Yeni Üyelik
3.
Bölüm
@dnzkzgb

 

 

Bu hayatın, birçok dönüm noktası vardı. Buna inanıyordu, ağır adımlarla ilerleyen minik kız çocuğu. Abisi inandırmıştı, bir şekilde. Elinden tutmuş ve sadece zamana bırakması gerektiğini fısıldamıştı yüreğine. Başka bir hayatta mutlu olacak, koşulsuz sevilecekti. Zihnindeki yaşına göre olgun düşünceleri ile birkaç adım ötedeki çocuklarla, oyun oynamayı denemek için saçlarını savurarak ilerledi. Daha önce denemiş ve kaba dille reddedilmişti. Ama tekrar denemekten zarar gelmezdi. Son bir şans daha, isteyecekti.

Attığı adımlar ile çakıl taşlarının çıkardığı seslerin eşliğinde, top ile oynayan çocukların oyun alanına girmişti. Kimisi oyuna devam ediyor, kimisi ise baştan aşağı süzüyordu onu. Sağ elini kaldırarak, onlara selam vermek adına usulca salladı. Bu çocukların hoşuna gitmemiş olacaktı ki, yüzleri ekşimişti. İçlerinden en uzun boya sahip esmer çocuk, ona doğru bir adım atarak " Seni oyuna dâhil edemeyiz," dediğinde yüzü düşüverdi. Havada kalan elini, yavaş yavaş indirdi. Dudağını buruşturmamak için çaba sarf etti. Gözleri nemlenmişti. İstenmiyordu. O, yine istenmeyendi.

"Neden kine?" diyerek gözünü kapayan kâküllerini, iteledi. " Ben tarttım. Üç kilo azalmışım. Artık yavaşlatmam ki. Lütfen beni de alın." Diye cümlesini bitirdiğinde, önündeki çocuk bir adım daha yaklaştı ona.

"Olmaz! Sen hala çok şişmansın." Dedi, yüksek bir sesle. İrkildi, şiddetli sesten. Gözlerini kırpıştırarak, nemli gözlerinden gelen yaşlara engel olmak istedi. " Oyunumuzu bozmadan çık git!" diyerek minik Gül’ü işaret parmağı ile iteledi. İtelenmesi ile afallayan minik kız, denge kurmakta zorlandı. Tutunacak bir yer bulamadığı için çakış taşlarına, düştü. Avuç içlerinde ve diz kapaklarında hissettiği acı ile gözlerini kapattı. Geçecekti acısı, gözünü kapadığında.

Gözünü açtığında, ellerini gözüne hizalayarak avuç içlerine batan çakıl taşları ve cam parçalarına baktı. Sesini çıkarmadan sadece gözyaşı döktü toprağa. Ellerini birbirine çırpacağı sırada yanına çöken beden ile elleri havada, başını hafifçe sola çevirdi, ıslak kirpikleriyle.

Kehribarlarına değen yeşiller ile aklına ilk gelen babasının üniforması oldu. Asker yeşiliydi, karşısındaki çocuğun gözleri... Üzerindeki siyah takım elbisesi ise bugünün özel olduğunun göstergesiydi. Doğru ya… Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramıydı. Minik kız, abisini görmediği zaman diliminde çocuk olduğunun farkında olmamıştı. Olmasına da müsaade edilmemişti ki…

Ellerine usulca dokunan kumral tenli çocuk, çatık kaşlarının altında bir liman misali yeşillerini saklamadan, canını yakan taşları tek tek ayıkladı. Cam parçalarını da nazikçe çıkartarak, ceketinin yaka cebinden çıkardığı mendil ile hafif de olsa kanayan sol elini sardı. Ardından hızla ayağa kalkarak, çevrelerinde çember oluşturan çocukları güzelce azarlayıp, kovdu. Hiç kimse sesini çıkartamadı ona. Gözleri daha da açıldı, miniğin. Tıp ki abisi gibiydi. Onu istemeyen çocukları, başlarını eğdirerek evlerine yollamıştı.

Kırpıştırdığı kirpiklerinde saklı kehribarları parlayarak, "Teşekkür ederim, abi." Diye tiz ve ince bir sesle konuşan minik kıza dönen bedeni ile tekrar eğildi toprağa. Diz kapaklarını çakıl taşlarına koyarak, minik kızın ellerinden tuttu. Usulca kaldırdı, oturduğu taşlardan. Minik kızın diz kapaklarını çırparken, beyaz elbisesinin açıkta bıraktığı bacakları batan çakıl taşları ile tahriş olmuştu. Bu görüntüye çatık olan kaşlarını, daha da çatarak içli bir nefes verdi.

"Anne, baban nerede?" dediğinde ayağa kalkarak, minik kıza üstten bakmaya devam etti. Gözlerini kaçıran kıza, bıkkın bir bakış atarak " Niye sesini çıkarmadın onlara?" diye sorduğunda, kendine dönen kehribarlar gözünü kamaştırdı.

"Çıkardım sesimi!" dedi bilmiş bir tavırla. Ancak gözlerini kaçırması onu ele veriyordu.

"Hadi ya!" diyerek histerik bir gülüş belirdi, çocuğun yüzünde. Tebessüm etti, kendine güldüğünü anlayan çocuğa. Bilmiyordu alaylı bir gülüşün ne anlama geldiğini. " İzledim başından beri, Bayan Çokbilmiş! Yalan söylemek günah!" Diye işaret parmağını uyarırcasına kaldırarak, minik kızın göz hizasına eşitleyerek usulca salladı.

Kaşları kavislenerek;

“Sen cami de mi çalışıyorsun?” diye sordu.

Parmağı havada kalmış, şaşkınca baktı minik kıza. “Ha…Hayır.” Dediğinde devam edemedi. Araya giren Çokbilmiş miniği dinlemek zorunda kaldı.

“O zaman günah olduğunu nereden biliyorsun ki? Dediğinde tek bir solukla devam edemedi. İçine çektiği nefesi ile "Onlar... Onlar benim arkadaşlarım." Dediğinde karşısındaki çocuktan ne gördüyse aynısını yaptı. Salladığı işaret parmağına, kenetlenen işaret parmağı ile bakışlarını yeşil gözlerden çekip, parmaklarına çevirdi. " Hem… Sen kimsin kine?" diye konuştuğunda aklına bir şey gelmiş gibi, gözleri ışıldayıverdi. " Benimle arkadaş olmaya mı geldin yoksa?" diye konuştuğunda kenetlenen parmaklarına diğer eliyle sıkıcı tuttu. Arkadaş edinecekti ve kaçmasını istemiyordu.

"Hayır. Bir kere ben senden büyüğüm, cimcime." Dediğinde parmaklarını tutan elleri, usulca çekip, itti. " Ben abi olarak yardım ettim sana, hepsi bu." Minik kız, kendi çapında yaşadığı heyecanıyla derin bir hüzne gömülen gözlerini yerdeki çakıl taşlarına çevirdi. Çakıl taşlarını ıslatan yaşlarına karşı, sadece ofladı. Annesinin dediği gibi sürekli ağlıyordu, sulu göz gibiydi. Mendilin sarılı olduğu ile yaşlarını silmek istediğinde, kirlenmesi düşüncesi ile geri indirdi. Bilmiyordu ki sarılı mendil, kanı ile çoktan kirli bir bez parçası olmuştu, geleceğe...

"Tamam…” dedi gözlerini kaçırarak. Ağlayan çocuklardan nefret etse de minik kıza kalbi kıyamadı. Bir mıknatıs etkisi gibi olan gözlerine yeniden baktı. Kehribarları nemli, biraz da ümitliydi. Onu manipüle etmeyi başarmıştı. “Tamam, ağlama." Diyerek omzuna naif bir şekilde dokunan çocuk " okuldan fırsat bulduğum zamanlar… Ben seninle arkadaş olurum." Dedi. Minik kız, eğdiği başını usulca kaldırarak arkasında kalan kaldırıma çıktı, tüm heyecanıyla. Boyları eşitlenmese bile, artık daha yakındı..

"Gerçekten mi?" diyerek içten bir gülümsemeyle sordu sorusunu. Büyüklerin dediği gibi, kalbinde kelebekler uçuşuyordu, tam şu anda.

“Gerçekten, cimcime!"

Gözlerini kırpıştırarak, ellerini önünde bağladı. Başını sola eğerek, baktı; ilk ve tek arkadaşına. "Benim adım, Yazgı Gülce! Sen bana Gülce de olur mu?" dediğinde başını sallayarak kendi sorduğu soruyu kendi onaylamıştı. "Şimdi beş yaşındayım. Doğduğum günde, kasım on beşti." Diye kısa bir özet geçtiğinde kaşları havalandı, karşısındaki çocuğun. Bu garip bilgilere, gülmemek için başını sağa çevirerek, kendini toparlamaya çalıştı.

Tekrar ona doğru döndüğünde, hala alık alık kendine bakan kız çocuğuna, "Kurt. Sen bana Kurt de, Gül"

Gülce'nin tek kaşı havalanmıştı. Kurt, güzeldi. Bir keresinde de babasıyla Kurt'un filmini izlemişti. Filmdeki Kurt da cesurdu, karşısındaki çocuk gibi. "Adım Gülce. Gül değilkine." Diye masum bir edayla konuştu.

"Kısa ve güzel. Bende Gül olsun adın."

"Bir tek sende olsun o zaman." Dedi mırıldanarak.

Başını hafifçe aşağı yukarı sallayarak, "Bir tek bende olacak!" diyerek belli belirsiz tebessüm etti.

Heyecanını gizlemeye çalışarak, "Şimdi müsaitsen oyun oynayalım mı?" diye sorduğunda, masum bakışlar atarak cevap bekledi. Sesindeki sıcaklık, içindeki kabaran heyecanı yok etmeyi başaramamıştı. Kurt, karşısındaki kehribarların masumluğu karşısında, itiraz edemedi. Onayladı hemencecik. Gerçekleşecek maçını, aklından silip atarak minik kızın arkasından adımladı. Nereye gittiklerini bilmiyordu. Ancak minik kızın saflığına güvendi.

Gül, bir yandan yürüyor bir yandan da laf yetiştiriyordu. " Biliyor musun, bende bir kez seni televizyonda izledim. O zaman da böyle bakıyordun?"

"Nasıl bakıyormuşum ben?" diye merak içeren bir tınıyla sordu.

"Asker gibi, cesur. O Kurt’ ta böyleydi. " Dedi, hiç duraksamadan. Cevabı, net ve keskindi. O Kurt, asla güvenmemesi gereken düşmanına cesurluğunu göstererek güvenmişti. Yanılmamıştı. Tüm yaralarını sarmıştı, düşmanı. Kaşları havalanmış, dudağı kıvrılmıştı, yanı başındaki bedenin de. Hoşuna gitmişti. " Bir de çok tatlısın" diye ekleyiverdi ardından. Göz devirerek, yüzünü buruşturdu. Memnun olmamıştı, bu cümleden. Bir şeyler demeye fırsat olmadan, önünde yürüyen kıza hızla adımladı. Omuzlarından tutarak, adımlarını durdurmasını sağladı.

"Önünü görmüyor musun," diye sert bir sesle dile getirdi, dilindeki cümleleri. "Ya basıp, düşseydin? Başıma bela olurdun." Dediğinde ardından sert bir soluk ekledi. Ellerinin altındaki bedenin titremesi ile birkaç saniye afalladı, kalbi. Kırılmış mıydı? "Özür dilerim canını yaktığım için." Diye gözlerini kapatarak, kendine kızdı.

"Canım yanmadakine. Bir anda omuzlarıma dokununca, senin beni takip ettiğini unutmuş, aklım." Diye neşe dolu bir sesle konuştu, Gül. Ellerini hızla çekerek, bakışlarının odağı olduğunda, Gül'ün her ne kadar yüzünü göremese de sesinden anlaşıldığı kadarıyla, gülmesi bir nebze de olsa yüreğine su serpti. Yanılıyordu Kurt, içindeki kuyuya gömüyordu. Derin derin ağlıyordu içinden; hayatına giren herkese bela olmasına. Baş belası olan bir kız çocuğu; hem aklına hem kalbine çiviyle kazınmıştı. Söküldüğünde bile izi kalsın diye... Elleriyle görüşünü kısıtlayan kâküllerini iteleyerek, devam etti yürümeye. Adımları bu sefer daha dikkatliydi. Canı bir kez daha yanmasındı.

Boş bir gül bahçesine geldiklerinde durarak, arkasındaki bedene döndü. Kurt'un garip bakışları bir Gül bahçesinde bir Gül'ün arasında mekik döküyordu. Anlamamıştı, neden burada olduklarını. Gül sırtındaki renkli minik bez çantayı çıkartıp, açarak içindeki iğnelerden ve iplikten aldı. Tekrar kapatarak, sırtına geçirdi çantayı. Bir iğneyi ve ipliği Kurt'a uzattığında alması için işaret etti. Bıkkın bir nefesle elindeki iğne ve ipliği alarak, " bunlarla ne yapacağız? Ben örgü falan bilmem." Dediğinde hafif sinirli sesine engel olamadı. Oyun falan derken, kapılara vurup kaçma, top ile çocuk kovalama gibi aksiyonlu bir şeyler beklemişti. Oldukça bilmiş ve egolu bir tavrı olduğunu düşünüyordu, Gül'ün.

Hayal ettiği hiçbir oyun olmamıştı. Ellerinde iğne ve iplikle; Güllerin arasına oturarak buldukları papatyaları iğne yardımı ile ipe diziyorlardı. Kendine göz devirdi Kurt. Yine de şükretse iyiydi. Evcilik falan da olabilirdi. Bakışları Gül'e kaydığında sessizce, çatık kaşları eşliğinde oldukça önemli bir iş yapıyormuşçasına papatyaları diziyordu. Bu haline tebessüm etti, ister istemez. Tuhaf bir şeydi, bu kız çocuğu.

Yalancı bir öksürük ile " oluyor mu, cimcime. Bir baksana?" dediğinde çatık kaşları, ciddi ifadesi ile ona döndü. Kurt, bakışları karşısında ilk kez gerilmiş, gözlerini kaçırmıştı kısa bir an. Olması gerekenden daha ciddiydi.

Bakışları tekrar ona kaydığında, yüzündeki ciddi ifade tuzla buz olmuş, yerini saf bir şaşkınlığa bırakmıştı. Sargılı elini başına götürerek, hayal kırıklığı ile gözünü kapadı. "Öyle değil kine ya...!" diyerek isyan edercesine çıkan ses tonuyla "Ters dizmişsin. Ayrıca daha yavru olanları neden koydun kine, aralara?"

"Çok gözüksün diye." Basitti cevap. Gül'e yetişmesi gerekti. Hızlı, dikkatli ve titizdi, karşısındaki kız çocuğu.

"Şaka gibi," dedi kafasını sağa sola sallayarak. " Yazık ama onlara kıymamalısın." Diyerek kafasını iki yana usulca salladı.

"Sen de kıyıyorsun. Ha büyüyünce kıymışsın ha küçükken. Ne fark eder ki?" dediğinde kendince haklı olduğunu düşünüyordu. Gül' ün elindeki çiçeklere kayan bakışları, ışıltıyla süslenmişti. Gerçekten özenmişti. Ya da bu işte iyiydi.

" Yavrular canının yandığını anlamazlar çünkü. Alıştıkları içinde hep yara açarlar, anladıklarında da büyümüş olurlar." Dediğinde ağzı açık bir şekilde Gül’ü izledi. Bir şeylere bu kadar detaylı hâkim olması tuhaftı. Kurt'u hem ürkütmüş, hem de büyülemişti. " Hem düşünsene, haberin olmayan bir yara var vücudunda canın çok acımaz mı, Kurt?" dedi. Tiz ve ince sesi ile ilk defa dile getirdi adını.

İçinden sayıklamadı. Tebessüm ederek, "Ve Gül, nokta atışı ile dikenlerini Kurt'un kalbine batırdı." Dedi Gül’ün kavurucu kehribarlarına karşı.

 *

Yıllar geçmişti. Ona karşı sustuğumu düşündüğüm yıllar… Ona değen gözlerimin kalbime anlattığı kadarıyla geçen zamana rağmen içimdeki tüm hüznü yemiş duygular yarımdı. Kalbim katlanmıştı o kadar. Kalbimde bir sızı, sırtımda öyle derin bir ateş vardı ki… Ne kalbimdeki sızı ne de sırtımdaki ateş öylece kalacaktı.

Çaresiz bir telaşla yanan içim, ona doğru yöneldi. Kurşunu andıran gözleri, çehresindeki ciddilikle kaçıncı kez öldürmüştü, adını dillendiren Feyyaz Savcıyı. Ona attığım kaçamak bakışları o fark etmese de beni çocuk gibi azarlayan asker fark etmişti. Göz göze geldiğimizde düz suratında herhangi bir kas seğirmedi. Şaşırmadı, kızmadı, şüphelenmedi. Yalnızca izledi.

“Savcı Yazgı Gülce Alkan…” diyerek cümlesine devam etme taraftarıydı, başsavcı. “İstediği alanda hür iradesi ile gezmesi en doğal hakkıdır, Demir Yüzbaşı.” Dedi ciddi bir ses tonuyla. Şaşırdım. Onun beni koruduğuna mı sevinecektim yoksa azılı suçlu gibi şikâyet edildiğime mi üzülecektim. Bakışlarım ona kaydığında, adımı duymasına rağmen değişmeyen yüz ifadesine karşı birazcık da olsa afallamıştı. Koca bir hiçliktim. Yutkunarak, öfkeli bir nefes verdim. Aramız bu kadar sessizken neden bu kadar gürültülüydü kulağımdaki, zihnimdeki uğultular?

Her şey bir kenara... Hayır. Sadece kan ile dolan içimdeki kuyuya atarak, saçma dürtülerimle kelimelerimi dile döktüm "Sen bir de utanmadan, beni mi şikâyet ettin!" dedim ona duyduğum nedensiz öfkeyle. Sesim yüksek çıksa da bir ihtiyaç vardı. Keskin yeşil hareleri ani bir şekilde bana dönmüştü. Bir insanı iki kaşının ortasından delecek kadar keskin bir mermi gibiyken beni bulduğunda yorgun mermi olmuştu. Afalladım. Biraz da nedensizce kırıldım. Yalnızca saf öfkenin yattığı gözleri, kalbimde derin bir burukluğa yol açıyordu.

Yüzündeki kasları seğirdi. Çenesini sıktığında, dişleri arasından "Birincisi Hanımefendi sen değil, siz! Askerlik arkadaşı değiliz." Diye köşeye sıkıştırılmış yılan gibi tısladı. Gözleri, vücudumu sarmaya çalışan kollarıma kaydığında, toparlanarak, "İkincisi sizi şikâyet edecek olsam adresim bu herif olmazdı." Dediği an üzerime doğru bir adım attı. Dilini yakıcı, incitici bir şekilde kullanmasını öğrenmişti. Titrek bedenim onun kalın sesine ve adımına eş zamanla sendeledi. Her ne kadar geriye adımlamak istesem de, bedenim ona itaat edercesine, bulunduğu yere mıhlanmıştı. " Ve üçüncüsü, sakın bir daha başınıza buyruk hareket etmeye kalkmayın. Aksi takdirde sadece çakma olarak kalabilirsiniz." Dediğinde gözlerimi bir an olsun kaçırmasam da içten içe kemiklerimi yedim.

Bakışlarını bir an olsun gözümden çekmedi. Anladığıma mı bakıyordu? Tenimi kavuran gözlerini bir an olsun kırpmadı. İfadesinden ne düşündüğünü hala anlayamıyordum. Başımı usulca sallayarak, ona çektirdiğim eziyete kendi çapımda son vermek istedim." Kitabınızdaki cümleleri bitirdiğinize göre gidebilirsiniz." Dediğimde dişlerim sinirden gıcırdıyordu. Gözlerini kapatarak, başını sola eğdiğinde sinirle soludu. Susarsan kalbin seni ele geçirir, Yazgı. İzin vermeyecektim. Kalbim bu bilinmezlikte beni yakıp, yıkamayacaktı.

Bana bu denli öfke ile bakmaya devam ederse, ağlayabilirdim. Tenine değen sözlerimi geri almak istiyordum. Kırılganlığımın bir parçası çoktan açığa çıkmıştı ve onu bu adamdan geri almak istiyordum. Beni tanımasa bile kalbini saran buz kalıpları daha da kalınlaşmıştı. Bunu ortaya seriyordu.

Hiçbir cümle dillendirmeden ardında bıraktıkları ile adımladı.

“Seni ben azarlarım ama başkasına izin vermem,” diyen Feyyaz Savcıya değdi kendini tutmakta zorlanan gözlerim. Onun garipliği düşüncelerimin arasına girmedi. “Ama…” dediğinde yeniden bir şeyler isteyeceğini farz ederek, gözlerimi belertmemek için direndim. “Yüzbaşı’ya özür borçlusun! Seni şikâyet etmedi. O bölgede mayın kontrolü yapılmadığı için seni uyarmamı istedi.” Dedi kendi sesinden dahi sıkılmış gibi. “ İstedi… Biraz kibar kalır da… Neyse!” dedi kaşlarını kaldırarak.

Ardıma dönmem için bir neden vardı. Ama yapamadım. Öylece durdum. Beni tanıyor muydu? Tanısa bile ne değişecekti? Ona zarardan başka bir getirisi olmayan kıza ilgi mi duyacaktı? Zihnimde dolanan onlarca cümleleri, yuttum. Tek bir neden; bela almak istemedi. Diğer herkes gibi.

Kolumdaki çantayı sıkı sıkı sarak, Feyyaz Savcının ardından tok topuk seslerim eşliğinde ağır ağır adımladım. Savcının adımlarına yetiştiğimde, derin bir iç çektim. “Pakize’m incinmiş, Yazgı!” diyerek bana yan bir bakış atarak, yürümeye devam etti. “ Bende dayına şikâyet dilekçesi yazdım!” dedi alaylı bir ses tonuyla. Bunu hangi boşlukta yapmıştı, bu adam? Gerçekten ilginç biriydi. “ Albay Sezgin Atay, tarafından bekleniyormuşsun.” Dediğinde beni rüzgârlı havada oluşan hortuma doğru itelemişti. Herhangi bir cümle kurmama müsaade etmeden cipine doğru yürümeye devam etti. Beni bana bırakmıştı. “Hadi, Devlet beklemez!” diyerek sert bir tonda gerisinde kalan beni kendime getirdi. Topuklularıma rağmen koşar adım ilerleyerek cipe bindim.

Emniyet kemerimi taktığımda, boğazımı temizlemek istercesine öksürdüm. “Sayın Savcım…” dediğimde telefondaki bakışları hala bana dönmemişti. “ Demir… Yani şu Yüzbaşı.” Diyerek ağzımda gevelediğimde telefonu kurcalayan parmakları duraksadı. Yine de bana bakmadı. Gözlerimi devirdim.

“Medeni durumunu senin için öğrenmemi falan istiyorsan, karşılığında tüm ayak işlerimi sana kitlerim.” Dedi düz bir sesle.

Zaten bana yaptırıyorsunuz, demek istesem de cümle dilimden çıktığında ne gibi sonuçlar doğururdu kestirememiştim. “ Ne münasebet!” diyerek kâkülümü düzenlemeye çalıştım. “Ben kumral sevmem…” dediğimde ağzımdan dökülenlere karşı tenim ürpermişti.

Alaylı bir ses tonuyla, “on iki saniye…” dediğinde anlamlandıramadığım kelimelerine kaşlarımı çattım. “ bir insanın yalanındaki boşluğu doldurabilir.” Diyerek telefondan başını kaldırarak, bana doğru çevirmişti. “Şimdi in arabamdan,” dediğinde kaşlarımı gerginlikle kaldırarak, gözlerimi irice açmıştım. Beni şikâyet etmişti. Yalanımı anlamıştı. Şimdi ise yol ortasında öylece bırakıyordu. “Çakma Savcı…” diyerek alayla eklemişti cümlesinin sonuna. Tenime batırdığım parmaklarım bir nebze de olsa bu adama kafa atmam gerektiği düşüncesini köreltiyordu. Göğüs kafesimi derin bir nefes alarak, kemerimi çözdüğümde arabadan inmeden önce dik bir bakış attım. Hala durağan bir ifadeyle beni izliyordu. “ Rica ederim!” diyerek sayıkladığında cipin kapısını kapatmıştım. Bir hızla geçip gitmişti.

Kafamı kaldırdığımda, beni karargâha getirdiğini yeni fark etmiştim. Kaşlarım kavislendi, nefesim sıklaştı, korkularım körüklendi. Başladığım yere dönmüştüm; Mardin sınırlarındaki o karargâh… Karargâh askere ev, bana mezardı. Adımla Gül, yaklaş mezarına. Hala Gül kokuyor muydu buralar? Çünkü ben artık gül kokmuyordum. Değişmiştim. Büyümüştüm. Bu hayata boyun eğmiştim.

Genzimden geçen acı bir yutkunuşla, yıllar sonra o sınırı yeniden aşmıştım. Karargâh surlarındaydım artık. Etrafa bakarak yürümeye devam ettim. Etraftaki güller geçmişteki gibi kan kırmızısı renkleriyle, etrafı çevreliyorlardı. Tek fark vardı; artık kan kırmızında benimde canım vardı...

Albay Sezgin Atay yazıyordu, önümdeki kahvenin en koyu tonu olan kapının köşesinde. Altın kaplamalı levhaya özenle işlenmişti. Bakışlarım titrek olsa da kaçışım yoktu. Her zamanki gibi azarımı işitecek, birkaç gün sonra yine dayıma dönecektim. Bana geride bırakılan tek dayanak, Albaydı. Kapıyı tıklatarak, ardındaki sesi beklemeden yavaşça açtım. İçeriye adımlayarak, usulca kapıyı kapadığımda işittiğim sert soluk sesi, bedenimi germişti. Kırılacaktım, yara almaktan hala küçük bir çocuk gibi ürküyordum. Ama yaptıklarımdan da zerre pişmanlıkta duymuyordum.

Yavaş ve ürkek adımlar ile oturduğu masanın önüne gelerek, ellerimi belimde birleştirerek, birbirine kenetledim. Birazdan avuç içlerime yeni yaralar açacak ellerimi, kimsenin görmemesi gerekti. Hala otur emri vermemişti. Vermeyecekti de. Annemin kardeşiydi ne de olsa. Bu benim süregelen cezamdı. Kaç yaşında olursam olayım yediğim her haltta ayakta bekletilirdim. Bana doğru gelen onlara yanlış olanlar... Başını bir an olsun kaldırmadan, önündeki dosyayı inceliyordu. Benimle inatlaşıyordu, sanırım. Hangimiz cümleye başlayacaktı, diyeydi bu inat. Dosyanın kapağını kapatarak, bakışlarını masadan çekmeden, " Sen neyine güveniyorsun?" dedi, seğiren çenesiyle. Katı olan ses tonu ne kadar ciddi olduğunu gözlerimin önüne seriyordu. Ben, ben neyime güveniyordum? Bunun cevabı bende de yoktu. Akışına yaşıyordum, hayatımı; Uyan, nefes al, gün geldiğinde sonsuzluğa gözünü kapat...

Aklımdaki hiçbir cümle onu tatmin etmeyecekti. Bu yüzden sadece susarak, sessiz ortamda bıkkınlıkla soludum. Susmam, sinir sistemini olumsuz etkilemiş olacak ki, aniden ayaklanarak, sol elini hızla masaya vurduğunda, geriye adımlamama neden olmuştu. İrkilen vücudum, yine eskilerdeki gibi titremeye başlamıştı. " Haddini aşma, Sayın Savcı!" diye bağırdığında dört duvar arasında yankılanmıştı sesi. Devamı olacaktı bu cümlelerin; Yık ve tekrar inşa et. Dalımı kırmadan bırakmayacaktı. Nemli gözlerimle, acıyla yutkunmaktan öteye gidemedim. İki adım, iki tel, iki tuğla... Duvarın çeyreği tamamlanmıştı bile.

Avuç içlerimde hissettiğim ıslaklık ile bedenim sızıyı yeni fark etti. Tırnaklarım yine benden habersiz tenimle buluşmuştu. " Cesarete sahip değilsin, titreyen vücudun ne kadar korkak biri olduğunu seriyor insanların gözünün önüne. Cesur tavırlar sergilemeyi kes!" dedi. Sözleri zehir gibiydi. Yavaş yavaş canımı yakmaya başlıyordu. Netti. Bu kadar nettim, karşımdaki adamda. Kaybetmekten korksaydı eğer annem gibi yakar mıydı canımı?

Kaybetmek istemediğini dillendirip, canımı yakmaktan hiç çekinmiyordu. Bunu hep hak görmüşlerdi, kendilerine. Yine de susmam gerekti. Bugünü vardı belki yarını yoktu. Askerdi o; babam, abim, âşık olduğum adam gibi... Yıkımına devam etmeye ant içmişçesine " Senin tek marifetin zekân, artı hiçbir şey göremiyorum sende, Yazgı!" dedi hiçlik oluşumu haykırırcasına. Şüphe dahi yoktu sesinin tınısında. En ufak bir kırıntı arayan nemli gözlerim, hiçbir şey bulamadı.

Dünya kısa bir an durmuş gibi, zihnim ve kalbim düşüncelerle boğuşuyordu. Sorgulamaya başladığım anda nefesim kesiliyordu. Cümle kurmam gerekti aramızda mesafe açacak bir cümle... Birkaç saniye kin dolu gözlerinin derinlerine bakmaya gayret ettim. "Özgürüm ve istediğimi yaparım. Kimseyi de zerre ilgilendirmez." Diye hiddetle konuştuğumda gözlerimdeki damlalar, kalbime direniyordu halen.

Elini masadan çekerek, kollarını göğsünde bağladığında göz temasını kesmedi. Derin bir nefes vererek " Şu an nefes alman bile batıyor gözüme, şu şımarık davranışların. Geçmişinden hiç ders almadığın belli." Diye yüksek sesi hala yankı yapıyordu, kulaklarımda. " Yeter bu kadar vurdumduymazlık. Özgürsen çık, ne halt yiyorsan ye!" diyerek umutsuz bakışlarıyla bitirdi. Kaskatı kesilmiştim. Soğuk bir ter damlası sanki göğsümdeki yangın büyüyordu ki bedenim kıskaçta sıkışmış gibiydi. Ben de bazen kaldıramıyordum. Ben de bazen ölmek istiyordum. Ama tüm dünyaya nefretimi kusacak kadar bencil birine dönüşmüyordum.

Suskunluk yemini etmişim gibi öylece baktım ardından gözlerimdeki boş ifadeyle kapıya ilerledim. Kapının kulpunu tutan ellerim ürkek, bakışlarımda hala umut kırıntıları vardı. Sonu hep hüsran olan umutlar... Yine hüsrandı. Nefes aldığım müddetçe asla bitmeyecek gibi geliyordu, acı bitişler. Kapıyı kapatarak, çıktım. Burnumun dikine gitmiştim yine, Albayın deyimiyle; Buydum ben. Kalbi kırık, tükenmekte olan bir kelebek. Apollo gibi... Özgür ama tehlikede.

*

Şimdi karşımda kocaman harflerle Mardin Adliyesi yazıyordu. Yaklaşık üç aydır staj yapıyordum ve kısa bir süre sonunda, izin verirlerse eğer burada savcı olacaktım. Neden savcı olmak istemiştim, tam bir cevap yoktu zihnimde. Beni bu yola iten şeyin temelinde; adalet ve kabullenmek istenmeyen gerçekler yattığı konusunda nettim. Sadece içimde yarım kalan hesaplaşmaların adil bir şekilde çözüme kavuşması için de olabilir, hayat bana karşı adil olmadığı içinde olabilirdi; bunlar seçeneklerim arasındaydı. Zaten hayat hangi çocuk için adildi ki? Biz çocuklar hep geçmişle kıyaslanarak daha iyi ortamlar sunulduğu gerçeği ile büyütüldük ve hiçbirimiz buna karşı çıkmadık. Farkında değildik belki de. Hem farkında olsak bile karşı çıkacak kadar güçlü müydük, tartışılır. Ağır hasarlar alarak büyüdük bu yüzden çoğumuz, bunu en yakınlarımız bile anlamadı üstelik. Bizim tüm adımlarımızdan haberdar olan yakınlarımız...

Kâküllerimi ve eteğimi düzelterek, nemli gözlerimden arınmış bir şekilde adliye merdivenine ilk adımımı atmıştım. Kasvetli ve boğucu havaya sahipti. Bazıları hayat bulmuştu, bazılarının hayatı karamıştı bu koridorlarda. Ben yine de seviyordum bu kasveti, tutunmamı sağlıyordu yaşama, hala mücadele etmem savaşmam gereken insanlar olduğunu anlıyordum, bu kasvetten. Verdiğim ve vereceğim savaşlarda kendim için geç kaldığımı hissediyordum. Artık kalbim de benim için acımayı bırakmıştı zaten. Fazla yıpranmış, hırpalanmıştım kalbim için. Kendi cehennemimde, yanmaktan o acıya bağışıklık kazanmıştım.

Odama geçerek, koyu kahve koltuğuma oturdum. Çantamı usulca masamın üstüne koyarak, başımı geriye yasladım. Albayın bana dediklerini döndürüp durdum kafamda. Hangimiz haklıydı? İnsanları hiçe sayıp, yalnızca ben çıksaydım bu adliyeden… Bunun düşüncesi dahi kalbimi titretmişti. Beni daldığım düşten çıkaran bağırış sesleri ile irkerek, gözlerimi kırpıştırdım. Birinin benim adımla bağırdığını işiten kulaklarıma rağmen üşenen vücudum, yerinden milim kımıldamadı. Duyduğum kırılma sesleri ile işin ciddi bir boyut olduğunu düşünerek, koltukta doğrularak odadan çıktım.

Koridora çıkarak, adımladığımda kızının davasında bulunduğum adam; Bekir Kara’ydı. Kızını dağa göndermeye çalışmış, kızı elinden kaçarak şikâyetçi olmuştu. Cesur kızdı, kabullenmemişti yazgısını. Davayı kimse üstlenmek istememişti. Adam zengin olduğu için değil, temiz bir geçmişe sahip olmadığı içindi. Kimse kaybolacak bir çocuğun hayatını düşünmemişti davayı reddederken. Kimse yanaşmayınca Feyyaz Savcının tüm kaş göz hareketlerine rağmen ben üstlenmiştim. Üstlenmesem de bir şekilde belayı bulurdum. Beni bulmadan kolaylıkla ben ona gitmiştim. Belki artık ruhum değil de bedenim acı çeksin istedim, anlık bir düşünce dürtüsüyle.

Topuk seslerimin verdiği güvenle adama yaklaşmaya devam ettiğimde, insanlar şaşkın ifadelerle bakmaya devam ediyorlardı. Korkuyorlardı ama ne olacak diye merak ettikleri için gitmiyorlardı da. Aralarında bir çift tanıdık göz aradım. Ancak Feyyaz Savcı yine tehlikeyi sezmiş olacak ki, yoktu buralarda. Çatık kaşlar ile karşımdaki adamın önünde durarak, kollarımı göğsümde bağladım. " Ne bağırıyorsunuz burası babanızın çiftliği mi Beyefendi ?"

Adam, iğreti bir sırıtış ile bana yaklaşarak, elindeki cam şişenin ellerinden kayıp gitmesine izin verdi. Fayans taşlarında tuzla buz olan cam şişenin kırıkları her yere dağılmıştı. Yere değen bakışlarını bana çevirdiğinde aklıma geleni yapmaması için içsel bir yakınmada bulundum, kendime. Umarım bana dokunmazdı. Bir devlet makamındaydık neticede. Burada saygımı bozmak, yapmak istediğim son şeylerden biriydi. "Senin yüzünden diğer çocuklarımı da aldı T.C. elimden! Senin hayatını mahvederim Savcı Hanım,” Diyerek yüzünü ekşitti. Bir hain olmasına rağmen dayımın aralanan dudaklarındaki o korkuyu yaşatamamıştı bana. “Sen kimle uğraştığının farkında mısın? " diyerek kolumdan tutarak sarstı beni. Gözüm seğirmişti. Aklıma geleni, yapmıştı.

Acıyan koluma çevrilen bakışlarım, içimdeki öfkenin son demlerini belli ediyordu. Kolum acıyordu. Ama şu an kolumun acısını falan düşünemezdim. Benim iznim olmadan bana dokunması, çok daha büyük bir sorundu. İteledim, önümdeki bedenini. "Oradan bakınca satılık ya da kiralık bir eşya yazdığını düşünmüyorum üstümde, kaldı ki bana kafanızın estiğine göre dokunamazsınız bu bir." Diyerek biraz duraksadım. Sol kolumdu, acıyan. Bende tırnaklarıma güvenerek tokat attım sol yanağına. Sağa doğru düşen yüzü ile adımları geriledi. "Sen kimsin ki beni bu şekilde tehdit ediyorsun! Mardin'inin kahvehanesinde siktiririm, gelen geçen izler orospu çocuğu. " dediğimde işaret parmağımı ona doğrultarak, "Ayrıca o piçler için bir şey yapmak istiyorsan, sen çık dağa yabancı gelmez oralar sana " diye hiddetle bağırdım. Korkmadığımı göstermem gerekti. Aksi takdirde kolay bir şekilde harcanırdım. Bakışlarımı ondan çekerek etraftaki kalabalığa baktım. Şaşırmış ifadelerle bana bakıyorlardı. İşte bu komikti. Taciz edilen benim ama şaşırdıkları kişi de benim.

Ona atacağım adım, mıhlandı. Aramıza giren kastan bir duvar vardı, artık. Bakışlarım soyadının yazdığı nakıştan yüzüne doğru usulca kaydığında, gözlerinde bir tatmin olmuşluk görür gibi olmuştum. Ancak sanrıydı. Şu an donuk gözleri, çatık kaşları ile sıklaşan nefeslerimi izliyordu.

“Önümden çekilir misiniz!” diyerek tüm kibarlığımı tek bir seferde dökmüştüm kuruyan dudaklarımın arasından. Tepki vermedi. Hala robot gibi önümde dikiliyordu. “Sağır mısın, çekil önümden!” diyerek omzuna değmeden geçmeye çalıştım. Adımları yolumu kesti.

Ruh emici bir ses tonuyla “Savcı...” diyen Bekir’i önümdeki beden kapatsa da sesini dahi duyuyor olmam öfkeli bir nefese engel değildi. “ Uzaklaştırma kararımı çiğnedin…” dediğinde başımdan aşağı dökülen kaynar su şaşkınlığımı almaya yetmedi. Bakışlarım Demir’i buldu. Keskin ifadesiyle ellerini arkasında birleştirmiş, bana bakmaya devam ediyordu.

Boğuk sesime gizlediğim gözyaşlarım ile “Sen… Sen, çekil önümden…” diyerek atılsam da belime tutunan elleri engeldi bana. Bana temas eden teni, bedenimi kül edecek kadar yakıcıydı. Tenimde gezinmemesi gereken tahrik edici bir tüy gibiydi, dokunuşları.

Beni kendime getirmeye yetecek o mide bulandırıcı ses, “Beni öyle kafana göre her bulduğun köşede tehdit edemeyeceksin, Savcı! Ayağını denk al!” dediğinde artık öfkem gözlerimden taşıyordu. Bu nasıl işte böyle? Bana böyle bir ihtarname belgesi gelmemişti. Yalan söyleseydi de şu an bu şekilde tutuluyor olmazdım. Gözlerimi kapattım, sakinleşmeye çalıştım. Olmuyordu. O kız çocuğunun gözyaşları dinmediği sürece de olmayacaktı. “Bırak beni!” diyerek karşımda bana sırıtarak bakan adama doğru bağırdım. “Suçlu olan o! Hain olan o! Ama esir alanın ben miyim?” diyerek sıralamaya devam ettim. Onu adım atmaya çalıştıkça, arkamda kalan bedene doğru çekiliyordum. Ben çabalarımdan dolayı tere bulanmışken, o yerinden dahi kımıldamıyordu. Son bir yakarış döküldü. “O adam terörist.”

Göremedim onu. Ama net olduğunu sesiyle görmemi sağlamıştı;

“Asıl terörist sen gibi duruyorsun, Çakma Savcı!”

Tek bir cümle, yıkım getirebiliyordu.

ÇEKİN O KANLI ELLERİNİZİ ÜZERİMDEN!” diye tek bir soluğa gömdüm acımı. Bana değen elleri, gerilmiş ardından usul usul gevşemişti. Postal sesi, bir adım gibiydi.

Aramızdaki mesafe de daima bu olmalıydı; bir adım.

Ardımı döndüğümde, gözlerinde koca bir boşluk vardı hala. Ancak o boşluğu izleyen ben değil geride kalan azılı suçlu olan adamdı. Dudaklarım aralandı. Kapandı. Kalbim devamını getiremedi. Ben sustum, o dile geldi. “Benimle gelmek zorundasınız!” dediğinde seğiren çenesi öfkesinin bedeliydi.

Bekir Kara, bana fırsat vermeden “Sorun yok, komutan! Ben giderim.” Dedi. Ellerini belinde birleştirmiş, avına odaklanan kurt misali bakışları daha da körüklenmişti. Bu kadar nefretle bakarken neden hala bu haini savunuyordu? Beni neden abimin katilleri ile aynı kefeye koymuştu?Beni tanımıyordu. Beni unutmuştu.

Ardımdaki adım sesleri git gide uzaklaşmış, etraftaki kalabalık adeta yok olmuştu. O ise hala adamın gidişine takılı kalmıştı. Kalmalıydı da. Üniforması üzerinde bir teröriste şans vermişti.

Üniformasının yakasındaki yıldızlara bakarak;

“Vatana ihanetten sizi de dava edeceğim!” Sesim korkak kalbime rağmen gürdü.

Yavaş yavaş bana değdi, üniforması ile aynı olan gözleri. Bir adım yaklaşarak, “Bir daha sizi, onun etrafında görmeyeceğim!” dediğinde ağız hareketlerine eş zamanla kaşları hareketlendi.

Kaşlarımı çattım. Bunu mezardan abimde çıkacak olsaydı, yapmayacaktım. O kız çocuğunun geleceğini garantilemeden olamazdı. Sert bir soluk sesine, titreyen kalbime rağmen “Sen kimsin ki?” diyerek tek bir solukta bülbül gibi şakıdım.

Kibarca sözcükleri dilinin ucundan akıttı ancak bu bir rica değildi. Emirdi. “ Gez, toz gençliğini yaşa! Yaşını solduracak işlere müdahale etme!” dediğinde başını hafif bir yutkunuşla sola doğru eğdi.

“Bu bir asker değil, abi tavsiyesi!” diyerek kurşun misali her bir adımında bedenime saplanan postal sesleri, kesilene kadar bir put gibi durdum.

***

İçleri alt üst olmuştu bedenlerin zamanla geçer diyerek sarılmayan acıları... Halen geçmemişti. Görünmeyen yaraları kimselerde sormamıştı. Daha derin bir umutsuzluğa sürükleniyordu. İsyan eden haykıran beden yerine, yorgun bitap düşmüş bedene sahip; Demir'di. Kimsesiz değildi, saçma bir şekilde kimsesizdi de. Yarayı gören olur, acıyor mu diye soran olmazdı...

Çatılan kaşları, kendine söven zihniyle; çiseleyen yağmurda yürümeye devam etti. Tüm bu yaşananlara belki de yaşattıklarına eklenen sağanak yağmura yakalanınca sırılsıklam olmuş, zihninde küfürleri sesli dile getirerek lojman binasına girmişti. Dördüncü kata geldiğinde kokusunu almış gibi kapıyı açıverdi, Özgür. Sert bakışları altında, yağmurdan dolayı seğiren çenesi karşısındaki askerin geriye adımlamasına yetmişti.

Kapı ağzından usulca yol açtı, Özgür. "Hoş geldiniz komutanım, eliniz dolu görünce bende kapıyı açarak beyefendilik edeyim, dedim" diye kaçamak bakışlar ile konuştu.

Çene kası belirgin bir şekilde gözler önündeyken, "Lan Özgür olamayan Özgür, madem elim dolu görüyorsun insene aşağı it herif" diyerek öfkesini harmanlamaya çaba gösterdi. Sinirliydi ve özenle belli ediyordu etrafına.

Özgür’ün boğazından stresli bir yutkunuş geçti. "Komutanım… Durum şöyle ki biz yoğunduk yoksa...Beni bilirsiniz." Dedi sesi kısık bir hal alırken.

Bıkkın bir edayla "Ne yoğunluğu?” dedi bir an içinde bulunduğu her şeyi sorgular gibi oldu. “Ayrıca siz kim lan? " Dedi. Artık etrafına tahammül edemediği, ses tonuna yansıyordu.

"Komutanım Turgut aşermiş" diye aklından geçenleri söyledi, Özgür. Çıkardığı ıslak ceket ile bu salak ne diyor bakışları atıyordu, Özgür'e. O sırada mutfaktan gelen seslerle, adımları Özgür'ü aşarak mutfağa doğru ilerledi.

"Orada da mı yok komutanım?" Bu Turgut'un sesiydi. Gergin ve endişeliydi, ses tonu.

"Lan var da biz mi söylemiyoruz? " Bu bıkkın seste Kağan'a aitti.

Demir'in mutfağa girmesiyle vücuduna kal gelmesi eş değerdi. Donup kalmış gibiydi, mutfağın haline. Sıkıntılı bir nefes vererek, kuruyan dudağında sinirle dilini gezdirdiğinde, elindeki ıslak ceketi sıktı. "Burası nasıl..." diye konuştu hiddetle. Hala gerçek mi diye sorguluyordu, zihninde. Kafasını geriye atarak, günün sonunda yaşadığı öfkesini dizginlemeye çalıştı. " BENİM MUTAFAĞIM! BENİM MUTFAĞIM NE HALE GELMİŞ LAN!" Dediğinde Özgür geriye adımladı, Turgut ve Kağan birbirine bakmaktan öteye gidemediler.

Kaşları havalandı Kağan’ın. "Yalnız benim de hakkım var bu mutfakta!" Diyen Kağan ile bakışları kesişti. Demir' in bakışları karşısında, sağ elini dudaklarına yaklaştırarak hayali bir fermuar çekti.

"Komutanım önce bir bulsak? Hayat memat meselesi…" diye endişe ve ürkekçe konuştu, Turgut.

Buz kesen gözleri Turgut’ta sabit kaldı. "Sizde olmayan, bizde ne gezsin. Yanlış yerde geziyorsun." Dedi.

Turgut, "Müzeyyen Teyze bizim oğlanda var dedi komutanım!" diye yanıtladı, Demir'i bekletmeden.

Müzeyyen Teyze, Kağan’ın annesiydi. Tüm gerekli gereksiz malzemeleri özenle her sene gönderirdi, lojmana. "Kağan!" dedi gergin olan sesiyle. Başı ağrıyordu ve kimsenin gürültüsünü çekmek istemiyordu.

"Annemin gönderdiklerini bunlar yiyor diye saklayan sensin. Çıkar ver!" diyerek bıkkınca konuştu Kağan.

"Aşk olsun, kom-" Özgür, ezici bakışları altında cümlesini bitiremedi. Bakışlarını Özgür'den Turgut’a kaydığında gözünü kapatarak, yalnızca sabır diledi.

Kalın sesiyle "Ne arıyorsun?" Dedi.

Bekletmeden, "Kurumuş vişne komutanım. Çarşıda kiraz kurusu vardı. Vişne yoktu. İnsan kiraz kuruturken akıl edip vişne de kurutur. Her yeri aradım." Diye isyan etti.

"Aynen, Başkan aşerir belki diye düşünememişler işte ne yaparsın" diye sesli bir şekilde dile geldi, Özgür. Artık tüm gözler üzerindeydi.

Demir daha fazla sese tahammül edemeyeceğini hissediyordu. Yorgundu, zihni de kalbi de. Hiçbir şey demeden mutfak kapısında olan Özgür'e delici bakışları atarak çıktı. "Anasını satayım iki dakika nefes alalım diyerek gittik. Aldığımız huzurlu nefese de girdiler, kurşun sıktıklarını siktiklerim!" diye yüksek sesle konuşarak ilerledi.

Birkaç dakika sonra tekrar gelerek elindeki poşeti, Turgut'a uzattı. "Teşekkür ederim komutanım." Diyerek mutfak kapısına kaçarcasına adımlarken, "Kuru teşekkür olmaz, başkan! Bugün içinde mutfağımı temizleyeceğini biliyorum!" Dedi tehditkâr sesi, görevdeki gibi hükmetmişti ortamdaki sessizliğe.

"Anlaşıldı komutanım." Dedi ve daha fazla geç kalmamak için koşarak çıktı.

"Vay anasını, bu yüzden evlenmek benlik bir mesele değil. Çok zahmetli iş!" diyen Özgür'e mutfakta iki çift göz bıkkın bıkkın bakmaya devam ettiler.

Ensesine vurdu Demir. "Konuşma. Yemek söyle lan. Madem misafirsin." Diyerek çıktı.

Kağan ile göz göze geldi. " dört kişilik söyle üç yetmez" diyerek o da çıktı mutfaktan.

"Hangi devirde misafirin yemek masraflarını karşıladığı görülmüş" diye kendi kendine konuştu Özgür.

"Kes lan sesini!" ikisinden de aynı ses eşiğinde iki ses yankılandı mutfak duvarlarında.

Kısa bir süre sonrasında gelen pizzaları yiyerek, evden kovulan Turgut' a da mutfak temizliği sonrası çay yaptırmışlardı. Vişnenin kurusunu geç getirdiği için, kapı dışarı etmişti eşi. Hala Turgut'a baktıkça yüzlerinde alaylı gülümse beliriyordu, üç adamın da.

"Komutanım siz yapmayın bari..." diyerek yakındı, Turgut. Demir ellerini havaya kaldırmıştı, tamam dercesine.

"E ne olacak böyle evde yalnız tehlikeli olur her canı bir şey istediğinde yanında olamazsın ki!" dedi Özgür. Mantıklı konuştuğu nadir anlardı.

Ortamdaki tüm gözler Turgut' a döndü. "Baldızı ikna edeceğim artık. Ayda bir gün geliyor buraya ama temelliye ikna olur mu bilmiyorum. Süheyla'm, anlaşılan ara sıra kovacak bizi. Bir şekilde ikna edeceğiz " diye yakındı.

"Yenge haklı kovmakta başkan, eşeklik etmişsin Kağan'ı ya da beni arasaydın bir şekilde bulur, ulaştırırdık," dediğinde oturduğu koltuğa daha da yayılarak sol eli ile başını ovuyordu. Biraz uyusa da, zihnindeki susturamadığı düşünceleri halen engeldi.

Turgut’un gözleri odada bir tur gezindi. Ardından "Ben rahatsızlık vermeyeyim dedim komutanım." Dedi imalı bir sesle. Derin bir sessizlik çökmüştü ortama. Demir'in tip tip bakmasına karşın, diğerleri biliyormuşçasına belli belirsiz sırıtışlarına engel olmaya çalışıyorlardı. Kağan ise, Özgür ile Turgut'un kaçamak tebessümlerinin aksine alayla sırıtıyor, bunu Demir'in gözlerinden esirgemiyordu.

Odadaki düşünceleri sorgulamaya lüzum görmeden, "Ne rahatsızlığı lan, bu da bir nevi hayat meselesi sayılır" dedi. Bakışları Kağan'a kaydığında, alaylı tebessümünü yine canını sıkacak bir olaya yordu. Ne var dercesine salladı, kafasını.

"Komutanım sizinki de hayat meselesindeki eşik, sayılır" dedi Turgut, kıvırılan dudağının eşliğinde. Çatılan kaşları ile ne demeye getiriyorsun dercesine kafasını salladı. "Komutanım Süheyla'm gün grubundan duymuş. Müzeyyen teyze oğlan da var deyince Kağan komutanımı aradım açmayınca da sizi arayacaktım. Süheyla aratmadı. Demir, müsait değildir belki de deyince… " Dediğinde çayından bir yudum alarak devam etti. Demir'in burnundan soluduğunu görmeden devam etti. "Başta anlamadım. Sonra Hüseyin amcanın eşi Nebahat teyzenin gün grubuna yazdıklarını okuyunca, dedim komutanım da..." Dediğinde baştan beri ona kaş göz yapan Özgür'ü yeni anlamıştı Turgut.

"Senin komutanın da ne, Turgut!" dedi. Ancak hadi cümleyi tamamlayabilirsen tamamla der gibiydi.

Boğazında düğümlenen cümleleri karıştırdı. "Şey komutanım yenge diye, şeyden şey yapmadık biz..." diye zor tamamladı, zerre mantık içermeyen cümlesini.

Sesli bir iç çekti Demir. "Yenge ha" dediğinde kendi kendine sayıklıyor gibiydi. "Yenge var" diye devam etti. "Yenge var diye düşündün!" dedi. Elindeki bardağı sert bir şekilde önündeki beyaz sehpaya koyarak, yayıldığı koltuktan doğruldu. Sesi şiddetli olmamasına rağmen üç askerin de tüylerini ürperterek, tehdit edercesine konuşarak "Bir daha sakın! Yanımda sesli bir şekilde düşünme!" diyerek ayağa kalktı. Balkon kapısına doğru adımladığı esnada "Sessiz düşünebiliriz o zaman" diye fısıldayan Özgür ile bıkkın bıkkın soluk verdi.

Bir eliyle başını ovarak, "Lan, siktirtme belanı" diye bağırdığında, Özgür' ün bakışları halıya yeni nakış döşedi..

Kafasını sallayarak, odadan ayrılan komutanına "Emredersiniz komutanım" dedi.

Balkona çıktığında, yağmur sonrası olan o toprak kokusunu içine çekti. Eli cebine gittiğinde aradığını bulamadı. İçeriye yadım atarak gereksiz bir çaba sergilemek istemedi. Telefondan Özgür’ün kurduğu gruplardan en üstte yer alan girerek, mesaj attı.

"KURTLAR SAHADA; çok konuşma"

DemirKaranKılıç: Biri sigara getirsin.

Kağansoyder yazıyor...

Özgürgüleryazıyor...

Gürkanyalçın yazıyor...

Serdaryıldırım yazıyor...

Turgutyücel yazıyor...

Yağızçoşkun yazıyor...

Ülküpoyraz: Getiririm ya da getiremem yazacaksınız Türeyiş destanı mı yazıyorsunuz?

Özgürgüler: Ben teslim ettim.

Serdaryıldırım: Sen iste yeni destanlar da yazarız, ÖTÜKEN...

Serdaryıldırım: Puşt herif. Yine mi komutanlardasın? Harbi iyi sigaradır.

Demir çayını tazeleyip, tekrar içerdeki koltuğa yayılarak oturdu. Önceye nazaran, baş ağrısı hafiflemişti. Çayın etkisiydi belki de. Onun için çay, seruma eş değerdi.

Yağızçoşkun: elektriği ödemeyi unutunca kesmişler elektriğimizi. Yuvamız yıkıldı.

Gürkanyalçın: Siz neredesiniz ki komutanım?

Serdaryıldırım: Nerede olacak kazandığımız paraları biz olmadan yemeye gitti. Boyun posun devrilmesin it herif.

Turgutyücel: ulan puşt herif, kalk orası benim yerim @özgürgüler

Özgürgüler: Olmaz, ben oturmam komutan bu barut ateşi ile yakar beni.

Ülküpoyraz: Yine ne yaptın?

Özgürgüler yazıyor...

Özgürgüler yazıyor...

Özgürgüler yazıyor...

Demir, sigarasını içtiğinde içeriye geçmişti. Oturduğu koltukta doğrulmuş Özgür' e bakıyordu. "Hadi yaz, yiyorsa" dedi, saf tehdit içeren sesiyle. Yutkunarak, bakışlarını tekrar telefonun çevirdi.

Özgürgüler: Balkon kapısını açık bırakmıştım. İçerisi soğumuş. Üşümüş biraz komutanım. Adam haklı. Hava buz. Kim üşümez bu havada.

Kaşları havalandı Demir'in telefondaki yazıyı okudukça. "Aferin, hava buz bu havada dışarıda yatılmaz" dedi bakışları Özgür ve Turgut arasında gidip geliyordu. "Anlaşıldı komutanım" dedi ikisi de birden ayaklanarak. Özgür çayları tazeledi. Onlarda balkona çıktı.

Yeni bir sigara molası...

Gürkanyalçın: Hava mı soğuk?

Turgutyücel: Komutanım soğuk dediyse soğuktur aslanım.

Özgürgüler: Aynen öyle. Soğuk, soğuktur.

Gürkanyalçın: Anlaşıldı komutanım.

Kağansoyder: ÖNÜNE BAK.

Zahmete girmek istemedi, isim vermeden yazdı. Turgut ile Özgür aynı anda önüne baktı. Konuşmaktan önüne bakmaya fırsat bulamamış, sigaranın küllerini çayına içine dökmüştü. "Özür dilerim komutanım" diyerek ayaklandı, Özgür.

Demirkarankılıç: KESİN TELEFONUMU ÖTTÜRMEYİ!

Kimse yazmaya cesaret edemedi. Ancak farklı gruplarda devam edeceklerini de biliyordu, Demir.

"Hani komutanıma almıştın lan?" Diye sordu Turgut, Özgür'ün elindeki sigaraya bakarak.

"Nasıl oldu anlamadım, ansızın elim pakete gitmiş" dediğinde haberi yokmuş gibi bir hava vermeye gayret ediyordu. Bakışları komutanına kaydığında zerre umurunda olmadığını görmüş ve rahatlamıştı.

Demir sigarasını son kez çekti içine. Mentol ve nikotinin yakıcı hissi... Acıydı.

Kağan da tıpkı onun gibi derinlere dalarak, dinliyordu ikiliyi. Uzun bir süre de dinlediler. Küllüğe bastırdığı sigarasının ardından, ayağa kalkmasıyla sessizlik çöktü, balkondaki ortamlarına.

Ortama kısa bir baş selamı vererek, odasına gitti. Tişörtünü çıkartıp, yatağa uzandı sırtüstü. Sağ kolunu kafasının arkasına koyarak, baktı karanlıktan net görülmeyen tavana. Işığı Sevmiyordu ışıkta uyumayı. Işığı da sevmiyordu, karanlığa razıydı hayatı boyunca. Garipti ki, görmediği birçok şeyi sadece karanlıkta görüyordu, kalbi.

Düşünceleri eviriliyordu; ona. Tek odak noktası dudağın üzerindeki ben ya da kehribar gözler değil, işiydi. Telefon zil sesiyle, boğuştuğu gözlerden kurtuldu. Yatağın başucuna koyduğu telefonu alarak, arayan kişiye baktı. Kaşları çatıldı;

Albay Sezgin Atay arıyor...

Yataktan doğrularak, üzerindeki bıkkınlığı attığında ciddi bir ifadeye büründü. Ardından telefonunu açarak "Emredersiniz komutanım." Diye kalın sesiyle cevapladı.

Albay, direk konuya girmişti. "Yarın Assassin adında bir otelde etkinlik düzenlenecek. Aldığımız duyumlara göre Bekir denen adam da gidecek!" Dedi sona doğru kısılan ses tonu ile. "Hazırlıklar için karargâha gel!" Dedi ve cevabı dinleme zahmetine girmeden kapattı telefonu suratına.

Işığı yakarak, elbise dolabını açtığında üzerine eline geçen ilk tişörtü alarak üzerine geçirdiğinde açık kalan dolapta, gözüne çarpan kahverengi saçları olan bebeğe değdi bakışları. Derince yutkunarak, gözlerini birkaç saniye kapadığında, bebeğin kaybolmasını istedi kısa bir an. Açılan gözleriyle, bebeğe baktı, tekrar. Yine dolabındaki özenle düzenlenmiş kıyafetlerinin arasına koydu bebeği. Her daim açılıyordu bu dolap, takılıyordu bebek gözlerine. Bazen istemese de, çoğu zaman nefes alıyordu onu gördüğü anda.

Dolabı kapatarak, askıda ceketini giydiğinde odasından çıktı. Ona bakan üç çift gözün bakışlarını umursamadan, evin kapısını kapattı. Ellerini ceketinin cebine koyarak, çiseleyen yağmura karşı kapüşonunu geçirmek için eli ceketinin yakasına gittiğinde onu durduran bir şey oldu. İleride git gide beliren siluet ile bıkkın ifadesini iteledi. Sert çehresi yeniden yer edindi. Üzerindeki pijama takımı, taktığı gözlük ile gün içinde gördüğü dişi aslan kadar keskin olan o kız, şimdi bir ceylana benziyordu.

Henüz kafasını yerden kaldırmamıştı. Oysa kafasını kaldırıp, yağmuru izlemeliydi.

Kendisini gördüğünde öfke saçacak olan gözleri yine de içindeki merak dürtüsünü hareketlendirdi. Kafasını bir an olsun kaldırmıyordu. Önüne bakmadan adımlamaya devam ediyordu. Islanan saç tutamları görüş açısını kapattığında, geriye doğru iteledi. Elinin üzerindeki ıslaklık, yağmur değildi. O koyu kırmızı kandı… Kalbi yıllar sonra yeniden onun için titredi.

Ya gözleri dediği gibi saklıyorsa damlalarını? Bu yüzden miydi, etraftan kaçması?

Kendi çapında o adamdan uzak dur demeye çalışmıştı. Onun yüzünden miydi?

Karşı kaldırıma doğru geçtiğinde, ileriden hızla koşan iki çocuğa eliyle işaret etti. Çocukların yönleri ani bir hızla kıvrılarak, kendisine oldu. Ceketini çıkardı. Yanı başındaki daldan, bir kırmızı gül kopardı. Dikenlerini eliyle kopartarak, ceketinin cebine koydu; Diken sormasa da, Gül acıyı O’ndan iyi bilirdi.

Ceketi kumral kıvırcık saçları olan mavi gözleri ışıldayan çocuğa uzatarak, ona vermesini istedi. Ağacın arkasına geçerek, izledi koşar adım ona yetişen çocukları. Bakışları ikisi arasında gezindi. Etrafa özensizce bakındı. Tereddütteydi ama kumral çocuğun konuşmasıyla, eğilerek saçlarını karıştırdı. Elindeki ceketi alarak, üzerine geçirdiğinde derin bir nefes aldı. Kaçar gibi koşan çocuklara bakarken, elleri ceketin ceplerine yerleşti. Gördü. Elleri ceketin cebinden çıkmasa da görmüştü. Etrafta gezinen bakışları az önceki durağanlığın aksine olması gerektiği gibiydi. Işıl ışıldı. Başını kaldırarak, yağmur damlalarına baktı. Bunun için geç bile kalmıştı.

Ağır ağır ilerleyen kadını olduğu yerde izlemekle yetindi. Çünkü mesafeleri bir adımdan öteye gidemezdi.

Loading...
0%