@dnzkzgb
|
“ Anne…” dedi tiz bir sesle. Baktığı yerde, gölge vardı. Ancak bir insan esamesine dair gözle görülür hiçbir şey yoktu. “ Orayı görüyor musun?” diyerek işaret parmağını kaldırarak, annesine göstermeye çalıştı. Annesi, içli bir nefesle kız çocuğuna “ Yazgı… Orada bir şey yok.” dedi. Sıkı sıkı tuttuğu kızının elini, “ hadi, fırtına başlayacak şimdi…” diyerek ilerlememeye devam etti. “ Hadi daha mezara gideceğiz, çiçeğim…” dediğinde adımları mıhlandı, minik kızın. Annesine doğru kafasını kaldırdığında, “ çiçek değilim ben.” Kirpikleri ıslak bir şekilde annesinin onu anlamasını bekledi. Abisi ve Kurt’tan başkasına çiçek olmayacaktı. Annesinin, abisinin ölümünden sonra da kendisine bu denli sıkı sıkıya sarılması kendinden daha çok nefret etmesine neden oluyordu. Çünkü abisi şehadet şerbetini içmiş ve yerine babasının deyimiyle kendisi geçmişti. Ve geriye Gül’e kalan bir ölüm kalım meselesi olmuştu. “ Yazgı, benim adım” diyerek boşta kalan eliyle yaşarmış gözlerini ovdu. “ Yazgımdaki lanet Gülü soldurmuş, anne. Babam dedi, bana.” Diye yutkunduğunda, “ bu yüzden bana bakmıyorsun. Sana da bulaşır diye korkun.” Elini annesinden ayırdığında, Sezen Hanım kızının zihninde bu kadar derin düşüncelerde cebelleştiğini, kalbindeki harbi ilk kez tüm çıplaklığıyla gördü. Onu odaya kilitlediği zamanlar saatlerce boş duvarı izleyen kız çocuğunun kalbinde sönmeyen ateşi yakmıştı, annesi. Ağlamadan, sızlamadan bıraktığı gibi bulurdu, dört duvar arasında. Dalar giderdi, bomboş duvara. Annesi bir kızına bir de ona olan sevdaya kör olmuştu. “ Çünkü ellerini bile titretmeden seni boğan kalbini yaşatmak, hakkın.” Diye devam etti, minik kız. Annesinin gözlerinde ilk defa nefret dışında bir duygu kırıntısını gözleri dışında kalbi de gördü; acımaydı, bu. Annesi, kızının yıkımına yalnızca acıyordu. Gözlerini kapattı, kız çocuğu. Kanayan yaraları, aile bile saramazdı. Biliyordu, artık. Dikiş tutmayan yaraydı, çünkü akan kanların yuvaları. Önceliği dört duvar bir çatı değildi. Ona ev olmayı başaran kalpti. Dört duvarda yalnızlık varken, evde kaderi vardı. “Oradan dönerken… Yolu uzatalım mı, Kurt’u görmek istiyorum.” Diyerek adımlamaya başladı. Annesinin ardından geldiğini hissediyordu. Bu yüzden gözleri ardına bir an olsun kaymadı. Adımları mezar taşının başında duraksadı. Yazması da okuması da önündeki çukurun içinde kaybolan abisinin öğrettiği kadarıylaydı. Koca harflerle Oğuz Alkan, yazıyordu. Sayılar vardı. Başka bir şeyler daha yazıyordu. Birleştiremiyordu, hiçbir şeyi. Taşın üzerindeki her şey karmakarışık geliyordu, buğulu kehribarlara. Abisinin yardım etmesi gerektiği anda öylece yatıyordu buram buram kan kokan toprakta. Gözlerinden düşen yaşlara engel olmak için çabaya girmedi. Annesi onu görmeyecek, kızmayacaktı bu defa. Çünkü kalp acısına dinmek bilmeyen bir sızı eklenmişti. Kınalı kuzusuna, hiç sönmeden yanan ciğeri harlanıyordu. Dudaklarını büzdü. Dokunduğu taşta elleri, buz kesti. “ O üşür…” diye sessizce mırıldandı. Onu duyacak herkes uzağındaydı. “Abim, hasta olacak burada. Canı yanacak. Kimse sarmayacak onu, burada.” Diyerek sayıkladı. Diğer elini de taşa koyduğunda, sıkıca sarıldı hissettiği soğuğa. “ Havalar sıcak olana kadar, gitmeyelim.” Dedi taşa değdi gözyaşı. Bir istek sundu, kalbi kendine kör olan annesine. “ Sende sar onu.” Diyerek annesine bir kez daha göz yumdu. “Ona bana baktığın gibi bakma.” Diyerek boğazındaki düğümü yutmaya gayret etti. Kördüğüm, çözülüp yolunu bulur muydu? Başaramadı, Gül’de. “ Her gece üzerini örten abimi sıkıca sarsana, kollarım ona yetişmiyor anne.” Diye daha sıkı benimsedi kolları arasındaki taşı. Sezen Hanım’ın gözyaşları kaybettiği zamanaydı. Evlatlar… Akıp giden zaman oldu. Birisi ölmek zorundaydı, diğeri de her geçen saniye ölüme doğru eriyordu. İki eli de aynı anda tutacak kadar yürekli anne-baba olmadı, Alkan ailesinde. “Yazgı Gül…” diyerek taşa sıkı sıkı sarılan kızın omzuna dokundu. “Her gün geliriz, ama bugün eve baba gelecek.” Diye onu hissetmeyen çocuğa doğru konuştu. “Yapma böyle,” diyerek titreyen sesine eş düştü, gözünden annesinin. “Hem şehitler ölmez diyen sensin,” diyerek kızının yanına çömeldi. Yutkunarak, gözlerini açtı. Yarası kabuk bağlamıyordu. Kabuk bağlasa da o kabuğu soyarak tekrar kanatacaktı, küçüktü çünkü. Bilemezdi kalbine gelen sızıyı. Kalbindeki sızıyı deşecekti, minik kız. Can acısını hak görecekti, kendisine. Dünyaya masum gelen ellerine kirli diyecek, dokunmayacaktı bir başkasına. Uzaktan izleyeceklerdi, tıp ki yanındaki güzel kadın gibi. Öğrenecekti, deştiği acının kanlarını kimseye göstermeden kirli bir bez parçasıyla silmeyi. Buna yaşamak diyeceklerdi. Nefes alırken, boğulmak değil. Güçlü diyeceklerdi. Yarasını saramadığını bilmeyeceklerdi. Yüksek seslerle, hayret edeceklerdi. Geçmişini toprağa gizlediğini görmeyeceklerdi. Dünyada hayata tutunmak… Bir boynu büker, bir kalbi acımadan delerdi. İzlerdi, tanıdıklar. Yabancılar, sorardı. Kalp yarası sarardı, göğüs kafesini. Yaşayan cesetti, kalp yarasının hasar verdiği bedenlerin birbirine tanıdıklığı. Elinin birini taştan ayırdığında, toprağa gitti avcu. Ellerine sardığı kırmızı toprağı, gözleri önüne getirecek kadar değerli hissetmedi kendini. “ ben değilim, vatan diyor.” Diyerek annesine geçen dakikalar arasında cevap verdi. Burnu kızarmış, dudakları kurmuştu. Biraz daha bu soğuğa direnmeye kalkışırsa, zatürre olacaktı. “ Ölmediyse nerede o? Vatan abimi verse, beni alsa…” diye burnunu çekti. “ Anne sen babaya desen... Beni versin vatana. Küsmesini de bilmiyorum ben.” Dediğinde göz bebekleri annesine kaydığında, aklar çoğaldı gözünde. Birine küsecek olsaydı, annesi olurdu. Biliyordu birine kalp kırıklığını göstermeye nefesi yoktu. “ Abim soğuğu s… Sevmez, “ dedi titreyen sesi. Abisinin soğukta gittiği görevlerden dönerken, sessiz kelimelerini işitirdi kimi zaman. Kötü cümleleri kendine duyurmamaya çalışsa da yanından ayrılmadığında kulağını doldururdu, sesi. “ Gidemem…” diyerek toprağı kavradığı elini tekrar taşa sardı. Kalbini kıracağını bilse de dile getirdi, dilinin ucunu yakan cümleleri. “ Abin seni böyle gördüğünde sana küsmez mi sanıyorsun?” dedi, Sezen Hanım. Minik Gül, hıçkırarak ağladı. Ve sarılmaya gelmedi, abisi de Kurt’ta. Büyüdüğünü hissetti. Ağlayacak omuz, bir çift göz yoktu çünkü. Annesine hiddetli bir şekilde, “ küsmez o bana.” Diye haykırmaya niyet etse de gözyaşları sesine dokundu. “ Anne, bana yabancısın. Ama kınalı kuzuya da yabancı kalmışsın.” Diye sessizliğe yüz tutan kelimeleri ile annesinin kalbine elini değdirmeyi başarıyordu. Sezen Hanım, gözlerindeki yaşlarla ile “izin ver, toprağına su olabileyim,” dedi. Mezarlığa adım attığında beri dokunmadığı o toprak için izin alması gereken kızıydı. Cevap yoktu. Hakkı da yoktu. Geçti artık. Oğlu geçmişti, Alkan ailesinden. Dokunmadı. Buram buram kokan boş toprağa. Kızı istemediği sürece de dokunmayacaktı, oğluna sözüydü bu. Vicdan muhasebesiydi. “ Sen neden az üzülüyorsun, yakıp yıksana. Toprağa ben yatmadım, abimin kalbi uyudu. Burada…” diyerek bir elini toprağa bastırdı. Göstermeye çalışıyordu. Yarasını. “ Haykırsan anne. Abim gelir. Benim yaşlarıma gelmedi. Ama senin gözlerine gelir?” diye kesik kesik konuştuğunda mayışmaya başlamıştı. Gözleriyle, kalbi donduran soğuğa karşı mücadele ediyordu. “Ne senin kalbine, ne gözlerime…” dedi, içine kaçan mahcup sesiyle. Kendinden nefret etmeye yetiyordu, bildikleri. Göz göre göre kuyuya itilenlerin tek sebebi, kendiydi. “Bir tek vatanın yarasına uyanır, Oğuz.” Diye noktalasa da zihni hiçbir cümleyi bitirmedi. Baktı, Gördü ve Yenildi. Ayağa kalkan minik kız mezarlığı aşmak için hızlı adımlarla taşan nefesiyle hiç ardına dönmeden ilerledi. Kaşları çatık, kalbi kesikti. Ailesiydi, kan çanağına dönmüş gözlerin sanatçısı. Annesinin ona seslenmesini alacağı cezaları hiçe sayarak yanıtsız bıraktı. “ Gülce,” diye ardından ilerleyen Sezen Hanım ona yetişmek için canla başla ilerliyordu. Nereye gittiğini biliyordu, kızının. “ Gülce, bekle.” Dese de onu umursamadı minik beden. “ Kızım…” dedi, yabancı olan kelimeye dili alışıyordu. Adımları mıhlandı, Gül’ün. Ona yeniden kızım diyen kadının kelimesi yürekten çıkmıştı. Hissetti. Kanattı, kalbini. Sarılmayacak kadar derinden. Sezen Hanım, alışıyordu kendisine. Alışması için kayıplar vermek mi gerekti? Eğer öyleyse yara bandının dahi sarmayacağı yaralar almaya razıydı. Çünkü kaybı, nefesiydi. Ölüme eş değer. “Kurt’a gitmem gerek. O beni anladı.” Diye annesine sırtını dönmeden konuştu. O kadar gür çıkmıştı ki sesi, Sezen Hanım kaşlarını kaldırdı. “ O beni anlar. Tekrar tekrar. ” diyerek adımlarını daha yavaş atarak devam etti. Annesi, ona itiraz etmeden ardından ilerlemeye başladı. Kurt’a yaklaştıkça gözlerindeki buğu artıyordu. Ancak ağlamadan anlatması gerekti. Doğruları bilmesi için. Çünkü Kurt, gözyaşına kıyamaz beyaz yalanlar uydururdu. Ellerini saklamaya çalışarak. Lojmanlara yaklaştıkça yükselen duman bulutları, gökyüzündeki berraklığı kirletiyordu. Güneş kararıyordu, küserek. Kaşları çatıldı. Annesi anlamış gibi kolundan tuttu. Titrek gözleri, annesine değdi. Yardım istiyordu. İlk kez annesine muhtaç hissetti. Koluna değen teması, yükselen sesler ile aniden kesti. Koştu. Koştu. Koştu. Nefesi, göğüs kafesine sığmadı. Bina önüne kurulan barikat, örülen duvardı. Kurt ile Gül, ne olacaktı? Barikatı geçmeye çalışmak istediğinde onu tutan annesi oldu. Ateşe yürümesine izin vermedi. Zaten yanan bedenini görmeyen annesi, onu yangından koruduğunu zannetti. Çırpındığında, dudaklarında hiçbir şey dökülmüyordu. Aralansa da kurumaktan kanayan dudakları. Yutkunmaya çalıştı. Kesiliyordu soluğu. O da giderse… Kimsesiz kalacaktı. Bu dünyada kirlenmeye yetecekti. “Anne…” dedi acı sesinde beklenti vardı. Akan yaşları ılık ılık şakağına değdiğinde, “ anne, onu da benden…” diye titreyen sesi engeldi, her bir zehre. “Anne, Kurt…” dedi çırpınmaya devam ederek. Yangın büyüyor, etraftaki kalabalık izliyordu. Söndürmeye çalışsalar da, su bile istemiyordu onların bir araya gelmesini. “ Kurt, orada. Ateşin içinde.” Diye haykırdı. Sesi git gide yükselerek, çığlığa dönüyordu. Annesinin kucağında, yangınına çırpınıyordu. Ölüyordu, gözler önünde. “ KURT….” Dedi, haykırarak. “ Bir şeyler yapsınlar… Onu benden almasınlar.” Diyerek annesinden ayrılmayı başardığında, bedenini durduran iri bir beden oldu. Muharrem Bey ile göz göze geldi. Önce sol dizi değdi toprağa, sağ dizini de toprakla buruşturduğunda hıçkırarak boğuldu. Gördü o gözleri. Gitmişti. Gideceğini bilerek son kez ona gelmişti. Muharrem Bey, Gül’ün dizleri önüne çöktü. Kız çocuğunu kendine çekti. Sıkıca sarıldı. Sözü vardı, Kurt’a. Minik kızın bu denli yiteceğini düşünmemişti. Kurt, biliyordu. Kendisine bağlanan kız çocuğuna ne denli zarar vereceğini hissediyordu. “Huysuz Amca…” dedi yaslandığı omuzda boğuk çıkan sesiyle. “ Onu bana çok görmesinler...” diyerek yakındı, feryatla. Gözyaşları durmak bilmeden, “ sen askersin. Bir şeyler yapsana, kurtar onu. Yanmasın. Kurt, ateşi sevmez,” dediğinde aynı cümleyi daha önce de işitmişti. “ Bir şeyler yap, hadi Huysuz Amca.” Diye sesindeki hiddetine karışan öfke bariz bir şekilde buradayım diyordu. Kimse Gül’ün elini tutmadı. Kimse gözyaşını görmedi. Baktıkları acınası bir bedendi, insanların. Kalbine kördü, tanıdığı bedenler. Pes etmeden devam etti, feryadına. Önünde yangının küle çevirdiği binayı göremedi puslu gözleri. “ Ben kimseyi istemiyorum. Benim kalbim, Kurt’u istiyor…” dedi, Muharrem Bey’den kopmaya çalışarak. Ona sarılsın, istemiyordu. Kurt gelecek diye düşündü. Ümidini kaybetmedi. “ Kurt’u istiyorum, ben…” dediğinde Muharrem Bey’in elleri sırtından saçlarına kaydı. En son kızının, saçlarını okşamıştı. Yıllar geçmişti, üstünden. Unutmuştu, çocukta yaraya ilaç olmayı. Yine de denedi. Suçluydu bir nevi. Kurt’ un ondan koparılmasına göz yummuştu. Sol eli minik kızın dalgalı saçlarını yavaş yavaş okşadı. Sakinleşmesini bekledi. Yılmadı, kız çocuğu. Ondan sakındığı yangını görür gibi bir tek Kurt’u sayıkladı dudakları. Sesi artık kalbine küsüyordu ki git gide kısılıyordu. “Kurt’u çıkart o yangından, Huysuz Amca…” “Sana söz…” Dedi, gözleri. Kasılan elleri, gevşedi. Bakışları Sezen Hanım’a kaydı. Bu savaşın başlangıcı olmuştu, kadın. Halit Alkan, sevdası yaşasın diye nice bedenleri diri diri gömmeyi göze almıştı, toprağa. “Kurt, yangından kaderiyle el ele çıkacak,” dedi sessizce. Kendisi bile zor işitmişti. Kız çocuğu duyduğu cümleye karşı dile geldi. “Kaderde ölüm var, tutunmasın.” Diyebildi. Benden başkasına tutunmasın, diyemedi. Çünkü biliyordu ki ona kim yaklaşsa gidecekti toprağa. “ Tutunmasın. Kadere güvenmesin. Kalbini vermesin, kaderine…” diye ağzının içinde yuvarlanan kelimeler havaya karıştıkça ona sarılan beden kasılıyordu. “ Kurt, yaşasın. Kaderine boyun eğmesin. Yaşatsınlar onu… Kurt yaşasın, vatan nefes alsın desene Huysuz Amca…” diye elleri ile itelemeye devam etti. Hiçbir gücü yoktu. Yine de pes etmek nedir bilmek istemiyordu. Umuda sıkı sıkı sarılıydı. Onu bırakmayacağına emindi, Kurt’un. “ Huysuz Amca… Yalvarırım, bana Kurt’u getir. Bende sen gibi olmak istemiyorum…” dediğinde Muharrem Bey’in boğazına bir taş oturdu. O kadar büyük bir taştı ki nefesini tıkadı. Kalp atışlarını sekteye uğrattı. “ Bende kalbimin göreceği, gözyaşı dökecek bir resim bile yok… Üstelik.” Yoktu, ikisinin bir resmi, kendinde. Fotoğraf makinesi Kurt’taydı. Yangında. Kül olmuştu, geçmişleri. “Gül…” dedi yüreğindeki kusuru gözler önüne serdi. Daha da büyüdü, Gül. Kurt’tan başkasına gül olmayı beceremeyecek kadar. “ KURT’A GÜL OLURUM,” dedi bağırarak. “ Bırak beni, Gül deme bana. Gül soluyor baksana ya…” dediğinde kafasını Muharrem Bey’in göğsüne daha çok bastırdı. “Be… Ben Kurt’u istiyorum…” Diyerek ağlamaya devam etti. Yangına karışan gözyaşları alevleri daha da harladı. Çekilmez cehennem azabı başladı, bedeninde. Eline bir sır verilmişti. Kısa süreli. Onu da çok görmüşlerdi, kız çocuğuna. Almışlardı, kalbindeki sırrı. Deşerek. Kanamıştı gözleri de kalbi de, Kurt uğruna. Sırrı gömmeyi öğrenecekti. Kanayan yaralarının içine. Artık bedeni küçük, yükü büyüktü. Ezileceğini bilen bir kendisi oldu. “Kalbim çok yanıyor.” Diyerek tutunmaya devam etti, umut dalına. İstemedi, Kurt’un bir yaşta takılı kaldığını düşünmek. Büyümesini istedi, asker olacağını söyleyip sözler vermişti. Sözlerin tutulması gerekti. Abisinin bile tutamadığı sözleri. Kurt’ta onu bu nefes boğan karanlıktan kaçarak bir çukura mı itecekti? Çukur derindi, boyu da küçük. Başaramazdı, elini tutan kalmayacaktı. Başını gömdüğü yara bere olan göğüs kafesinden kaldırdığında, Muharrem Bey’in gözleri ile karşılaştı. Buğulanmıştı. Dev gibi adam, küçücük bedenini bir yangından sakınmıştı, kendince. Farkında değildi, mayın tarlasının ortasındaki kızın. Ne ileriye ne geriye yürüyebilecekti. Gerisi de ilerisi de kor alevlerden ibaret olacaktı. Hak görülen gerçekti bu. Gözlerini Muharrem Bey’in ardında kalmış külleri rüzgârla savrulan binaya çevirdi. Boğazındaki düğüm, kördü. Tıkadı. Muharrem Bey’e sıkı sıkı sarılan ellerinden biri, ritmi düzensiz kalbini buldu. Diğeri hala sıkı sıkı bağlıydı, adamın omzuna. Umudu hala yeşildi, kalbi gülün kırmızısı kadar canlıydı. Tükenmedi, içinden. Erkendi, diye düşündü. Yandığını hissetmedi, umudun yeşil yaprakları. Gül’ün rengi, biliyordu. Üzerine damlayan kalbin kanıyla bulanıyor, soluyordu yavaş yavaş. Dikenlerin yolu bir Kurt’un kalbi değildi, artık. Gerek var mıydı, o zaman dikenlere? Dikensiz gül, olmazdı. Belki de… Bir gün dikensiz Gül olurdu, minik kız. Etraftaki uğultular artmaya başladığında, kaşları daha da çatıldı. Önündeki küle dönen evde yaşayan insanlarda etraftaydı. Kurt yoktu. Feride Hanım yoktu. Etrafı tavaf eden, buğulu gözleri pes etmek istemiyordu. “ Onlar nerede? Herkes burada…” dedi, Muharrem Bey’e yeniden dönerek. “ Nerede?” diye eklediğinde gözleri bir cevap istiyordu. Tek bir cevap yeşertecekti solmaya yüz tutan Gül’ü. “ Kurt…” dedi, acının kanıyla. “Kurt… O neden burada değil, Huysuz Amca…” dediğinde adamın omzundaki eli gerildi. Bekledi. Gözlerini kapatan adamı iteledi. “ Bana söz verdi,” dediğinde geriye doğru gitti. Bir engel daha vardı. Annesine çarptı, sırtını. Altı yılsonunda annesine sırtını yaslamayı başarmıştı. İçinde bulunduğu yangında bir daha da yaslamak ister miydi? Bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. “ Asker olacaktı, baban gibi değil dedi, evdeki ışık sönmeyecek dedi…” diyerek burada olmayan kalbine bir de zihnini ekledi. Kopmuştu, her şeyden. “ Orada, biliyorum. Saklambaç oynamak istiyor belki de…” dediğinde Kurt’un en sevdiği oyun olduğunu biliyordu. Kimsenin onu görmemesi hoşuna giderdi. Kamufle olduğunu bilir, dünyadan soyutlardı kendini. Gül’ün sevmediğini bildiği için bir kez oynamışlardı ve Kurt’u o günde kaybetmişti. Korkmuştu, gitmesinden. Ağlamıştı o gelene kadar. Saklambaç oynamayı sevecekti. Kurt, sonunda çıksın yeterdi. Her gün oynamaya razı gelirdi. Sıyrıldığı bedenden kaçtı, kül olan yangına doğru koştu. Dumanları tüten küller arasına gitmesi yasaktı. Yeniden yetişti ona Muharrem Bey. Yetişmese bile önündeki iri bedenlerin duvarlarını aşacak gücü kalmış mıydı? Git gide dermansızlığa karışan bedeni, onu tutan adama emanetti. “ Gül,” dedi itiraz edecek gücü kalmamıştı. “Yalnız değilsin, suçlu değilsin…” diyerek ona sarılan bedenin acısına şifa olamazdı. Ancak geleceğine ışık tutabilirdi. “ Yanlış değilsin, yakma kalbini.” Dediğinde minik kızın elleri gevşemeye başlamıştı. Bedeni dayanamıyordu. Akıp giden gözyaşlarına. “ Kurt için yaşaman gerek.” Diyerek keskin bir tonu farkında olmadan kıza aşıladı. “ Gül, dikensiz kalmasın ki Kurt yaşamayı başarsın…” diyerek oldukça kısıktı sesi. Biliyordu onu duyuyordu, bedeni ateşe savrulan kız. Mırıldandı, Gül. “Dikensiz Gül kokmaz,” dedi, onca günlerin ardından. “Kokmayan çiçeği de Kurt bulamaz. Ne bir su ne verimsiz toprak oldu gülü solduran. Bir yangına fedaydı, gül. Yaprakları karardı, dikenleri köreldi. Yine de dikensiz kalmadı. Kalbine bulanan kan ile yaşamayı becerecekti. Kurt içindi… * Etraftaki sessizlik beni kendinden itiyordu. Hiçbir zaman diliminde bu kadar sessiz olmayı başaramadım, ben. Hep çok konuştum. Konuşamamaktan korktum. Çünkü geçmişim, beynimin lobunda saklanmış, o ince ürpertiyi görmek için an kolluyordu. Koştum, kalabalığa. Kaçtım, beklenilmediğim geçmişimden. Kimse bilmedi, benliğimi. Bir dakika da veda ettim, kendime. Ne kadar da kolay gibi görünüyordu. Oysaki göğsüme batan parçaları saklıyordum, ben. Bana iğretiyle bakmasınlar diye. Bende onlar gibi nefes alan biriydim. Zihnimin katiliydim. Bu beni insanlardan ayırır mıydı? Ayrıştırmazdı. Hepimiz gün gelecek zihnimizde katil ilan edilecektik. Belki de ilk cinayetimiz de bu olacaktı. Çünkü kalp, herkese açtığı o harpte galip gelirdi. Silip atılmayan, ciğeri deşen, kalbi kana bulayan… Aşktı bu harbi başlatan. Adımlarım daha hızlıydı. Rüzgârın savrukluğuyla kalabalıkta ona gidiyordum. Kaçtığım adama. Bir hafta yüzünü görmeden zamanın akıp gitmesini beklemiştim. Zor olmuştu. Efe ve Umay’ı hayattan bezdirerek başa çıkmıştım. Ondan kaçtığım günler… Aklım ile kalbim, bir rövanş hazırlığındaydı. Galip adımlarımdan belliydi. Ona doğru hızlı adımlar atıyordum. Saçlarım rüzgârla savruluyordu. Üzerimdeki cekete sıkıca sarılıyordum. Kalın kazağıma rağmen, tenimin açıkta kalan yerleri buz kesiyordu, adeta. Havanın ani soğuması hoşuma gitmemişti. Soğuğu sevmezdim. Vücudu uyuşturan hiçbir şeyi sevmediğim gibi… Canlı kalmalıydım. Hissetmem gerekti. Hüznü, acıyı, aşkı… Hak ettiğim tüm duyguları iliklerim görmeliydi ki nefes almam için neden olsundu. Demir’in evinin bulunduğu bloğunun önüne yaklaştığımda, bir askeri araç gözlerime çarptı. Etrafında iki asker silahlarına tutunmuş, bekliyorlardı. Ve birisi dayımın sol yaverinden eksik bir yanı olmayan Türkdoğandı. Duraksadım, onun evine gittiğimde dayımın yersiz soruları oluşacak, biraz mutlu olduğum şu günlerde takvim yaprağımdan gün çalınırdı. Binaya baktığımda, balkondan balkona atlamak düştü, aklıma. Rica etsem kırarlar mıydı, beni? Yanındaki evde kimin oturduğuna bağlıydı. Denemek istedim, yine de. Bir haftadır telefonlarına cevap vermediğim, bana gelmek için dikişlerini hiçe sayan adama adım atmak için geçti ancak bir nebze de olsa bana kızmaz diye düşündüm. Görünmeden içeriye girmem gerekti. Ve bunu başarabilir miydim? Evet. İleriden buraya doğru gelen Soyder isimli asker ile göz göze geldiğimde, ağacın ardından elim ile birlikte yanıma gelmesi için kibar denilmeyecek kadar kaba bir biçimde yanıma davet ettim. Yüz ifadesi Demir’den daha ketumdu. Gelip gelmeyeceğini anlayamadım. Askerlere bir baş selamı vererek, onlarla bir şeyler konuştu. Arabanın arka tarafına doğru yönelen askerler ile bana doğru baktı. Başını hafifçe eğerek, salladığında tebessümümü ondan esirgemedim. Bana minik bir dudak kıvrılması sunduğumda şaşırdım. İlk defa o ketum ifadesinden ödün vermişti. Koşar adım, binaya yürüdüm. Efe’den öğrendiğim kadarıyla üçüncü kat sol taraftaki daireydi. Katları yavaş yavaş çıktığımda, dairesinin yanındaki dairenin ziline bastığımda, elinde pizza dilimi ile bana bakan Petek ile sürekli didişen o asker ile karşı karşıya geldim. Burası mıydı, onun dairesi? Efe’nin aklına uyursam böyle olurdu. Ne diyecektim, dayıma? Yine bin bir türlü kuruntu oluşacaktı, zihninde. Dudağım düz çizgi haline geldiğinde, karşımdaki beden “ yanlış ev, yen- yani yan taraf, komutanım evi, Sayın Savcım…” dedi birkaç kelimeyi yutarak. “ Ardında beliren yine timden biriydi. Burası onun evi olabilirdi. Çünkü Ülkü’nün evine gittiğimde, bu askerin evinin orada olduğunu öğrenmiştim. Kâküllerimi düzenleyerek, “benim bu eve ihtiyacım var belki de izninize,” Diye durağan bir sesle konuştuğumda ikisinin de kaşları havalandı. Afallamış ifadelerini gizleyemediler. “ Yani birkaç dakikalığınıza balkonunuza bakabilir miyim?” Diyerek devam ettim. İkisi de şaşkın şaşkın bana bakmaya devam ediyorlardı. “ Evet, mi hayır mı?” Diye bir cevap beklediğimi belirtme gereği duydum. Elinde pizza dilimini tutan asker hala şaşkınlığından çıkamamıştı. Ardındaki kaşları çatılmış asker “Komutanım, bizi si…” dediğinde cümlesini yarıda kesmek zorunda kaldı. Hepimiz Önümdeki iki askeri de içeriye iteleyerek, evlerine izinsiz - kaba- bir giriş yaptım. Kapı deliğine bakmaya çalıştığımda, dayımı görmem ile kaşlarım kavislendi. Sesini duysam da yine de görüntüsüne şaşırmıştım. Demir’in evindeki o değildi. O askerler kimi sakınıyordu, o zaman? Tuhaf bir şeyler vardı. Gözümden kaçan bir şeyler. Demir’in yanından ayrılmam iyi olmamıştı. Ona ihtiyacım vardı, sırra kadem basanlar için. Kapıya sırtımı döndüğümde, sessizce beni izleyen askerlere, tebessüm etmeye çalıştım. “ Ben özür dilerim, izin almadan girdim.” Dediğimde gözlerim etrafta tur atmaya devam etti. Ayıp etmiştim. Ama başka bir yol düşünemedim. Öksürdüm. Ayağımdaki terliklere baktıklarında, bir hızla çıkardım. “ Balkon, diyorduk.” Diyerek onlara baktım. Petek ile didişen asker şaşkınlığından daha hızlı çıkarak tebessüm etti, eliyle yol gösterdi. “ Sayın Savcım, pizza yer misin diye sormadık ama…” dediğinde kısa bir teşekkür cümlesi sunduğumda elimdeki terlikler ile onları takip etmeye devam ettim. Kısır günlerinde ev denetleyen teyzeler gibi evde göz gezdirerek yürümeye devam ettim. Çoğu zaman dağ ve karargâhta vakit geçirdikleri için bu kadar dağınık yaşamaları normaldi. Balkona çıktığımızda elindeki son parçayı da ağzına atan asker, yanındaki askere döndüğünde sen konuş dercesine bana belli etmiyormuş gibi kaş göz yapmaya başladığında, “ Sayın Savcım, adımızı biliyor musunuz?” Diyerek gözleri ile birbirine top attılar. Kafamı hayır, dercesine sağa sola salladım. Ama öğrenebilirdim. İkisi de birbirine kaçamak bakışlar attığını düşünüyordu. “Biz sizi görmedik siz de bizi görmediniz,” diye devam etti pizzayı bitiren asker. Demir’den çekiniyorlardı. Kafamı aşağı yukarı sallayarak onayladım. Sanırım ne yapacağımı bilmiyorlardı. Etrafı izleyeceğimi düşünmüş olacaklar ki bana izlemem için alan tanıdılar. Onlara kafa sallayarak, diğer balkon ile birleşen duvarın köşesine ilerlediğimde önümdeki parmaklığa sardım, ellerimi. Onlar birbiri ile fısıldaşarak bir şeyler konuşurken, sol ayağımı parmaklığım diğer tarafımdaki duvar boşluğuma attığımda iki askerde koşarak, yanıma geldiler. Beni tutmak ve tutmamak arasında kaldıklarında ben diğer ayağımı da parmaklığım diğer tarafına atmıştım o arada. “ Balkon hangi odaya çıkıyor,” diye sormak yeni aklıma gelmişti. O kadar riski oturma odasında dayım ile merhabalaşmak için almış olamazdım, değil mi? Askerler kollarımın yanında elleri hazırda bekliyorlardı. Her an beni tutmak içindi. Gözlerinde bir endişe gördüm. Belki benim, belki kendileri içindi. Ama duyguydu. Öksürerek cevapladı, Petek’in çok hoşlanmadığı asker, “ komutanımın odasına,” dediğinde memnun olmuştum. Riske girmeyeceğim tek yerdi. Umarım. “ Teşekkürler, aramızda kalacağına inanıyorum,” diyerek yan balkon doğru yan yan kaydım. İki askerde ben karşı balkona geçene kadar ellerini kollarımdan uzağa götürmediler. Onlara borçlanmıştım ve kısa zamanda ödemeyi umuyordum. Ayaklarımı balkona attığımda, içli nefesleri gürdü. Düşecek kadar çocuk değildim ki. Bu kadar endişeye gerek var mıydı? Kafamı balkon köşesinden çıkardığımda, “ borcum olsun, adliyede bir işiniz olursa,” diyerek kapıya yürüyeceğim sırada balkondaki gülfidanı dikkatimi çekmişti. Bana soldurdum, diyerek yalan mı söylemişti. Neden yalan söylemişti ki? O kadar bakımlıydı ki gül, kan kırmızısı gözlerimi cezbetti. Eğilerek, çömeldiğimde burnumu yanaştırdığımda kokusuna göz kapattım. Gül, büyütmeyi de yetiştirmeyi de biliyordu. Yalancı herif. Çömeldiğim yerden doğrularak, terliklerimi balkona bıraktım, yarı açık kapıdan içeriye girmeden önce mesaj kutusuna girdim. Yüzbaşı Demir ismine “Gülün solmamış. YALANCI HERİF!” Diyerek mesaj attığımda odada ışığı yanan bir telefon gözüme ilişti. Komedinin yanındaki telefona baktığımda gözlerim irileşti. Şans meleğim, bir mesaj gönderdi… O ben oluyordum. Beni kaydetmişti. Ne zaman bu şekilde kaydetmişti? Bana şans, demişti. Meleği olmuştum. Yüzbaşının kalbine dokunabilmişim. Otuz iki diş sırıtarak, sevinçten buğulanan gözlerimi ovdum. Bir de bana bak. Dümdüz Yüzbaşı Demir, diye kaydetmiştim. Allah beni kahretmesindi. Hayır, doğru olan bendim. Hemen kendimi ona teslim edemezdim. Yaşadığım anın korkusuyla, hislerime engel olmamıştım, bir hafta öncesinde. Ama şimdi farklıydı. Önce o gelecekti, bende yanında yürüyecektim. Telefonun ışığı söndüğünde odaya bakmaya başladım. Sade ve temizdi. Fazla temizdi, hem de. Geçmişte de titiz bir çocuktu. Hala aynıydı, demek. Bundan hoşlanmamıştım. Ben savruk biriydim. Dağınıktım. Kafama esen ne olursa onu yapardım. Bazen dağıtır, bazen toparlardım. Sevmezdim, düzen kurmayı. Krem ve bahar kahvesinin kaynaştığı odada yalındı. Yarı açık gardırobundan gördüğüm kadarıyla, özenle katlanılmıştı giysileri. Şaşırdım. İnsan bazen üzerinden çıkardıklarını yatağın üzerine atmalıydı. Ardından da nevresimi üzerine çekip uyumalıydı. Gözüne çok battığında da hepsini sandalyeye asarak görüntü kirliliğini azaltabilirdi. Bu da bir düzen sayılırdı. Kolaya kaçmak da olsa çaba vardı, ortada. Çalışma masasındaki bahar kahvesinde olan sandalyeyi çektiğimde, masanın üzerindeki kalemlerin bile renklerine göre ayrı kutulara koyulduğunu gördüğümde, yutkunmadan edemedim. Fazla mı düzenliydi? Hiçbir dosyayı karıştırmadım. Aklım kaysa bile. Hakkım yoktu. Zaten gizli saklı iş yapıyormuşum gibi içim içimi yiyordu. Masadan kalktığımda kapıya birkaç adım attığım an, aklıma gelen ile yeniden geriye döndüm. Sandalyeyi eski haline getirerek, tekrar kapıya yürüdüm. Beyaz renkli kapının ağzına geldiğimde hafif aralık olacak şekilde açtığımda, sesler birbirine karışır diye beklemişken anımsadığım bir ses dışında çıt yoktu. Kime ait olduğunu bilmesem de bu ses tınısını daha önce duyduğuma emindim. Bana doğru yaklaşan adımlar vardı. Kapıya ardımı dönerek saklanacak yer aradım. Masanın altına girmek parlak bir fikir gibi gelmişti kısa bir an ancak masadan alması gereken bir şeyler olursa? Vazgeçmiştim. Dolaba girmek en iyisiydi. Evde biri varken üzerini değiştirmezdi herhalde. Dolabı açtığımda, alt tarafa sığabilmek için giysileri itelemek zorunda kalarak, yerleştim. Dolabın kapağını hafif boşluk kalacak şekilde kapatarak, beklemeye başladım. Odanın kapısı çarptığında, nefesimi içimde bıraktım. Hissedilmemem gerekti. Adımları bana yaklaşsa da dolaba dokunmamıştı. Bir şeyler yapıyordu ama ne yaptığı hakkında en ufak fikrim yoktu. Çünkü içinde bulunduğum saniyelerde üç buçuk atmakla meşguldüm. Nefes sesi, sert bir şekilde kulaklarıma dolduğunda, kafamı hafif eğmeye çalıştım, üzerinde bir şey olmadığını gördüm. Gözlerimi kapattım, ellerimle. Siyah eşofmanıyla öylece duruyordu, odanın ortasında. Çıksana dışarıya, dengesiz herif. Sessizliğime rağmen ellerim ağzıma kaydı. İçsel hesaplaşmaları bitmiş olacak ki adımladı. Odada bir kapı sesi yankılandı. Banyoya mı girmişti, acilen çıkıp gitmem gerekirken. Dudağımı ısırdım, bedenindeki stres dalgasıyla. Yanlış bir hamle yapmıştım. Hazır değildim. Neye hazır olmadığımı bilmiyordum bile. Ya da tepkisinden korkuyordum. İkilemdeydim, yine. Dolap kapağına giden elimi duyduğum gıcırtılı ses ile yeniden kendime çektim. Terleyen avuç içlerimi eşofmanıma silerek, titreyen ellerimle sıkı sıkı tuttum yanımdaki tişörtlerden birini. Gıcırtılı bir ses ile açılan dolap kapısına gözlerimi kapatarak, yüzümü ekşittim. Dolabın kapağını açtığında beni görmemişti, henüz. Beni bu halde kıyafetlerini dağıtmış bir vaziyette yakalasa kovar mıydı? O potansiyele sahip olduğunu düşünüyordum. Dolap kapağını örttüğünde elim kalbimde, gözlerimi açarak derin bir nefes almayı başardım. Yakalanmamıştım demek için henüz erkendi. Fark ettiğini anladığımda kaçacak hiçbir fare deliği yoktu. Kıvırmam gerekti, bundan sonrasında. Dolap kapağını önceye nazaran daha hızlı açtığında yere çömelmiş üstü çıplak bir halde, göz göze geldik. Önce gözlerime baktı ardından dağıttığım kıyafetlerinde kısa bir göz gezdirdi. Kaşları havalandığında, dudağının köşesini kıvırmaktan kaçmadı. “ Yatağıma yatman, tercihim olurdu…” dedi, gözlerime bakarak. Öksürdüm, içime kaçan soluğu. Hayır, suçlu hissetmemeliydim. Buraya onun beni aradığını bilerek gelmiştim. Bir hafta sonunda teşrif etmek makul kaçmıştı, kalbime. Sonuca bakmak da önemliydi. O istediği için biraz da gözlerim görsün diye, gelmiş bulunmuştum. Gözlerimi kırpıştırarak, cümlesindeki derin imayı iteledim. “ Kızmadın mı, hiç?” Hala dolaba tünemiş bir vaziyetteydim. Yerimi benimsemiş gibi sırtımı dolabın iç kısmına yaslayarak, kafamı hafifçe sola eğdim. Elini kafamın üzerine koyarak, “Ben sana hiç kızamam.” Diyerek çıkmamı istediğini belli etti. Rahatsız olmuştu, işte. Kafamın üzerine koyduğu eli, buna işaretti. İnadına ters ters cevaplamayı seçtim. “Kıyafetlerini dağıtmamdan hoşlanmadın, bu yüzden bir an önce çıkmamı istiyorsun?” Kafasını eğerek, tebessümünü saklamaya çalıştı. Başımın üzerindeki eline vurdum, hafifçe. Komik değildi, istenmemek. Kendisi de bilmeliydi bu duygunun tahribatını. O da annesi tarafından istenmeyen bir çocuktu, neticede. Anne cehennem de olsa, evdi. Demir, cehennemden bile kovulmuştu. Acı bir his. Ruhu deşen, felaketi hatırlattı. Bir başına olmazdı hiçbir dilimde felaket. Ardı kesilmezdi uğradığı zihinde. Yara bandı da tutmazdı, kanattığı yerlerde. Annesi… Biliyordum, annesini. Göz göze geldiğim zamanda, tuhaf bir ifade yer edinmişti kadının elalarında. Yabancı olmuş tanıdık gibi. Gözlerine daldığımı, kurduğu cümlenin imasıyla fark ettim. “Seni burada izlemektense kucağımda izlemeyi tercih ederim,” dediğinde boşta kalan elini uzattı. “ Üzerimdeki kıyafetlerden başlayabilirsin, kirletmeye,” diyerek devam ettiğinde eline tutundum. Yavaş yavaş dolabın ucuna süründüm, destek aldığım eliyle. Baya da geniş bir dolaptı. İki kişi rahat sığabilirken, takıntıları zor sığmıştı. “ Hala dağıtabilirsin, hakkındır demedin ki,” dediğimde homurdanır gibi devam etmeye niyetliydim. “Ayrıca üzerinde de bir şey yok,” diyerek dolaptan çıktığımda, elinden aldığım destekle ayağa kalkarak doğruldum. Belimdeki uyuşukluğa yüz buruşturduğumda, elimdeki elini, belime doladı. Beni kendine çektiğinde okşayarak belimi rahatlatmaya çalıştı. Bu şekilde rahatlayacağımı düşünmesine tepetaklak düşmüştüm. Çıplak tenine dokunan ellerim, terlemeye başladığında, “sana tekrar tekrar hatırlatırım; sen banasın, ben sanayım,” diyerek boynunu sola eğdiğinde, ellerimi omzunda sabitledim. Boynuna dolamak istedim. Ancak nedendir bilmiyordum, yapamadım. “ Ama haklısın.” Dediğinde ellerim yavaş yavaş ondan kaçmaya hazırlanıyordu. “Üzerimde eksik olan bir şey var,” dedi muzip bir tavırla. Dudaklarımı ıslattığımda, “ tişört vereyim sana, bekle” diyerek cevapladığımda gözlerini kapatıp dudakları düz bir çizgi halinde, germişti çenesini. Bu bana yalan söylediği içindi. Birazcık oyun oynamanın zararı olmazdı. Keskin sesindeki hayıflanmayı anlamamak mümkün değildi. Ancak salağa yatmak onu memnun etmese de bana zevk veriyordu. “Ver bakalım,” diyerek krem rengindeki yatağın ucuna oturdu. Beni izlediğini biliyordum. Bu yüzden de biraz dolabı dağıtmakta sakınca görmedim. Elime geçen tişörtlere bakarak, dolabın köşesine doğru usulca attım. Gözüm arkaya kaymıyordu. Tepkisini merak etsem de göz göze geldiğimde pes edecektim. “ Ben bunları beğenmedim. Hem havada soğuk. En iyisi kazak bakalım, biz.” Diyerek dolabın diğer tarafını açmaya niyetlendim. Ardımdan yükselen sesine kulak verdim. Hafif bir imalı öksürük ile “ kucağıma gelirsen, ısınırım” dediğinde ona doğru usul usul döndüm. Avuç içlerini yatağa bastırmış, karın kasları gözümün önünde hayran hayran beni süzüyordu. Bir elim dolap kapağında, diğer elim bel boşluğumda ona attığım tipik bakışlarla benden bu haldeyken nasıl etkilenebildiğini aklımda tartıyordum. Ceketim ve eşofman takımım, makyajsız yüzüm ile ekmek almaya gidip asansörde beklemediği yakışıklı çocuk ile karşılaşan komşu kızı gibiydim. Felaket bir haldeydim, düşündüğümde. Tam bir çığlık tablosu gibi hissettim kendimi. Gözleri, dudağım ve gözlerim arasında dolandı. “Madem buraya geldin…” dediğinde korktuğum başıma gelecekti. Soracaktı, buraya nasıl geldiğimi. Bu saate kadar sorgulamaması bile tuhaftı. İçli bir nefesle, ona doğru adımladığımda afallamıştı. Usul usul ayakucuna yanaştım. Kafasını biraz yukarıya kaldırarak, beni ağzını açmadan izlemeye devam etti. Gözlerini kırpmadan hareketlerimi kazıyordu. “Madem buraya geldim,” dediğimde bana açtığı kucağa oturdum. Dizlerimi yatağa bastırdığımda, ona doğru biraz daha iteledim kendimi. Yerleşmem gerekti. Onu nasıl duruma getirdiğim önemli değildi, şu an için. Dilini dudağında gezdirdiğinde ağzının içinde sessizce mırıldandı. Kaşlarımı bir şey anlamıyormuş gibi kaldırdım. “ Ne dedin?” Ellerini belime yerleştirdi. Alnını alnıma yasladı. Gözlerini kapattı. “ Soruyu yine de soracağım. Bu durumda bile.” Diye sona doğru tısladı. Ona format atılmış olabilirdi. Önceden bu kadar inatçı değildi. Belki de o kadar yakından incelememiştim. “ Buraya…” dedi ve derin bir nefes aldı. “Nasıl geldin?” Vücudum gerilmişti ve farkındaydı. Ellerim, ondan uzaktı artık. Gözleri açıldığında, “söyle bana, nasıl geldin?” Dedi, yeniden. Dudaklarım araladığımda “kızacaksın,” dedim, korkar gibi. Başa dönmek istemiyordum. Eğer başa dönersek, lise yıllarından daha eziyetli günler yaşatır, karşılaşmamayı diletirdim ona. Üstelik geçmişteki en ufak bir vicdan muhasebesi de yapmazdım kalbim ile. Babamı bile geçmişimde bırakmışken, ona da geçmiştindemekten çekinmezdim. Sırılsıklam âşık olsam bile… “Kızacağım bir şekilde olduğuna eminsin.” Diyerek kaşları gerildi. Belimdeki eli gevşiyor muydu? Bana gerçekten kızacak mıydı? Bana kızmayacağına dair atıp tutuyordu. Bir yalan daha mıydı? Kaşlarım çatıldı. Üzerinden kalkmaya çalıştığımda, izin vermedi. Oysaki belimdeki eli gevşemişti. “Hani sen bana kızamazdın!” diyerek yerimde kıpırdanmaya çalıştım. Onun hangi müşkül duruma gireceği beni zerre ilgilendirmiyordu. Belki de hızlıydı. Her şey aniden olmuştu. “Suç bende! Alt tarafı beni öptün o kadar, bu kadar hızlı davranma…” Ellerim omzunda onu itelemek istedim. Aklımdan geçen buydu, sadece. Ancak belimdeki eline biraz daha baskı uygulayarak, burun buruna geldik, yeniden. “Kızmadım…” diyen sesine göz devirdim. Tekrar başımı biraz geriye çektim. Dudaklarımı aralamak istedim. Gözleri gözlerimdeyken konuşmak zordu. Dalmak uzaklarda kaybolmak istiyordum. “Çünkü daha söylemedim.” Dedim, sert bir ifadeyle. Gözleri balkon kapısında sabitlendi. Yarı açık olan kapıyı dalgınlıkla sonuna kadar kapatmıştım. “Ama ben biliyorsam, ne yapacaksın?” Dediğinde omuz silktim. “ O zamanda gitme kal, benimle.” Dedi. “Kızmadın mı, gerçekten?” Dedim hayret edercesine. Benim tanıdığım Demir, bir tur balkona çıkış bakmış ve bana sıralı cümleler kurmaya başlamıştı bile. Gözler kısıldı. Yutkunduğunda, “ kızdım ama kendime. Seni zarar gelebilecek bir duruma soktuğum için.” Dedi içten bir sesle. Gözlerinde bir pişmanlık vardı. Boynuna doladım ellerimi. Ona sarıldığımda afallamıştı ki nefes alışverişleri sekteye uğramış, belimdeki eli gevşemiş birkaç saniye sonunda beni sıkıca sarmıştı. “ Sende benim için diyar diyar aşarsın bir yerler artık, ödeşiriz” dediğimde bedeni gerilmişti. Keskin nefesi, beni dahi dumura uğrattı. “ Seninle aşalım, diyarları… Benim sensiz gücüm olmaz, artık,” diye başladığı cümleye alnımı taçlandırdığı öpücüğü ile sonlandırır sanmıştım. “ Hızlı olmaya gelirsek… Ömrün, ömrüm olsun da, yavaş yavaşta olsa olur, Gül…” Hafif bir tebessümle “ bir kez elin elime değdi,” diyerek sarılmaya son verdiğimde, yeniden gözlerine baktım. Aynen öyle diyordu, gözleri. Daha da büyüdü yüzümdeki tebessüm. Eşlik etti, gözleri gülüşüme. “ Demir…” dedim nazlı nazlı. “ Dün bir makale okudum,” dediğimde kafasını hafifçe sola eğdi, devam ettim. Bu sorunun cevabı için buraya kadar geldiğimi duysa sen kaçık mısın, diyebilirdi. İçinden geçirirdi, en azından.“ Beni herkesin ortasında –dudağımdan- öper misin, aramızdaki münakaşa için önemli.” Bana hayret edercesine bakmaya devam ettiğinde, ciddi olduğumu anladığı an alayla dudağı kıvrıldı. “ Münakaşa mı?” Sevişme demek için erkendi, diye düşünmüştüm. Ancak o hiçte erken olduğunu düşünmüyordu ki çekinmeden cevapladı. “Sevişme, münakaşa mıymış sende?” diyerek belimdeki parmaklarının hareketleri bedenimi mayıştırıyordu. Kızar gibi“ Cevap versene, geçiştirme beni.” Diyerek boynundaki ellerimi çözdüm. Bundan hoşlanmamış gibi ağzının içinde kelimeleri yuvarladı. Nefesini içine çektiğinde, inip kalkan göğüs kafesine yenilmemiştim hala. “ Öpmem, dedi aniden. Kafamı aşağı yukarı sallayarak, onayladım cevabını. Öpmemeliydi de. Bu davet, düğün, tören gibi kalabalık ortamlardı. Ve özel alan, denen o sınırı kendimize saklamamız gerekti. Biz, bize özeldik. Öyle de olmalıydık ki birbirimize güvenmenin anlamını öğrenmeliydik. Testi geçmişti. “ Öpmek için o alanı açarım. Rahat rahat her türlü münakaşaya gireriz,” diyerek tamamladığında gözlerim kısıldı. Boynumu ona eş olsun diye sola doğru kırdığımda, “ Nasıl yapacaksın, onu?” diyerek homurdandım. Burnumu kırıştırdığımda, başparmağı ve işaret parmağı birleştiğinde burnuma değdi ve yeniden belime yerleşti. Sırıttı. Başını boynuma doğru yaklaştırdı. Şah damarımın üzerine minik bir öpücük kondurduğunda sıcaklığı hissetmiştim. Canlı canlı atan şah damarımın etkisiydi. “ Şu anda olduğu gibi…” Hafif sırıtsam da korktuğum aşikârdı. “Nasıl,” dediğimde nefesi kulağımı sıyırıyordu. Cevap vermeden önce çeneme öpücük kondurdu. Mayışmış sesiyle, “ içeride gayri resmi bir tören düzenlenebilecek kadar rütbeli var ama ben sendeyim,” dediğinde çenesine yerleştirdiğim ellerim ile gözlerimizi hizaladım. Ciddi mi, diye ölçtüğümde anlamıyordum. Gerçekten içeride birileri var mıydı? Ben odaya girdiğinde ve rahat tavırlarına karşı gitmişlerdir diye düşünmek istemiştim. “ Arkadaşların…” dediğimde kaşlarını kaldırarak hayır, cevabını bana verdi. Ses tonumdaki bastıramadığım gerginlik ile “ dayım da var mı?” diyerek bir ümit istedim. Ancak cevap vermedi. Hepsi içeride Demir’i bekliyorlardı. O ise benimle… Kucağındaydım, onun. Hastane de yakalanmamıştık. Ancak çekirge bir sıçrar iki sıçrar üçüncüsü… Aklıma gelenler ile kucağından ani bir şekilde indiğimde, elim ile kapıyı işaret ettim. “Odadan çıkar mısın?” Evinden kovmak gibi olmuştu ancak tutuşmuştu bir yerlerim gerginlikle. “ İçeride birileri… Biz ön sevişmedeydik resmen,” diyerek ellerimi saçlarıma geçirdim. Odada bir ileri bir geri gitmeye başladım. Yataktan kalktığında, adımları hızla adımlarımın önünde takılı kaldı. Ellerimi tutarak, avuç içlerimi öptü. Benim sözlüğümde ben buradayım, demekti bu hareket. Evet, o burada iken endişelenmemem gerekti. Ancak zihnimdeki karmaşaya bıçak tutacak kadar cesur da değildim. “ Benimlesin, Gül. Yetmez mi bu sakinleşmene?” diyerek ışıldayan gözlerini benim görmemi istiyordu. Yeterdi. Ancak dilimden dökülmedi. Dökülmeyen sözcüğümün acı etkisiyle, ellerime tutunan ellerimi çözerek boynuna doladım. Sıkıca sarıldım. Bu da yeterdi, demeye gelmez miydi? Kısık tebessüm nidası yeterdi olduğunu anladığına işaretti. “ işte böyle, yaslan bana kapat gözlerini. Ben seni kalbimde saklarım.” Kokusu burnuma dolarken, mayışıyordum. Kafamı salladığımda, “hiçbir yere gitme, geleceğim,” diyerek ayrıldı bedenlerimiz. Dolaba ilerleyerek, üzerine dağınık olan tişörtlere garip bir bakış attı. Rahatsız olsa da bunu dile getirirse beni üzebileceğini biliyordu ancak gözler sözleri saklayamazdı. Elini bozulmamış bir tişört aldığında, üzerine geçirdi. Ardından çalışma masasına ilerlediğinde, çekmeceyi açarak siyah renkte bir dosyayı alarak kapattı. Ardından bana doğru gelerek, alnıma bir öpücük kondurdu. “ bekle beni, gitme olur mu?” dedi beklentiyle. Bu kadar masum bakışa hayır diyebilir miydim? Kafamı onaylarcasına salladığımda, eliyle boynunu kaşıdı. Utanmış mıydı? Tebessüm ettiğimde, kapıya ilerledi. Açtığı kapıyı örtmeden önce bana doğru dönerek, göz kırptığında kalp atışlarım hızlandı. Aptal gibi el salladığımda örtülen kapı ile elim yüzümü buldu. Bende yersizce utanmış ve göz kırpmasına kalbimi bırakmıştım. Yüzüme kapanan kapının ardından onun içine oturan ama belli etmemek için direnen yarasına bir nebze de olsa tuz basmak niyetiyle, dolaba adımladım. Onun kadar özenli bir biçimde katlamaya gayret ederek, işe koyulduğumda beklediğimden hızlıydım. Son üç parçaya geçmiştim. Tişörtlerin arasına karışmış kazak yan tarafa ait olmalıydı. Gece mavisi ve bordo tişörtü katladığımda diğerlerinin hizasına üzerlerine yerleştirdiğimde dolabın kapağını kapatarak, yan bölmeyi açmak için bağdaş kurarak oturduğum parkeden, kalktım. Elime aldığım kazak ile sol kapağı açtığımda, ceketler, gömlekler, kravatlarda tek bir kırışıklık yoktu. Asılı giysilerin yan tarafında kazaklar için olan bölmenin boş kalan yerine elimdekini koyduğumda, üzerini elimle düzenledim. Kapağı kapatırken, gözüme takılan sarı bir renk vardı. Giysi değildi bu. Bu renkte bir giysi de onu hayal dahi edemezdim. Fazla renkliydi onun için. Bir bebek saçıydı, bu. Ona doğru uzandığımda, yaklaşan adım sesleri beni tedirgin etmişti. Hızla geri çekilerek, dolabın kapağını kapattım. Belki de geçmişinden bir parça olduğu için saklama çabasına girmişti. Annesi ile ilgili olabilir miydi? Günü geldiği zaman sorardım, ona. Cevaplardı, belki… Ne yapacağımı bilememiş gibi –dolabını karıştırdığımı anlamasından korktuğum için- hızla yatağın sol köşesine örtüyü dahi açmadan, kıvrıldım. Kapı açıldığında, gözlerimi kapatmıştım. Mayışan bedenime direnmeye çalışarak, ayık kalmaya çalıştım. Adım sesleri, netleşiyordu. Bana yaklaşıyordu. Kalp atışlarım beni ele vermesin diye içten içe dileklerde bulundum. Gölgesi üzerime düşmüş gibi hissediyordum. Alnımdaki sıcaklık ile kendimi yatağa teslim etmeye karar verdim. Bana minik bir öpücük vermiş ve duşa girmişti. Benim uyanık olduğumu bildiğini düşünüyordum ancak buna rağmen bozuntuya vermemesi de hoşuma kaçmıştı. O duştan çıkana kadar şekerleme yapmakta bir sakınca görmedim. Kokusunun arasında kaybolmak dileğiyle, bedenimi rahatça bıraktım. * Yıldırım Timi, hazırdı… Takvimdeki tarih, on iki ekim… Saat ona sekiz kala, bir görev ilan edilmişti. Bir vatan vardı, uğrunda sekiz kişinin canı gönülden hiçe sayılmak isteyeceği. Ansızın bir araya gelmişti, hepsi. Kimisi on yaşlarında kimisi on beşlerinde, hey on beşli olmuştu. Bir sevda için. Bir sıfır noktasıydı, hedefleri. Yıllarca ilmek ilmek işlenen etkisiz gibi görünen insanların, kaç can aldığı almaya devam ettiği hususunda yoğun çalışmalar arasında dağlardan topladıkları bilgileri de eksik etmeden, bir hızla çalışmaya devam ediyorlardı. Ta ki bardağın taşan damlası görünmüştü. Onlar şahını açıklamıştı. Hamle belliydi. Sırada ki Mat yapacak tüm taşları Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak, avuçlarına almak vardı. Basit bir beklentiydi. Ve bunu yapmak yerine farklı bir ideolojide ilerleyecek olan Yıldırım Timi, son kozlarını ortaya atmaktan mezarlığa dönmüş göğüs kafeslerine rağmen çekinmediler. Kurt’tu. Kurt Sungur. Bir yangında kalbi yakılan o çocuk… Büyümüştü, büyürken de içinde yeşeren gülü sevdası olan vatan toprağına ekmişti. Sevdasına kalpsizliğine fazla olan sevdasını emanet etmişti, kalpsiz bırakılan çocuk. Kurşun bedenini deldiği an, Şafak Çemberi Ölüm tarafından fermanda yayınlanmıştı. Babasının baş koordinatörlerinden olduğu operasyon için özel olarak yetiştirilmiş Kurt, ilk taşı avuç içine tek bir hamlede almıştı ve yalnızca isminin değiştiğini bir kez daha inandırmıştı, rütbelilerine. Soğuk Demir’e yaslanan Kurt, uyanmıştı; Orgeneral Muharrem Kılıç’ın tabiriyle. Demir ön safta; Kurt Şafak Çemberindeydi... Sedir ağacından yapılan masanın etrafında dizili on sandalyenin, dokuzu dolmuş tek eksiği Yüzbaşı Demir Karan Kılıç’tı. Kabul etmemişti, başlattığı operasyondaki tek yanlışı. Buraya oturacağı kimlik, Kurt Sungur olacaktı. Onu yanmayan Demir olarak tanıyanlar, boyun eğmeyen Kurt olarak da bilecekti. Masaya sert bir yumruk ile elini yerleştiren, Orgenerale değdi, Yıldırım Timi’nin bakışları. Sert, keskin ve hırs eşti, gözlerde. “Ölüm, fermanı yazdı. Avuç içinize yerleştirdi!” Dediği an Orgeneral, yanı başında Tuğgeneral Halit Alkan’ın sert nefesini işitti. Yan yana oturan adamın geçmişi birbirine dolanmış, nefretle yanıp tutuşurken söz konusu vatan olunca birbiri ile omuz omuza savaşmayı da bilirdi. Sevdasını ondan çalan adamın omzu omzunda olmak zorundaydı. Tuğgeneral, “ Hazır mısınız, diye nutuk çekecek vakit yok,” dedi, çatık kaşları altında parlayan kehribarları ile kızını andırıyordu. Yitirdiği kızını… “ Şafak, söktüğünde ilk hedef…” diyerek ayağa kalktı. Görevini yerine getirmek istercesine, her bir askerin gözlerine, duygusunu ilmek ilmek işledi. Duraksadığında o piç herifin adını ağzına almak istemedi. Bekir Kara, kendi topuğuna savcıya değdirdiği o elleri ile sıkmıştı. Bunu yapacak kadar cesur olamayışı, sevdasını neden kaybettiğini bir kez daha zihnine kazımasına neden oldu. Kurt, bıçak Gül’e değdiği an emri vermişti. Şafak Çemberini erkene çekerek, tüm planı yeniden işlemek için gece gündüz uyumamıştı, o gecelerde yattığı nezarethanede. Uymamıştı çünkü kalbini yakılmasına sebep olanlar, o gün de gözlerini yakmaya çalışmışlardı. Savcıya dokunmayı aklına getirmeseydi, birkaç ay daha solukları vatan toprağını kirletirdi. Azılı bir teröristten daha kötü olan dokunulmaması gereken vatan hainiydi. Vatanın bekası için… Aylarca izledikleri teröristler olurdu. Bir can daha vatanında nefes almaya devam etsin diye… “Bekir Kara! Oldukça açıkta bırakılan bir isim.” Dediğinde masanın sağ tarafına doğru bir adım attı. “ Bu da tek bir şeye işaret; Hedef yanlış!” dedi, adımını sert bir şekilde zemine atarak. Ülkü’den yükselen kinayeli bir sese tüm gözler çevrildi. “Peki ya kız çocuğu…” diyerek Efnan’ı istedi, karşısındaki adamdan. Orgeneral, kaşlarını havalandırdığında dudağı mühürlenmişti. Çıt çıkmadı, bedenlerde. Ancak kendi kızını elleri ile yitiren adam vardı, aralarında. Bu adam cevap vermeyecekti de kim cevaplayacaktı bu soruyu. “ Öldü. Bir yalan uğruna.” Dedi düz bir sesle. Timin üçüncü kez karşılaştığı bu adam, hissizdi. Yıldırım’ın deyimiyle, ıssız, isimsiz, hissiz… Ülkü, kayıtsız kalmadı. “ Bir yalana çanak tutan…” dediğinde Orgeneral, derin bir nefes aldı Mühür vurduğu ağzını kapı parçasını buruşturarak yırtar gibi açtı. “ Sen değilsin, asker!” dedi masaya vurarak. Ayağa kalktığında, “ sizler değilsiniz…” diyerek bağırmadan bedenleri ürpertmeyi başarmıştı. Kız çocuğuna tanınan sınırlar asla gevşememişti. Bu durumdan şikâyetçi olan Savcıya rağmen. O şikâyet ve kız çocuğunun davaya ısrar etmesi işlerini sekteye uğratmış, kız çocuğunun sürekli olarak yerinin değiştirilmesine neden olmaktan fazlası olamamıştı. Yasalar çiğnenemezdi. Elde bir kanıt yoksa kız çocuğu da olsan bir hiçtin. O kız çocuğu, davadan çıktıkları gün, bir askeri ağır yaralayarak babasının desteği ile kaçmıştı. Ve yeniden kendine zincir vuran o adama sığınmak istemişti. Ya da başından beri asıl istedikleri buydu. Bu ihtimal çok daha yüksekti. Çünkü kız çocuğunun savcının bazı kişisel bilgilerini telefon konuşmalarında kardeşlerine anlatması, göze batıyordu. Buna rağmen kız çocuğu sorgulanmamıştı. Çünkü tehdit ediliyor olma ihtimali de göz önündeydi. “ Efnan, bize güvenmedi. Biz ona yeteri kadar güven vermişken, kardeşlerine güvenmeyi tercih etti.” Dediğinde ifadesi hala oldukça sertti. Perdenin arkasında yatanı söylemekten gocunmadı. “ Kan bağın olsa da aile can almasını bilir.” Diyerek katilin babası ve kardeşi olduğunu söyledi. O gün kardeşinin sözüne güvenip kaçmasaydı, yaşayacaktı. O kız çocuğu bir umut ışığına tutunarak, koştu kardeşine. Katili olacağını bilmeden. Devlet kol kanat germişti, o kanadı ikinci kez kırılacağına ihtimal vermek istemeden. “ Vicdan azabı çekme! Burası acını yaşayacağın mezar değil!” diyerek devam etti. “ Biz gerekeni yaptık. Her gidenin ardından yas tutacak kadar başıboş değilsin, asker. Seni bekleyen bir görev, onlarca çocuk var!” dediğinde son noktayı koydu. Kurtarmak için çok daha fazlasını yapmıştı, emir verdiği adam. O adam, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kasırgasıydı. Ve onu büyük bir riske atmıştı. Kız çocuğuna hayat olsun isteyerek. “ Eğer bir öfke kusacaksan da yüzünü yakalayacağınız o adamın suratına çevir.” Dediğinde omuzlarını dikleştirdi. “ O adamı şafakta siyah odada göreceğim. Temiz bir şekilde.” Dedi ve gerisini Halit Alkan’a bıraktı. Sert adımları artık odanın dışındaydı. “ Plan belli. Adamın ölmesi gerek ki bize gelsin.” Diyerek çatık kaşları bir an olsun gevşer gibi olmadı. “ Adamın yarın akşam yanan çiftliğinde bir toplantı yapacağını biliyoruz. Tek fırsat. O adamı alırken, diğerleri de yok olmalı!” dedi duraksamadan. Sert bir nefesle göğüs kafesi genişledi. “ Kimse riske girsin istemeyiz.” Dediğinde bunun kinaye olduğunu anlamıştı, Tim. “Şah belli edilmişken, Ölüm’ den daha çok bilmesi artık bizi riske atar.” Diyerek burnunu kaşıdı. “ Diğerlerinden sağ alacağınız bir isim yok. Yakın ve sönmeden de gelmeyin.” Dediğinde kapıya doğru adımladığında, Yıldırım Timinin bakışları birbirini buldu. Tuğgeneral çıktığında, “ Şah kim?” dedi, Özgür. Meraklıydı gözleri. Yanında heyecanda vardı. Yağız, bıkkın bir bakış eşliğinde “ gerek duyulursa, öğrenirsin.” Diye durağan sesiyle konuştu. Özgür, gözlerini kapatarak yeniden açtı. Kağan araya girerek, “ burnunuzu çok sokuyorsunuz, bulaşmasın.” Diyerek önündeki dosyayı açtı. Dosya kapağını açtığında gördüğü isim ile şaşkınlığını gizleyemedi kısa bir an. Hızla toparlansa da timin gözünden kaçmamıştı. Diğerleri de dosyayı yavaş yavaş açmaya başladığında, her birinin kaşı çatıldı. Şah yakınlarındaydı. Hem de çok. Şah; Yazgı Gülce Alkan. Koca harflerle yazan isme takılmıştı tüm bakışlar. Her birinin aklında tek bir soru vardı; komutanları bunu biliyor muydu? Öğrendiği için mi operasyon ön bir tarihe çekilmişti? Ancak… Şafak söktüğünde Şah’ı Mat edecek adam… Bilseydi. Daha ileriye ertelemez miydi yıllardır üzerinde çalıştığı planı? “Komutanım,” dedi Yağız. “Bilmiyor olamaz, değil mi?” diyerek yutkundu. Serdar, “ emri veren adam, bilmeyecek mi?” dediğinde gözlerini kapatarak açtı. Kağan çenesini kaşıdığında, Özgür “ emri veren adamın kalbi yanık.” Diyerek lafa girdi. İyi kötü komutanları hakkında bir şeyler biliyorlardı. Gerçek kimliğini bildikleri için Kurt derlerdi ona dağ görevlerinde. Teröristlerin zihninde farklıydı; Çelik Bilek olarak yerleşmişti onlara. Ülkü, kaşları çatık hala dosyanın diğer sayfalarını çeviriyordu. Komutanını tanıdığı düşünüyordu, görevlerde. En büyük görevi de, gözlerini titreten kadındı. Gürkan, soluksuz okuduğu sayfalardan sonra kapattığı dosya ile “komutanım ve Savcı Hanım, aynı yıllarda okumuş,” dediğinde herkes anlamsızca bakışlar atsa da Kağan çakmıştı manzarayı. Gürkan nefesini soluk borusundan geçirmeyi başardığında, “ birbirilerini önceden tanıma ihtimalleri… Olabilir mi?” diye düşüncesini masaya döktü. Serdar kaşlarını havaya kaldırdığında, “ olsa ne olacak ki?” diyerek kafasını hafifçe eğdi, sola doğru. Ülkü, kaşlarını istemsizce kaldırıp indirdi. Gözlerini belertti. “ Eğer öyleyse, geçmiş bir insana çok şey kaybettirir,” diyen Yağız’dı. “Geçmiş… Aşılmaz.” Özgür, Yağız’a doğru dönerek, “komutanım mantık çerçevesinde hareket etmeyecek mi diyorsun,” dedi, dirseklerini masaya yaslayarak. Yağız’dan bir cevap gelmedi. “Siz hiç âşık oldunuz mu?” diyen Serdar’ın ağzından çıkan kurşun masanın ortasını delmeye başardı. “ Bu uğurda vatan aşk, aşkta vatan olur…” dediğinde Ülkü’ye değmedi gözleri ama onu anlasın istedi. Bilsin, hissetsin istedi. Bu yolun sonunda birilerine ölüm olacaktı, biliyorlardı. “ İnsan üç kez düşünüyor bir adım atacağı zaman,” dediğinde Kağan onaylarcasına kafa salladı. “ Komutanım tüm planı baştan sona düzenlemesindeki tek neden Savcı mı sanıyorsunuz?” diyerek yükseldi. “ Savcıda bizler gibi… Vatanda öğrendi nefes almasını.” Dedi, önündeki dosyaya bakarak. “Vatan yoksa sevdayı kim nerede büyütsün?” diye sorunun cevabını sona bırakmıştı. Vatan olmayınca sevda ne işe yarardı ki? Göz önünde solan bir aşk, çürütürdü bedeni. Kokardı, vatansız kalanlar. Bir tek kendileri alırdı o acı kan kokusunu. Ülkü, yutkunduğunda Serdar’a bakmaya devam etti. Başını eğen adam biliyordu onu izleyeni. “ Eğer bir gün âşık olursan anlarsın, komutanımı” diyerek ağzının içinde geveledi, Serdar. Özgür’eydi bu lafı. Özgür yüzünü buruşturdu. Sikimsonik duygular, diyerek sessizce mırıldandı. Kendi bile zor işitmişti. Diğerlerinin duyduğunu sanmıyordu. “ İşimiz gücümüz yok bir de naz çekmek için şafak sayalım. Allah benden uzak tutsun, o nazlı yâri!” diyerek kinayeli bir şekilde konuştuğunda, tipik bakışlar Özgür’deydi artık. Ülkü, gözlerini kısarak “ büyük konuşuyorsun.” Dediğinde Özgür’ün vurdumduymazlığına alışkınlardı. “ Bir gün ansızın kapını çalan, süründürür seni uğrunda.” Dedi, sandalyede yaslanarak. Özgür, “esmer tercihim, ” dediğinde alaya vursa da karşısındaki bedenler gibi olmaktan çekindi bir an. Serdar ve Ülkü’de göz gezdirdi. Onlar gibi olmak, gözünü korkutmamış değildi ancak bir fark vardı. Onlar birbirinin hiçbir şeyi iken her şeyi olabiliyorlardı. Aileleri vardı. Ve aile nedir, biliyorlardı. Birbirlerini kırarken bile sınırlarını biliyorlardı. Çünkü sevgi nedir, hissederek büyümeye hak kazanan şanslı çocuklardan olmuşlardı. Zaten… Annesi, babası terk etmiş çocuğun kapısını hangi kafasını sıyırmış çalacaktı ki? Özgür… İsimsizdi. Vatan Özgür ol demiş, olmuştu. Bir dört duvarda sıkıştıran ailesi ona Özgür dediklerini bilseydi, gülerlerdi belki de… Terk edilmiş hangi çocuk Özgür olurdu ki? Komikti ama alışmıştı artık. Özgürken, Özgür olamayan çocuk olarak büyümüştü. Ve ismiyle de gün geçtikçe bütünleşmeyi öğreniyordu. Kağan, Özgür’ün geriye doğru dörtnala ilerlediğini fark ettiğinde toparlanarak, “ dosyada yazan bir diğer isim, Arif. Kod adı; Şahmeran. Bu adam, Türkiye’de eylem yerlerindeki halkın kepenk kapatış saatlerine kadar hâkim!” dediğinde sesi bir hayli ciddiydi. “ Komutanım, bu adamın birkaç kez Mardin’deki Bekir Kara’yı da ziyaret ettiğini üstlere aktardı.” Diyerek dosyaya bakmaya devam etti. “ Adamın bir yere birden fazla gelmesi, oranın riske girdiğine işaret.” Dedi ve kafasını dosyadan kaldırdı. “ Komutanımın göreve başlamasına iki gün kaldı. Ve iki gün içinde bu iki adamda siyah odaya girmiş olacak!” diyerek Time keskin bir uyarı verdi, Üsteğmen. Yağız, araya girerek “komutanım, peki Ölüm ’den gelen fermanda yazılanlar?” dediğinde yıllardır bu operasyon için özel olarak yetiştirilmiş oldukları için tek bir hata olmadan yılların hakkını vermek istiyorlardı ki en büyük haklarıydı, evlatların. “Ferman, bize gözdağı değil. Bir anahtarın şifresi[Mh1] .” Dedi ve komutanından aldığı emir ile bunu söylemekten çekinmedi. “Onu çözecek de biz değil, Savcı Hanım. O kadın bu operasyonun yalnızca Şahı değil. Aynı zamanda Ölüm ’ün boynundaki ipin sahibi.” Dediğinde hepsinin aklında tek bir soru vardı. Onu da dile getirmekten çekinmeyen biri oldu. Turgut, ilk kez dile geldi. “Savcı, salağa yatıyor yani.” Dedi şaşkınlığını gizleyemeden. Yağız kafasını usulca sallayarak, “ komutanım turnayı gözünden vurmuş. Kadına bak be!” diyerek helal olsun dercesine gurur yaşamıştı gözleri. Ülkü konudan bağımsız, “ Marilyn Monroe’nin kumral versiyonu…” dediğinde tüm bakışlar ondaydı. “ Ne bakıyorsunuz benziyor, yalan mı?” Kardeşinin Marilyn Monroe tutkusundan dolayı onu anımsatmıştı evine geldiğinde. Kağan, başını salladı. Güzel ve inatçı bir kadın olduğu açıktı. Komutanı ile çekişmeli bir süreç yaşayacağı da belliydi. Özgür omuzlarını dikleştirerek, “bu yalnızca komutanımı ilgilendirir.” Dediği an Ülkü göz belertti. “Konuya gelirsek! Savcı, Şah olduğunu biliyor ancak bunu hükümetten gizleme taraftarı. Muhtemelen sızma olduğunu o da biliyor. Derin bir yapılaşma mevcut hukukta.” Dediğinde yaptığının mantıklı olduğunu dile getirdi. “ Anahtara gelirsek, ondan almak ve riski en aza indirmemiz emredildi.” Dedi ve dudağının köşesini başparmağı ile kaşıdı. “ Bu komutanıma düşen bir iş. Bize bu süreçte Savcı ile ters düşmemiz gerektiği emredildi. Biz askeriz. Ve bu her bir bedende böyle kalacak.” Diyerek bir ajan olarak yetiştirildikleri ölüm ile birlikte yalnızca toprağa saklanacaktı. Ayağa kalktığında, “ hazırlıklara başlayın. Yaprak kımıldatmadan şafakta bitecek,” diye masa üzerindeki dosyayı aldı. Kapıya doğru ilerledi. Açtığı kapıyla ardına bir kez dönerek, geride kalanları süzdü. Kapıyı çekerek, çıktı. Diğerleri de yavaş yavaş ayaklanarak, sohbet etmeye devam ederken kapıya ilerlediler. “ Yalnız komutanım sert tahtaya çarpmış,” dedi Serdar. Ülkü Serdar’a dönerek, “kadın sizden güçlü olunca zorunuza gidiyor değil mi?” diyerek ters ters bakmaya devam etti. Serdar derin bir nefesi içine çekti. Tebessüm ederek,” o zaman senden nefret etmem gerekmez miydi?” dediğinde diğerleri kapı ardına çıkmıştı. “ Görmüyorsan eğer,” dedi bir adım Ülkü’ye yaklaşarak, “ beni ezmene rağmen köleyim sana.” Diye bir adım daha attığında kalp atışlarındaki düzensizlikleri iki bedende işitiyordu. “ Güçlü ol ve senelerce bir adamı uğrunda ezmesinler. Sen yap bunu bana, başkası değil,” dediğinde Ülkü düz bir ifadeyle baksa da kalbe söz geçmiyordu. Hızlanan kalp atışlarını duyan adam, belli belirsiz dudağını kıvırdı. Yılların ardından ara sıra verdiği ufak karşılıklar olarak görüyordu bunu. “Beni bir kez boyun eğmiş görmüşken, bir daha sizi öyle bir manzaraya şahit tutmayacağım. Emin olabilirsiniz komutanım,” Dedi ve ardında bıraktığı adama bakmadan ilerledi. * Gözlerimi araladığımda, istemsizce esneyerek gerildim yatakta. Ancak bir elimi kaldıramadım. Kafamı yan tarafıma çevirdiğimde, elimi sıkı sıkı saran eliyle, uykuya dalmıştı. Üstelik beni yatağa tam anlamıyla yatırarak, üzerimi de örtmüştü. Tebessüm ettim. Fırsattan istifade, izlemeye başladım. Duştan çıktığından olsa gerek barut kokusundan eser yoktu. Sedir ağacına benzer kokuyordu. Kaşları düz, dudakları sıcak suyla aldığı duştan olsa gerek hafif kızarmıştı. Çenesi keskindi ve kızdığı zamanlarda daha da belirgin bir keskinliğe ulaşıyordu, ona da yakışıyordu. Boştaki elim ile nemli saçlarına dokunduğumda, bana yaklaşarak diğer kolunu belime attığında bedenimi kendine çektiğinde kafasını göğsüme gömmüştü. Artık uyuduğuna emin değildim. Saçlarını geçirdiğim ellerim ile saçlarını karıştırmaya devam ettim. Bir öpücük kondurdum o arada. Nefes alışverişleri göğsümde tuhaf bir etki yaratıyordu. O artık, yalnızca şüpheli listemde değildi, güncemde de o vardı. Kıymet bilmeliydi ki abim ve Kurt’tan sonra güncemde yer alan üçüncü isimdi. Ancak bundan hiçbir zaman haberi olmayacaktı. Çünkü hala şüpheli listemde olması beni tedirgin ediyordu. Ona âşıktım, uğrunda kalbimi ortaya koyardım. Yine de tehlikeliydi, Demir. Biliyordum. Ona çekilmem belki de ölüme eş olacaktı. Ama yaşanmamışlıklar için bir kez daha keşke demeyecektim. Kırılsam da parçalansam da bir kez daha o kelimeyi dilimde döndürmeyecektim. Yaşarken ölmeyi bir kez daha kalbime tattırmayacaktım. “ Bazen seni boğmak istiyorum,” diyerek mırıldandım. Kafasını yavaş yavaş salladığında, uyumadığını gösterdi. Saçlarını okşamaya devam ettiğimde, hala göğsümde yaslıydı başı. “ bende seni üzerimde böyle yattığında…” diye sayıklar gibi konuştuğunda, yeni uyandığı belliydi. Sesi boğuk ve derinden çıkıyordu. Kafa karıştırmaya yeterdi. “ sevişirken…” dediğinde ellerimdeki kanların çekildiğini hissetsem de bedenimi sıcak basmıştı. “ Münakaşaydı, özür dilerim yavru ceylan,” diyerek yarı ayıkken bile gaf yapmayı başarmıştı. Titrekliğimden olsa gerekti; yavru ceylan. Burnumu kırıştırdım. “Üzerinde yatan ben değilim. Sen benim üzerimdesin. Hem uyandıysan kalkar mısın?” Başını daha çok bastırdı göğsüme. “ Güzel bir yer bulmuşken biraz daha soluklansam, olur mu?” Dediğinde belimi okşamaya devam etti. “O zaman hazır güzel bir yerde soluklanıyorken…” dediğimde kafasını salladı. Güzel olduğunu bana da kabullenmenin gururunu yaşadı. “ Sana bir şeyler sorsam…” Tebessüm etmiş olmalıydı ki kısık nidasını işittim. “ Müptelası olurum, buranın.” Dediğinde saçındaki elim ile omzuna vurduğumda, göğsüme daha çok bastırdı kafasını. Tişörtün üzerinden göğüs çatalımı öptü. “ Sen ne istersen yavru ceylan, sana ayak uydurmak boynumuzun borcu.” Dediğinde ara sıra çıkan kekoluğu yine boy gösterisi yapmıştı. Yakınırcasına, “Demir ya…” dedim. “ Oldu olacak bir de hatun de adana kekoluğunun hakkını ver!” dediğimde sesim bir nebze yükselmişti. Gülmüştü, derince. Hissettim. “Hatun emreder, biz de yaparız…” diyerek benimle rövanşa girmeye devam etti. Sesim biraz yüksek çıkmıştı. “Öyle olmasın,” dedim ani bir hızla. “ Biz… Ne olduk şimdi demeyelim.” Diyerek konuyu çok farklı yerlere iteledim. Konuşmamız gereken asıl yerlere. “ Mesela… Sen bana mutluluğu yaşadığımız bir günde ansızın benimle çıkar mısın de,” dediğimde kafasını kaldırdığında, gözleri uykudan uyandığını ele veriyordu. Beni bekliyordu. Gözlerim etrafta gezindi. “Ben sana diyeyim ki…” dediğimde gözlerimizi hizalamaya çalıştı. Kafasını kaçırdığım gözlerine doğru çevirmeye devam etti. “Evet, sen bana de…” dediğinde beklentisi vardı, sesinin. Demek için sabırsızlanıyordu, dediklerimi. Gözlerimizi eşitlemeye çalışan adamla oyun oynamaya devam etti gözlerim. Utanmıştım ama yine de benim istediğimi bilmeliydi. “Seninle kaderim, kaderini tamamlasın. İçimizde kalan her şeyi sığdıralım önümüzdeki meçhul yıllara.” Göz göze geldiğimizde kaşları çatıldı; “Neden meçhul?” dedi, sesi kendine gelir gibiydi. “Geleceğinde ben olmayabilirim…” “Varsın, Gül.” “Ya olmazsam ama…” “Olacaksın, biliyorum!” dediğinde sesi keskin bir bıçak darbesi kadar etkiliydi. “ Cihanı alt üst ederim, seni kendimde saklarım.” Dedi ve yüzümde gezindi, gözleri. Kafamı salladım, onu onaylarcasına. İnanmak istiyordum ama. Erkendi bunun için, deneyecektim. Çünkü inanmayı istiyordum ki aşk bana fazla gelmesin. “ O zaman ilk sorum geliyor,” diyerek beni onaylamasını istedim. Dudağını kıvırarak, kafasını salladı. “ Aferin,” diyerek başımı yastıktan kaldırdım. Ve çenesinden öptüm. Başımı tekrar yastığa koyduğumda, tebessümü tatlı bir gülüşe dönmüştü. Üstelik dişlerini göstermişti. Gözleri alışırım der gibiydi. Omuz silkeleyerek, “ Lakabın… Neden Kurt?” Aklıma takılmış en büyük soruydu, bu. Bana onu hatırlatmaması gerekti. Kafamdaki tilkilerin ölmesi gerekti. Kolay bir soruya neden susuyordu? Kaşlarım çatıldığında, “ bir tanıdığım karanlığına ışık tuttuğumu söylemişti zamanında… Yol gösteren misali, işte. O günden beri... Değişmedi bende, hiç.” Diyerek konuştuğunda gözleri gözlerime değmemişti. Kaşlarım havalandı. “ Tanıdık…” diyerek mırıldandım. Alaylı mı kinayeli miydi bilmiyordum ama tebessümünde acı görmüştüm. “ Beni askerliğe iten tanıdık…” Dediğinde sesi git gide içine kaçıyor, ürkekleşiyordu. Canı yanıyordu. Ben böyle hissettiğini düşünüyordum. Belki de annesiydi tanıdık, bu denli can yakan. Uzatmak istemedim. “ Peki… İyi ki öncülük etmiş o tanıdık. Yoksa seninle rastlaşmazdık,” diyerek içimdeki sıkıntıyı soludum. Sorularımı sakin bir şekilde cevaplayarak beni rahata erdirmesi, kalp atışlarıma kolaylık sağlıyordu. İçli soluğunun sıcaklığını hissettiğimde, “ben seni bulurdum,” dedi net bir şekilde. Kafamı yastıkta sola doğru eğdim. “Ya çok uzaklara gitseydim…” “Gelirdim, ”dediğinde biraz daha üzerime eğildi. “Çok uzaklara da gelirdim, Gül.” Sağ eli saç tutamlarıma gitti. Kaşlarım çatıldığında, yutkunarak, “ neden gelmedin o zaman…” diye dile geldiğimde sesim kısılmıştı adeta. Aklıma yeni gelen bir soru vardı. “ Sahi, sen ilk ne zaman etkilendin benden?” Diliyle dudağını ıslattığında, “ geldim, sana.” Diye gergin tavrıyla konuştuğunda, çenesi, ve üzerimdeki bedeni kasılmıştı. Sinirlenmişti. Belki de yalan söylediği içindi. Çünkü o bana gelseydi, o zamanlar yeni bir depresyon paketine hak kazanırdım. “ Nişan… Nişanlanmışsın.” Dediğinde bedenim soğuk soğuk terlemeye başladı. Biliyordu. Ve beni o zamandan beridir bekliyordu, bu adam. “ Bir başkasının tuttuğu ele nasıl benim hakkım diyeyim?” Gözlerim acıyordu. Ben geleceğini bilsem hiç kalkışır mıydım öyle işlere? Titreyen sesim ile “ben…” dedim. “Asker olduğumu ilk sen bil istedim geldim ayağına. Elimde ne zaman sana alsam çöpe attığın o buket vardı,” dediğinde ona zehir ettiğim lise yıllarına rağmen bana gelmişti. Ben onu sevmeye başlarken o zaten bana kapılmıştı. Girmeye çalıştığım her çukurdan tek bir soru sormadan çıkartması da bu yüzden miydi? “ Belki de o buket yüzündendi, farklı bir çiçek alsaydım bu defa… Farklı olurdu.” Diyerek kendini ikna etme çabasındaydı. “ Ve sen, mutluydun Gül. Lise yıllarından eser yoktu.” diyerek tamamladığında susmaya devam ettim. Kışın ortasına benimle dona dona yağmur altında ıslanmıştı, bu adam. Bunu acıdığı için sanmıştım. Sanmak, haddi hesabı olmayan acıyı getirir Gül. Görmek ise acıyı senden alır, demişti bana. O zamanlar annemin acısıyla anlamamıştım, onu. Yutkundum, kalbimi ezen taş ile. “ Ve bil Gül, o gün ilk defa bencildim. Tüm Mardin uyudu, ben ellerime uzak ellerini diledim,” diye devam ettiğinde gözleri git gide yumuşuyordu ancak benim gözlerimde bir sıcaklık vardı. Göz pınarlarıma doğru gitti elleri. Kapandı gözlerim. Elleri okşamadı. Dudakları, önce sol sonra da sağ gözüme değdi. Yanağımı okşadı. Gözlerimi ovaladı. Ağlama diyordu, elleriyle. “İlk âşık olduğum zaman… Yine o kadar güzel süslenmişsin ki…” dediğinde tebessümü geçmişe gidip gelmişti. Zihninde canlanmıştı adeta. “ Üzerinde pembe bir hırka, altında beyaz bir etek. Saçların da salıktı. Kâküllerine dokunuyordun yine…” dediğinde saç tutamlarım ile oynamaya ara vermedi. “ Beni takip mi ettin?” Tebessümünü soldurmadı. “Bunu yapsam, anlardın,” dediğinde benden emin olması gururumu okşamıştı. Dudağımı büzerek, bekledim onu. “Kağan ile okul çıkışları çalıştığımız kafeye geldiniz, ilk orada gördüm seni,” dedi. Şaşırmıştım. “ Sen kafeye gelen her özenle giyinmiş kıza bakıyor muydun?” diyerek yüzümü ekşittim. Düz bir ifadeye büründü. “ Seni anımsadım. Daha önce bir yerde görmüştüm, muhtemelen,” diye konuşmaya başladığında, “ o gün sana bakmamak mümkün değildi. Kafeden içeri girer girmez bana çarpmıştın…” Burnum kırıştırdı. Gözlerim kapandı. “Kızmıştım değil mi?” Güldü, kahkaha sesini gizlemeden. “ Kendini iyi tanıyorsun,” diye kahkahası arasından konuştu. “ Ters ters bakmıştın. Ağzının içinden bir asalak geçmişti ama duymamış gibi davrandım. Ardından da leyla mısın, önüne baksana demiştin, aklımdan tek bir cümle geçti o an, bu kız beni öldürür…” diye tamamladığında, omzuna vurdum. Dudağımı onaylamaz bir şekilde sola kıvırdım. “ Ne deseydim yavrum, bu kız bana hayaller gördürür mü?” Gözlerimi kısarak, “Demir!” dedim. Yanağımı derince öptü. “Bu kız benim kaderim diye de eklemiş, olabilirim,” dediğinde bu cümleyi söylediği kişi Kağan’dı. Aksini iddia ettiği adamda, Huysuz Muharrem olmuştu. Ona, rastlantı demişti yalnızca. “ Neyse artık bu güzellik, benimle.” Ellerim omuzlarına kaydığında, “ Ne dedin?” Omuzlarındaki ellerime geçirdiği, elleri ile sıkıca sardı. Avuç içlerimdeki baskısı ile yastığa değdi, ellerimin tersi. “Bu güzellik, benimle…” Güldüm. Gözlerim kısılmıştı. Aralıksız süren göz temasımız yine de kesilmedi. “Bir sebep bulamıyorum,” dedi kısa sessizliğin ardından. “Anlamadım…” diyerek cevapladım. Dudaklarımı yaladı, nefesi. “Seni öpmemek için,” diyerek fısıldadı. Mağrur bir ifade ile “ biz öpmekten bahsetmiyoruz,” diyerek ellerimi saran ellerine sarıldım daha sıkı. Dudağını kıvırdığında, burnundan saldığı nefesi bedenimi yakmaya yetiyordu. “ Beni istediğin her an öpebilirsin, dert etmem böyle şeyleri,” dedi. Bunu dediğine pişman olacağına emindim. Söz ağızdan bir kez çıkmıştı, artık. Yeri gelirse hakkını da verirdik. Dudağından öperek, bir hızla üzerimden iteledim. Ayağa kalktığımda, “ benim gitmem gerek, geç oldu. Umay kızmasın, ” diyerek üzerime çeki düzen verdiğimde, ağzının içinde dilini döndürdü. Yakta doğrulurken, balkona yöneldiğimde, hiddetle “ oradan gidemezsin!” dediğinde irkildim. Adımlarım balkon kapını aştığında, çömelerek terliklerimi elime aldığımda kapıdan içeriye girerek ayakta şaşkınca dikilen bedenine doğru salladım. Nefesini verdiğinde, rahatlamış gibiydi. “ Görüşürüz, Yüzbaşım” diyerek kapıya yöneldiğimde kapıyı hızla kapatarak beni kendine çevirdiğinde, bir şey söyleme fırsatım olmadan beni kapıya yapıştırdı. Dudakları dudaklarıma değdi. Kelimelerimi ağzıyla yutmuştu. Öpücüğüne inlemeden ve karşılık vermeden önce kısa bir an dondum. Tırnaklarım boynuna geçtiği an, dilini ağzıma itti. Hırladığında, boynundaki ellerim sırtına doğru kaydı. Tişörtünden rahatsız olmuştum. Homurdandığımda, beni anlamış gibi dudaklarımız ayırarak tişörtünü çıkarttığında düzeni silerek, köşeye doğru fırlattı. Yeniden dudaklarıma kavuştuğunda, daha sertti. Dili ağzımın içine yuva yapıyordu. Elleri kalçalarıma yerleştiğinde, beni ani bir hızla zorlanmadan kucağına aldı. Masaya oturttuğunda, üzerindeki her şeyi eliyle yere doğru iteledi. Elleri yüzümü avuçladığında, kısa bir ayrılarak gözlerime baktı. Nefesim düzensiz, aklım bulanmış bir haldeydim. Ve bundan zevk almış gibi parlamıştı göz bebekleri. “ İçimde kalmasın diye…” dediğinde burnumu kırıştırdım. Gülmek için araladığım dudaklarıma eğilerek, öpmeye devam ettiğinde afallasam da ona ayak uydurmaya devam ettim. Tırnaklarımı sırtına batırdığımda, ağzımın içinde boğuklaşmış hırlaması hoşuma gitmişti. Çalan telefonu umursamadan beni hoyratça öpmeye devam ediyordu. Ondan ayrılan ben oldum. Durmak bilmeyen telefon, benimdi çünkü. Ellerim cebime gittiğinde, ekranda yazan Umay yazısı ile ağzımın içinden bir siktir geçmişti. “ Senin yüzünden… Aklımı ne diye karıştırıyorsun?” diyerek masadan indim. Kapı önündeki terliklere doğru yöneldiğimde, kalın ve boğuk sesinin dizginleri hala benden kopamadığının göstergesiydi. “ Etti iki, yavru ceylan. Rövanşını zevkle beklediğimi bilmeni isterim,” dediğinde ona doğru döndüğümde, telefonunu eline almış bana hala şehvetle bakıyordu. Ona öpücük attığımda, burnumu kırıştırdım. Güldü. Telefonuna baktığında kaşları havalandı. Gözleri bana değdiğinde, elime aldığım terliklerim ile sırıttım Beğenmiştim beni benimseyişini. Şans Meleğim; Gülün solmamış. YALANCI HERİF |
0% |