
Bahar yaprak dökmedi.
Kışta yağmadı, kar.
Yaz gelmedi, güneşte parlayan kehribarlarına…
Yanık izleri avuç içlerinde
Kurt’tu.
Yağmurun bile dindiremediği yangında bir başına…
Ve Gül’ün uğruna...
Elindeki deftere kazıdığı yazıları kâğıdı yırtmak istercesine sildi, elindeki siyah silgiyle.
Masal bitmiş ve perde kapanmıştı. Kurt yüzünden… Gül’ün dikenleri körelmiş, solmuştu hemen ardından.
Karanlığında en ufak ışık sızıntısı dahi yoktu. Bir peri masalı gibi geçen yıllardı, geçmişi. İnanmıştı çocuk, bir zamanlar masallardaki prensesin gerçekliğine. Kanmıştı, kalbi. Masum bir çocuk olan prensese. Büyümüş, belki de prensesine gün gün yaklaşmıştı geçmişi. Çok şey sayıklamak istiyordu, erken büyümek zorunda kalan genç çocuk. Sayıklayamadı. Hatıralarıyla denizin kıyısından geriye döndü, her saat başında.
Ve kimse bilmedi, kaç kez o kıyıda ölmeyi yeğlediğini.
Oturduğu bankta, kafasındaki kapüşonunu indirerek, kumral dağınık saçlarına elini geçirdi. Gözlerini kısa bir an kapattı. Denizin sesini dinledi. Bir nebze de olsa vicdanına serinlik serpildi. Hırçın dalgalardı ancak ferahlatıyordu, göğsündeki yüke rağmen. Hayatına dokunabilmiş insanlar gibi hissettiriyordu, karşısındaki berraklık. Saf, temiz… Bembeyaz. Kirden uzak. Ondan uzaktaydılar. Hepsi.
Yutkundu.
Saçındaki elini usulca indirerek, lekelerin belli olmadığı defterine sarıldı. Koca İstanbul’da ona dar gelmeyen tek yerdi, bu kıyılar. Suyun olduğu yerde, Gül çabuk büyür diyerek umut besliyordu. Biliyordu suyun fazlası gülü soldururdu. Onun Gül’ü ne hale gelmişti?
Aklından çıkmayan kız çocuğu içindi… Birisinden birisi hayatına karanlığı katmak zorundaydı. Seçim hakkı kendine tanınmıştı ve cevabı da belliydi. Bir çocuğun gözlerine feda ederdi, kendini. Işıl ışıl parlayan gözleri söndüren olacağını biliyordu. Ancak karanlıkla savaşacak kadar büyük olmadığını da biliyordu. Karanlık… Masallardan uzaklarda… Gerçekti. Güzelleştiremeyeceği yerdi.
Ayağa kalktığında, garip giden durumu fark ettiğinde bir elinde defteri diğer eliyle kapüşonun tekrar kapattı. İlerledi. İlerledi. İlerledi. Onu gizlice izlediğini düşünen adama. Ayakları hemen önünde mıhlandı. Kafasını kaldırarak karışışındaki sarsılmaz görüntünün altındaki enkazı bildiği için ürkmüyordu. Başını kaldırdı. Gözlerini avına odaklanmış bir Kurt misali dikti, adama. Ne var, diyordu kendince. Uzun cümleler kurmayalı ne kadar olmuştu, sayıyordu; İki bin dokuz yüz yirmi gün… Kalbinin yakıldığı günden beri.
Gözlerindeki sertlikten ödün vermeyen adam, “Kurt Sungur…” demişti. O anda gözleri bir ateş çemberine belendi. Kıyımın ucuna adımlamıştı adam. Bile isteye. Çocuğun içindeki öfke lazımdı, onlara.
Defter bükülmüştü. Ellerinin geldiği yumruk yüzündendi. Bir adımda adamla boyları eşitlenmese bile kazanmış olan gençti. Çünkü kısasa kısastı. Yanan yakmalı, solan soldurmalı… İki beden geride kalmış yitik enkazdı. Fark gencin göğsündeki dinmek bilmeyen ateş, enkazına ağır geliyordu.
Biliyorlardı, onu yetiştirenler. Her bir hamlesinden haberi olanlar…
Bir gencin intikam arzusuydu, kıyım getirecek olan;
“Adım, Demir… Demir Karan Kılıç!” Dedi, her bir kelimesi kurşun sıkmadan da öldürmeye ant içmişçesine dile döken insanlardan farksız ve adamın iki kaş arasındaki çizgiye işledi.
Adama ciddi ifadesini silmeden bakmaya devam etti. Niyeti görmek değildi. Öylece baktı, sadece. Ne halt diyecekse demesini, gitmesini ve bu sikik sokuk nefesiyle yalnız kalmayı bekledi. “ Değişmişsin. Görüşmeyeli…” Değişmedi. Büyümüştü sadece. Erkendi. Zorundaydı. Vatan içindi, hepsi. “ Bende hala Kurt’sun, evlat!” dedi, netliğiyle. Ancak beklediği tepki gelmemişti. Kurt, tebessüm etmedi. Gözleri parlamadı. Elleri gevşemedi. Gül’ün Kurt’u dahi olamayacakken, bir yabancıya Kurt olmak… Hissizlik. Dilinde, yüreğinde, bedeninde tabiri aynı olan nadir anlardaydı.
“Huysuz İhtiyar…” dediğinde adamın kıvrılan dudağı onunda unutmadığına işaretti. “ Dönebilir misin, en başa. Aileni gömdüğün yaşa.” Diyebildi. Cana can, kana kan… Kurt’un prensibi, oğlunun felsefesiydi, bu adam öğretmişti. Pişman olmasını bekledi. Gözlerinde en ufak duygu kırıntısı yoktu. En büyük korkusu da buydu. Yakılacak yakacak, yıkılacak yıkacaktı, hissizlikle boğuşacaktı… Koca boşlukla dolan hareleri. Çığ gibi büyüyüp giden hayal kırıklığının ardındaki kıyım… İhanetti, takılıp kaldığı geçmişine. Sözü vardı; bir oğuz olacaktı, bir hiç değil…
Yuttu, onu kansere iteleyecek düşünceleri kemiriyordu bedenini.
Sessizliğini anladığı adam ile aynı hisler beslemek için küçük değil miydi? Ne diye bu yaş almış adamı görüyordu kalbi? “ Vazgeçmemişsin…” diyen adama kafasını sallamakla yetindi. Pes ederse… Böyle bir şey olmayacaktı. Düşünerek zaman kaybetmedi. “ Asker adam, bilmez zaten böyle kelimeleri.” Dedi, Huysuz İhtiyar.
Adam… Hangi adam bir gülü soldururdu? Soldurana da adam denmezdi.
Derin bir nefes almaya çalıştı. Bunu bile doğru düzgün beceremediğini, biliyordu. “Neden dikiliyorsun, karşımda?” diye sadede gelmesini istedi.
Ellerini lacivert takım elbisesinin cebine koyan adam, “sana eşlik etmeye geldim,” dediğinde gözleri yaka cebindeki mendildeki işlemeye kaydı. Kırmızı gül işlemesi, baktığı her yerde yıllarca bunu gördü. Görmek istediği içindi belki de. Unutması mümkün değildi çünkü. Sevmeyi öğreten birini nasıl silerdi, kalp?
Umursamazca yanından sıyrıldı adamın. Buraya gelmesinin altında yatan neden daha farklı bir şey olmalıydı. Kafa buluyordu aklınca. Adımlamaya devam etti, çalıştığı kafeye doğru. Onu takip eden adamı, görmemeye devam etti.
Yarı açık olan cam kapıyı daha da iterek tam anlamıyla açtı. İçeriye girdiğinde, siyah önlüğünü giymiş yine işe erken geldiğini memnuniyetsiz ifadesini gizlemeden gözler önüne seren, hoşlanmadığı o ultra zengin çocuğa çevirdi. O kadar mal varlığına rağmen burada çalışmasını yadırgıyordu, kimi zaman. Diğer zaman dilimlerinden umursamayacak kadar haz etmiyordu çocuktan. Çocuğun da ondan hoşlanmadığını anlamayacak kadar salak değildi. Şimdi bile kendine sövdüğü aşikârdı. Yapacak bir şeyleri yoktu. Başa gelen çekilir diyerek katlanmak zorundaydılar. En azılı düşman da olsan, söz konusu vatansa yürekler bir omuzlar birbirine değerdi… Vatanları bir, omuzları birbirine güvenecekti, zamanla.
İhtiyara omuzunun üzerinden bir bakış attığında, sandalyeye çekip, arkasını diğer masalara ters bir şekilde dönmüştü. Kimseyi görmeyi istemediği belliydi. Ne diye buradaydı? Kurt’un yanında biri daha vardı bu durumu sorgulayan. Kağan, elindeki bez ile kaşları çatık bir halde bir ona bir adam bakıyordu. Göz göze geldiklerinde kaşları daha da çatıldı, ikisinin de.
İçeriye giren iki kız bir erkek ile bakışları kapıya çevrildi. En uç yerde kalan soldaki masaya yönelen gençlere ilerleyen Kağan olmuştu. Kağan siparişleri alırken, içlerinden sarı saçlı olan kız alık alık onu izliyordu. “ Yere bakan yürek yakan playboy bu olsa gerek,” diyen Elisa’ ya bakmadı. Kafasını sola doğru eğerek, kapı ağzına gelen kediye baktı. Kapüşonunu indirerek, tezgâhın arkasına doğru ilerledi, kediye bir şeyler vermek ve eline bir kahve alıp yağmuru dinlemek için.
Kediye hazırladığı kek parçalarını, dışarıya mama kapına koyarak kahvesini almak için yeniden içeriye yöneldi. İhtiyar’ın önüne çayı koyan Elisa’ydı. Onunla bir şeyler konuşuyordu. Muhtemelen önemli bir şeylerdi. Belki de uyarıydı. Elisa’nın dizginleyemediği kuruntuları oldukça sık yaşanmaya başlanmıştı. Bir testten geçeceği belliydi.
Kağan’ın hazırlamaya devam ettiği kahvelerin yanına bir kupa da kendi koydu. Gözlerini kısa bir an kapatan Kağan, dilini ağzının içerisinde çevirdiğinde, içindeki kuyuya atmayı denedi düşüncelerini. Kurt, umursamamaya devam ederek kahvesini kupaya boşalttı. “ Bana bak oğlum, sana kafa göz dalmadan siktir git tezgâhtan,” diyerek dilinde döndürmekten sıkıldığı cümleleri bir bir Kurt’un yüzüne çarptı.
Sinirle “gideceğiz lan, bekle!” dediğinde sert solukları eşti. “ Ne tantana yapıyorsun!” dedi, keskin bir sesle. Avuç içlerindeki taze yanık izlerini umursamadan kaynayan sıcak suyun içinde olduğu cezvenin, dövülen demir gibi sıcak olan kulpunu tuttu.
Kağan’ın bakışları kısa bir an afalladı. Toparladığında, Kurt’un elindeki yanık izlerine gözü ilişti, istemsizce. Garipsedi. Eski izlerin üzerine açtığı yeni izleri. Elindeki bardağa doldurduğu soğuk suyu Kurt’un cezve tuttuğu eline gözünün içine baka baka döktü. “İzi başka bir iz kapatmaz. Hele de o izin sahibi bir başkasıysa.” dediğinde yeniden hazırladığı kahvelere döndü. “ Başka sikik şeyler dene.”
Kurt, yarım ağız geveledi. “ Sağ ol, usta!” dediğinde eline aldığı kupa ile tezgâhın ardından sıyrıldı. Tebessüm etti, ikisi de. Soğuk savaş başlamadan bitiyordu belki de.
Kupayı yanık izi olmayan sol eli ile sıkı sıkı tutarak, kapıya ilerlediğinde ani bir hızla önüne çıkan kızı yakmamak için kolunu açabildiği kadar açtığında, diğer eli kendine çarpan kızın omzuna değdiğinde, omzunda takılı kalmış saç tutamlarına da istemeyerek değmişti. Gözleri kızın omzundaki eline değdin de, pembe hırkasına birkaç damla kahve damlamıştı.
Ani bir hızla geriye çekilen kız, ağzının içinde asalak kelimesini gevelediğinde her zamanki gibi vurdumduymazlığını takınmak istedi. Ancak kız ile göz göze geldiğinde, her şey çok farklı bir konuma yerleşti. Yıllar sonra küllerin arasında yanmış kalbinden bir damar hareketlendi. Göğsüne çektiği nefeste nergis kokusu vardı. Aldığı nefes, gerçekti. Kurt, yaşıyordu. Gül, solmamıştı.
Üzerinde pembe hırkası, beyaz eteği, pembe babetleri… Salık saçlarına rağmen kâküllerini düzenlemeye çalışıyordu. Oydu. Geçmişiydi, bu kız. Gül… Karşısında. Kehribarları sönüktü. Kaşlarını çatmış, üzerindeki kıyafetini kontrol ediyordu.
Kurt, alık alık bakmaya devam ederken yanan elini zerre umursamadı. Başını sonunda kaldıran kıza karşı derin bir nefes daha doldurdu ciğerlerine. Göz göze geldiklerinde; haki yeşiller tanıdık, kehribarlar yabancıydı. Ve bu acı değildi, Kıyım buydu. Kurt’un asıl kıyımı… Yanan kalbi, görülmeyecekti. Unutulacağının bu kadar garip hissettireceğini düşünmemişti. Canının acıdığını hissediyordu, iliklerine kadar.
Yine de yutkunarak, “ özür dilerim, canınızı yaktığım için,” dediğinde oldukça kibar sesine bu manzarayı anlamlandırmaya çalışan Kağan bile, dağdaki ayılardan farksız olan -iş arkadaşına- şaşırmadan edemedi. Nadir tepki verirdi ve bunu Kurt’un kaçırması üzücüydü.
Gözlerini kısan kız, bir damla kahve yüzünden fazla hırçındı. “Leyla mısın, önüne baksana!” dedi sesinin şiddetini yükselterek. Bu ses tonuna verdiği ilk tepki, bu kız beni öldürür eğer cevap vermeye kalkışmaya yeltenirsen, olmuştu. Yine de kaderindeydi, Gül… Düşmüştü yine kaderin ağlarına.
“Tekrar üzgünüm lütfen buyurun,” diyerek kapı arkasına yanaşarak yol açtı, Gül’e. Göz devirerek yanından geçen kızı gözünden kaybolan kadar alık alık izlemeye devam etti.
“Güzel kız…” dedi Kağan. Ve ardındaki duvara yapışması bir oldu. Elindeki boş kupayı da bırakmamıştı. Öylece Kağan’ın yakasına yapışmıştı.
Sıktığı çenesinde seğiren kasları, dişleri arasından tısladı. “O kız benim kaderim!” dedi tane tane üzerine basarak.
Kağan, alayla sırıttı. Karşılık vereceğini düşünmüştü. Ancak bu kadar hızlı bir karşılık beklemediğini söyleyebilirdi. “Kurt’un zaafı…” Dedi, yalnızca. Yakasını sıkı sıkı tutan eller, bir hızla gevşedi. Uzaklaştı Kağan’dan. “ Senin de varmış, bir kusurun.” Dediğinde gözleri yeniden Kağan’ı buldu. Hala öfkenin çevrelediği yeşilleri ateş ile yanarak karışıyordu.
Dişleri arasından, “senin dediğine kusur değil, lütuf deriz biz.” Diyerek Kağan’a hala onu öldürmek için sırada bekleyen bir adam gibi bakıyordu.
“Biz… Siz kim?” dedi, Kağan. Yarım ağız alayla sırıttı. “ Kızda mı sana dâhil, yoksa…” diyerek kısa bir an duraksadı. Anlıyordu, şimdi. Cüzdanında görmüştü. Resimde, iki çocuk vardı; birbirine tebessüm eden… “Bu kız o değil mi?” diyerek sorgularcasına bakış attı. Bu çocuk bu kadar çok konuşmayı nereden öğrendi, diye sabırla sorgulamaya başladı Kurt. Hala konuşmadı. İnkâr edecek değildi. Gül, onun kalbine her daim dâhildi çünkü. “ Sen bile kalp koyduysan bir yola, bizim de bir yolumuz olur desene.” Sen bile… Hak etmediğini yüzüne vuran insanlar haklı çıkıyordu, günleri aktıkça. Hakkı olması gereken hiçbir şey yoktu, yanı başında. Bu savaşa yenik başlamış biri kazanabilir miydi?
Kağan’a baktı yeniden. Son demlerindeydi. Yine de aynı oda içerisinde bulunduğu çocukla sınırını korumaya çaba sarf etmeye çalıştı. “ Sevmek senin neyine,” diyerek içeriye adımladı, Kağan. Kime dediği aşikâr olduğu son cümlesini ikisi de üstüne alınmıştı. Sevmek onların neyineydi? İşte asıl kusur buydu. Kalbi yananların sevgisi kusurdu.
Kurt, Kağan’ın ardından yeniden içeriye adımladığında gözleri ona kaydı. Kayıtsız bir ifadeye bürünmüş, hararetle yanında kurulmuş genç çocuğa bir şeyler anlatıyordu. Kendinden başkasına derdini mi döküyordu? Orada olması gerekenin kendisi olduğunu düşündü. Bencildi, belki de. Söz konusu Gül’dü çünkü. Kalbindeki yanık izlerine rağmen duygudan mahrum olmadığını hatırlatan genç kıza sitem ediyordu, habersizce. Kafasını sağa sola sallayarak, içindeki yenemediği heyecan kırıntıları ile tezgâh arkasına ilerledi.
“Tek bir kelime… Belanı sikerim!” dediğinde tamamlamadığı cümlesine rağmen yanı başındaki Kağan, onu anlamıştı bile.
Sırıttı. Gözleri o masaya değdiğinde, kendini izleyen kızdan çekinerek, bakışlarını Kurt’a çevirdi. Hala odağı o kızdı. Öksürerek, “o zaman bir ay, saat altı da burada olacaksın.” Dedi. Kafasını salladı, Kurt. İtiraz dahi etmedi. Şaşkınlığını saklamadı, havalanan kaşları ile bu kız kim ki, kafayı yemiş gibiydi bu çocuk, dedi içinden içinden. Ona neydi? Herkesin hayatı kendine dertti, zaten. “Al bunu masaya götür,” diyerek ağzının içinde geveledi. Tezgâhın üzerindeki fincanı ona doğru iteledi. “ Şekerli.” Dediğinde Kurt yan yan baktı. Bunu neden dediğini anlamıştı, zihnine kazısın bir anı daha, diyeydi. Sebepsizce yardım eli uzatmıştı, genç ona. Elbet karşılığı günün birinde olacaktı.
Tezgâhtaki fincanı aldı, soldaki masaya doğru sersem adımlar attı. Kendinde değildi, biliyordu. Kafası allak bullak olmuştu, yüzünü gördüğü an. Yaklaştıkça burnuna doğru yayılan nergis kokusu dahi değişmemişti. Yağmurların ardından açan nergisler… Umuttu. Belki de kâbusundan uyanmak için bir işaretti.
Masaya koyduğu fincanın ardından yeniden göz göze geldiler. Kaşları çatıktı, geçmişteki kadar güler yüzlü değildi. Ama… Dudağının hemen üzerindeki minik beni… O hala Gül’dü Kurt’ta. Geri çekildi, masadan. Gözlerinde koca boşluk olan Kurt değil, Gül olmuştu. Ona babama benzeme diyen kız çocuğu tıp ki babası gibi hissiz bakmıştı ona. Sönmüş kalbi yanardağ gibi hareketlenmişti Böyle olmalıydı. Doğru olan buydu. Yine de gözlerindeki yansımada kambur kalmıştı. Bir kez daha yutkunmak zorundaydı, Kurt. Başka hiçbir şey yapamazdı. Geriye bir adım attı. “Bir isteğiniz var mı,” diyerek def olup gitmek istedi belki de kapı ardından gözlerindeki buğuyu temizlemek. Çünkü Gül’ün gözündeki hissizliğin alevi, ruhunu ateşe vermişti.
Genç kız, “ eğer zahmet olmazsa, doğru taşımayı da becerirseniz su alabiliriz!” diyerek kapı ağzındaki karşılaşmalarına ima yapmaktan çekinmemişti.
Kurt, hançer gibi keskin gözlerden kaçmayı beceremedi. Ondaydı, yeniden. “Tekrar özür dilerim,” dedi mahcup bir sesle. Canı yandığında canı yanardı, bu değişmeyecekti birbirilerinden uzakta olsalar.
Gül, kalbindeki külleri ayakları altında ezmeye çalışıyordu, farkında olmadan. “Eğer seremoninizi bitirdiyseniz acele eder misiniz, sabaha kadar sizi dinlemek gibi bir niyette değiliz.” Karşısındaki gence kaşları çatık, burnundan soluyan bir ifade ile bakmaya devam ediyordu.
Sakinlikle karşıladı, tozlu geçmişini. Kafasını sallayarak, sırtını Gül’e döndü. İlk dönüşü değildi ancak ilk kırılışıydı genç kıza. Bunu bilmeyecekti. Hiçbir şeyi bilmeyeceği gibi. Onlara layık görülen sırlardı. Sırlarda aşılaması zor duvarlar örer, dört duvara mahkûm ederdi insanı. O duvarlar arasında çürürdü, beden. Kimsesizliğe yanarak.
Tezgâha geldiğinde ellerini yumruk yaptı. Dizginledi bedenini. Kapattı gözlerini. Unutmak istedi, Gül gibi. Sevgiyi öğrendiğin birinden aynı zamanda hissizliği öğrenmek… Her zerresi buna şahit olmak istemiyordu. Çünkü ona boyun eğerdi, her zamanki gibi. Akan suları dahi durdurmak isterdi, o kendine ışıldayan gözlerini sunduğunda. Böyle öğretmişi, Gül. Sev beni, unutma demişti. Öyle de yaptı. Eli boynundaki kolyeyi yokladı. Yüzük boynundaydı… Hep sevdi, unutmadı bir saniye bile.
Dolaptan bir su şişesi alarak, derin bir nefes çekti içine. Kağan’a kaydı bakışları. Huysuz İhtiyar’ın yanına kurulmuş derin bir muhabbet içindeydi. Kafasını sallayarak, doğruldu. Geldiği masaya yeniden döndü. Suyu masaya bıraktığında, “ kulağınızdaki…” dedi ince bir ses. Kurt, bakışlarını kendine hitap eden kıza çevirdi. “Küpede desen, var mı?” Demişti kızıl saçları sıkı topuz olan kız.
“Hayır!” dedi, yalnızca. Bir adım geriye gitti. Gül’ün rahatsız olduğunu anlayarak. Oysa rahatsız olduğu için değildi, yalan söylediği içindi memnuniyetsizliği. Açık bir şekilde desen vardı, küpesinde. “Kabalığın yanında yalancılık… İstanbul beyefendisi gibi görünen, keko” diye mırıldanan Gül’ü duymuştu.
Dudağının köşesi belli belirsiz kıvrıldı. Bir iltifat almıştı, öyle ya da böyle. “Duydum,” dedi sessizce. Gül’ün afallamış bakışları ona değdiğinde, gözlerini kenetledi. “ Bir gül deseni,” dediğinde kafasını soruyu soran kıza çevirdi. “ ama silik.”
Tiz bir ses girdi araya;
“Bu gülün solmadığını işaret.” Diye konuştuğunda gözleri kısılmıştı bariz bir şekilde üstünlük kurması çabası vardı kısılan gözlerde. “Görüyorsan eğer silik değil.”
Kurt, Gül’e doğru döndüğünde “ben görüyorum, bir başkası değil.”
“Bir başkasının görmesi ne anlam ifade eder ki, zaten?” demişti Gül. Bir başkası değildi. Gül’dü. Görmesi gereken kişi. Ölüler konuşamaz, Kurt. Görülmez, hissedilmez ve unutulurdu, Kurt. Sus, kamburunu gizle tabutunun şeklini bozma, Kurt. Zihninden dönen sadece bu oldu. Başa sardı, tekrar tekrar. Kendi içinde yarattığı şeytana teslimdi.
Sert soluğu göğsünü gerdi. Kafasını haklısın dercesine salladığında, dudakları düz bir çizgi haline bürünmüştü. Ve ardında döndü, geride bıraktığıyla. Derin bir acıya karışan kırgınlığını kül olmuş kalbi kabul etmedi. En kötüsü de buydu ya. Savaşı veren artık zihni olacaktı. Aklı ile kalbinin oturduğu masası bile yoktu, onun. Ölüyken yaşamak… Savuruyordu, insanı. Şimdilerde olduğu gibi. Ruhu yanmış, bedeni gömülüydü toprak altında.
Adımları hala sendeliyordu. Yine de ayaktaydı, işte. Yaslandığı tezgâha avuç içlerini koyduğunda, soğukluk elindeki izleri hissetmesini sağladı. Acıyordu. Yalnızca eli değildi, acıyan noktası. Neresi acıyordu bilmiyordu ancak nefesini kesecek kadar derin bir acısı vardı.
Nefes al, Kurt. Nefes al, Kurt. Nefes al, Kurt. “ Bunu yapma!” dedi, ardında ne zamandır beri belirdiği belli olmayan, Kağan. “Sık nefesler güçsüzlüğü beraberinde getirir.” Diyerek tezgâhın diğer uç köşesine de Kağan yaslandı. Kollarını göğsünde birbirine doladı. Kurt’u baştan aşağı süzdü. Bu halde dışarıda görseydi tek bir şey düşünürdü; intihara meyilli tip. Parmak boğumları kızarık, saçları dağınık, sol yanağındaki morluk, gözlerindeki şişlik, kulağındaki küpesinden gelen kan… Ardındaki masada parçaları duran gitar… Pes etmiş bir bedenden kalan son izlerdi. Tanıdığı günden beri hiçbir yaşam belirtisi vermeyen bu çocuk, ilk kez gözleri önünde farklı bir tepki vermişti, belli belirsiz yüzüne tebessüm döşenmişti. Dikkatinin dağıldığına canlı kanlı şahit olmuştu. Onu yalnız bırakma, demişti İhtiyar. Aynı ortamda yüzünü dahi görmeden kızın Kurt’u ne hale getireceğini biliyordu. Kimdi bu, Kurt’un mu hayatındaydı yoksa Demir’in mi? Onun bile aklını karıştırıyordu, yanındaki bedenin geçmişi. Bu genç çocuktan hoşlanmasa da bununla nasıl başa çıktığını merak etmiyor değildi. Çok şey merak etmezdi ancak konu şafak çemberinin ortasında kalan gencin yarasını bir de kendisi deşmesin diye.
“Senden hiç haz etmiyorum, ilk gördüğüm andan beri.” Diye devam etti, sessiz kalana karşı. Kurt, gözlerini döşenmiş mermer zeminden çekmedi. Başı eğik değilken gözleri yenikti. Kamburu çıkmasın diye göğsüne batırdı, ucu bilenmiş bıçakları. “ Yine de derdin olursa sorgusuz dinlemeyi beceren tiplerdenim.” Diyerek dilinde dönen kelimeleri çıkardığında üzerinden kalkması gereken yük daha da binmişti omuzlarına. Çünkü katır inadı vardı onun, anlatmazdı içine yayılan kanserin ön ayağı olan dertlerini. Kendisi hakkında her boku bilen Kurt vardı karşısında. Kağan’ın Kurt hakkında bildiği tek şey; Ateşi sevmeyen Kurt yanmıştı bir yangında. Demir yanmazdı, yangında. Karşısında nefes almaya çalışıyordu, Demir olarak yetişen çocuk.
“ Sahi oğlum bak şimdi aklıma geldi. Ben seni tanımıyorum.” Dediğinde konu dışında gezinmenin en iyisi olacağını düşündü. Ta ki kendine değen haki yeşil gözleri görene dek… Ne var dercesine kafasını salladığını yüzünü buruşturdu. Kafasını sabır dilercesine sağa sola salladı, Kurt. “ Oğlum dik dur, çaktırma, buraya geliyorlar!” diye tamamladığı anda, ardına bir bakış atan Kurt’a “ne halin varsa gör lan,” diye kısık sesle tısladı.
Kurt, burnundan soluduğunda “ sikik sikik düşünüp belanı bende arama,” dediğinde ardında beliren ergenliğe yeni girdiğinin belirtisi olan çatallı erkek sesine karşı halen sessiz olması da göz yaşartıcıydı, kendi açısından.
Tezgâhtan aldığı desteği keserek, kasaya doğru döndü. Kısa bir bakış attığı bedenlerde yine göz göze geldiği kız… Tuhaftı. Elleri kâküllerini düzenliyordu. Ardından boynuna değiyordu. Bir şeyleri gizlemeye çalışıyordu. Böyle bir huyu yoktu, Gül’ün. Aradan çok zaman geçmişti yeni huylar kazanmışta olabilirdi. Ancak hisler yanıltmazdı. Zihninde netti tavırları, bir şeyler saklıyordu. Etrafındaki insanlardan.
“Üç Türk kahvesi, iki yüz kırk..” dediğinde ona değen gözlerde bariz şaşkınlık belirdi.
“Dört, olacaktı. Artı bir de su olması gerek” dedi, saçları küt kesim olan kız.
Kurt, Gül’e bakarak “ sizi yaktım,” dedi.
“Evet, beni yaktınız.” Diye bir cevap beklememişti. Kehribarlarda, üstünlük göstergesi belirgindi. O hissizlik kaybolduğu için tebessüm etmek istedi.
Dilini kuruyan dudağında gezdirdiğinde burnunun üzerini kaşıdı. Gülüşünü sakladı. “ Bu nedenle, hatamızı telafi etmek istedik. Su ise isteyen her müşteriye ikramımız.” Dediğinde Gül’ün itiraz etmesine fırsat vermedi yanındakiler.
Ağzı açık bir halde Kurt’u izledi, Gül. Belli bir şekilde kendisine kur yapan genci bir tek o mu görmüştü? Yüzünü gözlerini kısarak incelediğinde, Kurt bilerek ona bakmadı. Bakarsa belki görürdü. Anımsardı, onu. Yüzü tanınmayacak çok izler ile kaplı değildi, umarım. Eğer onu göreceğini bilseydi, özenirdi kendisine. Bir anlamı olurdu, yanık kokan cesedinin.
Ancak… Hiçbir şey beklediği gibi olmuyordu. Unutmamalıydı.
Gül, yakışıklı bulduğu Kurt’un izlerinden, belalı bir tip olduğunu kazımaktan öteye gidememişti. Bir de yakasında asılı isimliği…
Demir Karan, yazıyordu.
Birisi geçmişine bakıyordu, birisi geleceğine…
*
Evden koşarak çıktığım o an. Heyecanım, neşem doludizgindi. Taşmıştı, göğsümden soluklarım. Aşktandı, kalbimin dengesizliği... Ta ki o ana kadar. Demir’e hakkımdaki en önemli bilgiyi vermeyi unuttuğumu fark ederek yeniden evine doğru bir u dönüşü yapmıştım. Evin arkasından dolanarak, kestirme olacağını düşünmüştüm. Ancak… Hiçbir duygu tam kazınmayı beceremiyordu, kalbime.
Görmüştüm onu... Hayır, artık onları. Uzaktan. Bana ansızın gelen bir baba. Hayatıma ansızın giren adam… Karşı karşıya gelecek şekilde kaldırıma yerleşmişlerdi. Sığındım ardımdaki duvara. Küçülmüş gibi hissediyordum.
“Bordo bere sürünmez yerde. “Timini hazırla. Yıllarınız sona erdi. Nefesini bağışlayacaksın, bu vatana” Babamın sözlerini işitsem de bir anlam veremiyordum. Duvarın ardından Halit Alkan’ın sesi duvarı matkap ile deler gibi yankılanıyordu. O konuştukça duvarın tozlarının üzerime serpiştiğini hissettim.
Ellerim nedensizce terliyordu. Demir konuşmaya başladığında, nefesimi tuttum. Beni hissetmesin, ne olduğunu bir su gibi akıtsın istedim. “ Biz her daim hazırız, endişeniz olmasın.” Diye başladığı cümleye sert bir sesle taş koymuştu. “ Bu uğurda bir nefes, bin nefese veda. Endişeniz olmasın. Şah, benimle…” dedi, hırsının büründüğü keskin sesini kurşun dahi delemezdi. Biliyorum. Hırs, tüm duyguların kralıydı. Silik görünmesine yeterdi, başka hislerin. Aşkın bile…
Kal kesilen vücudum, içime kaçan nefesim… Hissetmiyordum. Avuç içlerimdeki acıyı dahi hissetmiyordum. Kalp sızım ağır basıyordu çünkü. Eline pamuk şeker verilmiş kız çocuğuydum, her zaman. Avutulduğumu sanar, bir hiç uğruna kuyuya atılırdım.
Çocukken oynanan körebe oyunları gibi.
Yerini biliyorsun, sesini kessin diye aramaya devam ediyorsun. Çünkü sevmiyorsun, o bedeni. Katlanamıyorsun, kanından olan et parçasına. Kalbin biraz merhamete ediyor o ara, bir salçalı ekmek tutuşturuyorsun eline, sesini kesiyor minik beden. Sevildiği, değer gördüğü için o ekmek parçasına sahip olduğunu sanacak kadar aptal bir zihne sahipti, küçükken. Böyle yürümüyordu. Zaman geçiyor, devran dönüyordu. Başa. En başa. Annenin acılı doğum sancısına kadar. Doğmamak için yalvarıyordu. İstemiyordu, günahtan çembere tıkılmak.
Ağlamayacaktım, elime tutuşturdukları pamuk şekerim damlayan gözyaşlarım ile biterdi yoksa. İki koca bedene baktığımda, benim ezilmemem mümkün değildi ki zaten. Yutkunarak geldiğim yere tekrar dönmem gerektiğini anladım. Tüm duygularım avuç içlerimde kalmıştı. Benim avuç içlerimde lekeliydi. Duygularım kirlenirdi, orada.
Yürüdüm. Kendimi nerede bulacağımı bilmeden.
Yalancıydı, o. Yalandı, o. Benim duygularım niye yalan olmayı beceremiyordu?
Bir duvar köşesine sindim. Dizginlemem gereken hıçkırıklarım vardı. Avuç içimi duvara sürttüğümde, acıyı hissetmedim. Her zamanki gibi. Benim kalbim bir tek ona acırdı. Kanayana kadar devam ettim. Kanaması gerekti, yaram kabuk bağlamalıydı. Kimse görmesin diye. Birikmemeliydi, gözlerimde acının kırmızıya çalan taneleri. Nefes aldım, derin ve sık. Yutkunmaya çalışmaya devam ettim. Boğazımdaki taş göğsüme inmeliydi ki içimdeki enkaza adım atmayı becerebileyim.
Midemdeki ağrılar arttığında, ellerimi karnıma sardım. Başımı duvara yasladığımda, gözlerimi kapattım. Kâbus olsun, yine de razı gelirdim. Bana babam gibi hiçbir his beslemeden yaklaşmasındansa en kötü kâbuslara uyanmaya da razı gelirdim ki ben. Kanıyordu. Ellerim… Kalbime saplanan bıçak. Deşilmişti, acıyan bedenim. Yarayı deşen neden hep en sevdiğin olurdu? Delik deşik bedenin gözler önünde iken bile sıkı sıkı sarıyordun, sevdiklerini. Eserlerini en ufak kırılmada hissetmene rağmen.
Yapmayacağım. Ben küçük kız çocuğu değildim, artık. Dik durmayı biliyordum. Yaralarımı gelişigüzel de olsa sarmayı da öğrenmiştim. Okyanusa girerek, intihara sürüklemeyecektim kendimi. Kanayan ellerimi umursamadan, ellerimin tersi ile gözyaşlarımı sildim. Ayağa kalkarak, derin bir nefes daha çektim sıkışan göğüs kafesime.
Tekrar eve adımladım. Binaya girdiğimde, cebimdeki anahtarlar ile kapıyı açmaya çalıştım. Yine tekte becerememiştim. İyiydim, ben. Her zaman oluyordu bu zaten. Ağlanacak bir durum yoktu. Nefes alırsam geçecekti. Üçüncü zorlayışta açtığımda, kapıyı kapattım. Evde kimse yoktu ki geldin mi, diyerek anlamsız bir cümle işitmemiştim. Çöktüm kapının ardında. Dizlerimi karnıma çektim. Kimse sesimi duyar diye ağzımı kapatmadım. Hıçkırarak ağladım. Gözyaşlarımın ılıklığı şakağıma değdi, aştı. Saatlerce ağladım. Başıma giren ağrıyı, dinmeyen mide kasılmalarımı umursamadım.
Sanırım ben düşüyordum. Ve bu defa kalkamayacağımı biliyordum. Çünkü yorgundum.
Hıçkırıklarım sessiz gözyaşına döndü. Elimi kalbimin üzerine koyarak yavaş yavaş vurdum. Kaçmam gerekti, buradan. Hızla ayağa kalktığımda, gözlerimin kararması, başımın dönmesi ile tutunacak yer aradım. Yoktu, öyle bir yer bana hep uzaklardaydı. Tekrar yere yığıldım, titreyen bacaklarımın güçsüzlüğüyle.
Başımı kaldırıp nefes almayı denedim. Kaçmam gerekti, kendimden. Tekrar dene, Gül. Git ondan. Kaç kalbinden. Öldür zihnini kemiren kurtçuğu.
Ellerim ile parkeden destek alarak doğruldum. Ayağa kalktığımda, adım atmadan baş dönmemin geçmesini bekledim. Geçerdi, bu hep olurdu. Olacaktı da. Acımı görmemeye alışkındım. Böyle de devam etmek zorundaydı.
Odama doğru giderken, gözyaşlarımı sildim. Burnumu çekerek, elim ile burnuma dokundum refleksle. Odamın kapısını açtığımda, açık kalan kapıyı geçerek dolabımı açtım. İçinden toprak rengi v yaka elbisemi alarak, kapattım. Üzerimdekileri çıkartarak rastgele yatağıma fırlattığımda, dağınıklığı aklıma gelen ismin aksine ben umursamıyordum. Üzerime geçirdiğim elbise, dizlerimin biraz daha üzerinde bitiyordu. Banyoya ilerleyerek, ellerimi ve yüzümü yıkadım. Tekrar odaya gelerek, ayna karşısına geçtim. Oyunsa oyundu. Salağa yatmak huyumdu. Kuralları çiğnemeden kazanmayı da öğreniyordum, mesleğim sayesinde. Ancak yine de Demir denen yalancı herif huzursuz olmadan rahata ermiş bir şekilde uyumayacaktım bugün. Ben adalet isteyerek büyüyen bir kızdım. Hep de öyle bir kız olacaktım.
Elime aldığım fırçayla göz makyajımı yapmaya başladım. Kahve tonlarında bir far sürdüğümde, tenime çok bir şey değdirmek niyetinde değildim. Bir kapatıcı işimi görürdü. Gözüme çarpan allığa hayır diyemezdim. Ben allık kadınıydım. Keskin bir bitişle allığı da sürdüğümde, dudağıma da açık tonda bir ruj sürerek yağmurlu havaya ayak uydurmuştum.
Ayağa kalktığımda, az önceki enkazım derinlerde kalmıştı. Kapıya doğru adım atacağım sırada yeniden midemde ağrı belirdi. Bana hatırlattı, enkazımı asla gizleyemeyeceğimi. Ellerim ile yüzümü ovaladım. Saçlarımı geriye iteledim. Adım attım. Askıdaki krem rengi kabanımı alarak kapıya yöneldim. Ayakkabı dolabını açarak, krem rengi stillettomu alarak, kapının yuvasındaki anahtarı aldım. Evin kapısını açtım.
Ayağıma giydiğim ayakkabılarımın ardından evin kapısını kapattım. Adımladıkça çıkan tok topuk sesleri yenilmediğimi hala ayaklarımın üzerinde duracak kadar dik olduğumu bana hatırlatıyordu. Merdivenleri aşarak, nasıl girdiğimi bilmediğim binadan bilincim açık bir şekilde çıkmıştım.
Kolumdaki çantama sıkı sıkı sarıldım. Yürümeye devam ettim. Arabama geldiğimde, kapıyı açarak oturdum. Emniyet kemerimi taktığımda, nefes alarak arabayı çalıştırdım. Arabanın çalışması ile müziğin açılması bir olmuştu.
Bir yol görünse uzaklarda
Işıklar altında son bulan
Melekler alsa beni götürse
Karanlığa teslim olmadan…
Direksiyonu sıkı sıkı tutarken şarkı devam ediyordu. Kapatmak için yeltenmek yerine kırmızı ışığa gelmeyi bekledim.
İşkence gördü asfaltlar, çatlaklarına kan doldu
Yıkıntılar arasında kaç çocuğun hayalleri kayboldu?
İnsan neden kendini unuttu neden kendinden oldu?
Hangi yolda kaç kişi bir hiç uğruna canından oldu?
Hep yalan söylenmiş hep yalan…
Kırmızı ışıkta durduğum an müziği kapatmıştım. Işıkları aştığımda sola kırarak adliyeye gitmekten vazgeçmiştim. Arabayı Bekir denen adamın çiftliğinde durdurduğumda, ilerideki kalabalığı izledim. Kül olmuş yerde bu kadar kalabalık kafa karıştırıcıydı. Elim emniyet kemerime gittiğinde telefonum eş zamanlı çalmıştı. Arabanın ekranına yansıyan numara ile derin bir soluk aldım. Arayan o değildi. O olsaydı… O değildi işte, Gül.
Elime aldım yan koltuğun üzerindeki telefonu. Kulağıma götürerek, arabanın frenini çektim. “ Yine ne olacak bana, ölecek miyim yoksa?” Dedim sesimin ayarını tutturamadan.
Kesik bir nefes sesi kulağımı doldurdu. Üzülmüş müydü? Yoksa benim öleceğim düşüncesi miydi onu heyecanlandıran? “ Manyak manyak konuşma.” Dedi tuhaf tınısıyla. “ Ölmek… Hangi kadına yakıştı ki sana yakışsın?” Dediğinde kafamı aşağı yukarı salladım. Bugün centilmen olası gelmişti herhalde. Sustum. Sustu. Beni susmak için mi aramıştı, bu adam?
Nedendi bilmiyorum ama şu saniyelerde kaşlarını çattığını hissediyordum. “Neredesin, sen?”
Yalandan kim ölmüştü, diyerek salladım bir yer. “Adliyede.” İnanmazsa da yalan borcum yoktu.
“Yalanı öğrenmişsin.” Dediğinde tüm sinirim boşalmışçasına kahkahayı bastım. Kahkaha atarken gözlerimden yaşlar akıyordu. Benim gülmem son bulana kadar bekledi, telefon ardında. O sırada ileride gözüme ilişen biri oldu. Çiftliğin en berisinde, bir eli cebinde bir eli telefonda bu tarafa bakan şapkalı simsiyah takım elbiseli orta yaşlarda olduğunu düşündüğüm bir adam… Diğerlerinden bağımsızdı.
Bu o olabilir miydi?
Kemerimi hızla çözerek, arabanın kapısını açtığımda, aşağı indim. Ayağımdakiler ile otların arasında sabit kalmak zordu. Ancak arabaya tutunarak, elimdeki telefonu daha sıkı tuttum. “ Sen…” dedim.
Buraya bakan adam benim onu izlediğimi görüyordu değil mi? Hiçbir yere kımıldamadan öylece buraya bakmaya devam ediyordu. “Yalan söyleme, kimseye. Yakarsın kalbini.” Dedi bilmişlikle.
İçime kaçan sesim ile ona bakmaya devam ettim. “Ben, öğrendim. Ama.” Dedim.
Öfke vardı, sesinde. Ancak bana değildi. “Yanıldın, Sayın Savcım. Öğrendiğini sandın. Hepimiz gibi yanıldın.” Dediğinde kafam allak bullak bir halde onun ile konuşmak ayrı bir eziyet oluyormuş. Cümlelerini anlamak için özel mesai harcamam gerekti.
Sert bir çıkış yaptım. “Beni tanıdığını sanıyorsun,” diyerek kâküllerimi düzenledim. Yüzümü buruşturdum. Hala ilerideki adama bakıyordum. Şapkasından konuşup konuşmadığını da anlayamıyordum.
“Yol kat ettim desene, sanıyorsun bir kabulleniş oldu.” Dediğinde kısık bir kahkaha sesi yeniden kulağımı doldurdu. “
Kaşlarım çatıldı. “ Sen kimsin ki kabulleneceğim seni? Dost musun düşman mısın belli değil, sana bel mi bağlayacağımı düşünüyorsun? Herkes aynı, Şah için peşimde köle olmuşsunuz. Size ayak uydurmayacağım, ölecek olsam bile. Ben kendi bildiğimi okuyacağım. Sizin gibi yalan dolanlar da beni sadece izleyebileceksiniz.” Dediğimde tüm öfkemi tanımadığım bir adama kusmam tuhaf kaçmıştı. Beni geri çevirmedi. Haklıydım. Bu adamın bile benden istediği Şah olacak kimliğimdi. Yabancı olmasına rağmen bu durum bile gözlerimden yaş akıtmama neden oluyordu.
Uzağımdaki adam bir adım daha önündeki çitlere yaklaşmıştı. Yanmaktan kararmış olan çitlere doğru başını eğdi. “Sen…” Dediğinde bira daha kısıldı sese tonu. “ Birisini hatırlattın bana. Ona seni sorduğumda, Şah benim demişti. O, öl der ölürüm nefes al der alırım yine de vermem ellere dediğinde bu deli ne sayıklıyor demiştim.” Diyerek kafamdaki her şeyi daha da karıştırdı. “ Seninle iki gün takılması yetmiş demek ki. Eskiden olduğu gibi. Yine bağlamışsın kendine,” Sert bir nefes alarak ne dediğini tartmaya çalışıyordum. Benim hiçbir halt bildiğim yoktu. Ne diyordu bu adam yine? Ara sıra arıyor ondan da geride cevapsız soruları ile öylece terk ediyordu, beni. “ Delisin. Anladığım… O da sana deliymiş.”
Ona doğru bir adım attım. Tanıdığımı düşünmüyordum. Ancak o beni tanıyordu. Hakkımda oldukça iyi araştırma yapmış olması beni tedirgin etmek yerine kafamda soru işaretlerine neden oluyordu. “Kimsin sen, o kim? Geçmişim… Ne biliyorsun hakkımda?”
Yutkunduğunu duydum. Zor olmuştu ancak başarmıştı, adam. “Öylesine, gelip geçecek biriyim.” Bir adım daha attım ona. “ Bu yeter. Üç adım. Fazlası yasak.” Dediğinde bana emir verir gibi konuşmasına karşı ayağımı kaldırdığımda, “ mayın tarlası, yanarsın yakarsın.” Dediğinde sesindeki ciddiyet tüylerimi ürpertti. Adımım havada asılı kaldı. Bahsettiği adım atacağım yer değildi. Çizeceğim yolumdu. Yanmak, diyorlardı ancak hiçbir halt görmüyorlardı. Yanmadığımı kim söylüyordu? Ateş olmayan yerde yangın başlamaz mıydı? Asıl en büyük yangınlar dumanın çıkmadığı yerlerdi. Bilmiyorlardı. Bir bedeni tek bir dokunuşla ceset yapardı, dumanı çıkmayan ateşler. Bilmiyorlardı cesetlerinde bazen kokmadığını, bu yüzden görmüyorlardı yangımı. “ Hadi… Git buradan.” Dediğinde sesi oldukça sakindi. Beni yangının ortasına itmiş ve öylece sessizce gideceğimi mi düşünüyordu?
Bir adım daha attım ona. Bir adım geriye gitti, aramızda mesafelerin hat safhada olduğu adam. “ Gitmeyeceğim. Hem belki tanışırız.” Dediğimde birkaç adım daha attığımda ardımda beliren gölgeler vardı.
Ardıma döndüğümde, iki iri beden vardı. Yüzünde maskeleri ile bana ifadesiz gözlerini sunuyorlardı. Sırtımı döndüğüm adam, “Seni kibar bir şekilde kovmamı ister misin?” diye konuştuğunda önümdeki adamlarda gezindi gözlerim.
“Hani ölüm sendin.” Diyerek karşımdaki adamlara sırtımı döndüm. “ Beni başkalarına mı teslim ediyorsun? Ödleğin tekiymişsin sende.” Diye konuştuğuma telefondaki adam olduğunu düşündüm uzaktaki yabancı, cebindeki elini çıkardı. Ve muhtemelen sakalını kaşımıştı. Ardımdaki adamlardan uzun ve daha iri bir bedeni vardı. Yine de korkaktı.
“Kurşuna kafa tutarım, siper olurum bomba yüklü konvoya.” Dedi ve yuttu bir şeyleri. “Ancak… Mevzu bahis, bir Gül…” diye dile geldiğinde kaşlarım çatıldı. “ Düşman… Hele de bir Türk askerini kendime düşman yaparak işlerimi sekteye uğratamam.” Kaşlarım daha da çatıldı. “ Çelik bilek ile yenileceğimi bilsem de karşı karşıya gelmeyi göze alırım,” dedi ve duraksadı. Elleri sakallarından indi. “Söz konusu sensen Sayın Savcım…” diyerek devam ettiğinde sesi keskinleşmişti. “ Bu cihanda Kurt’a ben bile kafa tutamam,” dediğinde telefonu sıkan ellerim gevşemişti. Çelik bilek de Kurt’ta, o yalancı herifti. “ Bilmem anlatabiliyor muyum, Savcı Hanım?” dedi yeniden sessizliğini bozdu.
Aklıma gelmişti. Ona bir telefon sapığından bahsetmiştim. Ölüm’ü bulmuştu belki de. Bunu ona soramazdım. Çünkü yine yalan söylerdi. Bir yalan, beraberinde birçok kıyımı getirirdi. Deler geçerdi, kalbi. Delik deşik kalbim yeni bir izle yüz göz olabilir miydi? Alışırdı, yalnızca. Bir soluk sesinin ardından,“ unutma. Kalp izleri tesadüfen eş olmaz,” diyerek felsefi bakış açısını yersizce bana aktardı. Burnumu kırıştırdım.
Kimdin sen? Ne yaşıyordun, kalbinde? Bir savaşın ortasında kaldığı belliydi. İyi olan mıydın, kötü olan mıydın? Kimdin?
Başını biraz daha kaldırdı. Yüzünü yine de seçemiyordum. Karanlıktı, ölüm kadar. “Hadi git, artık. Zaman daraldı.” Diye tekrarladı.
İnsan düştüğünde sarılacak bir dal arardı. İçimdeki boşlukla yapmamam gereken bir şey yapmıştım. “ Sen…” demiştim. Ne olacaktın, peki sen? Cümlem yarımdı, yarım kalmış hayatlara eser olan ölüme bu yakışmaz mıydı?
Gülmüş olması gerekti ancak bu tuhaf tını mutluluktan acıdan değildi. Alaydandı. “Ben alışkın değilim, korkar kaçarım bak,” dedi tane tane. Dudağım düz bir çizgi haline geldi. Belki de yarasını deşmiştim. İstemsizce. Ben, bu hikâyeyi yeniden okumuş gibi hissetmiştim. Şimdi anlıyordum, yabancılaştığın duygunun ansızın hayatında düştüğünde daralan göğüs kafesini. Çünkü yine terk edilecektin uğrunda kıyım başlattığın hislerin tarafından. Ardından belki de… Kalbin idam sehpanı itecekti.
Ondan kopardığım bakışlarım ile arabanın kapısını açtım. “Zaten yalnızsın, neyden korkuyorsun ki? Doğarken de ölürken de yalnız kalacaksın, adı ölüm olan sensin.” Dedim bastıra bastıra. Ardından suratına kapattığım telefonum ile arabayı çalıştırdığımda, emniyet kemerime uzandım. Ve tozu dumana katarak uzağımdaki adam ile arama aşılmayacak mesafeler açtım.
Kırk beş dakikanın sonunda adliye önündeydim. Arabadan inmiş, sırtımı kaputa yaslamıştım. Öylece izledim, önümdeki en az benim kadar çakma olan adaleti. Yağmur damlaları seyrek seyrek serpiştiriyordu yine. Başımı göğe kaldırdım. Kasvetli havayı izlediğimde, nefes aldım. Doğrularak adliyeye ilerledim.
Kapıyı aştığımda, nereden geldiğini düşünmeye yorgun olduğum Efe yanıma kurulmuştu. “Ne haber, Sayın Savcım?” dediğinde iyiyim dercesine başımı salladım. “Buldun mu evini,” dediğinde konu yine o yalancı herife geliyordu. Ve ben her şeye rağmen saatlerce anlatabilirdim onu Efe’ye. Kafamı salladım, buldum dercesine.
Topuk seslerim koridor duvarlarında yankı yapmaya devam ediyordu ve bu da bana iyi geliyordu. “ Sen burada ne yapıyorsun, Bekir’in evinde olman gerekmez miydi?” dediğimde kaşları havalandı, şaşkınlıkla.
Bunu söylemem gerekti. Oraya gittiğimi bilmemeliydi. “ Neden, öyle dedin?” Diye sorguladı. Cevap vermedim. Laf ağzımdan çıkmışken bugün hiçbir cümlemi kıvırmaya mecalim kalmamıştı. “ Orada mıydın?” dedi cevapsız kalacağını bilerek. Önüme dikilerek, adımlarımı kesti. “ Orada ne yapıyordun, sana bir şey olsaydı…” diyerek gözleri önüne serdiği endişesini sözlerine de döktü.
Kestirip attım, bu dar koridorun köşesine. “Bir şey olmadı.”
Kaşları kavislendiğinde, ses tınısı kısıldı. “Olabilirdi ama. Neden bana haber vermedin?” diyerek yakındı. Buradayım dercesine kendimi baştan aşağı süzerek ona gösterdim. Kollarımı göğsümde bağladığımda, “ Ya sabır. Ya sabır. İyi anladık buradasın.” Dedi geveleyerek. Önümden çekilerek, eliyle bana öncelik tanıdı. “ Siz…” diyerek konuyu nereye getireceğini belli etmişti.
Sert bir çıkış yapmıştım. “Sen ve ben. Siz değil!” Dediğimde Efe kadar benden şaşkındım. Sesim yankı yaparak yeniden kulağımı delmişti.
Efe ise etraftaki insanlara bakarak, tebessüm etmeye çalıştı. “ Mayası böyle,” diyerek koluma girerek beni çekiştirdi. “ Ne bağırıyorsun anladık, sinirlenmişsin belli.” Dediğinde onu zorlamadan eşlik ettim. Beni koridorun köşesinde sıkıştırdığında, kollarını birbirine bağlayarak dik bakışlar atmaya başladığında, gözlerimi etrafta gezdirdim.
Anlatsam ne değişirdi? Efe ne yapabilirdi ki? “ Hiçbir şey,” dedim. Hiçbir şey olduğu yoktu. Alt tarafı cam kırıkları kesmişti, kalbimi. Abartacak kadar küçük değildim.
Yüzündeki ifade ciddiye bindi. “Hiçbir şey…” dedi beni tekrar ederek. “ Değer mi?” dediğinde onu reddetmedim. Beni bir piyon olarak gören adamı hayatımdan bir çırpıda silemedim. Gurursuz kızın tekiydim.
Kafamı salladım, değerdi her şeye rağmen kalbime. “Ne değişecek ki, sen ne yapacaksın söylesem?” diyerek ardımdaki duvara sırtımı, yanımdaki duvara da omzumu ve başımı yasladığımda çapkı bir sırıtış belirdi yüzünde. İster istemez sırıttım.
Üzerindeki ceketin yakalarını silkeledi. Burnunu çekerek, “ savrukluğunda kasırga olacak kadar askeri eğitim aldık.” Dediğinde eski asker olduğunu yeniden hatırlattı.
Başımı aşağı yukarı salladı. Ani bir şekilde yüz ifademi ciddileştirerek, kaşlarımı kaldırdım. “ Demir değil mi, oradaki?” diyerek ardına baktığımda bir hızla beni duvar köşesinden çekerek, yerime kuruldu. Beni önüne siper etmişti. O kadar hızlıydı ki kahkahama geç kalmıştım. Dizlerini kırmıştı ve kafasını omzumun üzerinden çıkarmış etrafa bakıyordu. “ Kasırga, ha…” dedim kahkahama elimi bastırarak. İçimdeki kaçışları soluk soluğa tepmiştim göğsüme. Kendime oyun ediniyordum, işte. Bedenimin feryadını duymamak için.
Bana gözlerini kısarak baktığında dizlerini düzenledi. Yüzünü ekşiterek, “düşman düşmana yapmaz,” diyerek kafasını sağa sola sallayarak cıkladı. Burnumu kırıştırdım. Elimi ağzımdan çektiğimde, gözleri hala kısıktı. “ Eline ne oldu?” dediğinde elleri, sol elime gittiğinde geriye çektim kendimi. Ben yaramı kendim saracak yaştaydım. Kimse benim yarama merhem olmasın istiyordum. Çünkü terk ediliyordum. Yarayı saranlar, yarayı açanlar oluyordu, hep.
“ Düştüm…” demekle yetindim. Düşmüştüm ve kalkmıştım. Hepsi bu kadardı.
Efe’nin gözlerinde ufak dalgalanmalar şüphenin kırıntılarıydı. “ Evinde yoğun misafir trafiği vardı, bu yüzden kaçar gibi çıktım ve taşa takıldım,” dediğimde elim sırtımda, parmaklarım birbirinin üzerindeydi. Beyaz yalandı, Efe’ye. Bana ise ışığın dahi fayda etmeyeceği zifiri karanlığa bürünmüş bir yalan oldu, küçücük taş parçası.
İnanmıştı. Gülümsedim ve “ Feyyaz Savcıya görünsem iyi olur,” dediğimde kafasını hayır dercesine salladı ve dudaklarını büzdü.
“Geç kaldın, çıktı,” dedi ve ellerini cebine soktu. “ Bekir Kara…” dediğinde devamını bekledim merakla. “ Ölmüş, Savcı karargaha geçti.” Dediğinde gayet sıradandı ifadesi. Şaşırmamıştı. Sanki bu anı bekleyen biriydi.
Ancak ben kafamdaki yapbozu birleştiremiyordum. Bu adamın yanından geleli en fazla iki saat olmuştu. Hiçbir tuhaflık yoktu. Üstelik evinde o karanlık adam dahi vardı. Bu kadar yoğun bir misafir trafiğine karşı hiçbir önlem almamış ve ölmüş müydü? İnandırıcı gelmiyordu. “Nasıl yani,” diye kendi kendime mırıldandım.
“Bende bilmiyorum,” dediğinde umursamazdı sesi.
Kaşlarım çatık, ellerimi belimde sıkı sıkı birleştirdim. “ Sen nasıl bilmiyorsun, orada değil miydin,” diyerek saman altından sorgulamaya çalıştım.
“Hayır. Ama oraya gidecektim, tanıştırmak istediği birisi olduğunu söylemişti.” Dedi. Gözlerindeki dingin ifade sürüyordu. “Sonra bir telefonla zaten yanmış çiftlikte bir bomba patladığını söylediler.”
Kafamı eğdiğimde, sorguluyordum hala. Bu yüzden mi bana git demişti. O da oradaydı? Biliyor muydu, bir şeylerin ters gideceğini? “ Garip,” diyerek içime kaçmış sesim ile kendimi zor duymuştum. “ Ben orada hiçbir tuhaflık sezmedim,” diyerek devam ettim kendime karşı. Bilerek telefon ile bu kadar uzun konuşmuştu belki de. Beni oyalamıştı, farkında değildim. Neden bana zarar gelsin istemiyordu? Ya Demir hakkında dedikleri? Doğru olma ihtimali yükseliyordu. Benim için… Zaten canını hiçe saymıştı. Şüphem niyeydi? Kuruntularım kalbimi sarıyordu sebep olmadan. Çünkü sonradan kazanmıştım onu. Ne yapılır hiçbir şey bilmiyordum. Kaybedeceğimi hissediyordum, her saniye. Bana aitken bile. Ben ona yeniden kat duvarlar örmeye niyet ediyordum, üstelik sorgulamadan.
Kaskatıydı bedenim. “ Aşk gözünü kör etmiş desene,” diyerek imada bulundu, Efe.
“ EFE!” diyerek ters ters baktım. Ağzına fermuar çekti. Kısa süreliydi muhtemelen.
Tekrar geldiğim yola doğru döndüğümde, “ beni de çarşı da tükürsene.” Diyerek bana eşlik ediyordu. kafamı hayır dercesine salladım. “ Allah’ın adını verdim, soğuk kıçım donuyor yürürken,” dediğinde göz devirdim.
Umursamadan ilerlemeye devam ettim. “Arabanı getirseydin!”
Bekletmeden cevabı yapıştırdı. “Evden çıkarken sıcaktı,” diyerek üstünlük kurduğunu düşündü. “ Hem ne olur şu mübarek günde hayır işlesen,” diyerek elleri cebinde benimle olumu bir iletişim kurmaya çalışıyordu.
Gözlerimi kırpıştırarak “günlerden Salı ile Efe’ye günaydın,” dediğimde memnuniyetsiz bir sesle cıkladı.
Beni yadırgar gibi bir ifade ile bana yan yan baktığında, “ ne olmuş yani…” dedi ve yüzünü ekşitti. “Allah’ın her günü mübarektir,” dediğinde adımlarım durdu ve başımı tam anlamıyla yanımda benimle birlikte duran Efe’ye çevirdim.
“Susmayacaksın, değil mi?” Sırıttı ve kafasını emin duruşuyla salladı. “Arabayı sen sürersin o zaman.” Diyerek cebimdeki anahtarı fırlattığımda her zamanki gibi hazırlıklıydı. Havada kapmıştı.
Arabaya bindiğimde emniyet kemerimizi aynı anda takmıştık. Arabayı çalıştırdığında, bildirim sesi yankılandı. Telefona bağlanan arabam… Can sıkıcıydı. Çünkü gelen bildirim ona aitti. Ve Efe’nin diline düşmüştüm an itibari ile.
İmasını saklamaya niyeti yokmuşçasına öksürdüğünde gözlerimi kapatarak yüzümü buruşturdum. “Hiçbir şey… İyi ki hiçbir şeymiş. Bir de şey olsaymış ne olurdu acep?” Dedi ve alaylı sırıtışını silmeden arabayı çalıştırdı.
Elime aldığım telefonda önceliğim araba ile olan bağlantısını kesmek oldu. Ardından yirmi yedi bildirim yazısına tıkladım. Onu yirmi yedi de durduran ne olmuştu? Beni daha fazla merak etmesi gerekirdi. Yalandan da olsa.
Yüzbaşı Demir; Sen gittikten sonra gülüme kelebek kondu. (17.22)
Baktığı gülü, benimsemişti. Benimde kalbimde yer edinsin diye bir fotoğraf atmıştı.
Yüzbaşı Demir bir fotoğraf gönderdi. (17.22)
Bakıp büyüttüğü gülün üzerinde beyaz bir kelebek uyuyakalmış gibi tünemişti. Tebessüm ettim, istemsizce.
Yüzbaşı Demir; Gülüme kokun sinmiş, belki de ondandır. ( 17.24)
Yüzbaşı Demir; Bakabilmiş miyim ona, gerçekten?
Yüzbaşı Demir, cevapsız arama (13)
On dakika aralıklarla on iki kez aramıştı. Benim için mi endişelenmişti yoksa elindeki koza bir şey olur diye miydi tüm telaşı?
Yüzbaşı Demir; Telefonu açmadın, iyi misin?( 19.07)
Yüzbaşı Demir; Merak ettim. (19.07)
Yüzbaşı Demir; Gül, neden mesajlar renge dönmüyor? ( 19.10)
Yüzbaşı Demir; Beni engellemedin değil mi? (19.13)
Yüzbaşı Demir; Bir şey mi yaptım, canını mı yaktım istemeden? (19.15)
Bekledim birkaç saniye. Nefes aldım. Efe’ye baktığımda yola odaklanmış kulağındaki kulaklık ile benden kopuk olduğu ortadaydı. Yapmam gereken bir şey vardı. Rehbere girdim. Ve yeniden mesajlara döndüm.
Yalancı Herif; ŞUTELEFONU AÇMAYACAKSAN NE DİYE YANINDA TAŞIYORSUN? ( 20.02)
Yalancı Herif; Kızdığım için değil endişelendiğim için öyle söyledim. YAZDIM. (20.12)
Yalancı Herif; Cevap ver lütfen Gül (20. 12)
Lütfen demişti. Bir yalvarma söz konusuydu. Üzülmüş olma ihtimali artık zihnimde de ağır basıyordu.
Yalancı Herif; İyi misin, kapıyı çalıyorum açan yok. Işıklar yanmıyor. (20.13)
Yalancı Herif; GÜL, İYİ MİSİN? (20.13)
Değildim. Senin yüzünden. Özür dilerim, seni endişelendirdiğim için. Ama bu özrümü de bilmeyeceksin.
Yalancı Herif; Hadi meleğim, aç şunu. (20. 14)
Meleğim yazmıştı. Şans meleğim nereye gitmişti? Okuduğum mesajlar ile Efe’ye dönmüştüm. Arabayı durdurmuş ve beni bekliyordu.
“Gülüyordun, derinden hem de. Araya girmek istemedim.” Dediğinde sesindeki ima ben de buradayım diyordu adeta. Duymamış gibi yapmayı tercih ettim. Telefonu kapatarak, emniyet kemerimi çözdüm. “ Sen nereye? Ben berbere gideceğim,” dediğinde ona tuhaf bir bakış attım.
Ciddi bir tavırla, “berberde devletin arka plandaki masasına neler yatırılmış onu öğreneyim dayılardan, ha ne dersin?” dediğimde buna inandığını düşünmek istemiyordum ancak ifadesi açık bir şekilde yemimi yuttuğunu gösteriyordu.
Bana yatırım tavsiyesi verircesine, “berberdeki dayılarda çok bir şey yok. Asıl olay kahvedeki mavi çizgili gömlekli amcalar, devletin kara kutuları” diyerek fısıldamıştı. Göz devirerek aşağıya indiğimde, kapıyı kapattım.
Arabanın önüne doğru ilerleyerek, “bende Umay’a tatlı alsam iyi olacak. Bugün onu ektim gibi oldu, her ne kadar haber versem de.” Dediğimde gülümsedi. Tamam dercesine kafasını salladığında, “ burada buluşuruz,” diyerek ters yönlere ilerledik.
Her zamanki pastaneye geldiğimde, kapalıydı. Kapıda yazan, düğünümüz var, yazısı ile burnumu kırıştırdım. Topuklularıma rağmen koşmuştum, buraya kadar. Ben bugün şansızdım, anladığım kadarıyla. Yağmur altında yürümek de benim kaderimdi. Bahar yağmuru sert olurdu. Hasta ederdi, adamı. Yine de pişman olmadım. Hatta küçük olsaydım eğer biriken gülcüklere doğru zıplardım bile. Ruhuma rağmen beni ele veren yaşım vardı, artık.
Elim ile çantamı sıkıca tutarak, ağır adımlar ile üşüsem de yürümeye devam ettim. Saçlarım ıslanmış, kâküllerim alnımı terk etmişti. Adım attığım toprağa bakarak, yürüdüm. Bir bildirim sesi ile duraksadım. Efe ne çabuk gelmişti? Belki de berberde kapalıydı.
Telefonu cebimden çıkarıp, elime aldığımda yağmur damlaları görüş açımı kısıtlıyordu. Gözlerimi kısarak, bildirime tıkladım.
Yalancı Herif; Şans meleğim, bahar yağmuru hasta eder kalbini. (20.20)
Kaşlarım gevşedi. Ellerim telefona sıkı sıkı sarılıydı. Kafamı kaldırdığımda, etrafımda döndüm. Gözlerim onu aradı. Burada mıydı? Benim yanımdaydı. Omzuma bırakılan ceket ardından üzerime damlayan yağmur damlaları son bulmuştu.
Kafamı kaldırdığımda, siyah bir şemsiyeydi damlaları kıran. Telefonumu cebime koydum. Yutkundum. Ama ona dönemedim. Kokusu burnuma doldu. Yine okyanusa barut karışmıştı. İntihara sürükleyecek kokusu vardı, bende.
Sesinde bir endişe vardı. Banaydı. “ Neden açmadın, telefonlarımı?” dediğinde cevap vermedim. Bana yalan söyledin, demeliydim oysaki. “ Senin için…” dedi bana bir adım daha yaklaştığını hissettim. Yine de dönmedim, ona. “ Seni aradım, gece boyu.” Yalancı herif, gece olmamıştı daha. “ Bu telefon neden icat edilmiş?” dediğinde biraz sinirlenmişti sanırım.
Dudağımı araladım. Söylemedim. “ Nereden bilebilirim, neden icat edilmiş?” Yalanlar konuşmak içindi, Demir. Daha kolay olurdu, görmeden bir şeyler söylemek.
Sessizleşti ansızın. Dile geldi yeniden. “Buraya mı takıldın, Gül?” Dediğinde sesi neden kırgındı? Oyuna ışık tutan oydu. Karanlıkta bir başına bırakılan ben olacaktım. “Gerçeği söylemen ne kadar sürer?”
Ani bir sinir nüksetmişti zihnime. “Ne o sıkılır mısın yoksa?” diyerek hiddetle savurdum, beni kemiren duyguyu.
“Gül…” Dedi ve derin bir nefes çekti göğsüne. “ İnsan gözünden bile sakındığı vatanından sıkılır mı, hiç?” dediğinde aklıma Ölüm’ ün sözleri geldi. Benim için herkesi karşısına alır demişti. Ne diye beni bir oyunda piyon yapıyordu o zaman?
Ona doğru hızla döndüğümde ceketi yere düşmüştü. Şemsiyesinin altından çıktım. Kolum kanadım kesilmiş gibi hissettim. Gözlerinde tedirginlik vardı. “İnsan vatanını kirli bir mendil gibi kullanır mı peki?” diyerek iteledim onu. Sendeledi. İri bedeni bana yenik düşmüştü. Benden hoşlanmıyor diyemezdim, işte. Neden böyle yapıyordu o zaman? “ Söylesene!” diyerek tekrar vurdum göğüs kafesine. “Bana hiçbir şey hissetmeden dokunduğunu söyle hadi.” Dediğimde gözümden akan yaşlara yağmur karışıyordu. Belli olmaması gerekti, gözyaşlarımın. Ancak sesim çoktan çatallaşmıştı. “ Şah…” diyebildim. Bir kriz geçirmeyecektim. Hele ki benim her zerreme hâkim olan adamın eline bunu da vermeyecektim.
Ellindeki şemsiye kaydı gitti avcundan. Ellerimi tutarak, çekti beni göğsüne. Kalbinin üzerine koyduğu ellerim ile bastırdı kalbine. Bak demeye çalışıyordu. Ama diyemiyordu. Yarasını görürüm diyeydi, belki de. Görürsem onu bırakır giderdim diye mi düşünüyordu? “ Yanık benim kalbim. Küllerine su serpiyorlar. Ama yine de sönmüyor.” Dediğinde gözlerime değen gözleri titriyordu. Bana kendini anlatmıştı. Ban güvenmişti. “ Sana tutundu, kalbim.” Dediğinde daha çok bastırdı ellerimi kalbine. Gör dedi, bil dedi bana. “ Ben ne yapıyorsam külüm sönmesin diye.” Dediğinde avuç içlerimi kendi isteğimle bastırdım. “ Ölünce de sen dedim ben.” Dedi ve sol gözünden bir yaş damladı bastığım toprağa. Avuç içlerim göz pınarlarına gitti. Bir gözyaşından sonrası gelmedi. Ben yine de öptüm, göz kenarlarını. “Kül sönerse sana nasıl ev olurum, ben…” dediğinde gözlerini dahi kırpmadı.
“Ben sandım ki…”
Eliyle dudağımı okşadı. Susman gerek demekti, bu. Gözlerimin içine baktı. Konuşsun gözlerimiz demekti, bu. “ Yalvarırım, bir tek sen sanmak kelimesini yabancılaştır bana,” dediğinde yutkundum ve ardından boynuna sarıldım. “Bir daha ardımdan sarıl ki, siper olayım sana,” dedi. Sesinde aşk var, dedikleri bu olsa gerekti. Sesi huzurdu, bedenimde.
“Sorularım…”dediğimde saçlarımı öptü. Cevap verecekti. Kokumu içine çekerek, bir kez daha öptü saçlarımı.
Ondan ayrıldığımda, belimdeki temasını kesmedi. Yağan yağmura aldırmıyordu. Oysa yağmuru hiç sevmezdi. Ve yine benim yüzümden sırılsıklam olmaktan kaçmıyordu. “ Ortaya konulan Şah değil, yanık kalbim.” Dediğinde kaşlarımı çattım. Elleri yüzüme çıktı. Okşadı, gerilen kaslarımı. “ Cihanı karşıma aldım. Sıra da benden geriye kalan kalbe, siper olmak var…” Dedi. Ölümden bahsediyordu.
Gizli saklı bir şekilde ölüm diyordu, bana. Kafamı iki yana salladım. Hayır, demek istiyordum. “ O zaman bana da her daim yanı başından ayrılmamak düşer.” Bana bir şeyleri tam anlamıyla ifade edemiyordu. Biliyordum. Her meslekte yer alan özel şartlardı. Ancak duyduklarımı inkar eden kalbime ilaç olmayı başarmıştı.
Gözlerimden süzülen yaşları sildi. “ Bana güven, meleğim…”dedi ve alnımdan öptü.
“Eksik…” dedim burnumu çekerek. Tam desindi belki şans kapımızı çalardı.
Güldü, çene gamzesi gerildi. İçten bir gülüş olduğu aşikârdı, artık. “ Şans meleğim…” dedi ve dudağıma doğru eğildi. “ Ölünce bile seni seven adamım ben… Bana güven.” Dediğinde gözlerim yine bulandı, yaşlara. Onu hiç aramıyorken bile sulu göz bir kızdım, onun içindi. Şimdi buldum yine sulu göz bir kızım ve yine onun içindi.
“Ölmek deme artık.” Diyerek kaşlarımı çattım. “ Bende yoluna öl…” diyemeden dudağım değen dudakları kesmişti, kelimelerimi. Bir eli belimde, bir eli yanağımda yağmur yağarken öpüyordu beni. Sırılsıklam bedenlerimize aramızdaki çekimde eşlik ediyordu. Belime biraz daha baskı uyguladığında, istemsizce inlediğimde dudağımı ısırdı.
“ANANI SİKEYİM…” Tanıdık bir sesti. “ Komutanım vallahi yağmur var, hiçbir şey görmedim.” Diyen Efe’ye sesli bir şekilde karşılık verdi, Demir.
“Senin ben saat kavramını…” Gözlerini Efe’ den çektiğinde bana değdi. “Özür dilerim, aslında kaba bir adam değilimdir.” Dediğinde inanmamı bekliyordu.
Kaşlarımı kaldırdım ve Efe’ye döndüğümde, arkasını dönmüş bir vaziyette duruyordu. Demir’e kaş göz yaparak bir şeyler yapmasını bekledim. Ona bir şey demezse eğer sabaha kadar öylece durabilirdi orada. Mızıkçı bir çocuk gibi omuz silkelediğinde, kafamı hafifçe eğerek tehditkâr bir ifadeye büründüm. Derin bir nefes aldığında, yere düşen ceketini ve şemsiyeyi alarak, “ ne diye geldin,” dediğinde ağzını açmasa daha iyi olacakmış. Yüzünü buruşturmamak için zor duruyordu ve kalın tok sesi oldukça sertti. Her an kafa göz dalmaya hazırlanan biri kadar.
Efe elini yumruk yaparak ağzına götürdüğünde ima ile bana baktı ve öksürdü. “Tıraş oldum, komutanım” dedi ve saçlarını gösterircesine karıştırdı. Kendini kanıtlamaya çalışıyordu.
“Bana bak lan soruyu ben sordum,” diyen Demir’e ani bir şekilde döndük ikimizde.
Aradaki gerilimi bir nebze azaltmak için araya girdiğimde keşke dedim sonrasında. “Hava almaya çıktık, biz” demem ile Demir’in kaşları kalkık bir şekilde bana dönmesi çok sürmedi.
Şemsiyeyi hala kafama tutuyordu ve parmağındaki boğumlar kıpkırmızı olmuştu. “ Siz… Birlikte mi alıyorsunuz havayı?”
Efe’nin yerine yine ben atladım lafa. O konuşursa muhabbet farklı bir yere çekilebilirdi. Yine de ağzı duran Efe’nin elleri hayır dercesine iki yana sallanıyordu “ Çoğu zaman… Öyle.” Efe fal taşı gibi açılmış gözlerini bana çevirdiğinde, net bir şekilde sövüyordu kendine. Beni başına bela ettiği için.
Demir ise durulmuş sesi ile “çoğu zaman öyle olmasın, artık. Ben varım. Buradayım, yanı başında.” Dediği an Efe’nin ağzı beş karış açılmış, elini ağzına götürmüştü yaşadığı şaşkınlıkla.
Efe, yavaş yavaş kaçar gibi adımlamaya başladığında, hala beni izliyordu. Bir eli şemsiyede diğer eli ile elimi sararak ceketinin cebine soktu. Elimin üzerini okşuyordu, yaramı incitmeden. Görmüş ve sakınmıştı gözlerden. Efe’nin ardından bizde yavaş yavaş ilerlemeye başladığımızda, etrafa baktığında ona doğru dönmüştüm. Aniden dudağıma eğilerek öpmüştü. Tebessümümü ona sunduğumda, “ hastasın sen,” dedim cilveyle.
Ceketinin cebinde saklı elimin üzerindeki yarayı naifçe okşamaya devam ediyordu. Dudağının köşesi çoktan kıvrılmıştı bile. “ Sana…” dedi ve içindeki kekoyu unutturmadı. Hoşuma gidiyordu, bana söylediği eskimiş tav olan cümleler.
Arabaya kadar ilerlediğimizde, alık alık beni izledi. Siyah bir Suv yanında durmuştuk. Kapımı açtığında, binmem için kafasıyla işaret etti. İtiraz etmedim. Arabaya bindiğimde, emniyet kemerimi taktık. O ise arka kapıyı açmış bir şeyler yapıyordu. Kafamı arka koltuğa çevirdiğimde kapıyı kapatmış, arka taraftan dolanarak kendi kapısını açarak bindiğinde, bana doğru yaklaştı ve elindeki kalın siyah kabanıyla beni sardı. Elindeki gömlek ile de saçlarıma yöneldi. Başımı biraz eğerek, ona yaklaştım. Saçlarımı kuruladı, tebessüm ederek. Kafamı kaldırdığımda göz göze geldik ve anlık burnumu kırıştırdığımda, parmakları burnuma değdi, yeniden. Kâküllerimi düzenleyerek, boynumu kaşıdığımda derin bir tebessümdü yüzünde beliren gözlerindeki yeşilleri orman yapan. Gömleği arka koltuğun üzerine atmak yerine koltuğun arka kısmına asarak, emniyet kemerini taktı.
“ Böyle sen de hasta olacaksın.” Diyerek üzerimdeki kabanı göğsümden indirdiğimde yeniden göğsümü kapattı.
Arabayı çalıştırdığında, “sen yanımdayken, bana hiçbir şey olmaz.” Netliğine karşı yalnızca baktım. Arabayı sürerken ben takılı kalmış plak gibiydim, ona karşı. “Bana öyle bakmaya devam edersen, seni öperim” diyerek kısa bir an başını bana doğru çevirdi.
Gözlerimi yola çevirdim, utançla. Sanki hiçbir şey yaşamamış gibi nedensizce kızarmıştım. Ellerim kâküllerime gittiğimde, boynumu da o kaşımıştı. Diğer eli direksiyonu sola doğru kırarak kavşağı aşmıştı. “ Yola bakar mısın,” dedim.
Hala bana bakıyordu. “Bakıyorum, görmüyor musun?” dedi iki arada bir derede kalmış nefesime karıştı sesi.
Kaşlarımı çattığımda, “ bana bak!” diyerek sesimi yükselttiğimde ne dediğimi sonradan anlamıştım. “ Ay! Yola bak!” diyerek homurdandım sesli bir şekilde. “ Yola bak diyecektim.”
Dudaklarını ıslattığında, “benim yolum sen olmuşsun,” diyerek önüne döndüğünde, tek eli direksiyonda diğer eli ile arabanın içerisindeki ısıyı ayarlıyordu. “ Bunu bir ara kara yollarına iletmem gerek,” dedi ciddi bir ifadeyle. Şaka yaptığını da anlayamıyordum ki böyle. “ Sen bilirsin bir ara halkın nabzını yoklayıp, belediye başkanlığına aday olmaya niyetleniyordun…” Ters ters baktım. Hiçbir haltı da unutmuyordu. “Eğer hala niyetin varsa, dağ gibi…”
Ani bir sinirle böldüm onu. “ Dağ gibi olduğu aşikâr zaten.” Dediğimde ona ters ters bakmaya devam ettim. “DAĞ AYISI.” Dediğimde kafasını sallamakla yetindi.
“Niyetin var yani, inkâr etme teşebbüsünde bulunmadın.” Takılı kalmıştı, yine. Benim başkan olmam ona ne gibi bir şey katacaktı? Ayrıca nereden çıkmıştı bu şimdi?
Ona doğru döndüğümde üzerimdeki kaban göğsümden aşağıya kaymıştı. Kaşlarım çatık bir halde, “ben başkan olsam hayatında bir şeyler mi değişecek de bu kadar sorguluyorsun?”
Keşke dercesine bir ses tonu ile “yok ya…” dediğinde kısa bir an bana bakarak tekrar yola döndü. “Şikâyetimi daha hızlı kara yollarına iletirim diye dedim,” dedi ve biraz daha gaza basmıştı. “Böyle olmuyor, yanımdayken seni izleyememek koyuyor yavru ceylan,” dediği an içli bir nefes çektim, göğsüme.
Homurdandım, yanı başında. “bu lakaplara özel mesai harcıyor musun?”
Tebessüm etti, yeniden. “Söz konusu sen olunca… Neler harcadığımı anlatmaya dilim dönmez.” Kaşlarım gevşemiş, alık bir ifadeye bürünüvermiştim.
“Ya… Ama sen çok tatlısın,” dediğimde bunu sesli dile getirdiğimin farkında değilken onun oyunbozan bir çocuk gibi homurdanmasıyla gözlerim açıldı; Ne tatlısı Gül ya, kaç yaşına geldik hala… Cümlesini içine çektiği soluğu bölmüştü. Hiçbir şey dememişim gibi arabada göz gezdirmeye başladım. Her şey de yerli yerindeydi. Etrafta fazlalık diyecek tek bir şey yoktu. Gömlek hariç… “ Ben gittikten sonra ne yaptın,” diyerek muhabbet açmak istedim, yeniden. Onunla konuşunca hayatımın akışını unutup, yaşamayı öğreniyordum.
Bana baktı, derin bir nefes aldı. “ Odadaki kokuyu ciğerimin en derinine çektim ki hasret kaldığımda çıkagelsin kalbime,” dedi ve devam etti. “ Sonra… Balkona çıktım. Gülüme baktım, senin bana baktığın gibi. Bir kelebek kondu karanlığa yüz tutan balkona. Tıp ki senin gibi… O kadar beyazdı ki ürkütürüm diye çekindim. Tıp ki sana yaklaşamadığım gibi…”
Ona itiraz ettim. “Senden ürkmüyorum ki ben…” dediğimde geçmişe gitmiştim. Ona karşı takındığım tavırlar… Susmam gerekti belki de. Bende can yakmasını iyi öğrenmiştim, çevremdeki yabancılardan.
Tebessümü soluyordu, terk ediyordu yüzünü. “ Biliyorum,” dediğinde yalan söylemişti. Beni incitmemek içindi. Ama kendini incitiyordu, benim için. Biliyordu, ondan korkarak uzaktan uzaktan yürüdüğüm günleri… Üstelik bana hiçbir zararı dokunmazken.
“Yalancı herif,” diyerek mırıldandım.
Kırmızı ışıklarda durduğumuzda, bana doğru çevirdi yeşilden ayrılan gözlerini. “Yalan değil, benden kaçtın çünkü benden saklanman gerekti,” diyerek bana takılı kalan gözleri bir an olsun kırpılmadı. “ Seni gören bendim çünkü…” Doğru söylemesi hem canımı yakmış hem canımı okşamıştı. Benim için yaralanmış, aynı dakikalarda beni kendi öldürmüştü, böyle bir histi içimde yeşermeyi beceremeyen.
Arkadaki araçlardan yükselen korna sesleri ile önüne dönmüş ve yola devam etmişti. “ Nasıl anladın,” dediğimde yutkunmaya çalıştım. “ Yani benim… Madde…” diyemedim. Geçmişim ile yüzleşecek kadar omurgam yoktu.
Tek eli direksiyonda iken diğer eli de sardı direksiyonu. Sıkıyordu, kendini. Çenesindeki kaslar gözümün önündeydi. Boynundaki damarlar belirgindi. Neden sinirleniyordu? Üzülmesi gerekti halime. Belki de acıması. İkisini de yapmadı. Sadece öfkelendi. “ Ben… Hissettim, işte.” Dediğinde beni geçiştirmeye çalıştı. Nasıl hissederdin? En yakınım dediğim arkadaşlarım bile anlamazken, sen beni tek bir bakışla nasıl anlıyordun? Bana bir adım dahi yaklaşamamışken, üstelik.
“Neden öfkeleniyorsun?” Diyerek naif sesim kulağını okşasın bir nebze de olsa bana bakmaya çalışsın istedim. Susuyordu, önündeki yola odaklanarak. Gözlerine aynadan baktığımda, titrekti. Zayıflığı gözler önündeydi. Bana mıydı, titreyen gözler? “ Yapma,” diyerek içime kaçmış soluğumu dışarıya salmayı başarmıştım.
Bana bakmadı. “ Asıl sen yapma. Bırak çukur öyle kalsın.” Dedi ve bana doğru dönmeyi başarmıştı. “Kazarsak eğer büyür, Gül. Dikene sorsan da yol çoktan kör düğüm…” Diyerek gözlerimden beni okumaya gayret etti. Geçmişi kapatamayan sadece ben değildim. Geçmişin ateşiydi, onu küle çeviren. Önüme döndüğümde yutkundum, kalbime yediğim kendi yumruğumdu çünkü. “ Bana bunu yapma. O çukurda tek başımaydım, senin için.” Diyerek yakındı tüm gücüyle. Düşünmemi istemiyordu. Oysa ben yastığa her başımı koyduğumda geçmişimle boğuşuyordum. “Benden alma seni.”
Ona döndüm, yeniden. “ Seni terk etmeye niyetim yok,” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım çünkü canı acıyordu. Belli edemiyordu ancak bana parçalanıyordu. “ Biz asıl konumuza gelsek. Hayatında hiç başkası…”
“Yok.” dedi ani bir hızla. Netti. Ancak yalandı. “Sen varsın, hep,” dediğinde burnumdan soludum.
Sesimi yükselterek, “ELİSA NEYDİ O ZAMAN?” dediğimde fazla şiddetliydim. Bana kaşlarını kaldırarak döndüğünde alayla kıvırdı dudağını. Komik olan neydi? Hep sen demişti ama Elisa’ yı da inkâr etmiyordu. “Bir şey desene dengesiz herif…” diyerek homurdandığımda kısık bir nida işittim. Gözlerimi öfke ile kapatıp açtım.
“Elisa…” dediğinde başka bir kadının adını ağzına alması germemişti beni. O kadın ile geçmişi olması germişti. “ Sen bana… O zamanlarda mı yanmıştın?” diyerek tatlı tatlı tebessüm etse de yelkenlerimi indirmedim.
Sinirle solumaya devam ettim. “Konumuz sana ne zamandan beri yandığım değil, Demir!” diyerek homurdanmaya devam ettim.
Hala tatlı tatlı tebessüm etmeye devam ediyordu. Üstüne birde her haltı yememize rağmen utanıyordu. Direksiyondaki eli boynuna gittiğinde utancını gizlemek adına kaşır gibi yaptı. “Ama bana yanmışsın, hem de çok uzun zaman önce…” dediğinde düşmemem gerektiğini biliyordum ama mümkün değildi. O böyle masum bir ifadedeyken…
Başımı dikleştirdiğimde içimdeki ergen aşığı susturmam gerektiğini biliyordum. “ Konuyu değiştirme! Elisa ile…”
“Aynı kafede çalıştık. Sonrasında ayrıldı.” Dedi ve bana döndüğünde tepkime bakıyordu.
Kafamı sallayarak, “neden ayrıldı, peki?”
Sakin bir şekilde cevap verdi. “Bilmem. Aklıma gelmedi sormak.” Dedi ve sağ şeride geçti. Yol normalden uzun sürmesinin tek nedeni, olabildiğince yavaş sürmeye çalışmasıydı. Ancak bozuntuya vermedim. Onunla sabaha kadar sohbet eşliğinde didişebilirdim.
“Hiç kahve falan içtiniz mi, birlikte?” Öğrenmem gerekeni öğrenememiştim, henüz. Ve cevabını alamazsam eğer rahat uyumayacağımı biliyordum.
“Kızmayacaksın ama…” dediğinde beni alıştırmaya çalışıyordu. Tebessüm etmeye çalışarak cevabı bekledim. Bunun cevabını, aldığım yanıt sonrasına saklamak en doğrusuydu. “ Belki iki belki üç hatırlamıyorum ama kahve içmişliğimiz var,” dediğinde kaşlarım havalandı. Dudağımda gezindi, dilim. Hırslı bir soluk karıştı, kalp sesime. “ Ama Kağan’da vardı. İstersen sorabilirsin, Kağan’a,” dedi.
Ona yandan yandan bakarak “[Mh1] gerek yok, ben alacağımı aldım.” Diyerek kapattım konuyu.
“Ya sen…” dediğinde ağır ağır yutkundu. “Hoşlandın mı ondan?” dediğinde sesinin içine kaçtığına şahit olmuştum. Duymaktan korkuyordu, beni.
Net bir ifadeyle, “bir oyun oynadık bundan ibaret,” diyerek ona baktım. Bana bakmadı. “ Ben ilk defa sevmeyi sende öğrendiğimi söyleyemem,” dediğimde Kurt’u silip atamazdım. Bana acı içinde kalsan da sevmem gerektiğini öğreten, oydu çünkü. “ Ama sana olan duygumda ilkti; ben sana âşık olduğumda on altı yaşında bir yağmur altındaydım.” Dediğimde bana yine bakmamıştı.
İçli bir nefesti, dudakları arasından taşan. “Sevmeyi sana öğreten… Kıskandım onu.” Dedi ve ben sustum. Dalıyordum yine. Ona. Yangında kül olan kınalı çocuğa… “ Gözlerin…” dediğinde bana dönmüş olmalıydı çünkü kıpırdanma sesi duymuştum. Ama ona doğru dönemedim. “ dalıyor, sürekli.”
“Alışkanlık,” diyerek ona döndüm. Tebessüm ettim.
Bana bakıyordu ancak düzdü ifadesi. “ Canını yakıyorsun, canım yanıyor.” Dedi ve arabayı durdurdu. Yutkunarak başımı ön cama çevirdiğimde eve gelmiştik. “ Birlikte tüm alışkanlıklarını terk edeceğiz, biliyorsun değil mi?”
Güldüm. İnandım. Ve güvendim. Elimdeki yarayı saran adama.
*
“Evet, biz kaçıyoruz görev bizi bekler…” diyen Özgür’e en tip bakışını atan Serdar kafasını sabır dilercesine sağa çevirdi.
Ardından lafa atlayan Yağız, “ lan çocuğu kötü yollara iteleme, sikeriz belanı topluca.” Diyerek yanında dikilen Gürkan’a baktı.
Özgür dilini yanağına çarptığında, “ siz de beni iyice şey yaptınız, sanki kumarhaneye gidiyoruz,” dediğinde sahte bir sitem vardı sesinde.
Yağız belli belirsiz dudağını kıvırdı, “ Sende sahip çık yanındakine, aslanım” dedi, Gürkan’a değen gözleriyle.
Hazır ol pozisyona geçen Gürkan, “emredersiniz komutanım, görev başımın üstündedir,” diyerek başıyla selam verdi.
Selam vererek kapıya giden Kağan, Özgür ve Gürkan, timin geri kalanı karargâhtaydı.
Birkaç sonunda görev yerine gelmişlerdi. Gürkan kafasını kaldırdığında, gözleri açıldı. “Komutanım burası kumarhane.”
Özgür, alaylı tebessümü ile evet dercesine kafasını salladı. Kağan ise adımlamaya devam etti.
Gürkan şaşkınlığını gizleyemedi. İlk defa saha dışı bir göreve gitmenin heyecanı ile öne atılmıştı. Ve sorgulamamıştı. Yalnızca bir kadın alacaksınız, demişlerdi ve nerede nasıl olacağını söylememişlerdi. O da sorgulamamıştı. “Burada ne yapacağız?”
“Görevimizi.” Dedi, Özgür. Sır veriyormuş gibi sessizce.
Gürkan, Özgür’e bakarak “ görevimiz mi,” dedi sadece.
Özgür, Gürkan’a döndüğünde “ sorgulama, aslan parçası. Görev, görevdir. Bak keyfine,” diyerek içeriye adımladığında, Gürkan’da kafasını sallayarak onu takip etti.
İçeriye girdiklerinde onları loş ışık karşılamıştı. Ardından iki bodyguard belirdi ışıkların arasında onları durduran. Klasik bir kim merasimden sonra güvenlik sınırını aşmışlardı. Hedeflerinde ise bir kadın vardı, çiftlik yangınında bulunması gerekirken kumarhanede gezip, yeni yüzler arayan. Kibar bir şekilde kendileri ile gelmesi gerektiklerini söyleyeceklerdi.
Kağan, Özgür ve Gürkan’dan ayrılarak sol köşedeki masaya oturduğunda sol dirseğini sandalyenin köşesine koydu. Ve bir tur etrafı süzdü. Buraya gelmesindeki asıl amaç Gürkan’a bir şeyler kapmasında yardımcı olmaktı Dağdaki görev ve bu sahalardaki görevin temel prensipleri her daim farklıydı. Kağan’ın sözlüğünde dağ; vur, kır, parçala… Bundan ibaretti. Bu yüzden o dağ adamıydı. Saha operasyonunda; izle, gör ve hayalet ol. Vatan için her yol mubahtı, İzliyordu, görmek için. Hayalet olmak epey meşakkatliydi. Karşısındaki bir vatan hainiydi çünkü.
Soluğu taştığında, önündeki masaya dayadı, kollarını. Gözlerini Özgür ve Gürkan’ı aramak için gezdirdi bu defa. Ellerine birer viski almışlardı. Sert bir soluk verdi. Yüzünü görmediği kadının üzerinde sırt dekolteli gold bir elbise, koyu kızıl saçları sıkı topuz, boynundaki net göremediği dövmenin on beş olduğunu varsaydı. Özgür’ü dinliyor gibiydi. Ta ki Özgür gözüyle Kağan’ı işaret edene kadar. “Seni seçen dilimi siksinler, Özgür” diyerek tip tip bakmaya devam etti.
Kadın sırtını döndüğünde, Kağan ile göz göze geldi. İfadesiz bir şekilde kadını süzen Kağan’da hiçbir mimik belirtisi yoktu halen.
Kadın, yeniden Özgür’e döndüğünde Özgür onun cümlesine karşılık kafasını sallayarak, elinin üzerine bir öpücük kondurdu. Ve Kağan’a doğru gitmesi için eliyle yol açtığında, Gürkan hala izliyordu. Komutanlarının vereceği karargâh cezalarını da aklına getirmeden edemiyordu.
Masanın başında duran kadın ve Özgür’e karşı ayağa kalkarak omuzlarını dikleştirdi. Kadın, “ Kağan Soyder,” dediğinde şaşkınlığını gizlemeyi başardı. Ancak bakışları Özgür’ü bulmuştu. Çenesindeki kaslar o kadar sık seğiriyordu ki… Özgür ve Gürkan birer adım geriye gittiler.
Çünkü Kağan içeriye, bir Soyder olarak girmemişti.
Luca Boris… Kimliği bu gösterişli yer içindi. Ve bu kadının ismini bilmesi bir saniye daha kaybetmemelerine işaretti. Şu anda bu kadın devletin sorgusunda olmalıydı. “ Sizi tanıyorum,” diyen kadına dik dik bakmaya devam etti. “ Beni tanımanızı beklemiyorum,” dedi adı Maria Armand olan kadın. Koyu kızıl saçları ela gözlerindeki sinsiliği gizlemeye yetmiyordu. “ Babanızı andırdığınız söylenirdi, Rusya’da.” dedi ve Kağan’ın kendini dizginlemesine köstek oldu. Yumruğunu ellerini takım elbisenin cebine koyarak, sakladı. Ancak sert nefeslerinden kabaran geniş göğsü, kadını mutlu etmeye yetmişti. Biliyordu çünkü. Babası ile arasındaki varis savaşını. “ Ancak öldüğünüzü düşünüyordu, Slavlar. Bu haberi heyecanla Rusya’nın göz bebeğinde duyurmak için saniyeleri dahi sayacağıma emin olabilirsiniz.” Kadın, Kağan’ın babasına açık bir şekilde kin güdüyordu çünkü işbirliğine yanaşmayan babası kırk yılda bir Kağan’a derin bir nefes hakkı tanımıştı.
Kadına bir adım attığında, kulağına doğru eğildi ve tek bir cümlesi ile kadını iki adım geriletti. Kadın Kağan’ı baştan aşağı süzdüğünde, alaylı sırıtışında beliren heyecan aşikârdı. Odadaki ışıklar kısıldığında loş ışıklar altında Kağan’ın toprak kahvesi gözlerindeki şeytana dahi diz çöktürtecek hırs duygusu babası ile karşı karşıya geldiğinde beri ilk kez bu denli bürümüştü.
Bu hali tıp ki babasıydı. Kadın yanılmamıştı. O gerçek bir Soyder varisiydi.
Kadına öncelik tanıdığında, sandalyeyi çekti. Ve oyunu kurallarına göre oynamaya karar verdiğini belli etti, Özgür ve Gürkan’a. Masaya oturduğunda, kartları dağıtan krupiye ile oyuna başladılar.
“Ulan giderayak maaşlar yanacak,” diyen Özgür içten içe isyan etti.
Gürkan, “ komu… Yani Abi, bende kulağına eğilince düşündüm ki…” diyerek lafa girdiğinde Özgür, kaşlarını kaldırarak ona döndü. Devam et, dercesine kafasını sallayarak göz kırptı. “ Kadını tavlayacak sandım,” dediğinde Kağan’ın onları duymadığını düşünüyorlardı. “ Birbirlerini süzünce… Dedim ki,” diyerek devam edecekken masaya sertçe bir el koyulduğunda ikisi de komutanlarına döndü. Bu bakış, belanızı sikeceğim demekti.
Özgür, kadın kokteyl isterken, “komutanım maaş sallantıya girmesinde, açken görev çekilmiyor,” dediğinde Kağan dişlerini sıktı. Anladım dercesine önüne döndü, Özgür.
“Bol şans, Soyder…” dedi, Maria. “ Sizinle sahada savaşmak zevk verecek gibi.”
Özgür, eliyle burnunu siler gibi yaptığında, yüzündeki imayı gizlemek için derin bir çabaya girdi. Gürkan ise hala şaşkınca komutanı ile kadına bakıyordu. Kırk yıl düşünse komutanın bir poker masasında kadına ayak uyduracağı aklına gelmezdi. Ancak komutanı sahada çok daha farklıydı. Donuk suratında hırs vardı çünkü. Hırs, savaşın seyrini değiştirirdi.
Özgür ise araya girerek, “savaşta, her yol mubah dedikleri bu olsa gerek,” dediğinde Kağan’a baktı. Ve o kaçınılmaz ifadesinden nasibini alarak önüne döndü.
Oyun devam ettiğinde, kadın Kağan’dan nadiren gözlerini çekiyordu. “ İki bin…” dedi Kağan.
“Emin misiniz,” diyen Özgür’e kaydı gözleri. “ Beni ilgilendirmez,” diyerek u dönüşü yapsa da onu ilgilendirdiği gerçeğini silip atamıyordu. Masaya konulan paralar bu ayki maaşlarıydı.
Kadın kâğıtlarını açtığında, dudağını kıvırarak Kağan’a baktı. “ Rusya’ya da beklerim, mubah olan savaşınızda,” diyerek kazandığını ilan etti.
Özgür ve Gürkan gözleri ile feryat ettiler adeta. Tüm maaşlar gitmişti.
Kağan ise bir kez daha kendini hatırlattı. “ Tebrik ederim, Maria Armand. Babandan sonra sende bir Soyder’ e yenildin,” dedi kadının ismini dile getirdiğinde karşısındaki gözler afallamıştı. Oysa ki çok daha fazlasına hâkimdi kadın hakkında. Bunu geceye saklayacakları kesin olan tek şeydi. Kağıtlarını açtığında üç papaz kazanır demişti, krupiye. Ayağa kalktı ve kadının yanına ilerledi. Ona ayak uydurdu, Maria.
Donuk ifadesinden zerre ödün vermedi, bir kez daha kulağına eğildi;
“ Üsteğmen Kağan Soyder, görevimsin!”
Geriye çekildiğinde Maria’nın perdesi kapanmış olacaktı...
*
Tim üzerine düşeni yaparak, görevden dönmüş yine bir demlik sıcak çay için Turgut’un evine kurulmuştu. El birliği ile çay ve yanına atıştırmalık bir şeyler hazırlanmış, şimdi ise sohbete koyulmuşlardı.
“Başkan şimdi Kurt Efe doğunca, ne keseceksin?” dedi, Serdar.
Turgut, bunu düşünmemişti. “ Ne kesmem icap ederse, onu.” Dediğinde çenesini kaşıdı.
Özgür, araya daldı. “Mangalı da özlemiştim, zaten.” Dediğinde tüm bakışlar ona döndü.
Turgut, Petek’in yanında oturan Özgür’e tip tip baktı. “ Yemek için kesmiyorum. Dağıtacağım tüm etleri.”
“Bende payıma düşeni mangalda pişiririm.” Dedi ve kimseyi inandıramadı. “ Pişirecek birini buluruz,” dediğinde etrafta klasik gülüşler belirdi.
Serdar yarım ağız sırıtarak, “ Onda ne şüphe, Kazanova. Boşta kaldığını görürsek, hastalığa yakalanmış deriz.” Dediğinde çayından bir yudum aldı.
Ülkü, Süheyla’ya doğru çevirdi bakışlarını. “ Nasıl gidiyor abla, bir sıkıntı olmuyor inşallah,” dediğinde zil sesi ile Petek ayağa kalkmıştı. Ardından da Özgür. Bakışları Özgür’e değmedi. Merak etmemesi gerekti çünkü.
Kapıya doğru ilerlerken adımlarını bire bir takip etti, Özgür. Petek’ten önce davranarak kapıyı açtığında Efe ve Umay şaşkın bir ifade ile ikisine bakıyordu. Efe yüzündeki ifadeyi silerek, Özgür’e baş selamı vererek, Petek’e adımladı. “ Görüşmeyeli nasılsın, bal yuvası?” dediğinde birbirine sarıldılar. Umay’da Özgür’e baş selamı verdiğinde, Petek’e sarıldığında onlar içeriye doğru Petek ve Özgür mutfağa yöneldiler.
Özgür, ciddi bir ifade ile çay bardağına yetişen ancak kurabiyeler için tabağa yetişemeyen kızı izlemeye son vererek, ardında belirdi. Petek’in omzunu teğet geçen kolları rafa uzandı. Ayakları yere basmadı hala Petek’in. Bastığı an ona temas edeceğini biliyordu. Sinirle soludu, içeresinde bulunduğu saçma duruma.
Özgür iki tabak indirdi, raftan. Geriye çekildiğinde, ani sinirle kendine dönen kız ile göz göze geldiğinde yutkundu. “Bir daha gizli gizli yaklaşma, bana!” diyerek iteledi, Özgür’ü. Bir adımdan fazla gitmedi geriye, Özgür.
Kollarını göğsünde bağladığında, Petek’e bakmaya devam etti. “ Anladım, bir dahakine haber verir de yaklaşırım.” Göz devirdi, Petek. “ Yapma şunu…” dedi, Özgür.
Ters ters bakarak tezgaha döndü ve çayları koydu. Ardından tabaklara da kurabiyelerden koyduğunda, Özgür’ün eline tutuşturdu. Kendisi de çayları eline aldığında, “ düş önüme,” dediğinde gözleri ile kapıyı gösterdi.
Tebessüm etti. “Emrin olur, sarı şeker.” Dedi ve kızı ikiletmedi.
İçeriye girdiklerinde sohbet geçen haftaki maça kaymıştı. Petek çayları verdiğinde, Özgür’de tabakları sehpalara koyarak Efe’nin yanındaki boşluğa oturdu.
“ İyi oynadık ama…” diyen Yağız’dı.
Gürkan gülerek, “ Komutanım, takım iyiydi bu defa.”
Turgut, Efe’ye baktığında, “ pasları çok iyi zamanladın, Efe.” Dediğinde boynunu bükerek, elini kalbinin üzerine koydu, eyvallah dercesine.
Umay ve Petek’in yüzü ekşidi. Üçü de göz göze geldiğinde, Efe üstten bir bakış atmaya çalıştığında iki kadında burun kırıştırarak, Ülkü’ye döndüler.
Kağan’a dönen Özgür, “ komutanım…” Dedi, çarpık gülüşüyle. “ Sizin de maşallahınız var. Senede bir çıkıyorsunuz sahaya. Onda da hakkını veriyorsunuz,” dediğinde Kağan muhabbetin nasıl kendisine döndüğünü sorguladı. Dinlemek iyiydi de ortama katılmak onluk bir mevzu değildi.
Süheyla girdi araya, “ bir sağlık sorunun mu var yoksa? Bak iki doktor var evde. Bir daha zor geçer bu fırsat eline,” dediğinde Kağan’ın ifadesi değişmedi; Boştu gözleri. Umay ve Petek ile göz teması kurduğunda ani bir hızla kısa kesti.
Turgut lafı Kağan’a bırakmadı. “ Ondan değil, Sultanım. Ne zaman maç planlasak komutanıma görev düşüyor.” Dediğinde Süheyla kafasını salladı. “ Senede bir iki kez denk geliyor, görev almadığı günlere.”
Kağan’da yalnızca kafasını salladı. Elindeki çayın son yudumunu kafasına dikti. Ayağa kalktığında, diğer askerlerde ayağa kalkmıştı. Oturun dercesine, eliyle işaret etti. Süheyla’ya dönerek, “ elinize sağlık, sıcak bir şeyler yedik sayenizde,” diyerek önce Süheyla’ya sonra da Petek’e baş selamı verdi. Diğerleri gibi ayakta bekleyen, yanı başına geldiği Umay’a da selam verme gereksinimi hissettiğinde, buna fırsatı olmadı. Çalan telefonunu eline aldığında, gördüğü yazı ile donuk ifadesini silmeyi beceremedi. Anne, yazısı birinin daha gözüne ilişmişti. Umay’ı es geçerek hızlı adımlarla kapıya yöneldi.
Geride kalan Umay, huzursuz hissetmişti. Ancak üstelemedi yabancı adamı.
Petek lafı gevelemeden ortaya attı. “Komutanlarınız hep böyle mi?” dediğinde karşılaştığı iki adamda oldukça katıydı. Duruş olarak da ifade olarak da.
“Ne varmış, komutanlarımızda?” dedi Turgut iğnelercesine.
Petek, eniştesine çevirdiği gözlerini kırpıştırdı. “ Duygudan mahrum gibi… Hissizler.”
Timden çıt çıkmadı, kısa bir an. Hepsi birbiri hakkında bir sır biliyordu ancak bunlarında sınırları vardı. Kağan ve Demir’in sınırlarının iç içe olduğunu biliyorlardı, bir tek. İki adam da omuz omuza büyümüştü. Nasıl ve ne şekilde yetiştikleri meçhuldü. İsimsiz ve kimliksizdi, tim ile tanıştıkları zaman. Gördükleri iki bedenden fazlası olmamıştı. Belli bir zamana kadar.
Yeni çocuk Gürkan;
“Asker hiç kimseye bir şey hissetmese bile vatana sevdası vardır, hep kalbinin bir yerlerinde..."
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |