gezindi. “ Komutanım, bende biraz daha uyanmasaydınız, nişan damatsız olur diye korkacaktım.” Dediğinde gözler önüne serdiği mutluluğunu esirgemedi.

 

Demir ise odaya giren time rağmen istediğini görmemenin gerginliğiyle, gözlerini kapatarak, siktirtme belanı, lan.” Diyerek geveledi.

 

Onayladı, Özgür, “emredersiniz komutanım.”

 

Kağan ise alaylı bir sesle, “ gönderdim komutanım.” Dediğinde aradığına yanıt vermişti.

 

Kollarını göğsünde bağlayan timin yeni çocuğu Gürkan, “ Gitmem dese de…” diye devam ettiğinde onu bölen bir başkası oldu.

 

Serdar, “ Kağan komutanım, komutanımız bizi siker dediğinde…” diye devam ettiğinde Demir’in kısılan gözlerine karşı Serdar ağzına mühür vurdu.

 

Demir’in Kağan’a değen gözleri avına kitlenen avcı gibi keskin bir hal almıştı. “ Gevşek gevşek konuşma lan.” Diye Serdar’a yükseldi, Kağan.

 

Ülkü, derin bir soluk alarak “biraz hırpalanmıştı komutanım. O yüzden gidip dinlenmesini istedik.” Diyerek açıkladığında, Serdar’a da ters bir bakış atmayı ihmal etmedi.

 

Kalbinde bir kesik yarası sızladı. “Nasıl, hırpa-landı?” diyerek kesik kesik konuştu.

 

Özgür ciddi bir ifadeyle, “Komutanım Allah rızası için konuşmayın, bir şey olacak diye geriliyorum” dediğinde senkronize olmuş bir biçimde sesler çıkaran makinelere bakıyordu.

 

Gözlerini belerterek bıkkın bir soluk verdiğinde, “ Özgür!” dedi, dişleri üstünden. Tahammül seviyesi azalıyordu, artık.

 

Buna rağmen susmayı tercih etmedi, Özgür. “ Komutanım, bizi de düşünüyorum. Maazallah yenge gelir, sizi böyle iş bitmiş görür. Evlenmekten vazgeçerse başımıza kalırsınız.” Dediğinde kulakları yeni yeni işitiyordu, dilinden dökülenleri. Yumruk yaptığı elini önce dişlerine ardından duvara vurdu.

 

Yağız girdi araya, “ Özgür olamayan Özgür, az daha kadına da yenge diyordun Konuşurken dikkat et!” dediğinde Özgür, Yağız’ın karnına bir dirsek geçirse de söz ağızdan çıkmıştı.

 

Bir sessizlik çöktü, loş hastane odasına. “ Ne dedi, ne dedi…” diyerek tekrarladı, Demir.

 

Kavradığı gerçeklik ile “ Savcı Hanım dedi…” diye geveleyen Yağız, etraftakileri süzdü. Hepsi ciddi bir ifadeye bürünmüş ağzından dökülenleri bekliyorlardı. “Şey dedi, komutanım... Komutanım siz ne demek istediniz ya, anlamadım ki ben?” diyerek ağzındaki lafı gevelemeye çalıştı. “ Bekir denen adamın evini yakmışlar komutanım. Beni duman sarstı, komutanım. Konuşmama hakkımı kullanabiliyor muyum?”

 

Demir’in çatık kaşları ani bir hızla gevşediğinde yutkundu, eli göğsündeki sızıya gitmek istese de olmadı. Mardin’i yaktı. Görmediği o aralıkta bile boş durmamıştı. Hiç değişmemişti. Tıp ki geçmişindeki Gül gibi… Ve git gide çekildiği Gül, yakındı artık.

 

Kağan düşüncelerini bölmek istercesine, “şimdi görevde değiliz. Ayrıca siz de raporlusunuz.” Dediğinde söyleyeceklerinin ön hazırlığını yapıyordu. “ Haksız mı, komutanım? Yaş olmuş yolun yarısı.” Dediğinde tebessüm etti. Bekir’e ettiği küfürlere şahit olmuştu. Zapt edemediği bedeni görmüş, gözlerindeki intikam ateşine anbean şahitlik etmişti. Başkaldırışı, komutanını dize getirecek kadın olduğuna bağlamıştı bile.

 

Demir, cevap vermek istediğinde kapının zarif bir şekilde iki kez tıklatıldığında, odaya ilk adımı atan Gül’e herkes belli belirsiz tebessüm sunmuştu. Loş ışığın altında herkes sussa da gözleri konuşuyordu. Kapıyı usulca kapatarak, Demir’in saydığı kadarıyla beş adım atmıştı bile. Tam olarak görüş açısına girdiğinde, huzurlu bir nefesi göğüs kafesinde içeriye almıştı. Kısık öksürük sesleri, meraklı imalardandı.

 

Tiz bir sesle, “ Merhaba,” dediğinde Ülkü de “ Merhaba” diyerek yanıtladı. Diğerleri baş selamı vermekle yetindi. Demir gözlerini, bej rengi bir elbise ile tenini süsleyen kadından bir an olsun ayırmadı. “Komutanım, biz dediğinizi yapalım.” Diyerek devam etti, Ülkü. Aşkı tatmıştı, Ülkü. Kendisi için dayanılması güç bir acıdandı. Ancak karşısında gördüğü; ikisinin yalnız kalarak sonucu acı da olsa tatlı da olsa kaderlerinin taşlarını örmelerine müsaade etmeleri gerektiğiydi. Aşk buydu. Sonucu kimi zaman hüsran ve daima bir tarafı diri diri gömen…

 

Kağan time kaçıp gitmeleri için kapıyı açmışken yerinden milim kımıldamamışlardı. Sabır dilenircesine, “Yıldırım Timi!” diye sert bir soluk eşliğinde ortamı karargâhtaki buz kesen havalara çevirmesi saniyeler sürmüştü. İtiraz etmeden, selam vererek kapıya yöneldiler. Hepsi ilkokulda istiklal marşı sonrasında sınıflarına ilerleyen afacan çocuklar gibi tek sıra halinde olsalar da birbirlerine laf atmayı ihmal etmiyorlardı.

 

Kapana kapı sonrası çöken sessizliğin dili vardı, Gül ve Demir’de. Birisi gördüğü bedenle mest oluyorken, diğeri gördüğü beden için şükrediyordu. “ Şimdi yaşıyorum, Çakma Savcı.” Diyerek pat diye dilinin ucunda yanan kelimeleri tek tek döktü.

 

Bir adım yaklaşarak, “ ne…” dedi, Gül. Bu altıncı adımıydı. Sessiz mırıldanışlar, attığı adımları saymayı ihmal etmiyordu.

 

“Hiç… Sayıklıyorum.” Dediğinde doğrulmaya çalıştığında, sargılı koluyla çokta başaralı bir performans gösteremedi. Ama inada binmişti.

 

Hızla iki adım atarak, “ Dur!” dediğinde kaşlarını çatan Gül, burnunun ucundaydı. “ Ne yapıyorsun?” diyerek endişeye bürünen sesiyle dile gelmeye devam etti.

 

Fısıldar gibi;

 

“ Sekiz…” dedi, yalnızca. Sızısını tenine değen parmaklar silip, attı.

 

Yakınırcasına, Demir’in kafasını yeniden yastığa koymasına yardım etti. “ İnsan biraz düşünür değil mi?” Ben halledeceğim, bekle!” diyerek söylenmeye devam etti. Ancak Demir’e söylenmesi dahi şu saniyelerde ilahi gibi geliyordu.

 

Eline aldığı yatağın kumandasını kurcalarken, “ biraz daha söylensen, bende dinlesem…” diye kalbindekileri üzerini çize çize dudakları arasından döktü.

 

Elindeki kumandanın, kırmızı düğmesini basarak, yatağı biraz doğrulttuğunda, yatağın yanındaki komedinin üzerine kumandayı koydu. Ardından öfke dolu bir soluk vererek, yatağın başucunda kollarını göğsünde bağladı. “Dengesiz herif…” dedi, sadece.

 

Demir, ona her şeye rağmen endişe ile bakan kehribarlara, “nefesini hissedince oluyor öyle?”

 

Gül, ne kadar göz devirse de kalbinde kanatlanan kelebeği öldüremezdi. “ Hadi, uyu…” diyen Gül’e içten bir tebessüm sundu. Yorgun bedenine rağmen gözleri direniyordu. Karşısındaki kadının en ufak bir hareketini dahi kaçırmak istemiyordu. Çünkü pişmanlık duygusunu tatmıştı artık. Ve bir daha da tatmayacağına ant içmişti.

 

“Cık…” dedi. Gözlerini kaçıran Gül’e rağmen netti bu defa. “ Yine kaçıp gidersin.” Dediğinde boğazından geçen derin bir yutkunuş geçmişi iteledi. Kaçıp gitmekten kastının ne olduğunu anlamadı, Gül. Gözlerini sorgularcasına kıstığında, “hatırlıyorsun değil mi, Gül…” dediğinde gözleri Demir’i tutku dolu bir heyecanla buldu. Ona Gül, demişti. Takıldıkları yerler farklıydı ancak sonuç aynıydı. Saf bir duygu… “Yıllar sonra yine geldin. İlaç oldun ve gitme…” diye sayıklar gibi konuştu. Aralarındaki buzdan duvarları eritsin diye içli, yakıcı bir nefesi soludu.

 

“Buradayım, ben. Gözlerini kapat.” Anlamamıştı yine, Gül… Gözleri direnen adama, “ bir yere gitmeye hiç niyetim yok, Yüzbaşım.” Diyerek tamamladı. Belli belirsiz bir dudak kıvrılmasıyla, gözlerini kapadı Demir. Gitmeyeceğine ikna olmuştu. Ya da elini sıkı sıkı tuttuğu kadını bırakmayacağına emindi.

 

Hemen ardında ki sandalyeyi çekmek için ellerini ayırmak istese de başaramadı. Hala tam olarak uykuya dalmış olmayacaktı ki, inatla bırakmıyordu. Ayağındaki bordo topuklunun, topuğu ile sandalyenin ayağına geçirdiği topuğuyla kendine doğru çekti. Ve oturdu.

 

Yatağa doğru eğildi. Korkak ürkek elleri saçlarında gezindi. Karıştırdı ve barut kokusu yayıldı. Derin bir nefes aldığında, burun deliklerini aşan kokuyu içine çekti. Bu kokudan mahrum değildi. Elleri yavaş yavaş keskin çene hattına kaydığında, kendine engel olmaktan çıkmıştı artık. Elini bırakmadığı için parmaklarına katlanmak zorundaydı. Çenesine değen parmakları, soğuk tenden hoşnut olmadı. Tenin soğukluğu ölüme eş değerdi. Yanaklarından süzülen yaşlar, sessizce uyuyan adamın yanaklarında şakaklarına doğru yol alıyordu. Biraz daha eğildi. Her bir noktasını, kalbine kazımak istercesine tavaf ediyordu gözleri. Elini bıraktı. Kayboldu, bir kara delikte.

 

Yataktan uzaklaştı. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Sağ elini kalbine bastırdı. Birkaç defa ritim tuttu, kalbinde. Gözyaşları dinse de sessizce yatan adama hala ağlıyordu. Odadaki banyoya girerek, musluğu açtı. Akan soğuk suyu avuçlarına alarak, yüzüne serpiştirdi. Aynadaki yüzüne baktığında oldukça durağan bir ifade gördü. Oysa kalbi tuhaf bir şekilde harabeydi. Zihni ölümün kıyısındaydı. Bir elini saçları arasından geçirerek, geriye iteledi. Derin bir nefes aldığında kapı kulpunu tutarak açtı.

 

Kapıyı açtığında ayağa kalkmış bir halde çatık kaşları ile yara almamış gibi ayaklanan bedene kaşlarını kaldırarak şaşkın bir ifadeyle bakakaldı. “ Sen!” dedi hiddetle. Serumlarını da çıkartmıştı. Hangi akla hizmet bu denli kafasına göre davrandığını bakışlarıyla sorguladı.

 

Belki de hiç uyumamıştı.

 

“Ben...” diyerek üzerine doğru bir adım attı. Yutkunduğunda bir adım geriye giderek kapı pervazına çarptı. Aralarında açılan mesafeyi bir solukta hiçe indirmekten çekinmedi, Demir. “ Sen… Bu denli bana yakınken, şansımı elimin tersiyle itmeyeceğimi bilecek kadar yakın olsan bana…” Bu bir keşkeydi. “ Benim beklediğim…” diyerek Gül’ün kâküllerini ona fırsat vermeden kendini naifçe düzenledi. Ölüm kokan ellerini bu defa geriye çekmedi. “Bu defa uyku değildi, Gül.” Gözlerini kaçıran kadından bir an olsun çekmediği yeşilleri ile kızaran yanaklarını gözlerinin içiyle gülmeye devam etti. Şapsal heyecanını izlemek keyif vericiydi. Üstelik kaçacak bir yeri de olmayınca… Boyunun sola doğru hafif kırarak, “Gül…” diyerek mırıldandı.

 

Gül, kulaklarını dolduran kalın sese, yenik düşmemek için kalbiyle savaşa girmişti. Ancak söz konusu karşısındaki adam olduğunda kalbi hangi savaşı kaybetmişti ki? Yutkundu. Öksürerek, “ sen de hep kuytu köşelerde sıkıştırıyorsun, beni.” Diyerek içindeki heyecan duygusuyla yükseldi. Demir’in, nefesine eşlik eden kısık tebessümüne bakmamak için direndi. İçine kaçan bir sesle, “ ayıp oluyor…” diye ekledi.

 

Kulağına doğru eğilerek, “ ayıp oluyor, ha…” dediğinde bedenini mest eden tınısı Gül için iyi değildi. “ Söylesene, neden yaktın?” dediğinde kehribarlar sonunda Demir’in yeşil gözlerine değdi.

 

Yüksek bir ses tonuyla, suçunu kapatmak istercesine, “ne yakması?” dedi.

 

İçli bir soluk aldığında, “ateşe verdin…” dedi, Demir.

 

“Ne münasabet.” Dediğinde boşluk olduğunu düşündüğü anda kapı pervazından sıyrılmaya çalıştığında, sızısı kalbine ulaşan elini Gül’ün beline doladı. Gül’e fırsat tanımadı. “ Yaktığıma dair kanıtın var mı?” dediğinde kendinden emin bir şekilde konuştu. Efe’ye güvenmekten, sövmekten başka seçeneği yoktu. Tüm her şey ona emanetti.

 

Mırıldanır gibi;

 

“Tam karşında…” dediğinde nefesleri birbirilerine karışıyordu. “ Ne kadar yakmışsın, bir baksana…” dediği an Gül’ün nefesleri sıklaştı.

 

Tamamen farklı bir olayı kast ediyordu. Afallamasına rağmen aklından hiç düşmeyen o yüzüğü yenilemenin tam sırası diye düşündü. “Parmağındaki yüzük…” diyerek bakışları kapı pervazından destek alan parmaklara kaydı. Yaralı olmasına rağmen ilk sorduğu bu yüzük olmuştu. Umay’dan öğrendiği kadarıyla…

 

Tebessümünü saklamaya çalışırcasına kafasını eğdi. “İlla ki yüzük, diyorsun…” diye ağzının içinde mırıldandı. “ Hiç mi anımsamadın?” diye beklenti dolu bir soruyu yönelttiğinde cevabını bilse de bir kırıntı aradı.

 

Sinirle soluyarak, “ ben mi verdim de anımsayayım?” diyerek huzursuzca kıpırdandı. “Çıkartsana.” Dediğinde kendini sesini işittiğinde yanaklarını ısırdı. Az önce cilveli bir edayla konuşmuştu.

 

Net bir tavırla, “ son nefeslerimi vereceğimi bilsem de çıkartmam.” Dedi.

 

Gözleri titredi. Yutkundu. Kuruyan dudağını ıslatarak, “ annenin mi?” dediğinde Demir, belli belirsiz alayla tebessüm etti. Acıdandı, bu alay. Ancak Gül gülmesinden hoşlanmamıştı. Komik olan neydi, dercesine suratını buruşturdu. “ Gizli saklı davranmayı keser misin?” dediğinde hiddetle yükselmişti. Kaşlarını çatarak, Demir’den bir an olsun çekmedi gözlerini. “Biri var mı yok mu? Cevap ver, bana!” dedi tıslarcasına. Bu kadar cesur konuşmasına kendisi bile şaşırmıştı. Ancak bu günden sonra bu adamın gözünden bir hafta ırak olacağını biliyordu.

 

Hissettiği ürkek soluk ile kalın dudaklarını araladı;

 

“ Bir hep vardı…”

 

Gözlerine değen gözlere öfkeyle baktı, Gül;

 

“ Mantıklı konuşmuyorsun, beni de mantıklı düşünmeye itelemiyorsun.” Diyerek sinirle Demir’i iteleyecekken, aklına gelenle eli havada kaldı. Havada kalan ellerine sarılan yara bere içindeki eller sarmaşık misali sıkı sıkı sardı, Gül’ü. Her şey bir anda oldu. Avuç içine yakarak geçen eller, adeta parmaklarına kenetlendi. Bir hızla ellerinin tersi duvar ile yüz göz olmuştu. Gözlerine değen gözlere titredi. Farkına vardığında kemiklerinde dahi bağımlısı olacağı bir sızı kol gezdi, her zerresinde.

 

“ Neden bana bir insana bakar gibi bakmayı denemedin?” dediğinde belli etmemeye çalıştığı kalp sızısını, kenara itelemeye devam etti. Çok değil birkaç gün öncesinde görmüştü. Onu bekleyen bir son vardı. Ve daha fazla zaman kaybına, ıstıraba, inkâr etmeye niyeti yoktu. “ Ben sende paramparçayken sen kalbime hükmediyorsun.” Dediğinde başını hafif sola eğdi. “ Bu adil mi, Gül?” diyerek gözlerini kıstı. Gül’ün düzensiz soluk seslerine, iç çekerek, “paramparça da olsam sen de bir yerim var mı?” dedi. Öyle bir ihtiyaçtı ki çölde susuzluktan süzülen bir beden misali tek bir cümlesi gördüğü sanrıları gerçek yapacaktı. “ ben çok kısa bir ana dahi kâfiyim.” Diye sesli bir yakarış koptu dudaklarından.

 

Donmuş bir beden ile gözlerini dahi kırpmadan bakıyordu, karşısındaki adama. Bir şeyler dökülsün diye bekleyen adama adeta lal kesilmişti. Tek yapabildiği hissettiği sıcak nefesi içine çekebilmekti. Fark etmese de o girdaba çoktan girmişlerdi.

 

Tüm yılların devam etti. “ Belki bir gün benim çaresizliğime rağmen aklın düşerim, Gül…” dediğinde birbirine karışan nefeslerinde, hayat buluyorlardı. “ Sanrılarım gerçek olur.” Dedi.

 

Dikenli Gül’e, bülbül olmuştu.

 

Kapının üç dört kez hızla çalmasıyla, bunu fırsat bilerek kaçtı Gül. Kâküllerini düzenledi. Boynunu kaşıdı. Gözleri odayı tavaf etti.

 

Kapının açılmasıyla, “siktiğimin puştu gelecek zaman kolluyor sanki!” diyerek öfkeyle kelimelerini ağzının içinde yuvarladı.

 

Efe önde, Umay ardından odaya girdiklerinde “ komutanım,” diyen Efe olmuştu. Cevap vermek yerine bakmayı tercih etti, Demir.

 

Umay ise ayakta gördüğü bedene hayretler içerisinde kalarak baktığında kafasını sallayarak, “siz neden ayaklandınız, ayrıca serumlarınız? Kafayı mı yediniz?” diyerek sert bir üslupla konuştu.

 

Gül, dakikalar sonra dudaklarını aralamayı başarmıştı. “ Sence?” diyerek gözleriyle Demir’i işaret etti.

 

Demir’in belli belirsiz kıvrılan dudağıyla Gül’ün duyabileceği bir sesle, “ deliliğimin tek sebebi, yanımda.” Dediğinde duymamış gibi davranmak için her yolu denemeye ant içmişti, Gül. Gözlerini kaçırdı. Bedenini geriye çekti. Ancak olacağı yoktu. Bu adam artık, onaydı.

 

Tekrar yatağa doğru adımlaması için eliyle işaret etti, Gül. Başını eğerek, acısı olmasa da varmış gibi göstererek yüzünü buruşturdu. Koluna bir hızla giren beklediği o kadına uzun uzun bakmak istedi. Ancak karşısındaki Efe’nin sırıtışı buna engeldi. “Dikkat et,” diye yanı başında mırıldanan bedene bakamadı.

 

Onu tutmaya çalışan bedeni, kendi tutarak, “Edemem.” Diyerek net bir şekilde reddetti. “Bu yüzden gitmesen…” diyerek kulağına doğru fısıldadı.

 

“ Eniş…” Tamamlayamadı, Efe. Gözlerini kesen gözler vardı. “ En içten dilekler ile bugünleri de gördük.” Diyerek kıvırdığını düşündü. Ancak karşısındaki adam askerdi. Gözlerini kısmıştı bile.

 

Gül araya girerek, “ya ya ya…” diyerek gülümsemeye çalışırken, Umay serumları yeniden taktığında, “ bir daha kafanıza göre hareket etmeyin.” Diyerek sert bir mizaçla uyardı. Sessizliğe karşı, “ anladığınızı düşünüyorum” diye ekledi.

 

Demir’in bakışları Gül’e değdiğinde, “gidecek misiniz?” diye sordu.

 

Afallamış bakışlar ile “ne…” diyen Gül’dü.

 

Efe ise araya girerek, “ sizde hep bizi kovuyorsunuz.” Diyerek sahte bir yakınma performansı sergiledi.

 

Umay ise Efe’nin kolunu tutarak, “gideceğiz,” diyerek kapıya yönelmişti bile. Neyi kast ettiğini anlamıştı, Umay.

 

Beklenmedik bir şekilde, “ teşekkür ederim,” dedi Demir.

 

Kısa bir baş selamı vererek, kapıya adımlayan üç bedene karşı sızısı varmış gibi acılı bir ses tonuyla yakındı. İki bedende bir etki yaratmasa da Gül’ü durdurmuştu. Kapanan kapıdan sonra hemen yanı başına gelen kadına, eli kalbinde bakmaya devam etti. “ Acıyor mu?” diyerek tiz sesiyle merhem olmuştu.

 

“ Şimdi geçecek gibi oluyor ama…” dediğinde gözleriyle gülerek, “ bakmak istersen, durdurmam.” Diyerek Gül’ün yanaklarının kızarışını izledi. Kalbindeki elini usulca ipek gibi yumuşak olan o nergis kokusunun sardığı saçlara götürdüğünde, kâküllerini düzenledi. “ Nefes al…” diyerek soluğu kesilen kadına telkinde bulundu.

 

“Ben…” diye solumaya çalışan Gül, “yüzük…” diyebildi güç bela.

 

Heyecandan titreyen bedenin gözlerine odaklanarak, “yüzük” diye tekrarladı. “Yasaklı.” Dedi. Gül’ün dudak ve burun ucu arasındaki bene takılı kalarak, “ sen gibi…” dedi tane tane.

 

Yutkundu, gözlerinin içinde yanan ateşi saklamadı. “ yasak mıyım, ben?” diye bir çocuksu edayla sordu.

 

Bu kadarını bilmeye hakkı var diye düşündü, Demir. En azından nedenini bilsin, istedi. Kendisinden vazgeçmesin istedi. Belki bencillikti ama gözünden ırak olsun istemiyordu. “Görevim için…” dediğinde yanı başındaki sandalye de oturan Gül bir hızla ayağa kalktığında, kaşlarını çattı. “Bana yasaklısın, Gül…” dediği an tereddüt dahi etmedi.

 

Loading...
0%