@dnzkzgb
|
Bahçesinde solan bir çiçek, gökyüzünde bir matem, şehrinde bir kalp kırıklığı… Kurt’u delmiş bir şarapnel parçasıydı. Yalnızca seğiren gözleri, bin cümleye bedeldi. Git gide yaklaşıyorlardı, dönüm noktalarına. Bir nefes doldu, göğüs kafesindeki toprağa… Acının yanında yakıcı bir his kol gezdi, bedende. Oysa bunun için fazla küçüktü çocuk. Acının ne zaman yaşı olmuştu ki, ona tolerans geçecek bir kader olacaktı?
Karşısındaki adamı izledi, dinledi ve solmaya ramak kalan bir gül için benliğini yakmayı kendine layık gördü. Çünkü solmaya yüz tutan gül, biliyordu ki yeşermek zorundaydı. Toprağının sulanması için. Adam gideceksin dedi, gitmeyi göze aldı. Adam öleceksin dedi, ölmeyi göze aldı. Adam nefesini ona adayacaksın dedi, Gül’e adandı. Sorgusu sualsiz, benliğini kalbini elleri arasında tutan o minik kıza teslim etti.
Tok bir ses çıktı, oldukça şık giyinmiş adamdan. “Kurt Sungur!” dediğinde siyah ayakkabılarla kuşanan keskin adımları Kurt’un ayakuçlarında son buldu. Yaralı bir Kurt olduğunu ele veren gözlerinde sönmek bilmeyen bir ateş vardı. İntikam, hırs, koruma içgüdüsü… Her ne olarak adlandırılırdı, yalnızca Kurt anlayabilirdi. Birde Kurt’un sığındığı Gül’ü.
Yeşilleri keskin, sert bir duyguyla çevrelenmiş bir halde, “son kez…” dedi, Kurt. İki gün boyunca oturduğu koyu kahve tonundaki geniş koltukta çıtı çıkmayan o çocuk, dile gelmişti. “ Son kez, ona gitmek istiyorum.” Gözleri, Orgeneral Muharrem Kılıç’ı buldu. O kimdi, biliyordu adam. Kalbini de görüyordu çocuğun ama görmemezlikten gelmek en iyi seçenek olacaktı. İki nefesin aralığı bir müddet genişlemek zorundaydı. Aksi takdirde… Bir daha birbirine değmeyecek nefeslerdi, Kurt ve Gül. “Ona gitmem gerek.” Dediğinde netti. Belki hiç göremeyeceğini düşündü, çocuk. İçine çekildiği oyunda son, ölüm olabilirdi. Ve ölümde olsa kırmak istediği son kalp dahi olmamalıydı, Gül. Kurt, sığınağına ihanet etmezdi. Edemezdi. Solmamalıydı bu yüzden gül bahçesi.
İki adam da birbirine baktı. Son defa diye düşünen çocuğa her şeyi anlatmaları mümkün değildi. Ancak geleceği vatan olacak çocuğa bu çok görülmedi. Onay verildi.
Kapıya adımlayan Kurt’u takip etti, Muharrem Bey. Nereye gittiğini bilmeden ilerlediğini düşündüğü çocuk, labirentteki çıkışı çoktan zihnine kodlamıştı. Buldu ve buraya getirildiği arabanın önünde duraksadı. Ardındaki adamda duraksadı, yolu bir analizci hafızasıyla bulmasını artı safhasına ekleyerek durağan bir ifadeyle bakmaya devam etti.
Bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Serpiştirmeye başlayan yağmur dahi Gül’ü hatırlattı ona. Kim bilir belki de gelmeyeceğini söylemesine rağmen yağmura çıkmış, oyuna başlamıştı bile. Gül’dü, o. İnadı inat, kalbi gül, yüzü ışık, bedeni sığınak… Boynundan sarkan yüzüğü gömleğinin içine koyarak, arabanın açılan kapısıyla, içeriye girdi. Yanına kurulan adama karşı, “ oralara da yağmur yağıyor mudur?” diye sordu.
Harekete geçen arabada kafasını cama doğru çeviren adam, “oralara daha çok yağıyordur,” diyerek yanıtladı, onu. Daha göğün tuttuğu yas bitmemişti çünkü. Şehitler için belki de aylarca, yıllarca ağlardı bulutlar. “ Kurt…” dedi adam. Yağmur damlaların ıslattığı pencereden çektiği bakışları, yanı başındaki kumral çocuğa çevirdiğinde, “ oraya gittiğimizde, olur da Gül’ü gördüğünde istemez isen bana söy…” diyemedi.
“ Kurt’a ikinci bir şans verildiğinde ne olur, bilir misin ?” dedi. Cevabı hiç olmadığı kadar netti. “ Ateşi yakıp, dumanın tütüşünü izleme fırsatı tanımaz.” Diyerek devam ettiğinde arabanın loş ışığı yüzüne vuruyor, gölgeliyordu çehresini. Ve Kurt, ateşi de dumanı da sevmezdi. Bunu da Gül’den öğrenmişti. Ayaklı kütüphaneden farkı yoktu.
Muharrem Bey, kafasını aşağı yukarı salladı. “ Seçim senin evlat ancak…” dediğinde bakışlarını tekrar cama çevirdiğinde buğulu bir görüntüyle de olsa netti gördüğü yazı; Milli İstihbarat Teşkilatı. Bu uğurda birçok can verdiği gerçeği bir kez daha şah damarını sızlattı. Nefesini tıkadı. Geçmişiydi, bitmişti. “ Kaçmak istesen de geçmişin uzaklarda olmayacak.” Diyerek yutkundu. Sol eli yumruk oldu. “ Kaçmak istediğin her şeyin içinde olacaksın, çıkış yolun da meçhul olarak kalacak.” Dediğinde yanındaki çocuğun askeri yeşil gözleri kendini bulduğunu hissetti. Ancak o gözlere bakacak cesareti bulamadı. Bu adamın da kalbinde kıyım gerçekleşmişti. Orgeneralin yüreği, yardan da yârinden de caymıştı.
İki bedene de ağır geldi, şah damarlarına mıhlanan şarapnel parçaları.
Kısa bir süre sonunda Ankara Havalimanından, Mardin’e giden uçağa binerek borçlu oldukları topraklara bastılar. Küçük çocuğun elini sıkı sıkı saran el, Nusaybin’e kadar ayrılmadı. Elini bıraktığı çocuk sanki yolunu bilen su gibi, toprağına kavuşmaya çabaladı.
İlerideydi. Adımları hızlandı.
Yüzünü göremese de, üzerine giydiği kırmızı elbise ona aitti. Kaldırım taşına oturmuş, ilerideki bomboş parka bakıyordu, muhtemelen. Yaklaşıyordu, Kurt. Ve yaklaştıkça kuruyan bedeni fark ediyordu. Duraksadı, genzinden geçmeye çalışan yutkunuşla. Gözleri şiş, üzerindeki elbise ıslaktı. Daha temkinli bir adım attı. Kâküllerini kenara itelemiş Gül’ün alnındaki yaraya ilk kez şahit oldu. Derin bir kesikti. Ya o gittiğinde olduysa, düşüncesi kalbine saplanan kazık oldu. Omzundan göğsüne süzülen saçlarını geriye iteleyen kız çocuğunun, elleri kıpkırmızı olmuştu. Yanında olsaydı, çoktan montunun cebine sokmuştu elleri. Ya da atkısı ile sarmıştı, minik elleri.
Bir nispete bedel, dirhemdi kız çocuğu.
Adımları ileriye doğru yol almadı. İlk defa Gül’ü yarasıyla bırakmayı düşündü. Öğrenmesi gerekti çünkü Kurt diri diri gömülüyordu. Her şey gülüşü içindi. Daha çok gülsün, dünyayı daha çok sevsin diye, nefes alırken ölmeyi seçti.
Muharrem Bey, hangi ara yanına kadar gelmişti bir fikri yoktu ama içsel çatışmasına net bir cevap verdi. “ Git, ona.” Diye emir verdiğinde hala beklemeye devam etti. O binada, takım elbiseli adamlar arasında Halit Alkan’ı gördüğünde Gül’ün güvende olmadığını hissettiği için buraya kadar sürüklemişti, yanı başındaki adamı. Ancak Gül, hiçbir zaman güvende olamayacaktı. Çünkü o, Milli İstihbarat ajanı Halit Alkan’ın kızıydı. Ona bir adım atarsa, pinhan Gül’e değer ve kalbini yakardı. “Kaderini göz ardı edemezsin aksi takdirde son pişmanlığında dahi bir hiçlikle kavrulursun.” Diyerek onu ikna etmeye kendine görev edinen adama değdi bakışları.
Yutkundu, Kurt. Başını yeniden Gül’e doğru çevirdiğinde minik kız ayağa kalkmıştı.
Mıhlanmış olan adımları, bir koşucu edasıyla aniden toprağa değdi. Koştu, durmadan. Kapatmaya çalıştı, mesafeleri. “GÜL…” diyerek bağırdı, avazının çıktığı kadar. Adımları sabitlenen kıza eşlik ederek, durdu. Kendine doğru dönen kızı baştan aşağı süzdüğünde, tebessüm etti. Minik kızın gözyaşlarının şakaklarına değmesine müsaade etmeden ona koştu. Sıkıca sarıldı, son kez olduğunu bilerek. “Özür dilerim, affetme beni Gül” dediğinde sesi titredi. Kendini saran minik eller, birbirine kavuşamıyordu. İçine kaçan gözyaşları arasından kavuşamayan ellerine tebessüm etti.
Birbirlerinden ayrıldıklarında, “ dün sabah uyandım, sen yoktun. Bulamadım.” Dedi istemsiz dökülen yaşları arasında. “ Hiç kimse senin gibi değil.” dediğinde susmaya devam etti, Kurt. “ Beni anlamıyorlar, Kurt.” Diyerek hızlı hızlı konuşmaya devam etti. Kurt, susmaya devam etti. Çünkü sondu. Ayrılık kokuyordu, Gül ve Kurt. “ Neredeydin?” dedi, bir eliyle kâküllerini düzenlemeye çalıştı. Yardım etmedi, Kurt. Son kez olacağını bilmesi tuhaf hissettiriyordu ve eğer saç tutamlarına değerse vazgeçmesi, Gül’ü ardında bırakması mümkün olmayacaktı, biliyordu kalbi. Çünkü artık abisi yerine koyduğu tek kişi kendisi kalmıştı. Oğuz, şehit olmuştu. Kurt’ta yaşarken ölmeye mahkûm edilmişti.
Ve ölü bir beden ıstıraptan başka bir şey getirmezdi.
“Gül..” dedi, güç bela. “ Buradayım, bak. Geldim, sana… ” Diye devam etti. Son kez de olsa geldim, Gül diye geçti içinden içinden.
Tebessüm etti, minik kız. Şiş olan gözleri, kayboldu adeta. “Geldin bana…” diyerek Kurt’a başını biraz daha kaldırarak bakmaya devam etti. “ Hem bana söz verdin zaten, gidemezsin.” Diye eklediğinde Kurt olduğu yerde donup kaldı, adeta. “ Sözler bozulur mu kine Kurt?” diyerek masumca bir edayla konuştuğunda, işaret parmağı çenesinde son buldu. Düşünüyormuşçasına gözleri kıstı. Kurt’u görünce dünyası yeniden dönmeye başlamıştı Gül’ün.
Gözlerini kaçırdı. Etrafa baktı. Titreyen dudakları, saklanamayacak kadar ortadaydı. “ Sözler çok da değerli olmazlar, Gül.” Dediğinde bakamadı, minik kızın çehresinde oluşan ifadeye.
“Evet, olmazlar.” Diye ani bir hızla cevap aldığında kaşları havalanarak, Gül’e doğru yöneldi bakışları. Ona bakmaya devam eden kız çocuğu, hala tebessümünden ödün vermiyordu ki gelecek olan cümleyi eş zamanla dile getirdiler.
“Çünkü sözün sahibi ben değilim.”
“Çünkü sözün sahibi sen değilsin.”
Kafasını iki yana sallayarak, karşısındaki minik kızın tebessümüne eşlik etmeye başladı. “Bana nasıl bu denli güveniyorsun?” diyerek tebessümünü soldurduğunda, “ bir gün Kurt ve Gül, olmayacağız.” Dediğinde yumruk olan ellerini ardına sakladı.
Gül, tekrarlar gibi, “Bir gün…” diye araladı dudaklarını.
Kurt, devam ettirdi. “ İşte o gün…” diye konuştuğunda Gül, ölüm sessizliğine bürünmüştü, gözleriyle. “ Son kez olacağını bilsen de sarıl bana.” Diye eklediğinde ikisinin de kalbine Muharrem Bey’in şehit olan oğlu Üsteğmen Demir Karan ve müstakbel gelini olacak olan Haber Spikeri Gülşen Karbeyaz, düştü. Onlar son kez olduğunu bilmelerine rağmen birbirlerine hançeri saplamaktan çekinmemişlerdi. Ve Kurt, bu tattan mahrum kalmak istiyordu.
Gül, gerçeklik ile sarsılmaktan kaçmak istese de anlıyordu. Bir şeyler ters gidiyordu. “ Gidecek misin, Kurt?” dedi ansızın. Gidecekti, her şeyden belki de, ve Gül’den… “ Beni düşünme Kurt.” Dediğinde gözlerindeki ışık söner gibiydi. “ Acın bu şehirde ve gitmek tek seçenek,” diye devam ettiğinde doğru olanın bu olduğuna kendini inandırmaya çalışıyordu. “Git… Git…” diye kendi içinde döngüde takıldı. “ Yalan söyledim.” dediğinde gözleri buğuluydu, artık. Kehribarları sönmüş, köz olmuştu. Ancak umut hiç beklemediğin anlarda var olmaz mıydı, zaten? Gözlerindeki ateş tekrardan alev almalıydı. “Hayır, doğru değildi Kurt.” Diye sona doğru sesini yükseltti. “Gitmesen, bencil olur muyum annem gibi?” diye yeniden kısıldı sesi. Sessizdi halen Kurt. Bir şeyler demesi gerekti. Ona sözler vermesi lazımdı. Elini tutması, saçmalama Gül diyerek kızması lazımdı. Ve hiçbirini yapmıyordu. “ Kurt…” dedi, içine kaçmaya yüz tutmaya ramak kalmış sesi buradaydı, işte. Ona sarılması gerekti, bu yüzden.
Yalnızca huysuz bir çocuk gibi toprağa belenip, çığlık çığlığa bağırmak istedi Kurt. Gideceğim, diyemezdi. Bir çift sönmüş göze su serperek hiçliğe doğru savuramazdı. Haksızdı, yitikti, ölüydü an itibariyle. “ Gül, senin yine çenen açılmış!” diyerek gözlerini ovaladı. “ Öyle bir şey olsa… Ben gitsem, dünyanın son günü olmayacak.” Dedi tane tane.
Gül’ün dudakları düz bir çizgi haline geldiğinde, kafasını aşağı yukarı salladı. O giderse, gözünden dahi sakınmaya çalıştığı dünyası son bulacaktı. Bunu bilmiyordu, Kurt. “ Pamuk şeker yer misin benimle?” diye aniden saçma bir soru yöneltti. Uzaktan geçen pamuk şeker ve elma şekeri satan seyyar satıcının sesine yöneldi, ikisi de. Gül, Kurt’un elini sıkıca sararak koşmaya çalıştığında ona hiç çekinmeden son kez eşlik ettiğini düşündü. Seyyar satıcının yanına geldiğinde iki pamuk şeker aldı, Gül. Ardından Kurt’a döndüğünde, “ benim param yok, boş yere bakma bana.” Dediğinde gözleri ile cebini işaret etti.
İçine aldığı nefesi dışarı solumasıyla, tatlı bir tebessüm takındı. Cebindeki okul harçlığının hepsini fedakârlık yaparak pamuk şekere yatırmıştı. “ Paran yoksa ne diye…”
Elinde sıkı sıkı tuttuğu pamuk şekerin birini Kurt’un göğsüne ani bir hızla uzattığında, “ Sen yanımdasın.” Diye de küstah edasıyla ekledi.
Sert bir cevap olduğunu idrak edemeden, konuştu. “Belki ben olmayabilirdim.”
Gül, anladı. Saf değildi. Annesi gibi vurdumduymaz biri olmaktan da nefret ederdi. Ancak annesinin çeyizinden kaçışı yoktu. Kaderinde boğulmamak için vurdumduymaz olmaktan başka çıkışı yoktu. Ve kaçamayacağı kaderinin kısa da olsa, son kez de olsa tadını çıkarmak istedi. “ Belkiler için zaman kalmadı, Kurt.” Belkiler, neyseler bir de keşkeler vardı. Hepsi kalpte bir şarapnel parçasına eş değerdi. Saf acıydı, kanı oluk oluk akıtan.
Elinden alınan pamuk şeker sonrası boş kalan elini, Kurt’un yara bere eline sardı. Yanı başına kuruldu, yeniden. Banka doğru, açtıkları paket pamuk şekeri ile yavaş yavaş adımladılar. “ Yemeyecek misin?” dedi, Kurt. Şu ana dek bitirmesi gerekti.
“Sen de yemedin.” Diyerek burun kıvırdı.
Elindeki pamuk şekere attığı garip bakışları ile “Bu pembe şey, Kurt için fazla renkli.” Diyerek yüzünü buruşturdu.
Git gide hüzünden sararan suratıyla, “Biliyor musun?” dedi.
“Sen en çok pembeyi seversin, biliyorum...” dediğinde banka oturmuşlardı. “ insan ezberindeki yüzü unutur mu, Gül?” diyerek sönmüş kehribarlara bakmaya gayret etti. Gül’ün kehribarları ateş ile çembere teslim oldu. “ Unutamam gülüm, der bir şarkıda…” dediğinde pamuk şekerden kopardığı parçayı, Gül’ün ağzına uzattı. Farkında olmadan minik kız, ona ayak uydurdu. Ağzının içinde eriyen pamuk şekerin tatlı bir his bırakması bile aklındaki şüpheleri silemedi. Oysa hangi çocuğun pamuk şeker yerken kalbi hissiz kalırdı?
Hatırladığı şarkıyı dakikalar sonra Kurt’a izah etmekten çekinmedi. “Kalbindeki beni uyutursun, diye devam ediyor o şarkı…” diye cılız bir ses tonuyla konuştu. Kurt’un elinde yarısı yenmiş pamuk şekeri izlemeye devam etti.
“Öyle değil, Bayan Çokbilmiş!” diyerek tebessüm etmeye çalıştı. “ Kalbimdeki bu derdi uyutursun… Olacak,” dediğinde pamuk şekerinden bir parça daha kopardı ve Gül’e doğru uzattığında kafasını başka yöne çevirdi, Gül.
Memnuniyetsiz bir sesle, “Hiç sevmedim.” Dediğinde sesi korkmuş bir çocuğun sesinden farksızdı.
Kurt, kaşlarını çatarak “Pamuk şekeri mi?” diyerek ağzına elindeki parçayı attığında, tadı kendisi için fazla şekerliydi ama Gül böyle severdi, zaten. Şeker severdi, çiçek severdi, renkleri severdi, yağmuru severdi, gülmeyi severdi, bir de çilekleri severdi. Gül, tüm dünyayı kucaklayabilecek kadar severdi, onu; Kurt’ da bir tek Gül’ü kucaklayabilecek kadar severdi dünyayı.
“Pamuk şekeri de sevmedim…” dediğinde Kurt’a doğru çevirdi kafasını. “ Şarkıyı da… Unutmayı da… Özlemeyi de…” diyerek tek tek sıraladı, kalbine oturmuş duyguları.
Ani bir hızla, “ unutma beni, Gül.” Deyiverdi. Bu bencillikti, biliyordu. Ama tüm kalbini açtığı kız çocuğunun onu unutması diri diri gömülmekten daha da ağır yüktü. Kurt, kalbine batan Gül dikenlerine de razıydı.
Tebessümü yüzünde gonca gibi açtı. “ ezberimde yüzün.” Diyerek Kurt’tan öğrendiğini ona satmaya çalıştı. “ Bir kez gülsene, Kurt…” dedi, sanki son saatleri olduğunun farkındaymışçasına. Zihnine kazınsın istedi, gülüşü.
Kırmadı, Gül’ü. Öyle içten güldü ki hafif çekik olan gözleri kısıldıkça Gül’e cennetteki şenliği önünü serdi.
Bir mayıs pazarında, saat on ikiye sekiz kala, ikisinin kaderine tek bir kahkaha ile düğüm atıldı.
Elindeki pamuk şekerinden bir parça kopartarak, “Şimdi de kalan pamuk şekerini yesene, ben pembeyi seviyorsam sen de sevmelisin.” Diyerek kopardığı parçayı ağzına götürdü. Şekerli olmasına rağmen ciğerini yakıyordu her yutkunuşunda.
Aldığı pamuk şeker parçasına baktığında, “severim,” dedi, yandan yandan Gül’ü izledi. “Sen neyi seversen, ben de onu sevmeye başlarım.” Diyerek ağzına attı.
Kendini beğenmiş bir tavırla, “ biliyorum…” dediğinde kısık bir kahkahası pamuk şekere bulandı. “ Çok tatlısın, Kurt.” Diyerek ekledi. İtiraz etmedi, Kurt. Şimdiye hayıflanırcasına söylenmeye başlaması gerekti oysa ki. Yalnızca kafa salladı. “ Bana söz verir misin, Kurt!” dedi, Gül. Suskunluğundan hiç ama hiç hoşlanmamıştı.
Kaşlarını çatan Kurt, söyleyeceğini yapamayacağını bilmesinin altında ezilmekten iğrendi. Ama yine de naif sesinden kaçmadı.
Kurt’un her daim ciddi ifadeyle sıraladığı cümleleri, Gül sıraladı. “Asker ol ve söz ver.” Dediğinde Kurt bakışlarını Gül’den alamadı. “Başka çocukların odaları karanlık olmasın diye...”
Yutkunduğunda, başını hafif sola eğdi. Gözlerinin içine baktı, minik kızın. “Söz, asker adam olacağım Gül…” dedi zerre şüphe içermeyen sesiyle. “ Karanlığa gömülen ev için…” Kendini feda edecekti. Bu evde sen yaşıyorsun, Gül… Bilmelisin ki, senin pinhan kalbin içindi. Gözlerinden, kalbinden geçen hiçbir cümlenin dudağında hükmü yoktu, artık.
*
Tüm bilinmezliğin içine karışan o duygu… Babam, abime bunu anlattığında pek kafam basmazdı. Yeteri kadar büyük değildim ya da yeteri kadar zeki değildim. Şimdi ise bu duygu, şah damarımı delmiş ve nefes almama artık yetki yokmuşçasına dışarıya taşıyordu. Gerçek buydu. O çözülmeyi bekleyen gizemim olmaya çanak tutmaya niyet etmiş bir gölgeydi.
Gölge, yalnızca bir görüntü ile de sınırlı değildi. Gölge, bir histi. Karanlıktan sakınan, güneşe yüz tutan tatmin edici, yanılsamaydı. Ve ben bu yanılsamayı, gerçek yapmaya kararlıydım.
Ona tatmin olmamış bir ifade ile bakmaya devam ederken, “Peki…” diyerek huyuna gitmek gibi bir hata yapmıştım çünkü bakışları kararmış, kafasını sola doğru eğerek, bana bir nefes mesafesi kadar daha yaklaşmaya hak kazanmıştı. Sesimin enerjisini onun bana olan karanlık tavrına zıt yönlendirdim. Karanlık, aydınlığa yol alır mıydı? Görecektim belki de tadacaktım. “Bana gerçekleri vermeyi düşünüyor musunuz, Yüzbaşı?” Diyerek sahte bir yakınma edasıyla konuştum. Bir cevap beklediğimden değildi. Gelecekte yaşanacak hesaplaşmaya ön ayak almak içindi.
Kalın dudakları aralandı. “ Kaç kurtar kendini, Çakma Savcı,” Dedi. Gözlerini üzerimden çekmedi.
Kaşlarım çatıldı. “ Buna ben karar veririm, yeri geldiği zaman.” Dediğimde serum olmayan elini saçlarını götürdü. Karıştırdı. Sanki zihnini oyalamak istercesine, bir çabaydı.
İçten bir yutkunuş boğazından geçtiğinde, “eğer hükmü veren dikenli gül olacaksa razıyım.” Diyerek düz bir sesle konuşmaya devam ettiğinde, “ otursan mı artık, her an gidecek gibi bekliyorsun.” Diyerek ekledi, vurgulu bir sesle. Ardından saçlarındaki eli çenesine indi ve kaşır gibi bir edayla çukurunda oyalandı.
Gözlerini kısmadan bana bakmaya başlamadığı sürece gitmek gibi bir niyetim yoktu. Çünkü hala canı acıyordu ve bunu hisseden kalbim kıyamıyordu, ona. Her söze rağmen. Ardımdaki sandalyeyi çekerek, sakin bir şekilde oturdum. Bacağımı bacağımın üstüne atarak, öne doğru eğildim. “ Hiç çiçek büyüttün mü?” diyerek ona saçma gelecek benim ise merak ettiğim bir soruyu dile getirdim. Çünkü bir çiçeğe bakan kalp, insana da tüm şeffaflığı ile sunardı kendini.
Hafif bir dudak kıvrılması gördüğümde, “Aklına nereden geliyor böyle sorular?” Omzumu kaldırdım, umursamazlıkla. Tuhaf bir soru değildi. Oldukça netti; bir güle dikenlerine rağmen su veriyorsa, insana da çekilmez huylarına rağmen bakmayı göze alabilirdi. “Bayan çokbilmiş… Aynısın.” Değişmemişsin der gibi aynısın diye incitmekten korkarcasına eklemişti.
“Bu bir karakter falan mı?” dediğimde kaşlarım merakla havalandı ve dudağımı büzdüm. “ Bayan Çokbilmiş… Daha önce duymuş gibiyim bende ama hatırlamıyorum.”
Sessiz kaldı, Yüzbaşı. Baktı ve gözleri titredi. Tuhaf olan oydu, hâlbuki. Onu dipsiz bir kuyuya itiyormuşum gibi bakıyordu bana ve bir neden dahi yoktu hislerinde.
Derin bir nefeste göğüs kafesim kabardı. Kafamı aşağı yukarı sallayarak, dudaklarımı araladım. “ Anlaşılan bugün ki konuşma sınırına gelmiş bulunmaktayız.” Diyerek sandalyeye sırtımı yasladım. Kollarımı göğsümde bağlayarak, onun benden kaçırdığı gözlerine bakma çabasına devam ettim.
“ Bir gülüm… Vardı.” dedi. Bana doğru çevirdi kafasını. Gözleri hala kısıktı ve yeşil hareleri yenik düşmüş gibi bilinmezlikle doluydu.
Kaşlarım kavislendiğinde dudaklarım aralandı. “ Sonra…” dedim yenemediğim merakım ile.
Kararmış bakışlarıyla, “soldurdum.” Dediğinde kelimesi kesik kesik çıkmıştı kalın dudaklarından.
Ağzım beş karış açık bir vaziyette olduğumu biliyordum. Tüm duygularımı belli ederek, “Neden ama? Bu kadarı gaddarlık.” Diye son cümlelerimde yükseldim.
Başını yastığa koyduğunda, bakışları avizede sabit kaldı. “fazla hayat doluydu, onu yıpratarak büyütürdüm.” Diyerek durağan bir ifadeye büründü. “ Kalpsizim ben, Gül.” diyerek sessizliğime karıştı sesi. İnandırmaya çalıştığı ben değildim. Kendisiydi. Yalnızca bir şahit arıyordu kendine, yanmasını izleyecek bir mahkûmdu belki de. Ancak bu ben olamazdım. İnsan sevdiğini kor alevlerde yanarken, izler miydi? İzlerdi, Gül. Kendini kandırma. İzledin, sen.
Ondan çektiğim bakışlarım ayakkabılarıma değdiğinde, “ben… Bunu biliyorum ki zaten.” Demekle yetindim.
Çok kısık bir tınıyla, “neden buradasın hala?” diye sorduğunda bir aptal gibi tebessüm ettim. O ise kısık gözleri ile durağan ifadesinden ödün vermeden bana bakmaya başlamıştı bile.
Etrafta gezinen bakışlarım ile “Hatır sayan biriyimdir. Hem sen de gitme dedin…” diyerek burnumu kırıştırdım. Bacağımın üzerine koyduğum parmaklarım ritim tutmaya başlamıştı. Beni hissetmesini isterken, kalbimi görür de beni kırar diye gerilmiştim. O, benim en büyük ikilemimdi.
Hoşuna gitmişti, ağzımdan dökülenler. Burnunu değdi, parmakları. “İyi demişim, o zaman. Gitme yanımdan.” diyerek mırıldanır gibi kısık bir tonda dile getirdi, düşüncelerini. Göz devirdim, saklanmasına. Ben her şeyi ortaya sererken, kaçan o muydu? Bir adım, aramızdaki buzdan duvarlardan kat eritirdi.
Bir telefon sesi ile ikimizde bakışlarımıza bir son verdik. Çantamdan çıkardığım telefonumda, ekranda gördüğüm numarayı tanımasam bile tahminim vardı. Ölümdü, bu. Normal bir edayla, telefonu yanında açmam gerektiğini düşündüm. Aksi takdirde kafasında tilkiler çoğalırdı. Telefonu açarak kulağıma tuttuğumda, “ Merhaba, ben de sizden gelecek aramayı bekliyordum.” Diyerek lafa ilk ben atıldım.
Bir gülme sesi işittiğimde, Demir kaşları çatık bir halde beni izliyordu. Ona tebessüm etmeye çalıştım. “ Bana bu denli alıştığını bilmiyordum. Bak şu an gözlerimden yaşlar gelmeye başladı, Sayın Savcım.” Diyerek kendince gaf yapmaya çalıştı.
“Ya, öyle. Merak ettim. Şimdi bir arkadaşım ile… ” Dediğimde Demir, yatakta doğrulmuş ellerini bir çocuk edasıyla kucağında birleştirmiş, sert nefesler eşliğinde beni izlemeye devam ediyordu. Arkadaş, dememden hoşlanmadığını biliyordum. Benimle arkadaş olmayacağını dile getirip duruyordu, zaten. Ancak bu denli öfkeli bakmasına gerek var mıydı?
İç sesimi bir bıçak gibi kesen telefondaki ses oldu. Ölüm olarak bildiğim adam, “Kurt’un seni bulduğuna sevindim.” Dediğinde kaşlarım istemsizce havalandığında, kalbim tekledi. Ağır ağır yutkunduğumda bakışlarım Demir’de takılı kaldı. “ Bizim buralarda kendisine ayrı olarak çelik bilek derler. Sayın Savcım, zaafın hakkında bilgi verdim sana, borçlandın.” Dediğinde dilimi alt dudağımda gezdirdim. Kurt, karşımdaki adamdı. O, değildi. Ölü bir bedeni zihnimde de kalbimde de yaşatma çabam niyeydi ki? Ölmüştü, o. Veda günü bırakıp terk etmişti, beni. Verdiği onlarca sözün enkazında bir başıma bırakmıştı. “Sayın Savcım, Kurt ile geçmişteki gibi anlaşıyor musun diye yoklayayım dedim.” diyen adama bağırmamamın tek sebebi karşımdaki adamdı.
Zor da olsa dudaklarımı gererek sırıtmaya çaba göstererek, “Harikayız. Bizi anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır.” Dediğimde parmakları birbirine dolandı. Ancak Demir’in gözleri ellerime değdiği an arkama doğru sakladım, elimi. Bilemezdi, bunu. Bu geçmişimin bana bahşettiği bir hileydi. Ve bana özel kalmalıydı. Kurt ile ilgili hiçbir şeyi paylaşamazdım. Söz konusu Kurt ise hayattaki en bencil insan olmak konusunda çığır açmakta da sınır tanımazdım. O, bana özeldi. Hayatıma değip, çok uzaklarda hala beni beklediğini biliyordum. Ölse bile.
Telefonun ardındaki adam, Demir’in yanımda olduğunu bilmesine rağmen susmak bilmiyordu ve ben de meraktan kapatamıyordum. “ Kaderine sahip çıkan adamın zincirlerini eline alan kadına, boynumuz kıldan incedir, Sayın Savcım.” Diyerek saçmaladığında dudağımı büzerek yüzümü ekşitmeden edemedim. “Kendinize iyi bakın, öyle bir yokladım sizi.” Diyerek telefonu yine suratıma kapatmıştı. Tuhaf bir şekilde zararsız olduğunu düşündüğüm bu adamın her adımıma hâkim olması da beni germiyordu ancak Demir’i bilmesi ona karşı temkinli davranmam gerektiğini de gösteriyordu.
Kaşlarım çatılı bir halde, elimdeki telefona bakakaldığımda “kimdi, o?” diye beni bölen Demir, burnundan solumaya devam ediyordu. Göğsü hızla kabarıp, yeniden eski haline dönüyordu. Keskin çenesi kasılmış bir halde, benden cevap bekliyordu. Şu durumda avına odaklanmış Kurt’tan farksızdı.
“ Tanımıyorum.” Dediğimde gözlerini kapatarak, derin bir soluk aldı.
Yeniden açtığı gözleri, bana değdiği an “ Tanımadığın biri ile on dört dakika otuz iki saniye boyunca ne konuştun?” diye dişleri arasından çıkan kelimeleri oldukça iğneleyiciydi.
Tek bir cevaptı. Gevelemedim. “Seni…” dedim, yalnızca.
Tekrarladı, beni. “ Beni…” dedi, inanmakta zorluk yaşarcasına. “ Tanımadığın herkese beni anlatacak kadar mı büyüledim seni?” dediğinde gevşemiş gibiydi. Çenesi hala keskin olsa da seğiren damarları yoktu, artık. Gözleri de kuşku değil, ima doluydu.
Gözlerim, kolundaki seruma kaydığında bittiğini fark etmiştim. “Öyle.” Dediğimde ayağa kalktığımda, üzerine doğru eğilerek, sağ tarafta kalan seruma uzandım. Topuk gıcırtısı olmasın diye yatağa dolanma zahmetine girmedim. “ seni görünce…” diyerek serumu çıkartmıştım. “ İki kelimeyi bir araya getiremiyorum,” diye eklediğimde nefesinin saçlarımı hareketlendirdiğini hissediyordum. Muzip bir gülüşle geriye çekilmeye çalıştığımda ani bir hızla elimi sardığı eliyle beni kendine çektiğinde, üzerine düşmemek için yatağın kenarından tutunmaya çalıştım. “ Sen…” dediğimde devamını getirmedim. Anın gerilimi ile kapadığım gözlerimi açmıştım çünkü. Burun buruna olduğum adam, dengeleri değiştirmişti.
“ Mayın tarlasında kalan adamım…”
“Mayın tarlasının ortasında kalmış kadınım. Var mı sende o yürek?” Dediğimde gözlerimde olan gözleri kısa bir an dudağımın üzerindeki bende durmuştu. Bazen bakışları dudağım ve burun ucumun arasında takılı kaldığı için özellikle ayna karşısına geçmiş ne var dercesine bakmıştım, kendime. Bana özel olan bir ben vardı. Yine takılı kalmıştı. “ adım atabilir misin canlı canlı yanacağını bilsen de.”
“Bir gül uğrunda, kanadık.” Dediğinde elimi saran eli, buradayım dercesine hareketlendi. “Gerekirse de yanarız Gül, uğruna.” Dediğinde ortaokulda öğretilen virgülün önemini bir kez daha anlıyordum. O virgülü nereye koymuştu? Bunu yazılı bir belge şeklinde istesem olmaz mıydı? İçim gitse de bana olan bakışlarına, bunu bir adım sayamazdım. Gözlerine bakmaya devam ettiğimde, gözleri benimden aşağıya yol aldı. Dudağıma takıldı bakışları, yutkundu. Tekrar gözlerime çıktı, gözleri. Adım atması gereken sensin, aptal. Bakma bana. İzin istiyordu, gözleri. Yutkunduğumda, serumu çıkardığımda elini belime değdirdiğinde, yaralı olduğu aklıma gelmişti. Ve ben yaralı olan adamın üstüne abanmıştım, düşüncesizlikle. “ Bana zarar vermiyorsun sil o kalbindeki fazlalıkları.” Dediğinde beni bir kitap gibi okuması oldukça hoşuma gitmişti. Belki de bu denli yakın olmamızın yarattığı bir kelebek hissiydi.
Mağrur bir sesle, “kalbim…” dediğimde belimdeki eliyle beni incitmeden yakıcı bir his bırakarak, beni daha da kendine çekti. Dudaklarımız arasındaki mesafeyi bir karıştı, artık. Aldığım hızlı nefesler ile inip kalkan göğsüm ona değdikçe belimdeki eli daha da geriliyordu.
Gözlerimden çekmediği gözleriyle, “Kalbin, kaderim.” Diyerek konuştuğunda nefesi dudaklarımı yalıyordu. Ve ister istemez titrememe engel olamıyordum. Heyecanın zirvesine ilk defa bu kadar yaklaşmıştım ve tekrarlamak isteyeceğim bir his olacağına emindim. Derin bir nefesi tekrar içime çektiğimde, gözlerini kapatarak yeniden açtı. Belimdeki eli, hareketlendiğinde, “Gül…” dedi, boğuk çıkan sesiyle.
Ağzımdan bir şeyler dökülmeliydi. Ancak ona teslim olmuş gibiydim. “Hım…” demekle yetindim.
Zaman kaybetmek istemezcesine hızlıydı, her hareketi. Diğer eli, baldırıma dolandığında, beni resmen üzerine yatmama müsaade etmişti. Yatağın kenarına tutunan elimi alarak sırtıma doladı. Birisi içeriye girseydi eğer… Yutkundum. “Siktir, bir daha hep böyle cevap versene bana.” Dediğinde dudaklarına değdi, bakışlarım. “Ne bir adım ileri de ne bir adım geri de yürürsem, siksinler beni.” Nefesim, nefesindeydi ve bundan hoşlanıyordu. Görüyordum.
Gözlerimi kırpıştırarak, çenesine doğru kaydı sol elim. Dediği gibi yeniden “Hım…” dediğimde sol yanağına değen ellerime dudağının köşesini kıvırarak tebessüm etti.
Bilginize; +18
Boğuktu sesi hala. “ Gül, alıştım bu sese.” Dedi, kulağıma doğru. “Her gece duyacağımdan eminim. ” dediğinde dudağımın üzerindeki beni, aniden tüm sıcaklığıyla öpmüştü. Gözlerim irice açıldı, beklediğim bu değildi çünkü. Onun hoşuna gitmiş olacak ki sesli bir hırlamaya karışık tebessüm döküldü az önce beni öptüğü dudaklardan.
Titrek bedenim, karşıtlığını bu durumda belli etmekten kaçınmadı. “Her gece seni arayacağıma seni emin kılan neden ne?” desem de haklılık payı az da olsa vardı. Beni tanıyordu, düşüncelerimin aksine.
Kararmış gözleri, boğuk sesiyle “ aramaz mısın?” dedi, cevabı biliyordu. Arardım, onu. İsterse arardım. Baldırıma temas eden eli, yavaş yavaş yukarıya kaydığında, “ ben seni ararım, sen beni aramayı düşündüğün anda...”dediğinde dudağımın içine fısıldıyordu. “Hissederim. ” Ve elini baldırımdan çekerek, saçlarımı geriye iteledi. Kâküllerimi düzenleyerek, boynumu naifçe sardı. İlk defa hissetmiştim onu ve benim kadar titrek olmasına şaşırmıştım. Onun titrekliği beni incitmekten korktuğu içindi. Bacağımdan yukarıya doğru sıyrılan elbisem bir nebze de olsa beni serinletmeliydi. Aksine saniyeler geçtikçe sıcak bedenimi sarmaya devam ediyordu. İki bacağının arasına giren bacağımı ufak bir hareket ettirme teşebbüsüne girdiğimde, ağzının içinden çektiği siktir ile olduğum konumdan bir adım öteye gitmemin doğru olmayacağını anladım.
Gözlerini içine bakmaya devam ettiğimde, dilini ağzının içinde gezdirmek oldu tercihi. Kendi kaybederdi. Ne yaptığımı biliyordum ve karşımdaki adamda ona neler yaptığımı anlayacak kadar ayıktı. Afallamış ifadesi, boğuk sesi, git gide koyulaşan hareleri ile kendinde olmadığını belli etse de bunu dile dökerek de belli etti. Boğazını temizleyerek, “Ne diyordum ben…” dediğinde dudağımı bilmem dercesine büzdüm. Belimdeki eli gevşediğinde, ne yaptığını farkına varıyormuş gibiydi. Utanç vericiydi, belki de. Onun için. Üzerinde bu halde iken basılmak oldukça utanç verici hissettirirdi. Her ne kadar -benim için- bir yastık kadar rahat olsa da.
Üzerinden kalkmaya yeltendiğimde, belimdeki dokunuşu sertleşmişti. İçinde yaşadığı belirsizlik beni sinirlendirse de sakin olmalıydım. Çünkü hasta olan oydu. Dilimi gelişigüzel kuruyan dudağımda gezdirdiğimde, gözleri dudağıma kaymış, ağzı hafifçe açılmıştı. “ Sikerler, böyle işi.” Diyerek üzerindeki bedenimi yatağa yatırdığında, kısık bir nida dökülen ağzıma kapanan elleri, sesimi boğdu. O üstümde kararmış gözleri ile kesik kesik nefes alırken, ben altında bedenimde oluşan tuhaf sızıyla ona bakıyordum.
Ellerini ağzımdan çektiğinde, “ sen ne yapıyorsun?” dediğimde ellerime, geçirdiği ellerini sıkıca sardı.
Kulağıma eğilmek yerine dudaklarıma yaklaşmayı tercih etti. “ yatak döşek yatan hasta adamı değerlendirmene yardımcı oluyorum...” dediğinde burnumu kırıştırdım. Burnuma çarptı, parmakları. Naif bir temastı.
Ancak kendime gelmem gerekti. Hastaydı ve dikişleri oldukça yeniydi. Gözlerimi belerttiğimde, “Taburcu olduktan sonra diyorsun, yani.” Dediğinde gözlerim irice açıldı. Narkoz etkisinde olabilirdi, belki de. Aksi takdirde bu denli saçmalayacak biri değildi.
İnkâr edercesine bir edayla, “Öyle bir şey demedim.” Diye gözlerine bakmaya devam ettim. Ancak onun gözlerinin odağında yalnızca dudağım vardı.
Yutkunduğunda, kavislenen âdemelmasına dokunmamak için çaba sarf ettim. “ Açlığını daha fazla erteleme diyorsun, o zaman.” Diye dudaklarıma bir milim daha yaklaşarak, ciddiyetini gözlerimin önüne serdi.
Dudağımdan dökülen ismini vurgulamaktı niyetim. “Demiir…”dediğimde titrek çıkan ismi, hoşuna gitmişçesine güldü.
O ise burada değilmişçesine, mırıldandı. “Emret, Gül.” Dediğinde gözleri yüzümde geziniyordu.
“Yaran acıyacak,” diyerek bedenime yaslanan bedeninin sıcak temasına alışmadan son vermek istedim, aramızda geçenlere. “ Dikişlerin…” Kulağıma doğru yöneldi. Nefesi kulaklarımı yalarken, cümlemi tamamlamak zordu. İçime çektiğim derin nefes göğsümü kabarttığında, onun gerilmesine neden olan göğüslerime küfür ettim.
Dudağıma yöneldiğinde, kararmış sesiyle “ Dokun bana Gül,” dediğinde dudaklarına hipnotize olmuştum. “ dokun ki acım hafiflesin…” Diyerek git gide daha boğuk bir hale bürünen boğuk sesine anlam veremediğim şekilde boyun eğiyordum, sadece. Dediğini yaparak sağ elimi boynuna, sol elimi saçlarına götürdüğümde dudağıma doğru yaklaştı, kısık bir tebessümümün oluşturduğu tatlı nefes düğümü, aralık olan dudaklarımdan içeriye sızdı. Bedenimi sardı, tüm yakıcılığı.
Ellerimle yatağa uyguladığım baskı sayesinde başımı yastıktan doğrultarak, dudağının kıvrılan köşesine minik bir öpücük kondurduğumda, ellerimdeki hâkimiyeti yeniden alarak, dudakları sertçe dudağıma çarptığında, başımı yastığa ani bir hızla yaslamam neden oldu. İri bedenini bacaklarımın arasına yerleştirdiğinde, sıyrılan elbisemi umursamadan daha çok açtım bacağımı. Tenime değen bacak kasları dahi sertti. Elleri, avuç içimde talep kâr bir şekilde sıkılaşırken, bedenimde bir ürperti kol gezindi.
Vücudumun her hareketine verdiği tepki, hoşuma gidiyordu. Onu ittiğim şehvette çaresiz bırakıyordum ve çılgına dönüyordu, ağzı.
Önce alt dudağımı öptü, emdi, ısırdı. Ve boğuk bir şekilde hırlamalarına, tüylerim diken diken bir vaziyette inlemedim. Nefes alışverişlerimiz düzensiz bir haldeydi ve o bunu sınırımız olarak görmüyordu. Durmadı. Dilini inlemek için açılan ağzıma ittiğinde daha çok hırladı. Sertti. Diliyle ağzımı talan ettiğinde inleyerek ona ayak uydurdum. Altında titreyen bedenim alt üst olmuştu. Heyecan ve adrenalini aynı anda tadıyordum ve ben buna müptela olacaktım. Demir, yaşattığı sürece.
Dilini ağzımdan çıkardığında, duraksamadan üst dudağımı kavradı. Sertçe alt dudağını ısıran ben oldum, bu defa. Zevkli gelmişti, dudaklarımı terk etmeden homurdanması. Boğuk ses tonu, bir bıçağın bilenmiş tarafı gibiydi. “Sikeyim, yavrum…” dudaklarımdan içeriye ince bir sızıydı. Beni daha çok kendine itelemeye neden oldu. Teması kesilsin, istemiyordum. Dudağımı morartmaya ant içmiş dudaklarına tepki olarak, ellerime doladığım kumral saç tellerini çekiştirdiğimde, üzerime sığınan adama köstek olmuştum. Yarasını zerre umursamadan, kendini bana sunmaya iteliyordu. Bedenini bedenime daha çok bastırdığında, “yapma Gül,” diyerek dudaklarımdan kopsa da aramızdaki mesafeyi açmadı. Sol kulağıma doğru, büktü kafasını. Bir eli boynumdaki damarı okşarken, gözlerimi ona eşlik edercesine kapattım. “İyi mi?” dediğinde kafamı sallamakla yetinsem de sorduğu sorunun mantığına dair hiçbir şey belirmiyordu zihnimde. Tek isteğim, bacaklarımın arasında beliren ince sızıya son vermesiydi. Sızım arttıkça, vücudum daha çok kavruluyordu, yaktığı ateşte. “Bana cevap ver, sesin dudaklarıma çarpsın.” Dediğinde kulağımın meme ucunu yaladığını hissettiğimde, ellerimle kavradığım boynuna tırnaklarımı geçirdim. Ağzımdan kısık bir nida döküldüğünde, dudaklarıma yöneldiğini hissetsem de kapalı gözlerimi açamadım. “ Hissetmek istiyorum, aç gözlerini.” Diyerek emir kipiyle konuştuğunda, boğuk sesi git gide hırlamaya dönüyordu. Tıslarcasına, eğildiği dudağıma doğru, “hiçbir zerreni sakınma benden.” Dediğinde aldığı sık nefesler burnumu öpüp, dudaklarımı yalıyordu.
Gözlerimi açtığımda, sesimi bir arada tutmak için çaba sarf ederek “Hı…Hı..” diyerek mırıldandım. Beni bir esermiş gibi izleyen adamın, gözleri parladı. Okşadığı şakağıma doğru kayan gözleri, ona eşlik eden kalın dudakları… Önce incitmekten korkan bir adam gibi, öptü. Ardından lakabının hakkını veren Kurt gibi, öptü emdi ve dişledi. Dudaklarımdan kaçan inlemeler, hareketlerini daha da sertleştirdi. Her hareketi acı ve zevkin karışımıydı.
Bacaklarımın arasındaki sızı daha da arttığında, kımıldanmak için ufak bir hareketlenme yaşadığımda bacak aramdaki belirgin sertliğe değdiğim an, hırladı. Sert, sık nefesleri boynumu yalarken, yutkundum. Orada başından beri var olan sertliğini bacağındaki kas zannetmiştim. “yalvarırım yapma.” Dediğinde sesi kesik kesikti. Bana bir saat içinde ikinci kez yalvarması, egomu okşamıştı. Biraz daha yerimde kıpırdanmaya çaba göstermek istediğimde, elbisemin sıyrıldığı çıplak kalan baldırımı sıkıca kavrayarak hareketimi kısıtladı. Bu hareketi kadınlığımda git gide yoğunlaşan sızıyı artık katlanılmaz bir hale itiyordu ve ben titreyen kalçalarımı sıkmaktan başka bir şey yapamıyordum. Altında geçen her saniyede, başımı döndürüyordu.
Bacağımdaki eli, baldırımdan yukarıya doğru birkaç santim kayarken tenim acıyordu. Dengesiz bir ürperti, her zerremi yaladı. Baldırımda kadınlığımın birkaç milim gerisinde sabit kalan eli, okşamaya başladı. Gözlerim geriye doğru akarken, hiçbir şey düşünemiyordum. Acıyla harmanlanmış sızım, dinmeliydi. Zirveye çıkmak istiyordum. Ve bunu yaparken bana yardım edecek tek kişiydi.
Gerçekliğe olan bağlılığımı, akıttığı zevk dalgaları ile yitirmiştim. “Lüt-fen…” diye sesim acıya karışan sızıyı ele verecek kadar çaresizdi.
Boynumdaki eli, yanağıma doğru çıkarak yanağımdaki pembeliğe naifçe değdi. “ Bu sikik ortamda durmam gerek değil mi?” diyerek hırladı. Kendineydi, ikna çabası. Bedenini yatıştırmaya çalışıyordu. Ama ben yatışsın istemiyordum. Çünkü kadınlığımdaki sızı katlanılmaz bir acıya dönmüştü. Beni kendime getirmesi için tek dokunuş yetecekti. İçimi kavuran duygular o kadar kuvvetli ve eziciydi ki ezilmekten korkuyordum.
Baldırımı kavrayarak sıktı. Yanağımı okşayan eli, boğazıma değdi yeniden. Kendini belli etmek istercesine boğazımı sıkarak, yüzümü yukarıya doğru kaldırarak, ağzıma erişme fırsatı sundu, kendine. Dudakları sanki beni ilk defa öpüyormuşçasına açtı. Ve doymak nedir bilmiyordu. Ona ayak uydurmaktan çekinmedim. Ağzıma ittiği diline, dilimle karşılık verdiğimde hırlamaları arttı. Nefesim kesiliyormuşçasına gözlerim geriye doğru kaydı. Üzerindeki tişörtten bir etki olmayacağını bilsem de sırtına geçirdiğim tırnaklarıma, tısladı. Boynundan bir araya getirdim, kollarımı. Üzerime binen ve şu saate kadar nasıl ezilmeden nefes almayı başardığım ağırlığını daha çok istedim, bedenimde.
Damarlarımda dolaşan sızı, her şeyi silip attı.
Dudaklarımdan ayrıldığında, dişlediği dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu, sarmak istercesine. Kâküllerimi düzenledi. Gözlerime baktı, nefesleri düzensiz olsa da tebessüm etti. Dudağımın üzerindeki beni okşadı ve öpmeyi ihmal etmedi. “Tanıdım seni.” Diyerek boğuk sesini dizginlemeye çalıştı.
Ne demek istediğini kavrıyordum. Çünkü düşüncelerim arasında yalnızca o vardı. “ Benimden mi?” diyerek mırıldandım. Bedenlerimizi farklı bir yöne itmek en doğrusuydu. Az önce mantıklı düşünemesem de bu en doğrusuydu. Benden daha temkinliydi. İradesine sahip çıkıyordu.
Kafasını bir çocuk edasıyla salladığında, tebessümüm büyüdü. Gözleri yüzümdeki diğer benlerde gezindi. “ Sana özel… Bana özel.” Diyerek gözümün altındaki beni de öptüğünde gözlerimi anın etkiyle kapatarak, açtım. “ Sekiz tane…” dediğinde kaşlarım havalandı.
Sayması hoşuma gitse de yanlış saymasına burun kıvırmadan edemedim. “ Yanlışınız var, Yüzbaşım…” dediğimde alayla dudağının köşesi kıvrıldı. Ve bu hareketiyle, bana onu öpmem için alan tanımıştı. Tişörtümün yakalarından tutarak kendime doğru çektiğim bedeni ile dudağının köşesine minik bir öpücük kondurdum.
Gözleri kısıldı, dudağını yaladı. İçli bir nefes aldığında, “ne diyecektim ben…” diyerek dirseklerini yatağa bastırarak, boynuma doğru nefesini verdi. “ Aklımı alıyorsun.” Dediğinde gözlerime değdi yeniden gözleri. Diyeceklerimi tahmin etmesi, hoşuma kaçıyordu. “Kalbim, sana aitti.” Dedi beni yormadan. “ Hatırlamıyor olabilirsin ama seni senden iyi tanıyorum demiştim, Çakma Savcı.” Diyerek yanağımı okşamaya başladı. O yoğun terler ile boğuşurken, benim kızarıklığım ne derecedeydi? “Birisi tam çenenin köşesinde.” Dediğinde eliyle ifade etmek istediği yeri okşadı ardından öptü. Paylaşmayı sevmem, sana da bir sır niyetine söyledim. ” Diyerek boynuma da bir öpücük kondurdu.
Yüzümü ekşiterek, “Bende paylaşmayı sevmem.” Diyerek diklenmeyi tercih ettim.
Çenemdeki eli, dudaklarım kaydı. Okşadığı dudaklarıma karşı, “ bu paylaşmak bensem eğer, sandığından çok daha uzun süredir sana aitim.” Dediğinde kaşlarım havalandı. Burnumu kırıştırdığımda, burnuma yumuşak bir hareketle parmaklarını çarptı.
“ İstemediğin bir zaman diliminde sana tuhaf tuhaf şeyler mi teklif ettim yoksa…” dediğimde gür bir kahkaha attı. Çenesindeki çukur gözlerimin önünde gerildi, saçları savruldu. Bedenini saran sıkı kaslar, kasılıp gevşedi.
Alt dudağında gezdirdiği dilinin ardından, “ seni istemediğim bir zaman dilimi mi…” diyerek fısıldadı, yüzüme doğru. “ Rüyamda bile görmem.”
Yanağımın içini ısırarak, “ beni rüyanda mı görüyorsun?” dediğimde kaşları şaşkınlıkla havalandı. Alayla sırıttığında, “ Pis sapık.” Diye omzuna vurduğumda, ah diyerek kısıkça inledi. “Özür dilerim, acıdı mı?” dediğimde gözleri muzip bir ifadeyle parladığında yüzümü buruşturdum.
Gözlerime bakmaya devam ederken, bir yandan da şakağımı okşadı. “Bilmem, yarayı görmen gerek.” Diyerek açık bir davet gösterisinde bulunmaktan çekinmedi. “İstersen, tişörtü çıkartabilirim.” Dediğinde gözlerimi devirdim.
“Yüzbaşı, edep…” diyerek gaf yaptığımda bacağımın arasında kadınlığımı sızlatan sertliğini daha çok bastırdı.
İnlemelerim arasında, fısıldayarak “edep mi… Dudaklarından vazgeçeni siksinler...” Diyerek boynumdaki eli hareketine devam etti.
Dudağımdan kaçan kısık yakınmalar eşliğinde, “ Demir…” diye düzensiz nefesim arasında kendimi ona teslim etmemek için direndim.
Kulağıma doğru, şehvetle sarhoş olmuş gibi karanlık bir sesle “ Demir bir sende yandı, yavrum” dedi. Keko hallerine ara sıra düşmüyor değildim. Ve o ara sıralardan birinin içindeydim.
Ellerim tişörtünün içine girdiğinde yarasına doğru kayarken, tişörtünün dışından ani bir atakla elimi kavradı. Beni durdurmuştu çünkü dikişi patlamıştı. Gözlerim kocaman açıldığında, her şey resetlendi. Onun canı yanıyordu ve ben zevk alma derdindeydim. “ Demir…” diyerek yükseldiğimde, bana yavru köpek bakışları atması işe yaramayacaktı. “Üzerimden in, yoksa…” dediğimde bakışları daha da kararmıştı. Avuç içlerini dizlerimden kalçalarımın arkasına doğru gezdirirken, bilincimi kaybetmemek için saçmalamam gerektiğinin farkındaydım. Aksi takdirde geriye kayan gözlerim, teslimiyetin parçasıydı. Bir hızla, “ edep, sen ne güzel bir şeysin.” Diyerek onu net görmek için çabaladım.
Elleri duraksadı. Bakışları garipser bir ifade ile yüzümde gezindi. İçten verdiği nefesi ile“ öyle, hala kıyafetlerimiz üzerimizde.” Dediğinde yastıktan hafifçe doğrulduğumda elbisemin kalçama kadar sıyrılması dışında öyleydi. Mantıklı bir cümle kurmuş gibi gurur doluydu, ifadesi. Başını eğeceği sırada, bu defa altta olan o oldu. Bana izin verdiği için. Aksi takdirde böyle bir cüsseyi ters düz etmek akıl karı değildi.
Dudaklarına doğru eğildiğimde, onu öpeceğimi düşünmesi…
Üzerinden kalkmak için hızla hareket ettiğimde, belimi sardığı eliyle beni yeniden kendine çekti. “ Bir başkası beni bu halde mi görsün?” dediğinde söylediğinin mantıklı olması hoşuma gitmedi. Bacağıma değen sertliği, görülmeyecek gibi değildi. “ Edep, diyorduk.” Dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. Dudağımı yana doğru kıvırdığımda, “ Mahrem, sana ait birini böyle paylaşmak.”
Buradan sonrasını okumaya devam edebilirsiniz.
Kaşlarımı çatarak, üzerinden kalktığımda elbisemi çekiştirdim. “Seni paylaşacağıma dair bir şey söylemedim.” Ne diye araya beni gerecek cümleler katıyordu? Ona ters ters bakarak, içten içe söylendim, kendime. Şu durumda utanmam gerekirken, öfkeleniyordum.
Alaylı bir ifade ile “ bir kere elin elime değdi.” Dediğinde yüzümü buruşturdum. Ciddi misin dercesine, baktığımda, kısık bir kahkaha attı. “ sana kalbim var diyorum yavrum, ” dediğinde doğrulmaya çalıştığında ona tutundu ellerim.
“ Rahat dur.” Diyerek bir çocuk gibi azarladım.
Bana değen gözleri, ışıldıyordu. “ Biliyor musun, burada olman rahat durmamam için tek neden.” Diyerek sesli bir şekilde yutkundu. “ Gitmeyi aklından geçirme olur mu?” dediğinde gözleri kısıldı. Yalvarıyordu ve bu zevkten değil, saf acıdan ibaretti.
İçime kaçan yabancı bir ses ile “Ben… Yani biz…” dediğimde gözleri dudaklarım ve gözlerimde mekik döşüyordu.
“ Hangi konuma koymak istersen, oradayım.” Dediğinde netliğini göstermekten çekinmedi. “ Sadece sen vardın.” Diyerek yutkunduğunda, “ kurşun bedenimi deldi, gözlerim bir güle tutundu.” Dediğinde hala ayakta kımıldamadan onu dinleyerek, ürperiyordum. Diken diken oluyordu tüylerim, her bir cümlesinde. “ sikik bir halta yaramayan kalbe, renk oldun.” Diyerek kalın dudaklarını aralamaya devam etti. Genzinden geçmeye çalışan bir düğüm vardı ve yutkunmakta acı çekiyordu. Az önceki gözleri şehvetle kabaran adam gitmişti. O, çaresizlikte yanan bir adam olmuştu. Başını yastıkta biraz sola eğdiğinde, “ İnsan kaderini sakınamıyormuş,” diye devam ettiğinde gözlerimi kırpıştırdım. Kaderin, kaderim… Böyle demişti bana. Sakınamadığı bendim. Ben olmalıydım. “ İnsan kaderine sahip çıkmazsa, nefesi kesilirmiş.” Dediğinde gözlerimi gözlerine kenetledim. “ Gül, kaderimsin.” Diye kızarmış dudaklarından döküldü, beni ona daha da çeken kelimeler. Kader, bir düğümdü. Kördüğümdü. Ve bize ait olanı biz çözebilirdik. “ Ve seni sakınamadım.” Diyerek kısa bir nefeste ara verdi.
Sanki az önce açmışçasına birbirimizi tüketmemiş gibiydik. İfademiz fazlasıyla sertti, birkaç dakika öncesinde yaşadığımız anlara rağmen. “Evet.” Diyerek kısa soluğuna karıştı sesim. Kollarımı göğsümde bağladığımda, “ kalbini, kalbimden sakındın.” Dediğimde eli çenesine giderek, yeni çıkmaya başlamış sakallarını kaşıdı.
“Korkuyorum.” Dedi, yalnızca. Korkak bir çocuk gibi, baktı. Titreyen göz bebekleri, ele veriyordu yenilgisini. Bana hiç yabancı gelmeyen gözlerin titremesi, kalbimi kanattı. “ Kalbim hiçe sayılacak, biliyorum.”
Ne sayıklıyordu? Ellerime tutuşturduğu kararmış bir kalp olsa da izlerdim. Hiçe saymam, aldığım her solukta mümkün değildi. “ Kalbin, kalbimi hissediyorsa neden hiçe sayacağım, Demir ?” Diyerek başımı hafifçe sağa eğdiğimde, bana gözlerindeki tedirginliği hissettirdi. O, korkuyordu. Benden mi, korkuyordu? Bu kadar mı yaralamıştım, geçmişimizde? “ Kalbimi görmediğin içindi, öfkem.” Dediğimde sessizce beni izlemeye devam etti. “ Yaralarımı saran gözler, en büyük yaramı görmedi diyeydi tüm yaptıklarım.”
“ Vur beni, ailemden. Yine izlerim seni, uzaktan.” Diyerek gözlerini bir an olsun ayırmadı. “ Vur beni, mesleğimden. Gıkım çıkmaz sıkı sıkı sararım seni göğüs kafesimde sana ait olan yerde.” Diyebildi, kısılan gözlerindeki acının ele verdiği yanmayla. Yarası acıyordu ama o, bana kendini vermeye devam ediyordu. Hiçbir soru işaretim kalsın istemiyordu, kalbimde. Hâlbuki ben, sana kalbim var demesine bile tav olmuştum. “ Vur beni, kalbimden. Nefesim kesilse de, saklarım seni göğsümde.” Dediğinde eli yarasına kalbinin üzerindeki yaraya gittiğinde, kan çoktan kendini belli etmişti. Tişörtünü aşan kana kayan gözlerimdeki parıltılar söndü. Endişe gölgeledi. Yatağa yaklaşarak, üzerindeki kırmızı düğmeye bastığımda kapıya adımlamak için aceleci davranmama müsaade etmedi. Bileğimi saran parmakları, tenimi karıncalandırdığında, acısına rağmen tebessüm etti.
Zifiri karanlığa gömülmüş sesiyle aralandı kalın dudakları;
“Solma Gül, ben uğruna kana bulanayım…”
Gül yeşerdi, Kurt’un yarasını sarmak için… *
Serdar, Özgür ve Yağız bir araya gelmişlerdi yine. Her biri ayrı ayrı köşelerde sandalyelere oturmuş, çay sigara eşliğinde karargâhta göz gezdiriyorlardı.
Serdar’ın içine çektiği nefes, sertti. “ Bugünü de tam sayıyla atlattık.” Dediğinde dudakları arasına götürdüğü sigarasından içine çektiği dumanı, dışarıya üfledi.
Bir yiğidin yarasıydı, onları karamsarlığa iteleyen.
“ Komutanım, bu defa farklıydı, ” diyen Özgür duraksadığında çayını sesli bir şekilde yudumladı. “ Savcı Hanım, harbi bacasını yaktırmış gibi sezdim.” Dediğinde Kağan, ensesine vurarak, yanındaki sandalyeye oturdu.
Çatık kaşları ile “ Düzgün konuş, lan!” diyerek oturduğu sandalyeye sığmaya çalıştı. Ülkü ve Gürkan’da ardından boş olan yerlere geçerek, onlara ayak uydurdu.
Özgür sırıtarak, “siz dediniz ya komutanım, davetiye bastırın diye.” Diye Kağan’a bakmaya devam etti.
Kağan, sabırla soludu. Çayından aldığı yudumla sakinliğini korudu. Cevap vermedi. Tercih ettiği, atabileceği en tip bakışı atmak oldu.
Gürkan konuşmayı bölerek, “komutanım, Turgut Komutanım nerede?” dediğinde herkes birbirine baktı. Süheyla, Turgut’tan haber alamayınca panik atak geçirmişti. Şimdi biraz daha iyi olsa da, Turgut’a birkaç gün gelmemesini söylemişti, Kağan.
“Bekleyenin yanındadır, yeni çocuk. Herkes bizim gibi değil ki.” Diyen Serdar, Ülkü’ye bakıyordu. Umursamıyordu, Ülkü.
Özgür, “ bekleyen…” diye ağzının içinden konuştu. “ Bir ezan bir saladan ibaret hayatımız var,” dediğinde gözleri önündeki taşlara dalmıştı. “Beklersin yıllarca her şeyi göze alarak. Bir sabah al bayrağa sarılı tabutu gelir kapına.” Dedi, sesindeki ciddiyetle. “ Tek bir söz çıkar bekleyenden; Vatan Sağ olsun…” diyerek devam etti, duraksamadan. Tökezlemedi bile, kurduğu cümlelerde. Bilirdi, onu bekleyen de bekleyecek olan da olmayacaktı. Öksüz, yetim birine hangi kaçık, ömür adamaya kalkardı? “Ölüm olan barutu içine çekecek biri…” dediğinde dudağı alayla kıvrıldı.
Kağan, Özgür’ün düşüncelerini bir kez daha destekleyerek Özgür’ü dahi şaşırttı. “ Uçuk bir beklenti.” Diye sert bir ifadeyle dudaklarından döküldü, kelimeler.
Yağız’da üflediği sigara dumanın arasından, “ Asker, beklentiye girecek bir konumda değil zaten.” Diyerek araya girmekten çekinmedi. “ Kazanova, bizi biz bile bekleyemeyiz.” Diyerek burnunu çekti. “Şehit kanı ile dalgalanan bayrak küser, vatan uyur.”
“Vatan uyursa, ölüm kapını çalar.” Dedi, Yeni Çocuk Gürkan.
Hepsi aynı saniyelerde Gürkan’a gururla baktılar. Çabuk alışmıştı, time.
“ Ülkü, ne diyorsun sende?” dedi, Serdar. Kaşınıyordu, açık bir şekilde.
Ülkü, kaşlarını çatmış bir ifadeyle Gürkan’dan çektiği bakışlarını Serdar’a yöneltmişti. “ Her vatan evladına bekleyen olan, vatan toprağı bana yeter Komutanım.” Diye sıraladı kelimelerini.
Serdar, dudağını düz bir çizgi haline getirerek, kafasını salladı. “bende beklerim, istersen.” Dedi.
Yutkunduğunda, tereddüdünü iteledi. “Beklemenize lüzum yok. Cesedimi görmeye hak kazanan sayılı insanlardansınız.”
Serdar’ın gergin soluğu göğsünün gerilmesine neden oldu. “ bir yiğidin borcu olarak, ölüm seni benden önce almasın diye peşindeyim o zaman.” Diyerek ayağa kalktığında, karargâhın içine doğru adımlamaya başladı. Devamını duymak istemiyordu. İnsan sevdiğine ölümü yakıştıramazdı. Konduramadığını, sevdiği kadın bedenine hak görüyordu.
Ortamı geren sessizlikle, Ülkü’de ayaklandı. Kısa bir selam vererek ileride masaya elindeki ince belli bardağı bırakarak, Serdar’a zıt yöne ilerledi.
Özgür, sessiz ortama ani bir dalış yaparak “ Aşk, ne sikim şeymiş…” dediğinde kimseden ses çıkmadı. Bu onaydı.
Herkes bir bir dağılırken, Özgür istifini bozmadan bir sigara daha yaktı. Yapması gereken bir iş vardı.
Yağız, “ gelmiyor musun lan?” dedi oturduğu sandalyeden kalkarak.
Özgür, kaşlarını kaldırarak “hayır” dedi.
Yağız, ellerini ceplerine koyarak Özgür’ü gözlerini kısarak süzdü. Bir haltlar karıştırıp karıştırmadığı konusunda şüpheleri vardı. “ Gelmezsen gelme, lan.” Dedi.
Özgür, her zamanki piç gülüşüyle sırıtmaya başladığında Yağız’ın yüzü ekşidi. Söyleyecekleri hoşuna gitmeyecekti ancak git se bile telefonlu saatlerce öttürerek sikebilmeye potansiyeline sahipti. “ Senin yaptığın gider, benim hoşuma gider Şekerim.” Dediğinde Yağız’ın yüzü tuhaf bir hal almıştı.
İçten içe sövmek yerine, dile getirdi saygı çizgisinden çıkan kelimelerine. “ Seni dinleyen adamı ters düz siksinler,” diyerek ardına döndü.
Yağız’da gözden kaybolduğunda, Özgür eline aldığı telefonda Sarışın Felaket, ismini aradı. Turgut Başkan’dan aldığı numara için kırk takla atmıştı. Bu yüzden ilk çaldırışta açması gerekti.
Açılan telefondan tiz bir ses, “ Merhaba…” dediğinde oldukça kibardı ancak nefesleri sıktı.
Kafasını belli belirsiz salladığında, “merhaba, sarı şeker” diyerek cevapladı. Sessizlik çökmüştü. Nefesini düzene bindirmeye çalışıyordu. “ Yanlış zamanlama mı?” diyerek ağzını aradı, Petek’in.
Bıkkın bir nefesle, “Sizinle konuşmak için doğru bir zaman…” dedi ve durdu.
Özgür, “ Devamı…” dediğinde kaşlarını çatmıştı.
Petek ise gayet sakin bir tınıda, “düşünemiyorum, işte.” Diye tamamladığında, Özgür’ün yüzü buruştu. Beklediği neydi bilmiyordu ama bu değildi. Onu biliyordu.
Ciddiye almamış gibi davranarak, “Akıl ve mantığımı sik- silip attın diyorsun, sanırım.” Dediğinde umursamazmış gibi görünmeyi tercih etti.
Petek, başta sorması gerektiği soruyu sonlara saklamıştı. “Numaramı nasıl buldun?” dediğinde onu görmediğini bildiği için kıyafetlerini çıkarmaya çalışıyordu. Ancak ara ara kesilen sesi, Özgür’ü işkillendiriyordu.
“Ben askerim. Memlekette uçan kuştan haberim olur.” Diyerek eniştesinden bir demlik çay ve bir tepsi baklava karşılığında aldığını söylemeye ihtiyaç duymadı.
Petek, çıkardığı tişörtünü yatağa fırlatarak, boşta kalan elini beline koydu. Sinirle soludu. “ Böyle bir hakkın olması akıl karı değil.” diyerek sorguladı.
Özgür, lafı kıvırmaya çalışarak, “ akıl karı olmayan olayları sorgulamaya başlarsan nefesin kesilir, Sarı Şeker.” Dediğinde sigarasını son kez çekti içine. Petek, sessizliğini korudu. “ Yalnızca iyi misin, merak ettim.” Diye devam etti, Özgür. “ Bir abi olarak.” Diye de eklediğinde Petek burnundan soludu.
Gözlerini devirerek, “sesini duyana kadar, iyi gibiydi.” Diyerek geveledi.
Özgür, sinirle ayağa kalktığında “gibi… Söyle rahatsız eden mi var yine?” dedi, bastırmadığı sesindeki öfkesiyle.
Petek, burnunu kırıştırarak “ ben kendimi bu yaşıma kadar getirmişim. Bu yaştan sonra da ilerleyebilirim.” Diyerek Özgür’ü ciddiye almadı. Telefonun ardından soluyan adamın, yanında olmadığı için rahattı. Çünkü biraz fazla gergindi solukları.
“Bana bak.” Diyerek işaret parmağını salladı.
Petek, yatağa uzanarak “sana bakamam, telefondayız.” Diyerek yeni yaptırdığı tırnaklarını incelemeye başladı. Özgür’ü umursamamaya çalışıyordu çünkü bu koruyucu tavra yabancı olduğu için ona çekildiğini hissediyordu. Ona abi dedirttiren birine, duygular beslemek can yakardı.
Özgür, sakinleşmeye gayret ederek “ Bak abim, adam hala dışarıda elini kolunu sallayarak geziyor.” Dediğinde onu kırmamaya çalışarak, “ sen istedin. Kimseye söylemedim. Ancak sana zarar gelirse…” dese de cümlesi tamamlanmadı.
Yatakta doğrularak, bir hızla “vicdan azabı mı çekersin?” dedi.
Karargâha doğru adımlayarak, “ Öldürür, mesleğimi yakarım.” Diye cevapladı. Esen rüzgâr saçlarını dağıttığında, eli saçlarına gitti.
Masum bir edayla, “O kötü biri. Neden mesleğin yanacak ki?” diyebildi, korkarak. Göz göre göre birini çukura itmek istemezdi. “ Cevap versen bana, bir kadına zarar vermesinden kötü daha ne olabilir ki?”
Özgür, çıktığı merdiven basamaklarında duraksadı. Haklı olan kadına, hiçbir şey diyemedi. Ancak hukuk üstündü. Elde delil olmayınca, oturup ölümü bekliyordu, insanlar. “ Ben icabına bakıyorum.” Dediğinde bu durumu komutanına anlatmıştı. Ve bir şeyler yapmaya çalıştığını görmüştü. Ancak izlenen adam, beklediğinden zekiydi. Bu yüzden Petek’i ara sıra yoklaması gerekti. “ Özgür’e değil…” dedi.
Başını kaldırdı ve dalgalanan bayrak ile kesişen gözleriyle, dudakları çok sürmeden yeniden aralandı.
“ Bir Türk askeri olan Özgür’e güven!”
|
0% |