Yeni Üyelik
4.
Bölüm
@dnzkzgb


"...kalbi hissedilmeyenlere"

"Bana baksana, cimcime!" diyerek peşinden koşuyordu adeta. Süründürmeye yemin etmişçesine okul çantası ile peşinden koşturuyordu, Kurt'u. Çatık kaşları ile burnundan soluyarak, elinde bez bebekleri ile yürümeye devam etti.

"Git, o zilli ile oyna sen. Ben kimimkine? Bir daha da tutamayacağın söz verme!"

" Kısacık oynadım, vallahi bak! Kör değilsen, seninle geliyorum." Omuz silkeledi, umursamadı söylenen sözleri. Hızla yürümeye devam ettiğinde elinden kayarak yere düşen sarı kızıyla duraksadı.

O duraksadığında Gül'ün peşinde koştuğu için kızaran yanakları ile sonunda derin bir nefes aldı, Kurt. Bir elini göğsüne koyarak taşan soluğunu dizginlemeye çalıştı. Bu kız, nasıl bu kadar hızlıydı? Hem koşarcasına yürüyor, hem laf yetiştiriyordu; takdire şayandı, her açıdan. Düşünceleri ile eğilen kızın yanı başına çöktüğünde hala solukları taşıyordu. Omuzlarında kayan sırt çantasını düzelterek, Gül'e baktı.

" Benimle arkadaş olman için kırk takla attım. İlk defa gördüğün kızla öylece oyun mu oynadın?" diyerek öfkeli sesiyle, Kurt'a değdirdi sinirden ateş ile dolup taşmış kehribarlarını.

"Zilli demesene, sınıf arkadaşıma. Senden önce onunla tanışıyordum." Dedi nefeslerini düzene bindirerek. " ayrıca ne yalan söylüyorsun, kırk takla falan atmadın."

"Hıh...! Akıllım lafın yürüyüşü, kırk takla" diye bilmiş bir edayla konuştuğunda, kıkırdadı Kurt. " Sen sevmediysen hep zilli derimkine, benim hoşuma gitti." dediğinde diğer eline de sarı kızını alarak kâküllerine nefesini soludu, tüm öfkesiyle. "Bugün hiç güzel başlamadı." Diye mırıldandı kendine. Anne babasının kendi yüzünden kavga ettiğini görmesi yetmezmiş gibi bir de yeni kesilen kâkülleri çıkmıştı, dertli başına.

Kurt'un sol eli kâküllerine gittiğinde, gözünü kıstı, minik Gül. Usulca iki yana ayırdı kâküllerini. Kurt'un gözünden kaçmayan detay; saçlarının yeni kesilmesiydi. Kısalmıştı, önündeki saç tutamları. "Saçını mı kestiler?" Gözleri nemlenen minik kız, sessiz kalmayı tercih etti. Kurt, onun hala kendisine kırgın olduğunu biliyordu. Gelmeyeceğini sanarak, gitmişti arkadaşlarının yanına. " rahatsız oluyorsan söyle bir daha kesmesinler saçını." Dediğinde gözü derinlere doğru dalan minik kızın ellerindeki bebeklere baktı. " bebeklerin güzelmiş."

"Kestiler." Dedi boğulduğu girdaptan çıkmak istercesine.

Anlamamıştı, Kurt. "Neyi kestiler?" dedi onun buz tutmuş ellerine sarılarak.

"Beni yine dinlemedi."

"Kim dinlemedi?"

"Saçlarımı kestiler." Dediğinde nemli gözlerinden bir damla düştü, gonca yanağına. " sarı kızım gibi güzel olmama izin vermediler." Kurt' un şaşkın bakışları, aniden alev alırcasına öfke ile dolduğunda ağlayan kızın ellerine daha sıkı sarıldı. Ağlaması, hiç hoşuna gitmiyordu. Canının yanması, canını yakmıştı. Artık arkadaş olmuşlardı ve arkadaşının canının yandığını görecek kadar derinden bağlanmıştı bağları.

" Gül," dediğinde belki de hayatı boyunca ilk defa bu kadar kibar çıkmıştı sesi.

Gülün dikeni mahvetti, Kurt'u. "Kötü bir rüyaydı, geçti." Geçmedi, aksine orta yerinde uyanarak kâbusu yaşadı, minik kız.

Kurt'un bakışları seğirdi, çenesini sıkarak sustu bir süre."Biliyor musun, ben karanlıktan korkardım." Diyerek sessizliğini bozdu. Gül'ün nemli kehribarlarına eşlik eden ipek gibi olan ıslak kirpikleri, Kurt'a değdi. " sonra seninle tanıştım. Ne zaman gözlerine dikkat kesilsem, bana ışık saçıyormuş gibi oluyor. Bende karanlıkta hep gözlerini aklıma getiriyorum." Dediğinde hafif gülüşüyle içi bir nebze de olsa rahattı, artık. " o günden sonra da karar verdim. Sen karanlığı aydınlatacak kadar güzelsin" Dediğinde devamını da dile getirdi. "Hani ne zaman oflasan gökyüzüne bakıyorsun ya. Seni gökyüzüne koysalar, ben nefes alamayacağımı bilsem de izlerim göğü." Küçük kıza aşılanmış bu çirkin duygusundan hiç memnun değildi. Hangi çocuk çirkin olurdu ki?

"Ya... Yaaa... Sen tatlısın." Diyen minik kıza göz devirmemek için zor tuttu kendini. O kadar sözler dizmişti, karşılığı tatlısın mıydı gerçekten?

"Tatlısın ne Gül, Bir kere de yakışıklısın abi desene. Tutturmuşsun bir tatlısın..."dediğinde içli içli yakındığında, kendisine kıkırdayan cimcimeye döndü bakışları. Bunu bilerek yapıyordu artık. Hoşuma gidiyordu, Kurt'u kızdırmak.

"Seni var ya, asıl zilli sensin cimcime!" Yüzünü ekşiterek ayaklandı. Aklına yine gelmişti, onu beklemediği. Adım atacağı sıra, kolunun nazikçe tutulmasıyla duraksadı. "Tamam, seninle yine koşturacağız gibi ama bir dakika beni dinle!" dediğinde boylarını eşitledi. " saçını bir daha keseceklerini öğrendiğinde bana koş, olur mu?"

"Olur, sana koşarım hemencecik. Ama bu sefer bekle beni, olur mu?" Diye masum bir bakış eşliğinde sordu sorusunu.

"Söz." Dediğinde elini uzattı tutması için. Ancak tutulmadı eli.

"Sen, benim arkamdan geleceksin. Biraz ceza almalısın, beni kandırdığın için." Hayretle baktı, karşısındaki kıza. İnadı inattı. Pes etmek nedir bilmiyor gibiydi.

Kafasını sallayarak, onayladı. Önünde paytak adımlar ile ilerlerken ardından takip etti.

"Bebeğinin birini tutabilirim istersen?" dedi sakince.

Gül, arkasını dönerek sarı kızı uzattı ona. "Bu senin olsun zaten." Dediğinde Kurt memnuniyetsizce yüzü buruştu. Bu en sevdiği bebeğiydi. Ona verdiğine şükretmesi gerekti ama aksine karşısındaki çocuk yüz düşürüyordu. Omuzun silkeleyerek, gözlerini devirdi.

"Ben bebeklerle oynamayı sevmem!" Dedi ağır abi edasıyla. Gül'ün, yüzünde sırıtış belirdi, cümlesine karşın.

"Bende bebeklerle oynamayı severim!" Bu bebekler ile oynayacağız demekti, kısaca. İtiraz etmeye hakkın yok, kök sökersin yoksa, dercesine halen sırıtarak bakıyordu

"O zaman ben saçı kahverengi olanı istiyorum. O sana benziyor. Sen, sana benzeyeni ne yapacaksın?" ellerindeki bebeklere kaydı bakışları. Biri güzel biri çirkindi. Sarı bebek güzel diye onu vermek istemişti. Ama o çirkin olanı seçmişti; ona benzediği için. Arkadaşları sanırım haklıydı; o çirkindi.

Kahverengi olanı uzatarak, sarı bebeği kendine doğru çekti. "Al o zaman, senin olsun ama ona çirkin derlerse üzülme!" dediğinde sesi önceye nazaran kısıktı.

"Benim bebeğime kimse çirkin diyemez." Dediğinde aklına yeni gelmiş gibiydi, bebeğin ona benzediğini dile getirdiği. Gül'ün git gide donuk bir hale bürünen kehribarlarına odaklanarak, " ama evet! Bu bebek biraz çirkin gibi. Yarım gibi..." Diyerek sırtındaki çantayı çıkardı.

Gözleri buğulanan minik kız, onun ne yaptığını da merak ediyordu bir yandan. Çantadan çıkardığı kalemliğini açarak, içinden kahverengi keçeli bir kalem aldı." Kalemin ucunu aç bakalım!" dedi, Gül' e uzattığı kalemi göstererek. Ekşiyen yüzü ile kalemin ucunu açtı. Kalem ile bebeğin dudağının biraz üstüne minik bir nokta koyduğunda, bakışlarını Gül'e çevirdi. " bu sana tam benzemediği için çirkindi. Şimdi sana benziyor," dediğinde gözlerindeki ışıltıyla bakışlarını elindeki bebekten, Gül'e çevirdi. " Şimdi senin gibi çok güzel. Gül gibi... Bak!" diyerek bebeği gösterdiğinde Gül'ün ekşiyen yüzü şaşkın bir hal almıştı.

"Benim buramda nokta mı varkine?" aklı başka yere kaymıştı, minik kızın. Burnu ile dudağı arasında gezen elini tutarak beninin üstüne işaret parmağı ile nazikçe dokunmasına yardım etti.

"Tam burada," diyerek biraz bastırdı parmakları altında kalan minik parmakları. " bir benin var ve sana özel." Dediğinde gözleri ışıldamıştı Gül'ün. " seni bu benden tanırım, nereye gidersen."

"O zaman ben, buradaki noktayı hep severimkine." Dedi. Hızlı olduğu kadar netti de.

"Hep sev, bırakma cimcime." Diye ekledi ardına Kurt.

*

“Bize gönderilen maildeki bilgiler, İsviçre’deki bir Ip adresinden gönderilmiş.” Dedi bomba etkisi yaratan sesiyle. Sıkkın bir nefes verdiğinde, hükmedici sesiyle, “Bu adamın eli kolu beklediğimizden daha da uzun, Yüzbaşım!” diyerek devam etti.

Demir oturduğu sandalyede daha da gerildi. Çehresi öfkesinin ateşine verilmiş bir karanlığa bürünmüştü. “ Adam elini kolunu sallayarak ülkemin nadide sokaklarında kirlilik olmaya devam edecek!” dediğinde dizlerinin üzerindeki elleri yumruk olmuştu. Koyu yeşil gözlerini çevreleyen bir ateş Albayı mutlu etmişti. İntikam asla sönmemesi gereken tek duyguydu. İntikam var oldukça, vatan var olacaktı. “Bir hainin göz göre can yakmasını mı izleteceğiz!” dedi. Bu bir soru değildi. Bu kalbine gerçekleştirdiği ilk yakınmasıydı.

Albay, ellerini önündeki masanın üzerine koyarak kaşlarını kaldırdı. Aralarına kısa bir sessizlik çöktü. Bir soluğa karıştırdı, içsel çatışmalarını. “ Çok daha fazlası lazım, Demir!” diyerek önündeki masaya doğru çevirdi gözlerini. “ Can yanmasın, ocaklara ateş düşmesin diye çok daha fazlasına ihtiyacımız var!” dedi. Kaç ocağa düşen ateşin fermanını okumuştu, Albay? Sayabilir miydi? Bastığı toprağın hangi karışında can alınmamıştı, bilebilir miydi? Bilirdi. Bunu bilecek kadar yaşatmışlardı ona. Bunu yaşatacak kadar da yaşatmalıydı, ülkesindeki toprağa zarar ziyan olan hainlere. Boğazını temizleyerek, “ yarın sana bahsedilen kutlamaya katılacak, elinden gelenin çok daha fazlasını getireceksin devletimin masasına!” dediğinde sesindeki sertlik, yıkıcıydı. Ancak Demir, bu yıkıcılığı bilirdi. Analar ağlamasın diyeydi. Babalar vatanında susmasın diyeydi. Çocukların gözyaşıyla toprak ağlamasın diyeydi. “ Anlaşıldı mı asker!” dedi aynı ses tonunda.

Ani hızla sandalyeden kalkarak, saygı duruşuna geçtiğinde “ Emredersiniz komutanım!” diyerek komut verdi. Sert adımları netti. “ Başka bir-” Devamı gelmedi. Lafını bölen, Albayın titreyen telefonu oldu. Karşısındaki adam telefonunda ne gördüğünü bilmiyordu ama gözlerinin parladığı nadir anlardan birine yeniden denk gelmişti. O hala ayakta rahat bir pozisyonda beklerken, Albay hızla açmıştı telefonunu.

“Bu kadar erken pes edeceğini düşünmemiştim.” Dedi. Gözlerindeki o tuhaf parıltının aksine sesi çok daha acımasız çıkıyordu. Telefonun ardındaki her ne diyorsa, saniye saniye kaşları daha da kavisleniyor, yüzü ekşiyordu. Bir anda bembeyaz olmuştu, Albay. Gözleri Demir’e değdiğinde çıkabilirsin, dercesine kapıyı işaret etti. Konuşmanın devamı can yakıcıydı belki de. Demir’in eli kapı kulpuna yerleştiğinde, “Seni son kez ikaz ediyorum. Savcı olamadan sürgün yiyen stajyer olarak adını lekelerim! Dedi bağırarak. Sözünün dinlenilmemesini kaldıramıyormuş gibiydi. “ O belgeler, yarın akşama kadar bu karargâh sınırlarına girecek.” Dediğinde masaya en güçlü vuruşunu yapmıştı. Demir, hala odadan çıkamamıştı. Eli kapı kulpunda, ensesindeki tüyler diken diken olmuştu. Yutkundu. “ Eğer beni biraz daha zorlarsan seni demir parmaklıklar ardına tıkar, o adamı da muradına erdiririm!” diye konuşmaya devam ederken gözleri Demir’i yeni bulmuştu. Ciddi ifadesinden ödün vermeden “Duydun mu beni?” dediğinde Demir’in bakışları daha önce rastlaşmadığı kadar soğuktu. Sadece iki dakikada yeşil gözlerini ateşle kavurmayı başarmış, buzdağına dönmemesi için de Albay’a öylece bakması yetiyordu.

Albay kapattığı telefon ile Demir’in gözlerinden geçen düşünceleri okumaya gayret etti. Ancak hiçbir zaman Demir’in sorunlarını anlayacak kadar gelişememişti. “Bir şey mi demek istiyorsunuz, Yüzbaşım?” dediğinde az önceki hırçın sesine göre oldukça durağandı kendine sunulan.

Kapıdan bir adım ileriye adım atarak, sırtını dikleştirdi. Burun delikleri genişledi. Soğuk bir ses ile “Yola gelecek biri değil!” dedi. Netti, Gül onda. Kana kan savaşacak kadar büyümüştü, küçük kız çocuğu. Hoşuna gitse de ona ihtiyacı olmadığını anımsıyordu artık.

Albay’ın kaşları düz bir hale geldi. Elindeki telefon ile hala kapının bir adım önünde yer edinmiş Demir’i izliyordu. Sorgulamadı. Kızmadı. Belli belirsiz kıvırdı dudağının köşesini. “Yeniden tanıştın demek…” dedi Albay. Biliyordu, geçmişten bugüne tanıştıklarını. Ama şu an birbirlerini tanımak için erkendi. Haram kılınmıştı, iki bedende birbirine. “ O başının çaresine bakar. Sen kendini koru, evlat!” dediğinde ne demek istediğini anlamıştı. Babası da bir zamanlar kendisi için dillendirmişti bu cümleleri; Oğlu dışında herkesin kahramanı olmuştu, babası.

Her bir kelimesi şarapnel parçası gibi acı bir keskinlikle döküldü dudakları arasından. “Yoldan çıkma taraftarıyım, Albayım bilginize arz ederim!” dedi. Bakışları hala Kor alevlerle çevrilmiş, ifadesi bir seri katil kadar ürkütücüydü.

Albay, bakışlarındaki şaşkınlığı gizlemek için kendini zorluyordu. Bunu beklemiyordu, karşısındaki askerden. “ Zaman, kadere küstür evlat. Aklından çıkarma!” diyerek geleceğe atıfta bulundu. Erkendi, gördüğü korumacı duygular için. Hem de çok erkendi. “ Yanlış zaman, kadere boyun eğdirir.” Dedi tek kaşını havalandırarak.

Demir, sessizliğini korudu. Yapması gerekeni anladı. Yine kimseye, sitem edemedi; ona fazla görülen değer için.

 

*

"Yaşanılan her şey rüya olsaydı keşke. Beş yaşındaki o kız çocuğuna geri dönsem mesela... Hiçbir şeyden habersiz... Sadece kendi içindeki oyunları ve tek arkadaşı ile mutlu olan o küçük kız çocuğuna dönsem..." dediğimde tavanda olan gözlerimi sıkıca kapayarak, derin bir nefes aldım. Gözlerim bulanıklaştığında, sessizce sabır diledim. Geçmiş bana gelmeyecekti, bende geçmişe gitmemeliydim. Hemen sol tarafımda, “sakinleşiyoruz, işte böyle…” diyerek yoga hareketini yapan Efe’ye kayan bakışlarım ile "Yeter! Bu ne böyle?" diyerek bağdaş kurduğum yoga minderinden bir hışımla ayağa kalkarak, "Cehennem zebanisi gibi geçmişsiniz karşıma bir de oturttunuz beni buraya aşktan, sevgiden anlıyor gibi bana akıl vermeye çalışıyorsunuz." Diyerek tüm gerginliğimi atmıştım.

Ortama düşen sözcüklerim, ılık bir sessizliği tenime işlemişti.

"Üzgünsün diye kılıktan kılığa girdim” diyen Efe’yi süzdüm. Bağdaş kurduğu mindere alışmış gibi yayılmıştı. Siyah eşofmanına rağmen üzerindeki çiçekli gömlek ben neden buradayım der gibiydi. Kurulduğu minderde, ellerini dizleri üzerinden çekmeden, “Hem ne olacak Yüzbaşı sayesinde öğrendiğimizi üzerinde deniyoruz." Dediğinde her şeyi doğru uyguladığına emin bir ifadesi vardı.

Koltuğa doğru adımlayarak, "Efe sen avukatsın, psikolog değil!" diyerek bıkkınlıkla nefes verdim.

Kendiyle gurur duyan bir ses tonu kulaklarımı kapladı. "Olabilir, avukatlar psikolojiden anlamaz diye yazılı bir kural var da, ben mi bilmiyorum Sayın Savcım." Dediğinde koltuğuma çoktan kurulmuştum. Bana tek kaşını kaldırarak bakıyordu. Sinir bozucu bir öksürük genzinden koptuğunda, "Ayrıca benden iyi aşk adamı bulamazsınız buralarda…" dedi.

Derin bir nefes alan Umay "Dedi nişanlanacağı gün, Yazgı’yı ben aşka dair inancımı kaybettim diyerek terk eden, Levent görünümlü Efe!" diyerek Efe'ye kaşarını çatarak baktı.

Mesleğinin hakkını vererek hemen savunmaya geçmişti. "Adama sözlüyüm demesem bana davayı vermeyecekti. Ben bekâra dava baktırmam, diye inada bindi." Diyerek kendini savunmaya çalışıyordu. "İlk davam olacaktı. Kandırmak olmasın, diye role büründüm Yazgı sayesinde" Demişti Efe minderden doğrularak.

Umay, Efe'ye aptal mısın sen der gibi bakıyordu. Efe her zamanki gibi yadırgamıyordu bu bakışı. Gözlerini devirerek, "Kandırmak oluyor bu zaten Efe" diyerek Efe’ye yan yan bakmaya devam etti, Umay.

Ellerini bel boşluğuna yerleştirerek, dikleşti. "Kandırmak değil, beyaz bir yalandı sadece. Dayının da kulağına gidince heyecandan aklıma o sahne geldi, ağzımdan çıktı bir şeyler" diyerek Umay'ı Levent olmadığına ikna etmeye çalışıyordu.

Sesin ne taraftan geldiğini fark etmedim. "Daldı yine bizimki" diyerek koluma dokunan Umay ile bedenim ürperdi.

"Bu adam seni bu kadar üzdüğüne göre var herhalde kendince bir değeri." Diyerek mırıldandı Efe.

Tüm geçmiş çatışmalarım ile "BEN ÜZGÜN FALAN DEĞİLDİM! Yani değilim." Diye bağırdım sona doğru kısılan sesimle. Üzgün değildim. Yalnızca tuhaf hissediyordum. Kalbinin biraz solması gibi, bir histi.

Oturduğu koltukta, "Bağırma bana, benim ne suçum var? Ben evde televizyon izliyorum. Onu elin adamına sana terörist derken demeliydin.” dediğinde bakışlarını televizyona çevirdi.

Gözlerimi kırpıştırarak, "O, el adamı değil Efe." Dedim. Onu savunmam şu durumda yersizceydi. Ama benden başkası da onu bir kâğıt gibi karalasın istemiyordum. Bende bakışlarımı televizyona çevirdiğimde, Kurtların yaşamını anlatan belgesel yüzünden anlık olarak hepimizin dikkati oraya kaymıştı.

Yan tarafımda bir hareketlilik olduğunda "Evet Efe, o el adamı değil. Üzme Çakma Savcımı." Diyerek televizyondaki bakışlarını çekip, yarısına kadar tek yudumda içtiği soğumuş kahvesinden bir yudum almayı denemişti, Umay. Ters psikoloji çabalarıyla, belki her şeyi silerdim. Efe ve teorileri...

Yüzümü buruşturarak, "Size anlatanda kabahat. Arkadaşımsınız dedim. Saklamadım." Diyerek, sol elim ile kâkülümü düzelttiğimde koltuğa uzattığım bacaklarımı doğrularak karnıma doğru çektim.

Ciddi bir ifadenin yer edindiği yüzünü bana doğru dönerek, "Ama Savcım, bir de şu açıdan bak… Hafızasında kalacak kadar yer edinmişsin" Dedi Efe bilmiş tavrıyla.

Umay ise düşünme fırsatımı benden çalarcasına "Ya da çok güzel bir halt işlemişsin ki sana çakma savcı diye hitap edebiliyor." Dedi. Umutlanmamı istemiyordu.

Kırılacaktım, incinecektim belki de parçalanacaktım.

Efe ile göz göze geldiğimizde alaylı bir sırıtış takındığı yüzüyle, "Acaba bu adam seni hiç unutmamış olabilir mi? Bu da bir ihtimal, eğer öyleyse hepten mağlupsun Yazgı." Dedi. Beni baştan aşağı süzdüğünde, kafasını bu felaket dercesine sağa sola salladı. Ev halimi vasat bulmuş olacak ki böyle bir cümle kurmuştu; Efe ve teorileri... Normal bir pijama takımı, dağını bir saç ve gözlerimi süsleyen gözlüklerim ile sıradandım. Ancak beni unutmadıysa? Efe'nin işe yaramayan teorileriydi. İnanmamam gerekti.

"Bazen seninle nasıl arkadaşlık kurduğumuza şaşırıyorum, Efe?" diye atılan Umay’a çevrildi gözlerim.

Yarıladığı kahvesinden bir yudum aldı Efe. Umursamadı Umay'ı. Alaylı sırıtışını devam ettirdi. Hayatı alaya almak en iyi yaptığı işler listesinde ikinci sırayı alırdı. Birincisi, kesinlikle profesyonel yalancılıktı.

Oturduğu yerde kabaran göğsüyle doğrularak, "Benim gibi yağız bir delikanlı ile arkadaşlık kurmak her yiğidin harcı değildir, yara saramayan doktor" dediğinde Umay, elindeki son yudumlarında olduğu kahveyi suratına doğru döktü.

Efe, anlık dürtüyle gözlerini kapattı. "Çok şükür yüce rabbim. Bugünde kahveye doyduk." Dediğinde ellerini havaya kaldırmıştı.

Önümdeki manzaraya istemsizce tebessüm ederken, Umay benim aksime derin bir nefes aldı. "Efe, sınanma." Diyerek ayaklandı saman alevi olan siniriyle. "Efe! Hariç kahve isteyen var mı?" dediğinde gözleri Efe’den bana doğru kaymıştı. Efe memnuniyetsizce yüzünü buruşturduğunda, kafamı sallayarak onayladım.

Salondan çıktığında Efe koltukta bana doğru dönerek geldiğinden beri gevelediği cümleyi sonunda dile getirdi. "Sırası değil belki ama bu da en az senin Yüzbaşın kadar önemli bir konu." Dediğinde kaşlarım havalandı.. "Bekir denen herifin evinde aklın almayacak şeyler buldum." Evine girecek kadar güven sağlamış mıydı, artık? Ağzımı açmama fırsat olmadan, fısıldayarak devam etti konuşmasına. "Sana hediye olarak getirdiğim ayıcığın içine koydum alabildiklerimi. Evin içinde tekrar bu denli rahat olur muyum, bilmiyorum." Dediğinde düşünür gibi yaptı. Bu kadar rahat bir şekilde evinde gezmesi şüphe çekici bir durumdu. Ya istedikleri zaten buysa? Pür dikkat kesildim, konuşmasına. "Girmeye çalışır mıyım, tamamen ruh halime bağlı." Diye konuştuğunda koluna yavaş bir hareketle vurdum. "Dikkatli ol Sayın Savcım, seni senden de iyi tanıyacak kadar araştırmış. " Dediğinde Umay salonun kapı ağzında belirmişti. Beni araştıracağını zaten biliyordum. Kim düşmanını merak etmezdi ki? Belki şu saatten sonra en büyük düşmanı olabilirdim. Neticede kızını cehenneminden sakınıyordum.

Tek kaşı havalanmış, yüzüne merak dalgası yayılmıştı, Umay’ın. "Kim araştırmış kimi araştırmış, ne fısıldıyorsun kulağına?" diyerek cümlelerini virgül kadar nefes almayacak kadar hızlı sıraladığında, bakışlarımız kapının ağzında elinde tepsi ile dikilen Umay'daydı. Yanlış meslekteydi. Doktor değil de tam ajan olacak kızdı. Kulağı da, hafızası da, olaylardaki çıkarımları da bazen garibime gidiyordu.

Durumu toparlayarak, "Kim olacak Umay, Yüzbaşı Demir'i." dedi en ufak gerginlik yoktu Efe'nin sesinde. Gururlu bakışlarımı ona yönelttim; Beyaz bir yalandı.

Umay, bunu tehlikeli bulabilirdi. İllegal bir şekilde ilerliyordum. Kısmen de yasaları çiğniyordum. Ceza almayan adam bir kız çocuğun hayatı alabilirdi elinden. Belki de çok daha fazla çocuğun... Her şey mübahtı, yaşaması gereken kız çocukları için. Çocukluk yaşayamayan insanların sonu, meçhul yolları olurdu. Düşerek, gülerek büyümek... Belki de hiç büyüyememek... İnsanlar birbirileri için iyi veya kötü bir şeyler ifade ederdi. Çocukluğunu tadamayan insanlar, ailesi için bile bir şey ifade etmezdi. Bu durumda empati yapmak bile bir işe yarayamazdı. Çünkü klasik nefes alıyorsun daha ne adlı yalanları ile başa çıkılabileceği söylenirdi. Bundan dolayı Umay'ın önceliği biz olacaktık, yitip giden vatan adlı çocuklar değil.

Elindeki tepsiyle, bize doğru adımlarken, "Umut insanı intihara sürükleyecek kadar güçlü bir duygu, yapma. Umutlanmasına izin verme." Dedi.

Hayret edercesine gözlerimi açtığımda, "Ben buradayım, Umay!" diyerek yüzümü ekşittim. Yeşeren bir umudum yoktu. Bu ketum adama baktıkça da umutlarımın ormana dönecek kadar yeşereceğini de hiç düşünmüyordum. Önümüzde engel yoktu ve ben umutsuzluğa rağmen pes etmek de istemiyordum. Yıllar sonra karşıma çıkmasını kaderim olduğuma yormak istiyordum.

Düz sesiyle, "Biliyorum!" dedi. Bana cevap verdiği sırada tepsideki kupalara kaydı gözlerim. Efe'ye de sinirlenmesine rağmen kahvesini yapmıştı. Saman alevi olan öfkesi sönüvermişti.

Efe, içten bir sesle "Teşekkür ederim" diyerek kupayı aldı. Ardından, "İçim şişti yemin ederim! " diyerek derin bir nefes aldı. "Sabahtan beri Yüzbaşı geldi, Yüzbaşı gitti. Ne heybetli adammış…” dediğinde gözlerini bana değdirmeye özen gösteriyordu. Kahvesiyle koltukta biraz geriye doğru kayarak, “Sizin şu muhabbetleriniz kırk yıl yaşlandırdı cildimi. Kırışıklıklarım arttı. Sizin de bu haliniz ne böyle? Güzel kızlarsınız da bakım şart, her insana!" diyerek konuyu değiştiriyor gibiydi.

Ona ayak uydurarak, "Bana bak! Başka konu aç, Yüzbaşıyı bırak" Diyerek yüzümü buruşturdum.

Yüzümdeki kağıt maskeyi işaret ederek konuştu. "Senin cildine o maske gitmez. Kahve telvesi süreceksin" dedi gayet ciddi bir şekilde. Cevap vereceğim sırada telefonlara aynı anda gelen bildirim sesi ile dikkatlerimiz dağılmıştı.

CİCİ KIZLAR; İstişare

Petekşahin; Ben geliyorum.

Efeönalyazıyor...

Yazgıgülcealkan: KES SESİNİ EFE.( 20.17)

Umayseçkin: KES SESİNİ EFE.(20.17)

Mesajı okuduğunda yutkundu Efe. Bizimle göz teması kurmadan duraksadı. Tekrar bir şeyler yazmaya başladı.

Efeönal: Bir şey demedim ki ne kızıyorsunuz canım?

Süheylayücel: Kızmayın aslan parçasına. Bu arada Efe, Nesrin Teyze benim günümde de beklerim dedi, haberin olsun. Unutmadan diyeyim de.

Petekşahin: Favori gün çocuğu. Yere bakan, baktıkça teyzelerin yüreğini yakan Efe :)

Umayseçkin: Bir de Nesrin teyze. Birlikte mezdeke oynarsınız.

Yazgıgülcealkan: Oynadılar bile. Efe'yi görmen gerekti. Favori damat adayı oldu artık teyzeler için.

Efeönal: Nesrinciğime laf yok. Güzel içimizi döktük. Böyle etkinliklere çağır, Süheyla sultan.

Telefondan başını kaldırarak, "Kahve telvesini de Nesrin teyzemi söyledi Efe" diye sordu ciddiyetle Umay.

Kafasını hayır dercesine salladı. "Üniversitede bir kız arkadaşım vardı o söylemişti cilde iyi geliyor diye" dediğinde kendinden eminmişçesine, dile getirdi anısını. Ciddi misin, der gibi bakıyordu Efe'ye Umay. Bu da yalan olabilirdi. "Bakma öyle en az mesleğime olan saygım kadar ciddiyim" dedi göz kırparak.

Alaylı bir tebessüm ile "O zaman kaideye almıyorum" diye cevapladı Umay. Yüzünü buruşturup telefona döndü tekrar Efe.

Süheylayücel: Ah, ben gidebilsem paşam. Karnım burnumda, Turgut tepemde. Petek bir gelebilseydi. Ne etkinlikler, ne günler yapacağım ben.

Efeönal: Beni yiyecek, içecek olmayana çağırmasan da olur Süheyla sultan. Boş yere kalabalık olmasın.

Petekşahin: Abla ben bindim otobüse geliyorum, belki iyi yolculuklar falan demek istersiniz.

Yazgıalkan: İyi yolculuklar peteğim.

Umayseçkin: İyi yolculuklar peteğim.

Süheylayücel: İyi yolculuklar bal böceği.

Efeönal: İyi yolculuklar hocam. Gelirken yol kenarından pişmaniye alasın, ha...

Petekşahin: Eniştem yandı. Seni de yaktı Efe!

Efe telefondan kafasını kaldırdığında kaşları sorgularcasına çatmış, bize bakıyordu. Anlamamıştı Peteği. "Salak Efe, kadın hamile. Ya gecenin bu saatinde canı isterse?" diye sert bir solukla açıkladı Umay. Her an gözleriyle Efe’yi öldürebilirdi. “Siz erkekler, hiçbir şeye layık olmayı başaramamayı dahi başaramıyorsunuz!” diyerek ses tonunu ayarlayamamıştı.

Hiçbir savunma yapamayacak kadar akıl yitirici bir cümleydi. Efe’yi mağlup ederek, kadınların bir kez daha muhteşem olduklarını gözler önüne sermişti, Umay.

Efe, şaşkın ördek bakışından ödün vermeden, "Böyle her dediğimizi canı mı istiyor hamile olan kadınların?" Dediğinde ikimizde göz devirmekle yetindik. "Hemen markete gideyim o zaman. İlerde bu çocuktaki iz de yakışıklı Efe yüzünden oldu demesinler." Diyerek elindeki kahveyi yanı başında oturan Umay'ın eline tutuşturarak ayağa kalktı.

Umay’ın garipser bakışlarına karşı yine ne var dercesine kafasını salladı. "Madem markette var neden oradan almıyorsun da istiyorsun" diyerek bıkkın bir ifadeyle Efe'ye baktı.

"Masrafa ne gerek var. Zaten tadı da yol kenarındaki pişmaniyeyle aynı olmuyor" dediğinde Umay'ın yargılayıcı bakışlarına karşı kendini savunduğunu düşünüyordu.

Buna bir son vermek için "Daha ne kadar salonun ortasında böyle duracağız?” dediğimde bakışlarım ikisi arasında ağ örüyordu. "Bende Efe ile birlikte gideceğim. Biraz yürümek istiyorum. Umay sen..." diyecekken ansızın lafımı böldü.

Keskin bir dille, "Benim yarın nöbetim var uyurum, bir yere gelemem. Size iyi eğlenceler." Dedi evin kapısını açarak. "Döndüğünde yanında bu olmasın lütfen, sessiz bir ortamda uyumak istiyorum Yazgı. Efe ve bilgisayar oyunlarını çekemem." demişti gözleriyle Efe'yi işaret ederek.

Efe, kapıya tutunarak, Umay’a yaklaştığında "Aşk olsun doktor ben duyuyorum" dediğinde göz kırparak "ama alınmadım merak etme. "

Onlar atışmaya devam ederken üzerime ceket almak için odama doğru adımlamıştım. Ceketten önce ayıcığın içindekileri almam gerekti. Ayıcığının fermuarını açtığımda bükülmüş biraz da hırpalanmış poşet bir dosya vardı. Bunu evde tutmam doğru olmayacaktı. Bir de bugünkü uzaklaştırma kararıyla bir ipe cambaz seçilmişken, mümkün değildi. Bu dosya için daha güvenilir bir yer lazımdı. Eşofmanımın önüne yerleştirdiğimde, üzerime yatağımın üzerine attığım, bir çocuğun aşk ilanı yaparak verdiği ceketi giydim. Fermuarını çekerken, cebinden çıkarıp, masamın üzerine su dolu vazoya özenle yerleştirdiğim güle baktım. Çocuklar ve onların hassas kalpleri… Tebessüm ederek, odamdan çıktım.

Efe ile birlikte yüzümüze kapanan kapının ardından merdivenlere ilerledik. Binadan çıktığımızda Efe, sormak istediğim soruları anlamış gibi başlamıştı konuşmaya. "Adamın bir kızı şu an devlet korumasında ama geri alması oldukça mümkün. Diğer kızları, korkuyorlar ve ablaları gibi cesur değiller. İfadelerinde farklı bir şeyler anlatmaları olası. Ayrıca adamın geçen sene bir oğlu kayıpları karışmış. Kayıplara karışan oğlu devletin gri listesinde mevcut." Dediğinde ellerini ceketinin cebinden çıkartarak, kafasındaki şapkasını düzeltti. "Adam bizim gibi yeni yetişenleri harcayabilir. Yani bu sefer ki bela, tehlikeli Yazgı. Ancak ilgi çekici, ucu biraz ölüme yakın olsa da." Dedi sesli bir nefes vererek. Sanırım, bu sefer o da korkuyordu. Nadir bir andı. Korkusunu görmemi istiyordu.

Ona doğru döndüğümde "Ben vazgeçemem!" diyerek araya girdim. Nettim, geri dönüş yoktu. "Vazgeçemem. O kız çocuklarını sonu belli olan o yola kendi ellerimle itemem. Bu benim mesleğimden ziyade vicdanıma ters düşer. Okuması için mücadele vermem gerekirken sadece nefes almaları için bir şeyler yapmaya çalışıyorum." Dediğimde kısa bir süre duraksadım. Gözlerim onlarca çocuğu koruyup kollamaya yeter miydi? Yetmeliydi.

Omzuma değen el ile bakışlarımı sağ tarafa çevirdim. "Ona da sıra gelecek, Yazgı" Diyerek minik bir tebessüm etti. "Ben her zaman yanı başındayım. Yürüdüğün yolun ucundaki ölümü bırak, bizzat senin gölgen bile ölüm olsa. Her ne kadar mesleğini yaparken senden nefret etsem de." Dediğinde gözleri ile duygularını belli ediyordu.

Gözümden sol yanağıma yaş damlamıştı. Yağmur damlalarının soğukluğunun aksine sıcaktı gözümden akan damla. Ağlıyordum. Yağmur da belli olmuyordu. Bu yüzden seviyordum yağmuru, güçsüz göstermiyordu. Belli olmuyordu yağmur altında duygular...

Eşofmanımın önündeki dosyayı çıkartacağım sırada Efe konuştu. " Ona güvenli bir yer bulmadan çıkartma." Diyerek cebinden bir kâğıt çıkarttı. Yüzümde bir merak belirtisi belirdi. Neyin nesiydi, bu?

Elindeki kağıt parçasında olan bakışları ile "Maskeli balo için giriş bileti…" dedi kağıdı bana uzatarak. Kâğıdı hızlı bir hamleyle elinden aldığımda devam etti. "Sen bugün yaşadıklarını düşün, o adamla her karşılaştığında bu şekilde yelkenleri suya indiremezsin. Toparlan en azından önümüzdeki dava süreci boyunca." Dedi sert çıkan sesiyle. Konuşma farklı bir yere doğru kayıyordu. Tedirgindi. Benim işime duygularımı karıştırmamdan korkuyordu.

Öfkeli bir ifadeyle ona bakmaya devam ettim. "Sen benim hata yapmamdan mı-" Sonu gelmedi.

Bir yara daha açılıyordu. Birbirimizden nefret edeceğimiz dakikalara doğru ilerlemiyor, koşuyorduk. "Evet, korkuyorum. Bu benim için önemli bir dava ve hiç tanımadığım bir adam yüzünden böyle ilgi çekici bir işten mahrum kalmak istemem. Ben avukatım, duygularımı karıştırırım ama sen savcısın bunu yapamazsın. Duygunu karıştırırsan benim işimi baltalarsın." Dediğinde oldukça netti.

Başımı kaldırarak, gözlerimi kıstım. "Sen bana güvenmek zorundasın. Aynı yoldayız, başka seçeneğin yok." Diyerek işaret parmağımı, ona doğru kaldırarak salladım. Mesleklerimiz araya girmese Umay’dan daha iyi arkadaş olabilirdik. En azından birbirimizin yaralı olan kalbini kırmazdık.

Bana doğru bir adım attığında, "Ben bunu sana daha önce de söyledim. Başka bir seçeneğim olmadığı için senin gibi dik başlı biriyle iş yapıyorum zaten. Arkadaş olabiliriz ama dost acı söyler. Başına buyruk hareketlerin yüzünden davam riske girsin istemiyorum. Zaten bir savcıya yardım etmek, şu dünyada yapmak istediğim son işlerden biri dahi olamaz." dedi gözlerini tıp ki benim gibi kısarak.

Dişlerimi sıkarak, "Bana bak, kabul etsen de etmesen de savcıyım, aklına kazı." Dedim. Sesim beklediğimden daha gür çıkmıştı. Etrafta göz gezdirerek, tekrar ona doğru döndüm.

"Bende Bekir denen adamın avukatıyım. Senin kölen değilim. Avukat müvekkil gizliliği nedir biliyor musun? Sırf hata yapma diye bu çizgiyi de aştım" Dediğinde duraksadı, bana doğru eğildi. Bir şeylerin farkına varmış gibi dikleşerek, "Dikkatli ol! Sen gelme düşün, hava da yağmurlu zaten ben alırım pişmaniyeyi. " Dediğinde lojman çıkışına doğru adımladı.

Öylece kalakaldım olduğum yerde. Bugün gözyaşlarımda anlamsızca akıyordu. Arkamdaki banka oturarak, kendimi dizginlemeye çalıştım. Elimdeki kâğıtta yağmurdan ıslanmış, tırnaklarımı batırdığım tenimden dolayı yer yer kan lekesi olmuştu. Avuç içimi açarak, yağmur damlalarıyla dağılan kanı izledim.

O esnada hemen yanı başımda bir çift askeri bot gördüm. Elimdeki kağıdı buruşturup, başımı kaldırdım. Baktığımda kadının göz temasının avuç içlerimde olduğunu gördüm. Birkaç saniye sonra bana dönen bakışları ile " ben sadece iyi misiniz diye sormak istedim" diyerek kendini açıklamaya çalıştı. İyi değilim desem geçer miydi? Üstündeki üniformadan anladığım kadarıyla askerdi. Ciddi ifadesi altında parlayan elaları, fındık gibi ifadesinin vücut bulmuş hali olan burnu, kumral dalgalı saçları ile dikkat çekiciydi.

Göğsüne işlenen, Poyraz yazısına kayan bakışlarım ile aklıma gelen fikir, umarım işe yarardı. Şu an acı düşünecek son duyguydu, benim için. "Ben yorgunum, sadece." Diye tamamladım cümlemi.

Naif görüntüsü, tiz sesine rağmen keskinliği buradayım diyordu. "Yağmur yağıyor hasta olabilirsiniz. Eğer isterseniz size sıcak bir çay ikram edebilirim." Dediğinde sesinde tereddüt yoktu. Bana nasıl güvenebiliyordu? Belki kaçakçı, katil ya da Demir’in düşündüğü gibi terörist çıkabilirdim. Lojmanda olduğumdan dolayı güvenilir biri olduğumu düşünüyor olabilirdi.

Onunla birlikte adımladım, nereye olduğunu bilmeden. Çünkü başka güvenilir liman yoktu.

K-9 bloğunun önünde minik bir duraksamanın ardından sessizce binaya girmiştik. Üçüncü kata geldiğimizde ani bir hızla sağ tarafımızda kalan dairenin kapısı açılmıştı. Kapıdan çıkan üç adam, tanıdık yüzlere sahiplerdi. İçlerinden birisi daha önce bana ifadeye vermeye gelen askerlerdendi. Adı Özgür ya da Yağız olmalıydı. Arkasında kalan bedende Süheyla ablanın eşi Turgut Bey’in kendisiydi. Gün zamanları evlerine gittiğimiz zamanlarda, çerçeveden görmüştüm. Şaşkın ifadeleriyle yanımdaki askere değil de bana bakıyorlardı. Keza aynı şekilde bende onlara bakmaya devam ediyordum." Teğmenim, nasılsın" diyen Turgut Bey ile bakışlarım kısa bir an onda oyalandı. Sorusunu daha çok beni sorgular gibi dile getirmişti. Gözlerimi ondan çekerek kör noktamda kalan önümdeki kadını görüş alanıma aldım.

Hafif bir tebessüm takındı. Güzelliğine tebessüm serpiştirdiğinde farklı bir kimliğe bürünmüştü. Sevecen bir tavırla "İyiyim komutanım da siz iyi misiniz?" dedi.

Aniden araya giren ismi meçhul olan asker," Hiç sorma onu Ülkü, Turgut bu seferde pişmaniye aşerdi. Onu aramaya gideceğiz. “dediğinde gözlerimi etrafta gezdirdim. Efe yine yapacağını yapmıştı. Deli tarafım, Efe’nin adını direk karşısındaki askerlere ver dese de susmayı tercih ettim.

Kısık bir kahkaha ile “Geçmiş olsun komutanım aşermeler başladıysa… Ama Hüseyin Amca için saat daha erken onda bulunur." Demişti, adının Ülkü olduğunu öğrendiğim kadın.

Karşımdaki iki asker de benim burada ne işim olduğunu merak ediyorlardı ki meraklı bakışları ara sıra bana değiyordu. Ülkü bakışlara cevap verme ihtimali hissetmiş olacak ki önce öksürdü daha sonra da konuşmaya başladı. " Sayın Savcıma bir mesele danışacağım, müsait olduğunu söyleyince bende bir çay ikram etmek istedim komutanım. Müsaadenizle." Diyerek söylediği yalan mıydı gerçek miydi bilmiyordum. Ama bu kadın beni tanıyordu.

Benim önce geçmem için yol verdi. Tam çaprazda da isminin Ülkü olduğunu öğrendiğim teğmen oturuyordu. Askerlerin çıktığı evde muhtemelen isminden emin olmadığım askerin evi olmalıydı. Kapı kilidini açıp bana öncelik tanıdı. Girişte spor ayakkabımı çıkartıp montumu askıya asmıştım. Sweatshirt boldu ve dosya belli olmuyordu. İşte fırsat buydu. Dosya için buradan daha güvenli bir yer olamazdı.

Arkamdan gelen ses ile omzumun üzerinden baktım." Çay mı kahve mi" diye bir soru yöneltti.

Ardından "Kahve daha zahmetsiz olur gibi" dedim ona dönerek. Cevabıma karşılık gülümsedi. Sıcak bir gülümsemeydi bu.

Bana salona oturmamı söylemişti. Bende bir yandan kapıya bakıp diğer yandan dosya için uygun bir yer arıyordum. Gözlerim etrafta fitne fesat için yer kollayan teyzeler gibi dört dönüyordu. Gözlerim önümdeki ahşap sehpada durdu. Dolaptaki kitapları, okuyor olmalıydı ki sehpanın üzerinde bir kaç tane vardı.

 

En iyi seçenek, dolaptaki ayna arkasıydı. Bir hararetle ayağa kalkarak, soğuk terler ile Vitrinli aynanın arkasına koymuştum. Tekrar koltuğa oturdum. Kolay kolay evde değişiklik yapamazdı muhtemelen. Yoğun çalışan biri olmalıydı bu saatte dışarıda olduğuna göre ya da mesleği zaten yoğun tempo doluydu. Neticede askerdi. Ben düşüncelere dalmışken masaya konulan Türk kahvesi ile dipsiz boşluktan sıyrıldım.

Sesli bir şekilde mırıldadım;

“Türk kahvesi"

"Sevmez misiniz?"

Tatlı bir tebessüm ile "Hayır, bende diğer kahvelerden sanmıştım. Bugün dokuzuncu bardağım olacaktı o kahvelerden.” Dediğimde kahveyi tepsiden alarak, “Türk kahvesini günün her saati içebilirim" dedim derin bir nefes vererek. "Sanırım uzun bir cümle oldu, teşekkür ederim" diyerek noktaladım.

Ülkü' de yanımdaki tekli koltuğa kahvesini alarak oturmuştu. "Sorun değil, sadece komu-" cümlesini tamamlayamadan öksürmeye başladı.

Elimdeki kahveyi sehpaya bırakarak, sehpanın üzerindeki su dolu olan bardağı uzattım. " İyi misin?" dediğimde gerilmiştim.

Kafasını salladı. O da tıp ki benim gibi gerilmişti. Korkmuş olmalıydı. "Biz yani, ben sizi öyle görünce endişelendim" diye öksürerek tamamladı cümlesini.

Stres ile alt dudağımı kemirdim. "Yoğun, inişli çıkışlı bir gün geçirdim yorgundum. Önemli bir durum değildi aslında." Diyerek, göz temasını kestim. Kahveyi sehpadan alarak, "Ama merak ettiğim bir şey var eğer sorun olmaz ise sorabilir miyim?" dedim kahvemden bir yudum alarak. Başını beni onaylarcasına salladığında, "Siz beni nereden tanıyorsunuz? Savcı olarak tanıttınız. Arkadaşınıza bir de bir şey danışacağım dediniz." Tehlikelide miydi? Saçmalama Yazgı, askerdi kadın.

Gözlerini kaçırmadı, ellerini ovalamadı, bacağını sallamadı. "Sizi daha önce bir adliye saldırısında gördüm, Savcım." Diyerek ilk soruma yanıt verdi. Benim hain sanıldığım saldırı… " Kapıdaki askerler, biraz meraklı tiplerdir. Çok soru sormasınlar diye bir şey danışacağım diyerek kestirip attım" demişti net bir sesle. Yalan söylemiyordu, kendinden emin bir şekilde yanıtladı.

Utançtan yanaklarım elma gibi kızarmıştı. "Kusura bakmayın. Bazen böyle kuruntular oluyor. Mesleki deformasyon. " diye kendimi açıklama gereği duydum.

Çok düşünmeden, "Her mesleğin oluyor böyle kuruntuları," dedi.

Kahvemdeki son yudumu da aldığımda, "Bu arada ben Yazgı, Stajyer Savcı Yazgı Gülce Alkan" dedim. Adımı söylemek yeni aklıma gelmişti.

Yine sıcak bir gülümse sundu bana. Benim tebessümümün aksine gülümsemeydi onun bana sunduğu. Bu beni de içten bir şekilde gülümsetmişti. Elini uzatarak yanıtladı. " Teğmen Ülkü poyraz, tanıştığımıza memnun oldum Savcım." Dediğinde uzattığı elini dostça sıktım.

Olabildiğince içten bir şekilde güldüm. Sonunda birisi savcı olduğumu kabullendi, diye mırıldandım sessizce. "Ben teşekkür ederim beni yalnız bırakmadığınız için. Artık gitsem iyi olur. Ev arkadaşım beni merak edebilir, müsaadenizle" dedim.

"Tabii ki müsaade sizin. Tekrar Türk kahvesi içmek isterseniz beklerim" dediğinde gözlerinin içine baktım. Emin ol buraya tekrar gelecektim. O kahveyi içmesem bile. Bana ait bir şey vardı artık burada.

Kapıya ilerlerken girdiğimde dikkatimden kaçan fotoğraf çerçevesi görüş açıma girmişti. Toplu asker fotoğrafı... Mezuniyet fotoğraflarıydı belki de. Hayır, değildi. Yaklaştıkça netleşti. Netleştiğinde fark ettiğim ayrıntı ile kalbim ağzımda atıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Demir' de vardı fotoğrafta. Diğer askerler gibi gülmemiş, varla yok arası minik bir tebessüm etmişti. Oyalanmadan çıkmam gerekti. Bu duygu karmaşasına başkasını şahit edemezdim. Fotoğraftaki tebessümde kalan bakışlarım ile kapıya kadar eşlik etmişti bana. Binadan çıktığımda balkondan bana baktığını gördüm. Sanırım kadınlık içgüdüsüydü. Tehlikeliydi belli bir saatten sonrası. İnkâr etmek istediğimiz, acı bir gerçekti. Bende karşılıksız bırakmak istemedim ve el salladım.

Ertesi gün, her şey o kadar yorucu ilerlemişti ki… Balo için aceleci bir hazırlık yapmıştım. Bir an önce akşam olmasını dört gözle bekledim.

Akşamüzeri hazırlanmaya başladığımda, giydiğim koyu kırmızı göğüs dekolteli elbise hafif bir makyaj ile ancak yarım saatte hazır olmuştum. Giydiğim savunma niyetine kullandığım siyah topuklularım ile tamamlamıştım. Yavaş yavaş Balonun gerçekleşeceği otele doğru yola çıktığımda, gerginliğimin yerine öğrenebileceklerimin merakı sarmıştı bedenimi.

Söylenilen adrese geldiğimde yan koltuğun üzerine bıraktığım siyah dantelli maskemi alarak gözlerime hizaladığımda iplerini bağladım. Cipten inerek, ilerlediğimde karşı karşıya geldiğim güvenliğe, Efe’nin bana verdiği davetiyeyi uzattığımda, buruşmuş olan kağıda kaşlarını sorgularcasına kaldırdı. Beni baştan aşağı süzdüğünde, geçmem için eliyle yön verdi. Tatlı bir tebessüm takınarak, ilerledim. An itibari ile başlamıştım. Burada illegal bir şekilde girdiğim öğrenilirse mesleğim riske girerdi. Önümde dikkatli olmaktan başka hiçbir seçenek yoktu.

Birkaç saat için, İngiliz asıllı Ünlü Ressam Isabella olacaktım.

Balo salonuna giriş yaptığımda gözleri büyüleyen bir atmosfer vardı. Fazlasıyla para dökülmüş olmalıydı. Salonun bir kenarında büyüklüğü ile göze çarpan bir kristal tablo, etkileyici bir şekilde parlıyordu. Bej tonu ile sade ve şık bir görüntü vardı salonda. Büyük aydınlatmalar, orkide ile süslenmiş masalar, şamdanlar ve mumlar ortamı biraz romantikleştirmişti. Şık müzik eşliğinde dans eden çiftler bu romantikliğe eşlik ediyordu.

Bakışlarım etrafta gezinmeye devam ederken, orta yaşlı bir adam hızlı adımlar ile bana doğru ilerliyordu. Daha başlamadan içkiyi fazla kaçırmış olmalıydı ki, yürürken sersemliyordu. Ani bir hızla yüzünü göremediğim siyah takım elbiseli iri bir beden önünü kesti. Geniş omuzları adamı görmeme engeldi.

Onları izlemeye son vererek, ilerideki merdivenlere doğru ilerlediğimde ara ara ardıma bakmayı ihmal etmiyordum. Basamakları çıkmaya başladığımda, derin derin soluklarımın adımlarıma eşlik etmesine müsaade ediyordum. Girmem gereken oda kâğıt parçasından okuduğum ve aklımda yer edinen1098 numaraydı. Kat boyunca kapıdaki sayılara bakarak ilerlerken, ileriden açılan kapıyla, duvar köşesine sindim. Bir adam ve bir kadın kahkaha atarak, asansör önünde beklemeye başladılar. Otelde konaklayan misafirlerdendi. Acaba bunlar neler yapmıştı ülkeye zarar ziyan olmak için? Gelen asansör sesi ile gözden kaybolmaları uzun sürmedi. Hızlı hızlı ilerlerken topuk seslerimin sesi müzikten dolayı yankı yapamıyordu. Buna mutlu olmam gerekse de bir yanım buruktu. Tam şu saniyelerde güç bulmam gerekti. Ilık ılık terlemeye devam ederken, kapıyı bulmuştum. Odanın sahibinin şu saniyelerde girişte misafir karşıladığını biliyordum. Bu yüzden içeriye girmemem için hiçbir sebep yoktu. Başkasının odası olması da buna dâhildi. Bir özgürlüğü kısıtlayarak nefes alanların, özgürlüklerine dâhil olmakta sakınca görmüyordum. Söz konusu bir çocuktu çünkü. Evladına sahip çıkamayan vatanına da sahip çıkamazdı.

Elimdeki Efe’nin nereden bulduğunu bilmediğim oda kartını kahverengi kapının kulpunun üzerine tutarak okuttuğumda açılmıştı. Kapıyı iteleyerek içeriye girdiğimde kapıyı ardımdan kapatacağım sırada içeriye giren iri bir bedenle ağzımdan bir çığlık kopmanın eşiğine gelmişti. Ancak bu beden, benden daha hızlı davranarak, ağzımdaki çığlığı elleri arasına tıkamış, üzerine aralık olan kapıyı da kapatmıştı. Gözlerim iri iri açıldığında, beni duvar ile arasına aldığında, bel boşluğuma sabitlenen iri eli ince belimi sıkı sıkı sarmaya yetiyordu. Elimden kayıp gitmesin diye sıkı sıkı tuttuğum kartı avuç içine almak için benimle savaşa girdi. Ancak böyle bir cüsseye itiraz etsem de naifleydi. Elimden aldığı kartı ardımda kalan bölmeye geçirerek, ışıkların yanmasını sağladı.

Gözlerimiz buluştuğunda, bedenimi bir ateş basmıştı. Gözlerim titriyordu. Bu oydu.

Elleri dudaklarıma kapanmış, beni köşeye sıkıştırmış bir şekilde tam karşımdaydı. Kafasını hafifçe sağa sola salladığında, dudaklarımı kapayan elleri gevşedi. “Geriye gideceğim ve çığlık atmaya devam etmeyeceksin!” dediğinde emir verir gibi hükmetti. Usul usul geriye kaçtığında, onu baştan aşağı süzme fırsatı doğmuştu. Vücudunun her çizgisine kusursuz bir biçimde oturan takım elbisesi, siyah maskesi ile yakışıklıydı.

Gözleri etrafta gezinirken, “ Ne işin var burada?” dediğimde o aramızdaki resmiyete dikkat etmediği için bende etmemeye karar vermiştim.

Bende son bulan bakışları, zihnimdeki düşünceleri köreltmek istercesine keskindi. Bana cevap verme tenezzülünde bulunmadan kendisi bir soru yöneltti. “ Senin ne işin var burada?” dediğinde öfkesini dizginlediği açıktı. Cevap verme girişiminde bulunmadım. Beni duymuyorsa, ben de duymuyordum. “ Soru sordum, Çakma Savcı!” dedi tıslarcasına. Nasıl hissettiriyor kaideye alınmamak, demek istesem de içime atmanın daha faydalı olacağına karar kıldım.

Hızlı bir şekilde “Sana kör, sağır, dilsiz olmayı tercih ediyorum!” dediğimde bana baktığını bilsem de ona doğru dönmedim. Ona baktığım anda yelkenleri suya indirebileceğimi biliyordum. İlerideki kalorifer peteğine oturarak, ne yapacağına bakmak istedim. Yavaş adımlarıma tok topuk seslerim eşlik etti. Oturduğum anda göz göze gelmiştim. Ne var dercesine kafamı salladığımda, başını yukarıya doğru kaldırarak, sabır dilediğini düşündüm.

Dudağımı büzerek kollarımı birbirine bağladım. Benim aradığım, Bekir Kara’nın yok etmeye çalıştığı darp videosuydu. Onunki neydi? Merak ediyordum. “Hadi, izin veriyorum önce sen ara!” dediğimde çenesini sıkarak, benim gibi kollarını birbirine kenetledi.

Beni odaya girdiğimizden beri ilk kez baştan aşağı süzdüğünde, kâkülümü düzenleme gereği duydum. Başını yere doğru eğerek, yüzünü gizlediğinde, kaşlarım havalandı. “Buradan çıkman için üç dakikan var!” dedi. Açık bir tehditti. Sözlerini dökmese bile beni duruşuyla dahi tehdit edebilecek etkiye sahipti. Ancak bu kapsamlı bilgiyi şu an için benim bilmem yeterdi.

“Güzel bende sana üç dakika veriyorum.” Dediğimde kafasını yavaş yavaş salladı. “ Ben henüz savcı olamadım. Kolay kolay da olacak gibi durmuyorum. Ama sen üst bir rütbeye sahipsin.” Diyerek konuşmasına müsaade etmedim. “ Değil mi? Yüzbaşı Demir Karan Kılıç!” diyerek aklımdakileri anlayacağını düşündüm. “ Eğer tanıdık bir Savcı arayacak olursan, numaramı verebilirim.” Diyerek alay edercesine bir ifade takındım.

Dudağının köşesi usulca havalandı. Bana; içinde birlikte bulunduğumuz saniyelerde tebessüm etmişti. Afallamamın suratıma yansımaması için direniyordum. “ benden etkilendiğini bilmiyordum.” Dediğinde yüzümdeki maskeme rağmen şaşkınlığımı görmemesi aşikârdı. “Çakma Savcı,” diye ekleyen kadar kalbim atmayı durdurmuştu.

Yeniden bünyeme hükmeden inatçılık ile “Ne münasebet!” dediğimde ayağa kalktım. Kâküllerimi düzenleyerek, “Kumral sevmem ben!” dedim. Doğru söylediğimi düşünüyor muydum? Hayır. Önemi var mıydı? Hayır. Ama kalbim bana çığlık çığlığa kahkaha atıyordu. Duygularımı bastırmak için yeniden konuşmayı seçmiştim. “Bana Çakma Savcı…”

Bir bıçak darbesi kadar keskin sesiyle;

“Değil misin?” diye sormak için sormuştu.

Ona doğru bir adım attığımda, “Stajyer Savcıyım, Çakma değil!” diyerek gözlerimi belerttim.

Ketumluğundan ödün vermeden, kolları göğsünde bağlı bir şekilde “Ne fark eder?” diyerek yanıtlamıştı. Sesli bir iç çekti.

Ellerimi bağladığım göğsümde sıkıca yumruk yaptım. Gözlerinden bir an olsun kaçmadan, “Diplomam var.” Dediğimde gözleri etrafta bir tur gezinerek yeniden bende son buldu. Beni tanısaydı, benden kaçtığını düşünürdüm.

Kalın ses tonundaki sertlikle, “Meslek başarılarınız beni bağlamaz!” dediğinde yeterince net konuşmuştu. Ümit bağlamak yoktu, zaten. Sadece bugün herkes kırıcıydı o kadar. Neden gözlerim yanıyordu o zaman? Ümit yoksa acı da olmamalıydı. Sanırım abim bana bir yalan daha söylemişti.

“Siz,” dedim. “ her neyse...” diyerek dolaba doğru adımlayacağım sırada, kollarını çözmüştü.

Tahammülsüzlük barındıran sesine, koyu yeşil gözleri eşlik etti;

“Ben, ne Çakma Savcı?”

Gözlerimdeki kararlılık ile bir adım daha attım ona doğru. “ Kabasınız!” dediğimde gözlerim ona yalvarıyordu.

Aramızdaki mesafeyi hiçe indirdi. Kalın dudakları aralandı. “Muhatap olmazsın, biter!” dedi net bir şekilde.

Cevap vermedim. Ona temas etmemeye özen göstererek dolap kapağına kadar adımladım. Beni izlediğini biliyordum. Daha fazla onunla aynı oda da kalamazdım. Kalbimi avuç içine aldığını bilmese bile canımı acıtıyordu. Ve ben bu gözlerle mücadele edecek kadar güçlü değildim. Henüz değildim. Zamanla her şeye alıştığım gibi onun da bana ayrı bir özveriyle sunduğu duygudan yoksun gözlerine acıyla alışacaktım.

Boğazımdaki düğümle yutkundum.

Dolap kapağını açtığımda, içeride bir kasa vardı. Eğilerek, çömelir bir pozisyona geçtiğimde kasanın yarı açık olduğunu fark ettim. Buraya saklamamıştı. Bu bir oyun da olabilirdi. Saçlarımı iteleyerek, ayağa kalktığımda etrafta gezinen bakışlarım yine onda son buldu. Bakışları sert bir şekilde sarkan altın rengi avizeye bakıyordu.

Benim onu izlediğimi fark etmiş gibi bana doğru yönelen gözleriyle, parmak ucunu çenesinde gezdirdiğinde, bir şeyler planlıyor gibiydi. Avize benim aramda mekik döşediği sırada bir şey yapacağını anlamıştım.

İzin vermeyecektim. Bölgeme bayrağımı dikmiştim. Benden izin almalıydı. Ya da kapımda köle olmalıydı. Başka türlü dize gelmeye niyetim yoktu. Kırılmıştım ve kırmaktan çekinmemeliydim. “Benden izin almadan şuradan şuraya adımlarsam, ölümü gör!” diyerek aralanan dudaklarının kapanmasına neden oldum.

İlk defa bu denli öfkeli görmüştüm. Çene kası gözlerimin önünde seğirirken, kaşları çatıldıkça çatılıyordu. Âdemelması kavislendiğinde, aklındakileri yutmuştu. Beni ikiletmeden, “ Eğer iznin olursa, seni omzumda taşımak istiyorum.” Dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldığında, aklım karışmak yerine fonksiyonlarını durdurmuştu. Kalbim atıyor muydu? Hissetmiyordum. Nefesimin ılıklığı dudağımı sıyırıyor muydu? Bilmiyordum. Bana köle olsun derken, omzunda taşı demek istememiştim. “ İzin veriyor musun,” diyerek yeniledi.

Şu an ona alık alık baktığıma yemin edebilirdim. Yanaklarımın yarısın kesen maske olsa da allığı abartmış gibi kızardığımı da, biliyordum. Çünkü oda çok sıcak olmuştu. “ Neden ki?” dediğimde sesim eline bir pamuk şeker uzatılan çocuk kadar neşeye karışmış masumluktan ibaretti. Bana bile yabancıydı, sesim.

Bakışları gözlerimin önünde eridi. Kısa bir an o kadar naif bakmıştı ki… Sanrı olduğunu anlamıştım. “ İdman olsun.” Diye cevapladı. Daha sonra gözlerini yeniden tavana dikti. Düz bir sesle, “Orayı görüyor musun?” dedi. Kaşlarımı kaldırarak, kendime gelmek istedim. Ardından tavana diktiğim gözlerim ile dediği yerde bakışlarımı sabitledim. Bir fısıltı gibi mırıldanarak, gördüğümü onayladığımda, “o avizenin çıkıntı yerinde bir şey saklı” diyerek bana baktı. Üzerimde hissettiğim bakışlar ile ona baktığımda, yanı başıma gelmişti bile.

Bir düğümle sesimi benden almışlardı. O kadar kısıktı ki ses tınım… “Bir şartla…” dediğimde beni anlamıştı.

“Olmaz.” dediğinde gözlerimi bir kitap gibi okumuştu.

Masum bir ifadeyle, “Ama duymadın ki…” dedim. Şansımı denemekle kalmayacaktım. Ben o video için buradaydım. O benim hakkımdı.

İfadesizlikle yanan gözlerini benden çekmedi. “Duydum, Çakma Savcı.” Dediğinde hala arkamı dönmeden sırtıma doğru çevirdiğim gözlerim ile arkamda kalan bedenini izliyordum.

Usul usul ona doğru dönerek, gözlerimi bir an olsun çekmedim. “ Benim de hakkım!” Dediğimde ellerimi bel boşluğuma yerleştirdim. Beni ikinci kez baştan aşağı süzüyordu.

Gözlerindeki ifadesizlik bir çırpıda kaybolmuştu. “Devlete ait olanda hak iddia edemezsin,” dediğinde duraksadı. Alçak sesine rağmen bir asker gibi hükmetmeyi başarıyordu. “Eğer bir Savcı olsaydın bunu bilirdin, Bayan Çokbilmiş.”

Bayan Çokbilmiş… Tanıdıktı. Ve bu rahatsız ediciydi. “Bana yeni lakaplar takmayı kes!” dediğimde içimdeki kabaran öfkeyle belli bir süre nefes almadım. Dişlerimin arasından “ Ya kabul edersin, ya kabul edersin Yüzbaşı!” dediğimde gittikçe artan insan seslerinin yönü buraya olmalıydı. Bakışlarımız kapıya kaydığında, bir hızla kapının yan tarafına taktığı oda kartını çekti. Daha sonrası nerede olduğunu göremeyecek kadar karanlıktı.

Elimden naifçe tutulmasıyla beni çekiştirdi. Ona ayak uydurarak, adımladığımda bizi giyinme odası gibi bir yerdeki dolaba soktu. Boyundan dolayı üzerime doğru eğilmek zorunda kalmıştı. Burun burunaydık. Dar olan dolapta ne kadar az nefes alsak, o kadar iyi gibiydi. Onun soğuk nefesi bana değdiğinde, benden tiksindiğini düşünüyordum. Gözleri, sesi soğukken bir de nefesi soğuktu bana. Kapının açılmasıyla bir kahkaha sesi doldurdu odayı.

Gözümü kapayan kâküllerime göz kırpıştırmaktan öteye gidemedim. Bunu anlamış gibi, kâküllerimi ondan beklemediğim kadar naif bir biçimde düzeltti. Yutkundu. Bakışlarını kaçırarak, dolabın içine giren ışık boşluğunda dışarıya bakmaya çalıştı.

Adamların konuşmasında adımın anılmasıyla, bende o ışığın boşluğuna bakakaldım. Diğer yandan kulağıma çarpan bedenin dahi dizginleyemediği öfkeli nefesleri hissetmemeye çalışıyordum.

Öncesinde adımı söylemişti. Ardından, “Bu kadınmış.” Dedi sigaradan dolayı çatallaşmış sese sahip birisi. Kaşlarım havalandı. Beni araştırdıklarını Efe söylemişti ancak bu denli bomba etkisi yarattığımı bilmiyordum. Göğsümün kabarmadığını söylemezdim. “-Şah-bu kızda. Ancak -mat- kimde?” diyen adama karşı bedenim titremişti. Başımdan aşağı kaynar su değil, soğuk su dökülmüştü. Şoktaydım. Şah, bir taş karttı. Abimin na’şının üzerindeyken şehit kanıyla lekelenmişti. Şu an ait olduğu yerdeydi. “ –Mat-, bulunmadan hiç kimseye dokunulmayacak!” diyen otoriter bir ses araya girdi. Sesi fazla kalın gereğinden fazla sertti. Zarar verilmesinden korkar gibiydi.

Kapı dışarı çıkmıştı, birisi. Ardından Bekir denen adam, “ O zaman elimi kolumu bağlayalım. Beni kısa yoldan içeriye tıksın.” Dediğinde sesinden ürküttüğünü anlayabiliyordum. “ Ben durmam!” dediğinde bir adım sesi geldi.

“ Durmadığın anda Ölüm yakanda.” Diyerek saf bir tehdit savurdu çatallı sese sahip adam. “ Hadi git ve sana söyleneni yap!” dediğinde arka arkaya çıkmışlardı.

Kapanan ışık ile zifiri karanlıkta öylece durmaya devam ettik. Ne o kımıldadı. Ne ben şaşkınlığımı atabildim. Babamın bana verdiği sıradan bir kart, nelere yol açıyordu? Hala zihnimin dipsiz kuyusunda içimi bir kurt gibi kemiriyordu. Dolabın kapağını açtığında, elime tutunan eli ile kapıya doğru yöneldik. Elindeki kartı taktığında, elimi bıraktı. Sırtı bana dönük bir şekilde bekledi. Bir soru sormamıştı. Ben olsaydım şu an seksen sekizinci soruma gelmiştim bile.

Ama o omzunun üzerinden yalnızca, “ ikimizden biri kaybedecek.” Dedi. Bana doğru döndüğünde, “ binecek misin?” dediğinde gözleri avizedeydi. “ Omzuma bin. Ve buradan gidelim.”

 

Loading...
0%