Yeni Üyelik
5.
Bölüm
@dnzkzgb

  

Arka planda sürekli tekrarlanan oyunlarına, can yakan rüyaları eklendi. Bazı rüyaları hiç tekrarlamak istemese de düşüveriyordu, saklanılan kalbine.

Yine kalbine bir rüya düşmüş, kâbusu olmuştu. Gülün dikenleri kendine batar mıydı hiç? Batmıştı, ona. Koşa koşa abisine sarılmış, kâbusundan saklanmıştı. Saklandığı yara bere dolu göğüsten çıktığında, rüya oluvermişti kâbusu. Ailesine saklı kalacak bir rüyaydı artık, geçip gitmişti.

Şimdi ise oturduğu kaldırımda, bacaklarını göğsüne çekerek diz kapağının üstüne kolunu koyarak başını eli üstüne koymuş, derin derin düşünüyordu. Bu bir rüya değildi. Oyundu yine. Babası ve annesinin ona oynadığı can yakıcı bir oyundu. Büyüklerin oyunları... Annesi ondan nefret ediyordu, biliyordu. Ona hiç sarılmasa da hep bebekler alan babası da mı artık nefret ediyordu ondan? Çirkin olduğu için olabilirdi, belki de. Ya da Kurt'a ışık olduğu gibi, onlara ışık olamadığı içinde olabilirdi de.

Elini çenesinden çekerek abisinin, kestiği tırnaklarına ardından kına yaktığı avuç içlerine kaydı bakışları. Renkli olmuştu elleri ve bunu Kurt'a gösterip yakışıp yakışmadığını soracaktı hemencecik. Abisine de kendisi sürmüştü kına. Minicik dokundurmuştu parmağını avuç içine. Abisinde izi kalsın istedi. Abisi, onun istediği hiçbir şeye itiraz etmediği gibi buna da itiraz etmedi.

Bakışları önünden kayıp giden sırtlarında renkli çantaları olan çocuklara kaydı. Okuldan yavaş yavaş çıkıyorlardı, artık. Kurt'un da her an gelmesi olasıydı. Boğazındaki yaraları kabuk bağlayamadığı için bir haftadır onu görememişti. Merak etmiş miydi, aklını kurcalamıştı. Kendisi her daim kiminle oyun oynadığını merak etmiş, içini yemişti.

Uzaktan üstü başı dağılmış, çantasını tek omuzda taşıyan Kurt'u gördüğünde heyecanla kalktı, oturduğu kaldırımdan. Kaşları çatık, burnundan soluyarak, yerdeki kaldırımlara dikkat kesilmişti. Adımları hızlı ve sert bir şekilde Gül'ü fark etmeden geçti. Minik kız, memnuniyetsizce yüzünü buruşturarak " Kurt!" dediğinde adımları durmuş, öfkeli yeşil harelerini şaşkınlık bürünmüştü.

"Gül!" dedi gerçek olduğunu sorgular gibi. " Sen gitmemişsin!" dediğinde ona doğru koştu, önünde diz çökerek, incitmeden sarıldı.

"Niye gideyimkine evim burada!" dedi Kurt'un boynuna sarılan elleriyle.

Kıkırdadı Kurt. "Evin, burada!" dediğinde bedenlerine ayırarak, uzaklaştı. " Sen..." dediğinde baştan aşağı süzdü, Gül'ü. Çehresine yerleştirdiği öfkesine hâkim olmaya çalışarak " Saçların! Saçın kıvırcıklaşmış!" dedi. Abisi örmüştü saçları, kıyamamıştı bozmaya. Öylece oturduğu yerden uyuyakalmış, uyandığında kendini tüyü kırpılmamış keçiler gibi bulmuştu.

"Hıhı..." dediğinde büyüyen gülümsemesi ile avuç içlerini açarak Kurt'un gözlerine sokarcasına tuttu. " Bak! Nasıl olmuşum?" dedi, kendini beğenmiş bir tavırla.

Kurt gözüne girmemesi için, önündeki elleri nazikçe yer doğru indirdiğinde "Kınalı kuzu!" dedi belli belirsiz tebessümle. Gerçekten öyleydi, Gül. Bir hafta önce gördüğünde Gül bahçesi iken, şimdi o Gül bahçesinde gezen Kınalı bir kuzuya benziyordu. Dağılmış olan kıvırcık saçları, gonca yanaklarına renk getirmiş, kehribarlarında beliren sarı ışıltıları herkesin göreceği kadarıyla ortaya çıkarmıştı.

"Sana da yapalım mı?" dediğinde korkuyla açıldı gözleri. " çantamda var, senin için getirdim." Bunu yapmazdı işte. Ne derdi arkadaşlarına? Bir tek düğünlerinde sevdiği kadın isterse kına vururdu, erkekler. Olmazdı.

"Hayır, ben istemiyorum. Sana yakıştığı gibi yakışmaz benim ellerime!" dedi ani bir çıkışla. Minik kızın, soğuk olan elleri ellerini bulduğunda kaçırdı ellerini. Görmemesi gerekti. Daha yeni kavga etmiş, o esnada da düştüğü için ellerine taşlar batmıştı. Temiz değildi, elleri. Ama yine de karşısındaki kızın inadı inatmışçasına ellerini çekerek avuç içlerini açtığında, ağzı açık bir şekilde birkaç saniye öylece bakmıştı.

" SENİN ELİNE NE OLDU? NEDEN KESİK KESİK!"

"Yara aldım, bugün git buradan yarın bulurum ben seni!" dediğinde yarasını gördüğü için utanmıştı. Yarasını gösteren bir erkek asla sevilmez, derdi babası.

Net bir şekilde "Gidemem!" dediğinde Kurt bıkkın bıkkın bakmaya devam etti, karşısındaki minik kıza. Dertli başına, şu an dert miydi şifa mıydı, bilmiyordu.

Sabırsız bir duruş sergileyerek, "Niyeymiş o?" dedi.

"Gözlerin, kal diyor! Olmaz yani!" buna ihtiyacı varmış gibi, bedeni gevşedi.

Hafif tebessüm ederek, " Yürü, kınalı kuzu... Düş önüme!" dedi.

"Yan yana yürüyelim. Geliyor musun diye arkaya bakmaktan yoruluyorum!" diyerek isyan edercesine bir ifade yer buldu yüzünde. "Hadi, Yaralı Kurt!" dediğinde kolundan çekiştirerek, ilerlemeye başladı. " daha kına yakacağız!" duraksadı, gözlerini belerterek o da yanı başında yer buldu, Gül'ün.

"İstemiyorum dedim ya, Gül!" dedi net bir şekilde.

"O zaman bende Oğuz'a yakarım kınayı!" diyerek tuttuğu kolu bırakıverdi. Şaşkın bakışları, Gül'ü bulduğunda gereksizce huzursuz hissetti.

Oğuz neyin nesiydi? Düşünmeden edemedi. Yaptığı atakla, "Bana yakabilirsin, kınayı. Senin arkadaşın benim!" dediğinde Gül’ün Oğuz’u köşeye süpüreceğini düşündü. Soluklanarak, kedi gibi mırıldandı. " ama çok olmasın, olur mu? Okula gideceğim!" diyerek ricada bulundu.

"Olur," dediğinde tekrar tutundu bıraktığı kola. " Tamam, söz. Güven bana!"

Azda olsa o gün kınayı yaktı, Kurt'a... Kınalı kuzu, yaralı Kurt'a o gün anlamasa bile şifa olmuştu.

*

Yanımda benden cevap bekleyen adam, bilmeden bir girdaba itmişti beni.

Geçmiş… Geçmişte kalmalıydı ancak kalpte közü kalmış isimleri çıkarıp, sulak araziye atamıyordun. Bir ses, zihnimdeki közü harladı. “O zaman sen omzuma bin cimcime!” dediğini anımsadım. Ona kaşlarımı çatarak bakmıştım. Beni omzundan düşüreceğini düşündüğüm için değildi. Gül fidelerinin arasında, canını yakacak dikenlere yalın ayak yürüyeceği içindi.

Göğsümden taşan nefesimle “Olmaz!” deyivermiştim. Bu defa kaşları çatılan o olmuştu. “ Ben ağırım. Yük olabilirim. Canını yakarım.” Demiştim Ve bana hiçbir cevap vermemişti. Dudaklarım düz bir çizgi halini alıvermişti o an.

Sağ elini ani bir hızla kaldırarak, alnına vurdu. Ben seninle ne yapacağım diyordu, aslında. Belli bir müddet bir eli alnında, diğer eli belinde düşündü. Ardından alnında çektiği elini boşta kalan bel boşluğuna yerleştirdiğinde mahallemizdeki Sultan Teyze gibi görünmüştü; her an sebepsizce fırça atmaya hazır halde. “ Şimdi ya omzuma bin, ya omzuma bin, Gül.” Dediğinde gözleri bana kızıyor, sesi kıyamıyordu. “ Diğer türlü burada anneleri şu an uzakta olan aç civcivlere yem olursun!” demişti.

Bilgin bilgin “Hiçte bile…” dediğimde yine çokbilmiş bir eda takınmıştım. “ bir kere civciv insan yemez ki.” Dedim. Alnıma düşen kâkül tutamlarımı nefesimi üfleyerek, itelemeye çalıştım. “ Yalan yalan konuşma, Kurt. Bana kötü örnek olursun.”

Bak sen şu laflara der gibi baktı. Başını yukarı kaldırdığında, dua eder gibiydi. Tekrar bana doğru dönen koyu yeşil gözlerini sabırsızdı. “ Haberin yok mu Bayan Çokbilmiş?” dediğinde kaşlarım havalanmıştı. Neyden dercesine gözlerimi irice açarak dile gelmesini sabırsız bir ifadeyle bekledim. “Seninle oynarken, ara ara baktığım kitap vardı ya…” dedi usulca kalkan dudağının köşesiyle, “ İşte o kitapta okumuştum…”

“Ne okumuştum?” diyerek merakla bölmüştüm cümlesini.

Bir adım bana doğru attığında, “ annesinden ayrılan civcivler, insanları suçlarlarmış. Bu yüzden de etrafta insan görürlerse etini kemirirmiş.” Diyerek beni kandırmaya çalışmıştı. Sırf omzuna bineyim, bir an önce gidelim diye. Başarmıştı da. İri gözlerim, buğulanmıştı. Civcivler beni burada yiyecek diye korkmuştum. Belli bir süre civcivlerin sürüyle geçtiği sokaklarda, gidişlerini izleyene kadar yüksek yerlere çıkarak beklemiştim.

Kurt hinliğiyle beni kandırsa da farklıydı kalbimde.

Önümde eğilerek, beni kucağına almıştı. Beyaz pantolonumun üzerindeki pembe yeleğin tüylerine rahatsız olurcasına yüz buruştursa da umursamadan sıkı sıkı sarılmıştım boynuna. “ O zaman annelerini bulmaya gidelim mi, Kurt?” dediğimde bacağımı sarmaladığı elleri daha da gerilmişti. Cevap vermek yerine fideler arasından hızla çıkmaya devam etti. “ sana soruyorum?” diyerek saçlarını çekmiştim.

“Gül, ne yapıyorsun? Saçlarımı…” dediğinde söylememesi gereken bir şey söylemişti. O gün yine zilliyle gidecekti. Hızlı adımlar ile ilerlemeye devam etmişti.

Burnumdan soluyarak, “Benden de saçların neden yapış yapış diyorum. İnek yalamış gibi, görünüyor.” Diyerek sinir etmek için elimden geleni yapmıştım. Gitsin istememiştim. O zaman farkında olmasam da şu an bencillik olduğunu anlıyordum.

Kasılan bedeni ile “Gül, lütfen sus!” dedi. Çıtım çıkmamıştı, o cümleden sonra.

Mahalle caddesine geldiğimizde, beni yere indirerek “ bir daha sakın!” diyerek işaret parmağını bana doğrultmuştu. Kaşları çatılmıştı. Bana ilk defa gerçek manada kızmıştı. “ bu çizgiyi sakın aşma.” Dediğinde üzerine bastığım kırmızı çizgiye değdi, gözlerim. Ne vardı diye düşünmüştüm o zamanlar. Bir mayın tarlasına ramak kala durdurulduğumu bilmiyordum. O yüzden de boyuma posuma bakmadan atar gider yapmıştım. Ama yine paşa paşa Kurt’a uymuştum. Ondan bana zarar gelmeyeceğini bilecek kadar güven duygusunu kalbime ilmek ilmek işlemişti.

“Tamam,” dediğimde gözlerimi kısmıştım. Gömleğinin yakasını düzlemeye çalışırken, dışarıya sarkan kolyesinin ucunda, yüzüğüm yoktu. Çıkarmış mıydı? Çıkarabilirdi. Ama önceki gün bana harfleri öğretmeye çalışırken gördüğüme emindim.

İçimde ilk defa garip bir duygu belirmişti. Annem bana ceza verdiğinde de, babam bana çatık kaşları altında emir verdiğinde, böyle bir duygu bedenimde kol gezmemişti. Kalbim, tuhaf bir kıymık batmıştı. Oysa o ana kadar babamlar nasıl vatanın görülmeyen kahramanları olduysa o da tıp ki askerler gibi benim görünmeyen kahramanın olmuştu.

Aslında o ana kadar değildi… Hala öyleydi, Kurt. Şu an karşımda dursa sorgulamadan yine boynuna atlar, soru yağmuruna tutardım.

Kısık bir fısıltı da olsa duymuştum onu. “Gül…” demişti. “ Gösterim var, o yüzden. Sana söyleseydim, ben seninle…” Dans ederdim. Ona kısa kalan boyuma rağmen yapardım.

Bir hızla canımı yakmasını daha da erkene çekmiştim. “Ben seninle dans etmem.” Demiştim. “ Sen çok uzunsun.” Dediğimde kırıldığımı düşünmesin diye el sallamıştım. Ardından ardıma dönerek, bir yerlere ilerlemiştim ama nereye olduğunu hatırlayamadım.

Ama ardımdan gelmişti. Çok değil üç ya da dört dakika sonra yanı başıma düşen gölgesiyle, yan yan bakmıştım. Konuşmadım, asker yeşili gözlerine kaşları çatık ifademle baktığımda, beni sorgulamıştı.

“Anneler bekletilmemeli! Saatin gelmeden git!” diyerek kendi annemden feyz almıştım.

Durdu. Benimde adımlar dursa da ardıma dönmedim. Önüme iki hızlı adımla geçerek, benimle göz göze gelmişti. Boynundaki zinciri çıkardığında kötü bir şeyler dillendirecek sanmıştım. Ancak zincirden sırtına doğru kaymış olan yüzüğü düzenleyerek, gözümün önüne serdi.

“ Çıkarmadım.” Demişti. Bunu nasıl anladığını çocuk aklımla sorgulamamıştım. Ancak dikkatiyle olmak istediği mesleği sonuna kadar hak ettiğini düşünüyordum. “Sadece banyoya girerken annem rengi solar diye çıkarttırıyor.” Demişti. Sesi her zaman ki gibi kırmaktan korkar gibi, mırıltıydı. “ Ben ilk dansımı sana saklamaya karar verdim… Hadi gel, annemi bulalım.” Sadece dudağımdaki tebessüm ile yetinmemiştim. Gözlerimle dahi gülmüştüm ona. Çünkü hayatım boyunca bana abim dışında kimse böyle eşsiz biri gibi hissettirmemişti.

Bu yüzden çoğu cümleleri aklıma kazınmıştı.

Beni düşüncelerimden arındıran “Çakma Savcı… Davetiyemizi bastırayım ister misin? Ya da camiye anons verdirmemi?” diye düz bir sesle konuşan ifadesiz beden oldu. Kollarını yeniden göğsünde beklemiş, sakin bir biçimde beni bekliyordu.

Gözlerim tavana kaydığında bunu bana vermeyeceğini biliyordum. Ama ona yardım etmediğimde de vicdanımla karşıya gelecektim. Kafamı aşağı yukarı usul usul salladım. Önümde hafif eğilerek, beni kucakladığında, zerre zorlanmamıştı. Oysaki ben zayıf değildim. Ağzımı açtığımda, konuşan oydu. Sesin sahibi, beni konuşmama rağmen anlamıştı.“ Bana yük olmadın. Canımı da yakmadın.” Kaba herif, işine geldiğinde imrenecek bir beyefendi olabiliyordu.

Beni sol omzuna sığdırdığında, dizlerimden tutarak, nasıl dengede kalabiliyordu? Bordo bereliler bu kadar ağır yükler taşıyor muydu? Görevi buydu. Neden düşünüyordum ki? İşime odaklanmam gerekti. İçli bir nefes alarak, kolumu kaldırdığımda, avize uzanmıştım. Boyu da sandığımdan daha uzun olabilirdi. Bir elim avizeye uzanırken, bir elim kumral özenilmiş saçlarını istemsizce dağıtmıştı. Hemen üstten ona baktığımda, yüzünü kaldırmış beni izliyordu. Kızmamıştı. Saçının geldiği son durum da ona çok yakışmıştı. Hadi dercesine gözleriyle işaret ettiğinde, “ sana canını yakarım demiştim.” Diye söylendim.

“Canım yanmıyor. Ama bizi burada bulurlarsa canın yanar.”

Hayretle tüm işi bırakıp, ona üstten bakmaya devam ettim. “Niye benim canım yanıyor da senin ki yanmıyor? Oradan bakınca çıtkırıldım biri gibi mi gözüküyorum?” diyerek sorularımı ardı arkası kesilmeden hızla sıraladım.

Gözlerini kapattı. Sınırları aşmıştım. Sinirlenmişti. Açtığı gözleriyle ifadesizce bana baktığında, “ İstedikleri sensin.” Dediğinde benden bahsettiklerini aklının köşesine kazdığını anlamıştım. Burnumu kırıştırarak, tekrar avizeye döndüğümde, avizeye yapıştırılmış flaşı aldığımda, göğüs dekoltemi destekleyen sutyenimin içine sıkıştırdım. Kurt, ne zaman bir şey saklayacak olsa kolyesine asardı. Ondan öğrenmiştim.

“Bitti.” Dediğimde özenle eğilerek, inmemi sağladı.

Ne yaptığımı anlamıştı. Ve seğiren çenesi de bunu kanıtıydı. Gözleri bedenimi kurşun gibi deliyordu. Ama yine de çıtı çıkmıyordu. Ardıma döndüğümde, “Yapma!” dedi. Dinlemedim. Ve kapıyı kapatarak, çıktım. Her ne olursa olsun, ben istediğimi aldığımda ona teslim edecektim. Koridor boyunca ilerlerken, ardımda kalan kapı açıldı ve kapandı. Asansörü beklemeyerek, merdivenlere yöneldim. Ardımdan beni takip ettiğini hissediyordum. Aşağı geldiğimde sağa dönerek, salondaki kalabalık ile göz göze geldim. Önceye nazaran oldukça yoğunlaşmıştı.

Elimi tutan el, hızlı adımlarla kalabalığa karıştı. Karşı karşıya getirdiği bedenlerimiz… Sol elimi tutan elimi bırakmadan, sağ elimi tuttu. Teması, yumuşak bir yoğunluğu peşinde sürükledi. Bakışlarım etrafa doğru kaysa da dans eden diğer çiftler belli bir yere kadar görmeme neden oluyorlardı.

Siyah maskenin sakladığı başka zaman diliminde hayran hayran bakacağım yüzüne doğru döndüğümde, “görüşmeyeli nasılsınız?” diyerek gaf yapmıştım. Dikkat çekmemek için beni buraya sürüklediğini biliyordum. Bir çıkış da arıyor olma ihtimali de yüksekti.

Belimi daha sıkı kavradığında, aramızdaki mesafe yok olmuştu. Bir an farklı düşüncelerle boğuştum ancak arkamdan geçen gölgeden beni sakındığını anlamamam uzun sürmedi. “ Bıraktığınız gibiyim, Sayın Savcım…” dediğinde geriye çekilip bakışlarımı yakaladı. Ben onun gibi değildim. Gözlerimde karşımdaki insanın duygularımı görmemesi için asalak olması lazımdı.

Sahte bir şaşkınlıkla gözlerim kocaman açıldı;

“Savcı olduğuma ikna olmuşsunuz.”

Belimi saran eli, kasıldı. Düz bir sesle, “ ikna olmadım. Kaba bir adam değilim.” Dedi tane tane. Elime mutlu olayım diye bir lolipop vermişti. Ancak ben yerine göre şeker sevmiyordum. Şimdi de sevmek istemiyordum.

Kafamı hafifçe sallayarak, kalbime kazınan cümleleri kendime sakladım. Aklıma takılan bir diğer soruyu da ağzımdan attım. “Benim savcı olduğumu nereden biliyordunuz?” dedim. Beni ilk gördüğünde, ceset incelemesi için yanan bir adamın yanı başındaydım. Ancak girişte Başsavcı her zamanki gibi ayak işlerini yapan biri olarak tanıtmıştı. Buna rağmen benim savcı olduğumu nereden çıkarmıştı?

Beni etraftaki insanlara ayak uydurarak döndürdü ve tekrar kendine çekti. Elim omzunu bulduğunda, ceketinin yakasını sıkıca tutmuştum. “Yolum size düştü, öğrendim.” Diyerek gözlerini etrafta gezdirdi. Elleri altında bulunan vücudum gerilmişti. Soluklarımı ondan gizleyerek, düzene bindirmeye çalışmak şu durumda mümkün değildi.

Soğuk bir ses, içsel çatışmamı bölmüştü. “Nefes ver, korkma!” dediğinde nefesimi kendime sakladığımın farkında değildim. Göz göze geldiğimizde gözleri dudağımda mıydı, dudağımın üzerinde miydi? Âdemelması aşağı yukarı kavislendiğinde, bu kadar yakından görmek ismini bilmediğim bir etki yaratmıştı.

Koyu kirpikleri ile çevirili gözlerini kırptığında, “Vals, biliyor musun?” dedi.

Çekingen bir tavırla, kafamı usulca salladım. Biliyordum. Seninle birlikte öğrenmiştik. İlk kez seninle birlikte ettiğimiz dansı, son kez seninle birlikte etmek… Kulağıma can yakıcı gelmişti.

“Güzel… Sen ve ben bu şarkıya eşlik edeceğiz.” Devam etmek zorunda mıydık? Kalabalığa baktığımda, buradan çıkmak hiç kolay olmayacaktı. Bir de ileride bana uzaklaştırma kararı çıkaran adamı gördüğümde böyle bir imkân eksilere doğru koşuyordu.

Ona baktığımda, başını hafif sola eğdiğinde boynun eşsiz kıvrımını ortaya çıkarmış, bakışları aklındaki bir düşünceyi görmemi istiyordu. Hafifçe titrediğimi fark ettiğimde, bu hüzünden miydi, yoksa yaşadığım adrenalinden miydi, bilmiyordum. Ama karşımdaki adamın ikinci seçeneği düşünmesini istiyordum.

İstediğim şeye bu kadar yakınken, yaşayacağım heyecanı, acıyı, adrenalini hesaba katmayı unutmuştum. Yine dersime eksik çalışmıştım. İleri git, korkma. Şiddetli bir his neredeyse kalbimden fırlayacaktı. Onu benden başkası izlemesin arzusu, beni boğmaya çalışıyordu. Bencil kalbimden kaçmam gerekti.

Etrafta yankıyla hayat bulan şarkı bir anda kapandı… André Rieu' nun bestesi The Second Waltz çaldığında, geçmişte te bu ritimle öğrenmeye başladığımızı hatırladım. O hatırlıyor muydu? Gözleri hayır, diyordu. Olsun. Ben hatırlıyordum, bu da yeterdi. Ayaklarımız müziğin ritmi ile hareket etmeye başladığında, hala çok iyi olduğunu görmemek elde değildi. Ben paslanmıştım. Ama o hiç paslanmış gibi durmuyordu. Bir düğüm boğazıma beni tıkamak istercesine kuruldu. Beni zihnimdeki düşüncelerim fare gibi kemirmeye devam ederken, o yalnızca sırtını dikleştirdi.

Oyuna ayak uydur, Gül.

Gözlerimi kırpıştırdım. Şimdi, birbirimizin sınırlarındaydık ve aşamıyorduk. İçimdeki çarklar dönmeye devam ederken, durağan bir ifade takınmak bana yabancıydı.

Gözlerini benden kaçırıyordu. Zihnini görmeme izin vermiyordu. Baksam da görebilir miydim? Muammaydı. Sabit durduğunda, etrafında bir tur dönerek, beni kendine çekti. Sessizliği bende yersizce gerilmeye neden oluyordu. Sanki bu sessizliği bir bomba atarak parçalara ayıracak gibi bir his yaşatıyordu bana.

Ve son hamle… Üzerime doğru eğildiğinde, nefesi dudaklarımı sıyıracak kadar yakındı. Soğuktu. Nefesi bile soğuktu bana. Yanaklarımın kırmızının en ağır tonuna döndüğünde, kasıldığımı anlamış mıydı? Bir bulmaca çözer gibi, duygularını anlamaya çalışıyordum.

Sessizliğinin ardına saklanan o tilkiyi çıkardı. “Şimdi siz sadece benim yanımda hiçbir şeye müdahale etmeden duracaksınız. Ve o flaş belleği sahibine teslim edeceksiniz!” dediğinde doğrularak benden ayrıldı. Ceketinde sıkı sıkı sarıldığım yaka kısmını düzelttiğinde, benden rahatsız olması düşüncesiyle kendimden kaçtım.

Titrek bir ses ile, “ Sen... Sen!” dedim. Ardından dizginlediğim ses tonumla, “Benim işime karışamazsın.” Diyerek cümlemi yüzüne doğru tüm öfkeyle savurdum.

Derin bir nefes aldı. Aramıza açtığı mesafeyi kapatmıştı. Bugün kafasına göre ileri geri gidip durmuştu. Kaşlarının arasında beliren iki çizgi ile “İtiraz etmiyorum. Patron olabilirsin…” dediğinde yutkundu. Gözlerinde beliren ifadeyi anlamlandıramıyordum. “ Kendini tehlikeye atana kadar.” Dedi.

Mağrur bir bakış attığımda, “Çakma Savcı olarak seçeneğinizi beğenmedim, Demir Bey.” Diyerek dilimin ucundan dökülen cümlelerim onda bir etki yaratmamıştı. Hala lüks bir mağaza mankeni gibiydi.

Aramızdaki soğuk rüzgârı diğer insanlar hissetmesin diye kulağıma doğru eğildi. “Size bir seçenek sunamadım. Nezaket kurallarınıza uyarak yapmanız gerekeni dile getirdim.” Diye fısıldasa da hüküm veren yargıç gibiydi ses tonu. “Bencilliği bırakın, elimi tutun ve bana eşlik edin.” Tekrar bir adım geriye gitti. Bizim nezaket kurallarımız farklıydı. Öyle olsaydı, kalbim acımı tüm hücrelerime sürüklemezdi. Bir sirk cambazı gibiydim. Ona göre şekil alıyordum. Çift dikiş yapmasına izin vermeden, dediğini yaptım. Elini tuttuğumda kaşları havalandı. Bana baktı ve kalbimdeki yerine rağmen tenimin irkilmesine neden oldu.

Nereye adımladığını bilmeden onu sessizce takip ettim. Ben alacağımı almıştım. Bundan sonrası onu kullanarak, çıkmaktı. Eğer bordo bereliyse buradan rahatça çıkması gerekti. Boş bir masaya geldiğimizde üzerinde; Adar Cihan Soylu, yazısı kâğıt parçasında beliriyordu. Oda benim gibi kaçaktı değil mi? Aklımdan uçmuştu.

Ellerimizi ayırarak, çektiğim sandalyeye oturdum. Bana baktığını bilsem bile omzumun üzerinden dahi bakmadım ona. Huysuz Herif… İnatçılığım bünyeme nüksettiğinde felsefem; kısasa kısastı. Madem beni aklınca tehdit etmeye kalkışıyordu, bende ona aklımca cevap verecektim. En çekilmez halimi ona sunmaktan kaçmadım. Yanı başımdaki sandalyeyi çekerek ağır ağır oturdu ve bir kolunu masaya koyarak bana doğru döndü. Yine ona bakmayacaktım.

“ Dikkat çekmemek için konuş!”

Cevap vermedim.

Bana yaklaştığında, kaşlarım çatılsa da ona bakmamakta ısrarcıydım. Elleri maskemi bulduğunda, biraz aşağıya doğru çekti. “ Bu dikkatsizlikle, savcı olamadan meslekten atılacaksın.” Dediğinde göz devirdim. Ona neydi ki? “ Konuşsana…” dediğinde dişleri arasından konuştuğu için işittiğim ses boğuktu ve oldukça kalındı.

Yanı başımdaki bedenine atabileceğim en tip bakışımı attım.

Hayret edercesine, “normal zamanlarda soru yağmuruna tutar, susmak bilmezsin.” Dedi. Normal zamanlar? Daha karşılaşalı iki gün olmamıştı. Bu derece mi bıktırmıştım onu?

Sinirle burnumdan soludum. Ağzımı açtığımda, ona doğru dönerek, “Benimle konuşur musun?” diyerek üstten bir bakış atmak istesem de başarabildiğim muammaydı.

Boş bakışlarıyla “Anlamadım.” Dediğinde aklıma bu ortamda gelmemesi gereken bir şeyler geldi. Hemen solumda Efe olsaydı neyi anlamadın Yurdagül diyerek kahkahayı basardı. Ama ben yapamazdım. Böyle ciddi bir surat yanı başımdayken bu kadar laubali konuşamazdım.

Omzumu dikleştirdiğimde, taşan soluğumdan dolayı dekoltemin açıkta bıraktığı göğüslerimin verdiği rahatsızlıkla tekrar omuzlarımı kırdım. Yüzümdeki parlak bir gülümsemeyle, “Benimle konuşur musunuz de! Kaba bir adamsın.” Diye kuru bir şekilde cevap verdim.

Kaşları kavislendi. Parmak uçları çenesine gitti. Düşündü, izledi, karar verdi.

“Benimle konuşur musunuz?”

Çift dikiş yapmamıştım.

“Şimdi oldu.” Dediğimde etraftaki uğultular bir hiçmiş gibi geliyordu. Avuç içimi boynuma götürerek,“ Nasıl çıkacağımızı biliyor musun?” diyerek bir soru yönelttiğimde aramızdaki mesafeyi bir karışta tüketmişti. Sanırım uğultuları yok sayan yalnızca bendim. Başımı biraz geriye attığımda, damarlarımın içinde dolaşan kan değil, can yakıcı alev olmalıydı. Yersiz sızımın ve sıcağımın başka bir açıklaması yoktu.

Benim yaşadığım karmaşık hislerin aksine hala düz suratından ödün vermiyordu. İnatçı keçi.Omzunun üzerinden geriye baktığında, yoğun ses yüzünü ekşitmişti. Yine gözleri bana değdiğinde, "Hayır ama sen biliyorsundur.” Dediğinde gözleri göğüslerime değmese de orayı göstermeye çalışmıştı. Benim olanı koruyacağımı ve her ne olursa olsun çıkış bulabileceğimi mi düşünüyordu.

Kalbimden gelen dürtüydü;

“Bana neden güveniyorsun ki?”

İçli nefesi burnumu sıyırdığında, “sana güvenmiyorum!” dediğinde boynumdaki damarlarımın kasıldığını hissedecek kadar soğuk ter akmıştı. “Bu davaya ihanet etmeyeceğini biliyorum.” Dediğinde olduğum yerde kıpırdandım. Kalpte ufak bir yara… Kabuk bağlardı yarına…. Göğsümdeki mezarda daha fazla acıya yer yoktu, bu yüzden tam da şu anda kaçmam gerekti.

Zayıflığımı saklamam gerekti. O yanı başımdaydı. Bir öfkeyle, “Sen, kaba ve kalpsiz…”

“Not aldım, şimdi kapa çeneni.” Tamamlayamadan, kurşunu sıkmıştı. Ve nokta atışı, kalbime bir acı mezarı daha kazılmıştı. Hala yer varmış. Çünkü nefes almaya devam ediyordum.

Benim suçumdu. Burada olmamam gerekti belki de. Savcılar yasalar çerçevesinde adil bir şekilde soruşturmada yer alır ve hukuku uygulardı. Ben bugün yasaları çiğnemiş, hukuku da topuklularım ile ezmiştim. Henüz kaideye alınacak bir savcı değildim ama. Önümdeki yolun ucu görünmüyordu. Yapmak zorunda hissetmiştim. Ceza hükmü onaylansa bile ceza almayacak insanlar olduğu konusunda tüm adliye çalışanlarıydı, yanı başımdaki beden ile de aynı fikirde buluşurduk. Doğru ya da yanlış paranın her kapıyı açtığı gerçekti.

Düşüncelerim ile acımı bedenime alıştırmıştım. Keşke her acıyı böyle hissetseydik. Alışınca can yakmasaydı. Ayağa kalktığında, tepeden bir bakış attı. Beni mi bekliyordu? Onca sözden sonra onunla gideceğimi nasıl düşünebiliyordu? Yerimden milim kımıldamadım. Sandalyemin köşesinden tuttuğunda üzerime doğru eğildi. Başımı geriye doğru eğmeye başladığımda, sesli bir iç çekti. Kolunu sandalyemden itelediğinde, sinirleneceğini düşünüyordum. Ama aksine sakin bir şekilde ileriye adımlamıştı. Omzumun üzerinden kaybolana kadar izlemiştim.

Gitmiş miydi? Beni bir başıma böyle bir yerde mi bırakmıştı? Evet, git demek istemiştim. Ama gitsin diye değildi. Özür dilesin, istemiştim. Dengesiz, kaba, huysuz herif…

Buğulanan gözlerimi makyajım akmasın diye ellerim ile serinlettiğimde, ışıklar sönmüş masadaki şamdanlar loş, romantik bir hava katmıştı. Kısa kısa yakınmalar olsa da, bu durum insanların hoşuna gitmişti. Ancak yine de birbirini salon net görebilmek için yeterince iyi ışığa sahip değildi. Bu yüzden biraz daha burada oturmamın iyi olacağını düşüncelerimin arasından geçerken, bir anda ayaklarım yerden kesilmişti. Kısık bir çığlık bassam da uğultu beni bastıracak kadar sertti. Yüzlerimizi kapatan maskelerimiz olsa da gözlerimiz birbirini tanımaya yetiyordu.

Benim konuşmama izin vermedi. Çatık kaşları altında gerici bir öfkeyle çevrelenen yeşilleri eşliğinde “Çığlık attığın an ikimiz de suçlu oluruz!” dedi sesindeki nedensiz öfkeyi bastırarak.

Ne yapmam gerektiğini ben bile bilmiyordum? Kucağında öylece beni buradan çıkarmasını izlemek, zahmetsiz olacaktı. Ona ne olacağı beni ilgilendirmemeliydi. Yine de kalbim kıyamıyordu. Bakışlarımı gözlerine çevirdiğimde, beni anlamış gibi; “değilsin” dedi. Ama yine de birine yük olmak, güçsüz hissettiriyordu. Onsuz hiçbir şey yapamayacak gibi, tuhaf bir etki bırakıyordu üzerimde. Tıp ki Kurt gibiydi. O da böyle değil miydi? Hayır değildi. O beni hiçbir zaman incitmedi. Biraz hüzne karıştırdığı olurdu ama ardından peşimde köle olur, naifliğiyle yaralarımı sarardı. Aynı kefeye koymayı düşünmek bile bana özel olana ihanetti.

Demir; şarapnel parçasını nişan alır, emin olduğunda ise ateşe verirdi.

“İndir beni!” dediğimde cevap vermek yerine dik dik bakmayı tercih etti. Gözlerimi kapatarak, sert bir nefes soludum. Burnuma dolan barut kokusunu istemsizce içime çekmiştim. Her zerreme bir solukta ulaşmıştı. Tenime ılık ılık işleyen kasvete iyi gelmişti. Bu kokuya alıştığında, dünyanın en eşsiz kokusu oluyordu. Bekleyenleri dahi parayla satın alamıyordu. Bekleyenlerde çoğu zaman son kez göğüs kafesinden içeriye alacak kadar şanslı olurlardı. Çünkü bu kokuyu son kez içine çekemeyen onlarca insan vardı, bu vatan topraklarında.

Manevralar yaparak, insanlardan saklanıyordu. Daldığım kuyudan sarsılan bedenime rağmen çıkamıyordum “İyi misin?” diye konuştuğunda, afallayan bakışlarım onu buldu. İlk cümlesi değil gibiydi. Bana bir şeyler demişti ancak onu duyamayacak kadar bir şeylerde takılı kalmıştım. Bakışlarına doğru yürekten bir değilim diyerek haykırmak istesem de henüz bunu gerçekleştirecek kadar kafayı sıyırmamıştım.

Dışarıya çıktığımda serin bir esinti saçlarımı dağıttığında, birkaç tutamı sinekkaydı tıraşına rağmen yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarına takılmıştı. Çenesini saçımdan kurtarmak için kafamı geriye doğru çektiğimde, hiçbir şey değişmedi. Yürümeye devam ederken bir şeyler mırıldandı.

İstikrarsız bir ifadeyle “Tekrarla!” dediğimde dilini alt dudağında gezdirdi. Bakma, bakma, bakma, diyen zihnime kalbim müdahale etmişti; Bir daha ne zaman göreceksin; bak, bak, bak

İkisini de dinlemeden gözlerini izledim. “ Kıl keçisi inadın, saçlarına dahi işlemiş Çakma Savcı.” Dediğinde bir elim boynuna sıkı sıkı sarılırken, diğer elim ile sakalındaki saç tutamıma engel oldu. Omzumdan geriye doğru atarak, bir dahaki temasa engel oldum.

Bana garip garip lakapları bu kadar kısa sürede nasıl buluyordu? Hafif bir sinirle “Dağ ayısı!” dediğimde tek kaşı usul usul havalandı. Ben bunu çok daha farklı bir zamanda söyleyebilirdim. Bir an öyle yapmamın daha mantıklı olacağını düşündüm. “Ödeştik.” Diyerek pişmanlığımı ve utancımı yatağıma sakladım.

Bir an bir şey diyecek gibi olduğunda, dudakları bundan vazgeçmişti. Beni kapısını açtığı cipin koltuğuna bırakacakken, fark ettiğim ellerim ile “Çantam…” diyerek hüzünlü bir ses çıkarmıştım. Çantalarım da en az kalem eteklerim kadar değerlilerimdi. İçine her türlü hukuka ait eşyaları çabasız bir şekilde sığdırabiliyordum.

Beni umursamayarak, koltuğa bıraktığında gözlerimi sinir ile açıp, kapattım. Ona doğru döndüğümde, bir eli arabanın kapısında bir elinde çantam ile bana bakıyordu. Tüm öfkemi silip süpürdüğü hareketiyle, “Çantam…” dedim. Bana doğru uzattığında, elinden aldım. “Teşekkür etmeyeceğim, boş yere serin havada bekleme!” diyerek ona bakamdan elimdeki çantayı kendime çektiğimde içinde olduğum arabaya yabancıydım. Ancak bunu ona söyleme fırsatı doğmadan, kapıyı kapatmış, şoför koltuğuna kısa sürede yerleşmişti. “Dur…” dediğimde arabadan inmek istediğimi sanıyordu ve bu yüzden sayıklayacaktı.

Boş yere çenesini yorsun diye konuşmasına izin verdiğimde, “Elin ayağın dursun diye,” dediğinde içimdeki sırıtışım bir nebze de olsa gururumu okşamıştı. Ona itiraz etmeyecektim çünkü ondan kaçamayacağımı biliyordum. Ama o bilmiyordu. Ya da benim isyanlarıma çabucak alışmıştı.

Mağrur ses tonumu sakınmadan “Emniyet kemerini takar mısın?” dediğimde çenesini sıvazladı. “ kaza olur. Üzerime falan düşersiniz.” Dedim. Haksız da değildim. Bu cüsse ile üzerime düşse net bir yerimi incitirdi.

Emniyet kemerini takarak arabayı çalıştırdığı esnada, “ Sen gerçek misin?” diye ağzının içinde gevelemişti. Duymadığımı düşünüyordu ki bana dönmemişti bile.

“Senin fikrin?” Dikiz aynasında kesişti gözlerimiz… Sahi neydi senin fikrin?

Derin bir nefes aldığında bir eli direksiyonu parmak boğumlarını kızartacak kadar kavrarken diğer eliyle yüzünü benden esirgeyen maskesini çıkarmıştı. Rahatlamıştı, ben çok daha öncesinde çıkardığım maskem ile rahatlamıştım. Tekrar yola çevirdiğim bakışlarım, konuşmasıyla yeninden onda son buldu. “ Beyaz kâğıda damlayan mürekkep gibi…” dediğinde bana bakmamasına rağmen onu bir hayran gibi izlemeye devam ettim. “ dikkat kesilirsen gerçeksin.” Dediğinde bakışları kısa bir an bana çevrildiğinde, yeşil gözlerinde bir netlik vardı. Sen, bende gerçeksin..? Böyle hissettim. Kalbimde pır pır etti bir kelebek.

Yola döndüğünde, dudağımı büzerek içli bir nefes eşliğinde ona bakmaya devam ediyordum. Bu cesaret nereden geliyordu bana? Hiçbir fikrim yoktu. Ama söz konusu o olunca kalbimin ve zihnimin birbirlerine koyduğu o sınırları aşabileceğimi görmüştüm. “ ve bu durum simetri hastaları için rahatsız edici.” Diyerek farklı bir bakış açısını göz önüme getirdim.

Derin bir nefes aldığında, sol kavşaktan dönmüş kırmızı ışıkta durmuştuk. İçli bir nefes alarak, “Kâğıttaki mürekkep, herhangi biri için leke olabilir. Sanatçı için sanat eseri de. Hangi tarafta olmak isteğine bağlı.” Dedi. Hala kırk iki saniyemiz vardı.

Bir eliyle klimayı ayarlamak için eğildiğinde, dikkatimi çeken parmağını nasıl yeni fark etmiştim? Bir yüzük vardı. Gözlerim yanmaya başlamıştı. Ondan çektiğim bakışlarımı yola çevirdiğimde, yutkundum. Yalnızca bunu yapabildim. O nişanlı mıydı? Ya da sözlü? Evli bile olabilirdi. Ben neden onun da bir hayatı olabileceğini düşünmemiştim ki? Hala bencil biriydim. O hayat kurmuştu. Benim gibi ailesinin bıraktığı yıkıntılar arasında debelenmiyordu.

Yeşil ışık yandığında bana zehir olan kırk iki saniye olmuştu.

Suskunluğumu hayra yormamış olacaktı ki… “Şaşırtıcı.” Dedi. Gerçekten şaşırdığı ses tonuna yansıyordu. “ kırk iki saniye, yalnızca sustun” diyerek bana kaçamak bir bakış attı.

Gelişigüzel aklıma geleni dile döktüm. “Zarif bir hanımefendiyim.” Desem de aklımdaki düşünceler kendimden nefret etmeme neden oluyordu.

Cipi durduğunda, bana doğru dönerek bekletmedi. Tek bir seferde “Aksini iddia ettiğimi hatırlamıyorum.” Dediğinde umut beklemedim. Ümit etmedim. Yalnızca kalbim kırıldı. Buna hakkım dahi yoktu üstelik.

Lojmana bakarken, “Teşekkür ederim.” Dediğimde bedenim kıpırdadıkça göğüslerimde beni rahatsız etmeye devam eden flaşı bende unutmuş olamazdı. Aklında muhtemelen farklı bir şeyler vardı. Bugün daha fazla ayakta kalmak istemiyordum. Bu yüzden uzatmak istemedim.

Düz bir sesle, “Gerek yok. Başına gelenlerin sorumlularından biriyim.” Dediğinde kaşlarım havalandı. Kafamı yavaş yavaş aşağı yukarı salladım. Minik bir tebessümle kemerimi çözerek, sıkı sıkı sarıldığım çantam ile onu geride bıraktım.

 

*

Kağan arabaya bindiğinde, alayla dudağını kıvırdı. Ardından Demir’e dönerek, “ Komutanım daha önce bu kadar şık görmemiştim ama bu dantel fazla olmamış mı?” dediğinde çatık kaşları, elindeki dantel maskeyi gözüne sokmaya çalışan Kağan’a değdi.

Hızla elinden sarkan maskeyi alarak, öfkeyle hırlar gibi, “Belanı...” devamını getirmedi. Az önce onun yerinde oturan kadına ben kaba bir adam değilim demişti. Zor da olsa cümlenin devamını hatırladığıyla yuttu. “ Seni hiç alakadar etmez.” Dediğinde yine de belanı sikerimder gibi bakmayı ihmal etmemişti.

Kağan yine de susmadı. Arabaya yayılmış, burun deliklerini naifçe okşayıp geçen nergis gibi hafif, büyüleyici koku, hoştu. “ Arabaya yayılan kokudan anladığım kadarıyla, randevudaydınız.” Dediğinde Demir’in solukları öfkeden sıklaşmıştı. Kurduğu cümledeki kelimeler tek tek beynine işliyordu.

Sıktığı çenesi öyle belirgin bir keskinlikteydi ki… Düşman karşısında bile bu denli bir öfke yaşamış mıydı, cevap veremezdi. “Sakın nefes almayı deneme!” diye emir verdi. “ Karargâha bir dakika on dört saniye var ve sen bu süreçte nefes almayacaksın!” dediğinde Kağan, mevzunun bu denli ciddi olduğunu düşünmemişti. Kokuyu soluduğu için kendine içten içe söverek, komutanının dediğini yaptı.

Karargâha girdiklerinde bir hızla arabadan inmeyi başaran Kağan, kızarmıştı. Hızlı soluklarının ardı arkası kesilmiyordu ama yine de dik duruşundan ödün vermiyordu. Demir’de ardından indiğinde, elindeki maskeyi cebine koymayı unutmamıştı.

Kağan’ın bir şeyler demesine izin vermeden, ona verdiği emire rağmen “ görev!” demekle yetindi. Aslı öyleydi ama beklenmedik olaylar her göreve dâhil olurdu.

Eş adımlarla, karargâhın merdivenlerini çıkarken, “anladık komutanım. Arabanın içine yayılan koku sizin için görev.” Diyerek kafasını başka tarafa çevirdi. İlk defa komutanına takılacak bir konu bulmuştu, kaçırmaya da hiç niyeti yoktu.

Bıkkın bıkkın, “Senin kurduğun cümleyi sağlı sollu sikeyim, Kağan.” Diyerek tısladı.

Toplantı odasına geçtiklerinde, Yıldırım Timi masanın etrafında toplanmış, önlerindeki haritaya dahi küfür edercesine bakmaya devam ediyorlardı. Hepsi üniformaları ile her an her türlü göreve hazırlardı. Kağan ve Demir’de kısa sürede masa etrafındaki çemberde her zamanki yerini aldı. Tüm gözler üniformasız olan tek bir kişide takılı kaldığında, Kağan dışında herkeste şaşkınlık olduğu oldukça netti.

Özgür hiç kimseyi bekletmeden görevi üstlenerek, “komutanım, takım elbise diyorum yakışmış. Sizi Turgut Başkan’ın düğününde bile takım elbise ile görmemiştik.” Dediğinde altına yerleştirdiği imayla, yeni eğitici görevler istediğini açıkça yansıtıyordu.

Yıldırım Timi, bakışlarını etrafta gezdirdi. Ancak Özgür dışında. Gözleriyle komutanını süzdüğünde, cebinden sarkan ip, gözünden kaçmadı. İşaret parmağını burnuna sürttüğünde, gözü masadaki haritalarda olan komutanına yeni bir atak da bulundu. “ Komutanım! Maskeli balo…”

Devam etmesine izin vermeden, “Seni evirip çevirip hayalinin sığmayacağı şekilde…” dediğinde gözünü o anki öfkesini dizginlemeye çalışırcasına kapattı. Hayır, kaba bir adam değildi. Küfür etmeyecekti. Kibarca uyarmaya gayret edecekti.

Özgür, komutanın öfkesinden kömüre dönmesine karşı, “cümleyi sohbet olsun diye” dediğinde yine cümlesi öfkenin yenik düştüğü havada asılı kaldı.

Burun delikleri hırsla genişledi. Dilini alt dudağından geçirdi. “ Seni yüklemsiz cümleye çeviririm, Özgür.” Diye kalın sesindeki değişim, sinir sistemin düzensizleştiğine işaretti. Susması gerekti, Özgür’ün.

O sussa bile daha fazlası vardı, odada. Kağan, ara sıra araladığı ağzıyla Demir’i alabora etmeyi başaran tek kişiydi. Yine dudakları aralandığında, “ Komutanım siz Özgür’e rakip olmuşsunuz. Maskeli balo falan…” dediğinde sesindeki alay tınısını özellikle göze sokmak istiyordu. Bu odaya gelmeden önce ona görev demişti. Seni harcadım, Kağan der gibi baktı.

Yağız parti lafını duyunca pimi çekilen bombanın üzerine adeta gönüllü olarak atladı. “ Komutanım, biz ne yapsak sizi çağırıyoruz. Teessüf ederim, bize…” Dedi ve duraksadı. Meraklı bir nefes soluyarak, “Komutanım dans falan da ettiniz mi o kadar gecelere akmışsınız, diyen Yağız’ın şivesi sona doğru memleketi Adana’ya doğru ilerledi.

“Komutanım ve dans?” dedi Turgut Başkan. Sorguladı ve zihninde yanıtladı. Mümkün değildi. Gözüyle görse yine de inanmazdı.

Demir’de tüm sinirini, öfkesini bir kenara koyarak, “ne varmış lan bende?” diye saçma bir şekilde merakı kabardı. Sert bir solukla, ortamdaki boğucu havayı daha da yapışıyordu.

Serdar hafif toparlayıcı bir öksürükle, “ Komutanım açık ara gittiğiniz her yerde maşallahınız var. Ama dans taham…” diyemedi. Bir adım da geriye gitti.

Kelimeleri ağzından yuvarlanarak, bir kartopunun sert etkisiyle çarptı. “Kes lan sesini! Cevap ver dedim sana!” diye bağırmadan haykırmayı başarmıştı.

Bu cümle bir kişiyi konuşmaya iteledi. “Belki de sınırlarını aşan zaafları vardır, Komutanımın!” diyen Kağan’a ölümü kendi elinden arzulayan biri gibi baktı. “ Komutanım, Kuleli’ de dans ekibindeydi.” Diye de ekledi.

Ancak Demir’in etraftaki şaşkın gözlerinin konuşmasına fırsat tanımaya niyeti yoktu.

Pantolonun cebindeki ellerini çıkartarak, “Hay, Amına koyayım!” dediğinde masaya sert bir yumruk geçirdiğinde, içindeki tüm duygu karmaşalarına iyi geleceğini düşündü. Öyle olmadı. Hiçbir şey içindeki duygunun getirdiği bilinmezliği dindiremedi. “ Tek bir cümle, sikiyorsa kurun.” Dediğinde dişleri arasından kapanda mahsur kalmış bir yılan gibi tısladı. Mahsur kalmıştı. Ne ileriye, ne geriye gidebiliyordu. Şu an olmak istediği yer burası değildi. Biliyordu. Ancak kaba bir adam olmaktan öteye de gidemiyordu.

Yıldırım Timi’nin yeni katılan Gürkan timin taktığı lakapla- Yeni Çocuk- korkusuz korkak bir tavırla, “ komutanım düşecek.” Dediğinde Demir’in bakışları anbean ona doğru kaydı. Anlamadığı için çattığı kaşlarına, “ cebinizdeki…” diyerek ekledi Yeni Çocuk Gürkan.

Maske olduğunu anladığında, sol eliyle cebine tam anlamıyla yerleştirdi.

Kapıya iki parmağını tıklatan asker aldığı emir ile içeriye adımladı. “Uzman Çavuş Göktürk Türkdoğan, helikopter hazır komutanım.” Dediğinde komutla odadan ayrıldı.

Hepsi yavaş yavaş dışarıya çıkarken, yirmi dakikadan daha kısa zamanda Demir’de onlara yetişti.

Helikopter havalandığında, “ Mardin eşinden geçeceğiz. Pusu tehlikesi yüksek bir ihtimal ve mühimmatları imha etmekten dönüş yok. Anlaşıldı mı!” dediğinde sesi ağır yıkılmaz bir duvar gibiydi.

Karşıdaki seslerde bir o kadar geçilmez topraklar kadar tehlikeliydi:

“ANLAŞILDI KOMUTANIM!”

Sessiz bir yolculuk sürdüler. Buna rağmen her bir askerin gözleri ayrı ayrı cümleler ile dile geldi. Ve bu cümlelerde her daim ortak nokta; vatan, bayrak, milletti. Her bir asker, hayatlarında ağır kayıplar verdi. Kimisi dün öptüğünü bugün tek gömdü gözyaşlarının ıslattığı toprağa. Kimisi ben ölemedim diye aylarca yakındı. Bir aradaydılar, ve can borçları, intikam yeminleri verdikleri onlarca can toprak altında onları beklerdi. Biliyorlardı.

Yüzbaşı Demir Karan Kılıç

Üsteğmen Kağan Soyder

Teğmen Turgut Yücel

Asteğmen Serdar Yıldırım

Astsubay Kıdemli Başçavuş Özgür Güler

Astsubay Kıdemli Başçavuş Yağız Coşkun

Astsubay Başçavuş Ülkü Poyraz.

Astsubay Kıdemli Üstçavuş Gürkan Yalçın

Yedi bedende sözünün eriydi. Her namaz sonrası içli içli feryat eden ana yürekleri, her bayram sabahı uzaklara dalan babaların gözleri, okulun ilk günleri meslek soran öğretmenler beni görmesin diye köşelere sinen minik kalplerin yürek yangınları dinmedikçe geriye bakmak da yoktu. Yangın hiç sönmeyecek, Yıldırım Timi asla geriye bakmayacaktı.

Birlikte geçirdikleri onca yıl da öğrendiklerinden biri de geriye dönmenin tökezlemekten başka bir getirisinin olmadığıydı.

Asker, ileriye bak! Emir buydu. Mustafa Kemal Atatürk’ün emiriyle, Hedef İleriydi. Daima.

Dört yıl olmuş, beşinci yıla kafa dayamıştı vatanın onlarca kınalı evlatlarından yalnızca yedisi olan… Yıldırım Timinin birlikte geçirdiği dördüncü yılında, farklı bir şehirde ilk dağ göreviydi. Onlar alışkındı. İki yıl Irak, İki yıl Suriye’de en azgın dağlarda kaç gün aç susuz kalmışlardı. Bir yanlarındaki adam, bir de onları ana gibi saran bu topraklar bilirdi. Hiç eksilmediler. Ama her birinde vatana hizmet ettiğinin göstergesi olacak kadar derin yaralar oldu.

Helikopter onları dağ başında bırakarak, tüm fırtınasıyla yeniden havalandı. Ağır adımlar ile dikkatle ilerlediler. Sessizlikleri hala ortamdaki hükmü elinde tutuyordu.

Başkan, sabırsız gelerek, “ Nasıl yer lan burası!” dedi. Karanlıkta göremediği için bir hayli gergindi.

Serdar boynuna asılı silahına kayan bakışlarıyla, “ neresini istersin başkan, bir dahakine iletelim.” Dediğinde Yağız ile yer değiştirdi. Arkayı kontrol ederek temkinli bir şekilde ilerlemeye devam ediyorlardı.

Tuhaf bir ses, “Aynen! Milli Savunma Bakanlığı ’da bizden gelecek istek mekânı eli kulağında bekliyor.” Dedi Özgür. Soğuktan sesi titriyordu. Ama omuzları dikti. Çok farklı bir konuya bağımsızlığını ilan etmeye çalışan ülke gibi dalıverdi. “ Sen çayını altını kapattın mı?”

Yağız, kafasını sola eğdiğinde ne dediğini anlamak istercesine yüzünü buruşturdu. “ Biz çay mı yaptık?” dedi dünyalarından bir haberdi. Üşengeçlikte en az Kağan kadar iddialıydı.

Özgür, isyan edercesine yüzünü gerdiğinde “lan dedin ya! Sen çayı koy, ben de demlerim. Şöyle demli bir çay içeriz.” Dediğinde eliyle adeta tarif veriyordu.

Gözlerini irice açarak, “kırk yılın başı benim dediğimi yapamasın mı tuttu?” dediğinde yeni yeni anlıyor gibi yutkunmaya çalıştı. “ Hass… Hassvesselam komutanım” diyerek döndü. “ Lojman komple yanar…”

Komutanları damarına basılmış gibi gerildi. Nefes verdi. Onlara bağırmadan bağırmanın ne denli ürkütücü olduğunu bir kez daha canlı canlı izletti. “ Sizin ikinizi bir odaya tıksam, duvarlar dile gelir amına koyayım.” Dediğinde, hızla inip kalkan göğsü gerilen üniforması ile göz önündeydi. Telsize geçtiği anons ile “ Karargâhta hatırlatın, oldukça paha biçilmez görevler birden aklıma geldi.” Diyerek onlara omzundan bir bakış attı. “ Şimdi nefes sesiniz dahi değmesin kulağıma!” diyerek patika yolda ilerlemeye devam etti.

Birkaç adımda Özgür’ü yanına çağırmıştı. Emin olmayan adımlar atarak, yanına kadar ilerledi. “ İmha edebilir misin, bir bak!” dedi. Etrafı gözleyen askerler, artık durması gerektiği yeri öğrenmişlerdi. Başlıyorlardı. “ Yağız, Özgür ile birlikte kal! Devam!” diyerek aşağı patikaya doğru saptılar.

Birkaç adım sonrasında, kayaların arkasından ilerideki ışığı gece görüşlü dürbün ile izledi, Demir. Görünür de beş kişi olsa da bir kamyonet vardı. Ve bagajı görüş açısında değildi. Kağan ve Serdar’a sağ tarafı, Gül ve Turgut’a sol tarafı işaret ettiğinde onlar çoktan emiri yerine getirmek için harekete geçmişlerdi. Gürkan ile Demir’de yavaş yavaş bulundukları yerden inerek, arkaya doğru dolanacaklardı.

Demir ve Gürkan arkaya yerleştirdiği bombayla geriye çekildiler. “Patlamazsan ara benim bebeğim.” Diyen Gürkan bunu sesli dile getirdiğini telsizde konuşmalardan anlamış, yüzü güneşte yanmışçasına kızarmıştı.

Özgür, “ Ben ararım bebeğim, açmazsan darılırım!” dediğinde sesi gülmesine engel olduğu için derinden çıkıyordu.

“Bir Özgür cevheri, gördüm Yeni çocuk.” Diyen Yağız’dı.

Kağan konuşmaları bölerek, “komutanım, temiz!” dediğinde ardından Serdar ekledi. “ Komutanım temiz.”

Demir, “ herhangi biri dışında meydan sizindir.” Dediğinde emir alınmıştı.

Özgür ciğerlerinden taşan soluğuyla, komutanım tuttum birini. Şu bizim cezayı…” dediğinde telsizden duyduğu ses ile kendine küfür etti.

Netti, Demir. “Adamın tipini beğenmedim.” Aslında aradığı adamı tam şu anda bulmuştu. Tek eliyle adamı iteleyerek, biraz hırpaladı. “ Komutanım, ne isterseniz veririm. Yapmayasın.” Diyen adamı kaideye almadan çenesine doğru da bir kroşe geçirdi. Adam bu yumruğun ardından yere yığıldığında, yeşilleri hala sönmemişti. “ Komutan-ım. Yapmaya-sın. Pa-ra, silah var.” Diyerek ağzından gelen kanı öksürerek kesik kesik konuştu.

Ani bir patlama ile “ Bak bakalım silah kalmış mı, piç herif.” diyerek yere doğru eğilerek, adamın yakasından çekiştirdi. Yeşil harelerindeki o kızgın alev hala orada, yerini koruyordu.

Adam, gözleriyle yalvarmaya devam ederken, “ daha çok silah ge-le-cek.” Dediğinde daha çok çekti yakasından. Demir’in boynundaki damarlar sayılacak kadar gerilmiş, soluk sesleri o kadar yoğundu ki, adeta ölümü andırıyordu. Avına öylece odaklanmış, en ufak durağan hamlesinde, lakabının hakkı olan Kurt, gibi saldıracaktı.

Keskin sesi, dişleri arasından o kadar tuhaf çıkmıştı ki… Adam, eceliyle karşı karşıya geldiğini anlamıştı. “ Tek de anlat, sikik piç” dedi.

“Be-kir. O ge-ti-recek[Mh1] .” Dediğinde titreyen vücuduna sesi de eklenmişti. “ Kara. Biz öyle bi-li-rik. O her şeyi ayar-lar.” Dediğinde sırtından aşağıya doğru inen alev kıvılcımı her hücresine yayılıyordu. Adliyede peşinden haberi olmadan koştuğu kadına dokunan, bağıran sik herifti. Bu iyi haberdi. Öğrendiği bilgiyle; belasını sikmiş, gözü önünde siktirmişti.

Yakasından çektiği eliyle, geriye düşmesini ilerideki alevlerin gözüne yansımasıyla izledi. Yanındaki Serdar’a dönerek, “ getirecek adam bu değilmiş, sık gitsin.” Dediğinde Serdar büyük bir gururla kabardı. Unutma, unutturma. Bunu bilerek harbiye de gün sayanlardan yalnızca biriydi. Harbiyeli olmanın hakkını da her nişan alıp atışında veriyordu.

Yine nişan aldı. Şah damarı. Bu sefer ki hedef farklıydı. Çünkü canını inciten piçlerdendi. Ülkü’yü, incitmişlerdi. Birkaç ay geçse de, orada bir şey yapmasına izin vermemişlerdi. Fırsat ayağında, iteleyecek değildi. Ülkü’ye kaydı bakışları. Ona bakmak, yerine adamı keskin kahve gözleriyle, inceliyordu. Hayır, iğreniyordu. Öyle bir yüz ifadesi vardı ki midesi bulanıyor gibiydi. Yutkundu Serdar. Şah damarından vurursa kan çok akar, daha kötü olursa diye endişe etti. Vazgeçti. İki kaşının arası, yeni hedefi oldu.

Sivri bir dille, “İkiletmez. Sorgulamaz. Uygularız.” Diyerek kurşunu silahından çıkardı. Simetrik bir açıyla iki kaşının arasını ayarlayarak, Harbiyeli lakabının hakkını vermişti.

Güneş doğarken karargâha geldiklerinde aklına kazıdığı iki adam da özel görev verdiğinde odasını camından ara ara izledi. Karargâh bahçesini söverek temizlediler. Tek bir yaprak dahi bırakmak yoktu. Ancak yapraklar temizledikleri yerlere inat edercesine yeniden düşüyorlardı.

Özgür, bıkkın bir nefes verdiğinde, “dua edin ülkemin ağacasınız.” Dediğinde ağaçla konuşuyordu. Yağız ise ardından ne yapıyor bu salak bakışı atarak dolu küreği de çöpe boşalttığında, elindekileri atarak yere oturdu. Çime doğru yatmak istese de camdan onları izleyebilecek olan komutanları aklına geldiğinde yeniden ayağa kalktı.

Özgür’e baktı. O gelmezse, görev bitti komutanım diyemezdi. “Hadi lan çabuk ol! Uykum var benim.”

Özgür ise farklı bir yakınma sundu. “Bende açıktım.” Diyerek isyan etti. “ Uykumda var ama aç uyunmuyor.”

“Sen ye. Beni sikseler yine gitmem.” Diyerek net bir şekilde gelmeyeceğini belirtti.

Komutanın odasına doğru adımlamaya başlamışlardı bile. “Yemezsen yeme!” diye cevap verdi.

Komutanlarına son durum raporu geçerek, Özgür restorana, Yağız eve doğru yol aldı.

*

Özgür restorana girdiğinde siparişini verdiğinde, direk olarak lavaboya ilerlemişti. Lavaboların olduğu koridorda ilerlerken, kendine ardı dönük olan bal peteği saçların ne yaptığını sorguladı. Telefonu havaya kaldırmış, telefonun çekip çekmediğini kontrol ediyordu. Sarışınlar bu yüzden tercihi değildi. Aptal sarışınlardı. Gidip kasaya sorsaydı eğer nerede iyi sinyal olduğunu söylerlerdi. Kafasını iki yana sallayarak, lavaboya girdi.

Kısa bir süre sonrasında ardından açılan kapıyı umursamadı. Ancak tiz zarif bir ses, “ Yes!” dediğinde yaşadığı şok dalgasıyla pantolonu nasıl yukarıya çektiğini bilemedi. Arkasını döndüğünde, dışarıdaki sarışındı. Ve hala fark edilmemişti. Oysa yalnız olduğu bir ortamda bu kadar uzun dakikalar kadar fark edilmediği olmamıştı. Bunu umursamamaya baktı. Bir sarışın tercihi değildi. Dert etmesine gerekte yoktu.

Petek ise kaşları çatık bir halde hala eniştesine içten içe saydırmaya devam ediyordu. Gel ortam gör, diyerek çağırmıştı. “ Ortamına tüküreyim.” Dediğinde Özgür, bu cümle için fazla kırılgan olduğunu düşündü.

Biraz daha Özgür’e doğru ilerlediğinde telefon donmuyordu. Ancak Özgür’ün “Hop! Kızım, yavaş gel!” diyerek takındığı ağır abi edasıyla şoka uğramış bir ifadeyle balını kaldırdı. Göz göze geldiği beden karşısında geriye adımladı. Esmer, sporcu tipiyle bir tur süzülmeye layık gördü, Petek. Ne demişti Rihanna; esmersen zaten kraliçesin. Bu adamda esmer ve kral oluyordu. Kafasını iki yana salladığında sağ ve sol meleğinin kaybolduğunu düşündü. Ne saçma düşünceler, diyerek kendine kızdı. Etrafı tavaf etti. Sıçmıştı. Burası erkekler tuvaletiydi. Aralarında geçen anlamsız bakışma sonrasında, eli çantasının içine gitti. Özgür ona bir adım attığında, hiç düşünmedi. Biber gazını gözüne doğru sıktı. Bir İtalyan tanrısı gibi yakışıklı olabilirdi ancak bir sapık olabileceğini değiştirmiyordu.

Karşısındaki adam bir şey sayıklıyordu.

Ağlamaklı bir tonda “Refleksle oldu. İsteyerek değil, dediğinde isteyerek olduğunu saklamaya çalıştı.

Tüm hırçınlığıyla, “Senin adlığın eğitimi de elinin ayarını da ayrı ayrı gireyim” diyerek gözlerini ovmaya çalışıyordu.

Bedenini bir öfke ele geçirdi. “Sen kimin hayatını küfür ediyorsun asalak” diyerek ona doğru kaldırdığı biber gazını İçeriye giren insanlar elinden aldığında Özgür acı içinde kıvransa da ağzına gelen her kelimeyi Petek’e aktarmaktan gocunmuyordu.

“Babana annene yazık, kızım. Senin gibi bir kızdan ne çekmiştir!” diye döküyordu cümleleri. Aynı saniyeler içerisinde birinin daha canı yanmıştı. Petek, yıllar sonra bir erkeğin karşısında kendini aciz hissetti. Konuşamadı. Yuttu. Ve karşısındaki adama yaptığından zerre pişmanlık duymadı.

Birkaç saat ardından karakolda karşı karşıya oturmuşlar, birbirlerini gözleri ile öldürüyorlardı. Ve Bordo Bereli olan Özgür’e rağmen Petek daha yıkıcıydı.

Petek bu acı kahvelere daha fazla tahammül etmek istemiyordu. “Önüne bak!” dediğinde sesindeki öfke karşıya zerre yansımamıştı.

İlkokulda çocukların atışması gibi “Kör müsün, önüme bakıyorum.” Diye bir cevap verdi. “ uykusuz ve açım. O yüzden o şuursuz çeneni kapat.” Diyerek öne doğru eğildi.

Petek’in yüzü buruştu. “ Benimle emir kipiyle konuşma, gerzek” diyerek kafasını çevirdi.

“Bana bakın!” diyen emniyet amirinin sözünü bölen tıklatılan kapı oldu. Gel, emriyle açılan kapı ardından Demir, Turgut ve Yağız peş peşe girdiklerinde emniyet amiri kurulduğu koltukta doğrularak, ayağa kalktı. Demir ile kısa bir selamlaşma merasimi gerçekleştirdiğinde, bu iki genç birbirini yanlış anlamışlar. Ancak uzlaşma taraftarı değiller.”

Özgür, bakışlarını Petek’e çevirerek, “nasıl uzlaşabilirim. Kör olabilirdim.” Diyerek sitem etmeye çalışsa da beceremediğini anlayan üç adam da dik bakışlarıyla adeta yerin dibine sokmuşlardı.

Petek ise saçlarını geriye savurarak, hiçbir suçu yokmuşçasına, “abartmayın. Ayrıca sizde bana sapık gibi yaklaştınız.” Dediğinde Turgut’a da yan yan bakmayı es geçmedi.

Alaylı bir gülüş takındığı suratıyla sen ciddi misin der gibiydi. “Sapık?” dedi sorgularcasına kaşlarını kaldırarak. “ Kızım erkekler tuvaletine giren sensin. Sapık da sen oluyorsun.” Diyerek ayağa kalktı. Vurdumduymazlığında bir sonu olduğunu an itibari ile düşünmeye başladı.

Petek ise oturduğu yerden altan altan Özgür’e bakarak “ Her erkekler tuvaletine giren sapık mı oluyor? Öyleyse sapıksın, işte. Kendin de demiş oldun.” Dediğinde Özgür’ün ağzı açık kaldı.

Bakışları kısa bir an kahkahasını bastıran ev arkadaşı olan Yağız’a kaydı. Buna daha sonra karşısına geçip yarıla yarıla güleceğini de biliyordu. “ Erkek olarak erkekler tuvaletine girdiğim için ben mi suçlu oldum? Bana bak!” dediğinde işaret parmağını ona doğru sallamak istese de yapmadı. “ Cümlemi işine gelen yerlere çekme!”

Ne demişti ona? Seni eğiten hocayı da sana kalem tutmayı öğreten şahsiyeti düz yatırıp… Her neyse diyerek kafasını hafifçe sağa sola silkeledi. “Eğitimini yarım almasaydın, nasıl bir cümle kurulur o boş zihninle algılamaya gayret ederdin.” Dediğinde derin bir soluk verdi. Kaşlarını daha da çatarak, “ayrıca senin cinsin bir kadın karışında her daim kaybetmeye mahkum.” Dediğinde dudağını memnuniyetsizce büzdü. Eniştesi ile göz göze geldiğinde ne var dercesine omuz silkeledi.

Özgür, çattık belaya bakışları eşliğinde, “ Onca kız arasından rasgeldiğime bak!” diyerek bu durumda bile yakınmaya cesaret etti. “ Özür dilerim, komutanım.” Dedi göz göze geldiği adama.

Yağız Özgür’ün yanı başına adımlayarak, durdu. “Senin çeneye rakipte varmış, helal olsun kıza.” Diyen Yağız gülmemek için yumruğuna dişlerini bastırıyordu.

Kapının yeniden tıklatılmasıyla, Efe ağır ağır içeriye girdi. Oda da Petek dışında kimseyi tanımıyordu. Emniyet amirine doğru dönerek, “ merhaba! Ben Avukat Efe Önal.” Dedi. Ortamda bir çığ kopmuş gibi dondurucu bir soğukluk oluştu.

Efe, karşısındaki üç adamın görüntüsü karşısında ılıman bir tavır sergilemenin doğru olacağını düşünmüş gibi, önce Turgut, Yağız ve son olarak Demir’e el uzattığında bir an eli öylece kaldı. Demir’in gözlerindeki körüklenen bir duyguyu görmemek mümkün değildi. Bunu üç askeri de görmüş karışışındaki adam anlayamamıştı.

Bir kurşunla delmek ister gibi “Demir.” dediğinde Efe’nin gözleri kısıldı. Yazgının anlattığı adam olma ihtimali var mıydı, diye düşündü. Eğer öyleyse standartları oldukça yüksek bir arkadaşa sahipti. Adam cüssesiyle bile ben varsam sen yoksun diyebilirdi. Aşılmaz bir duvar, önündeydi.

Tebessüm etmeye çalıştığında, arkadaşını da takdir etmeyi es geçmedi.

Demir, “ eğer benim askerim yapmadım dediyse o aklından bile geçmemiştir. İyi düşünmenizi öneririm. ” Diyerek tek bir cümlede Efe’nin kendisi karşısında şansı olmadığını söyledi.

Efe ise onun Yüzbaşı olduğunu askerim kelimesinden doğrulamıştı. En azından öyle düşünüyordu. “Haklı Yüzbaşım.” Dediğinde bir u dönüşü yapmıştı.

Petek şaşkınlıkla bakakaldığında, neden şikâyet et dediğini sorguladı. Efe ona şikâyetçi olmasını söylemişti. Turgut, “biz şikâyetimizi geri çekiyoruz. Değil mi baldız?” dediğinde bir emir cümlesi ile karşı karşıya kalmıştı. Bir şey demedi. O her zaman ki gibi buna mahkumdu.

Özgür’de, onayladığında Demir odadan ayrılan ilk kişi oldu. Ardından da Petek tüm öfkesiyle çıktı.

“İşin zor başkan, diyen Özgür’de Turgut ile çıktığında Yağız’da ardından onları takip etti.

Demir karakol binasından çıktığında, ona Yüzbaşım diyerek seslenen adama karşı yalnızca gözlerini kapatıp açtı. Yoluna devam etti. Sol yanında yürümeye devam eden, Efe’ye bakmaya tenezzül etmedi. “Adınızı çok duydum.” Dediğinde bir arkadaşımdan diyemedi. Derin bir nefes alan Demir, cebindeki sigara paketinden bir dal alarak yeniden cebine koyduğunda ateşe verdiği sigarayı içine çektiğinde, “ sizin elinizin değdiği bir davada sayenizde çocuklar, çocukluğuna kavuşmuşlardı.” Dediğinde Demir’in sigarası titremişti. Elinin değdiği… Arkadaşlarına mezar kazdığı eli… Annesinin yara bere içinde göremediği eli…

Kanlı ellerini çek üzerimden… Bir yankı kulak duvarlarına yeniden tutundu. Ama nefret tohumu ektirmedi.

Daha sakin bir tonda, “ Teşekkürlerini Türkiye Cumhuriyetini ilet, avukat.” Diyerek daha geniş adımlarla aralarındaki mesafeyi açtı.

Ardından iki beden de Efe’yi aşarak komutanlarını takip etmeye devam ettiler.

Özgür, komutanım bu hızla Kuzey Irak’a kadar yol alır.” Dediğinde ses tonu merakla garipsenmişti.

Yağız ise, “bu ne hiddet bu ne celal…” dediğinde adımları biraz daha yavaşladı. “Götün yiyorsa sor.” Diyerek Özgür’e tip tip baktı.

Özgür ise omzunu dikleştirdi. “ o göt bende yok.” dedi net bir şekilde.

İkisi de, görünmediklerini düşünerek karargâha kadar eşlik ettiler komutanlarına. Karargâha geldiklerinden, komutanlarının odasına giden koridorda köşeyi döndükten sonra Yağız ve Özgür’de sol taraftan saparak, ilerlediler. Demir, askerlerin yatakhaneye ilerlediğini görene kadar köşeden dönmedi. İlerledi. Aralık olan kapıdan yorgun bedenlerini yatağa atan askerlere baktı.

Ardından odasına girdiğinde, koltuğa oturarak yorgun bedenini yaydı. Çok yorgundu. Ancak yine de uyuyamıyordu. Kafasını yoran onlarca taş tuğla git gide birikiyordu. Yanı başındaki çekmeceye eğildi. Açtığında içinden iki dosya çıkardı. Birisi Bekir denen piçti. Çekmeceye geri koydu. Diğer dosya, Gül’e aitti. Şah, seçilen Gül’e… Kapağını açtığı dosyanın arasına koyduğu dantel maskeye dokunmadan baktı. Dantelin açıkta bıraktığı alanda gözüne çarpan, Efe yazısının devamını biliyordu. Efe Önal… Eski nişanlısı… Yakın geçmişe kadar her olayda birbirilerine omuz olmuş gibi yan yanaydı isimleri.

Onu gördüğü gün de yine omuz omuza olmuşlardı. “O benim nişanlım, sen kimsin?” dediğinde elindeki kırmızı güller ile öylece uzaktan -bir başkasına- sevdiğine siper olurcasına savunmasını izlemişti. Hiçbir şey yapamadan eli kolu bağlı izlemişti. Ve anladığı yıllar sonra çıkageldiğinde de hiçbir şey bitmemişti.

“Sen kimsin, Demir” diye sordu kendine. Kimdi? Bir abi, bir evlat, belki arkadaş… Olamamıştı.
Daima bilinmeyen, duyulmayan, unutulan olacaktı

Loading...
0%