@dnzkzgb
|
“Ateşe verilmiş yer, ihtiyacı olanı bekliyor…” Çok erkendi. Daha aydınlanmamış gök, ıssız sokaklar müsait değildi, bir bedeni kabul etmek için. Mardin’in kurak topraklarını beyaz örtüyle süsleyen karlar, biraz da olsa ürperticiliği içine çekercesine renklendiriyordu. Kuşların garip fısıltıları dışında, karanlıkta açılan kapı ıssız kasveti ansızın silip süpürdü. Genç bir delikanlı, kucağında minik bir kız çocuğu ile davetsiz karanlık göğe girdiler. Nemli kehribarlar, keskin acı kahveler; göğü yıkmaya yetmişti. Karlar arasında kucağında taşıdığı bedene rağmen tökezlemeden sağlam adımlar atan genç delikanlı, nereye gittiğini bile bilmiyordu.
İlerledi, ilerledi, ilerledi…
Karın her pürçüğünü ayrı bir özenle kapattığı kızılçamın altında adımlarını mıhladı. Ela gözlerini kucağında titrek nefesler veren göz ağrısına çevirdi; nefesi ürkek, teni kızarmış halde yaşama minik elleriyle tutunmuştu. Gül’ün dikeni kendine batmıştı. Yutkunarak karlar arasında bedenini sakladı. Kimse onu görmesin, kimse onu kırmasın, kimse onu ondan almasın istedi. Kayıp gitmesinden, korkuyordu. Yüzüne sinen korkak gölge, “ Gülüm…” dediğinde gözlerinin önünde boğulan Gül’ün silueti, hıçkırmasına neden oldu. Bir Oğuz, o gün ilk defa askeri için değil, nefesi için ağladı. Ne diyecekti, minik kalbe; her zamanki gibi oyundu. Kirpikleri ıslandı, genç delikanlının. “Gülen yüzünü soldurma, Gül bahçem. Sakladım, sardım seni.” Dedi. Ama hala titriyordu, kucağında minicik kalan beden. Belli belirsiz mırıldanıyordu, sadece. Elleri ile çırpınarak çizdiği boynu kana bulanmış, özenle ördürdüğü saçları ilk defa dağılmıştı. Ne zaman saçlarını örse, sadece o zaman özenle bakardı. Dokundurtmazdı bile, Oğuz’a; saçlarını ören abisine… Annesi her daim dile getirdiği gibi kızını darağacına asmaktan çekinmemişti. Ya geç gelseydi? Aklında dönüp duran o cümleyi, kalbine yediremedi. Ama kardeşi yanındaydı. Usulca kardeşinin yüzüne gelen saçları geriye doğru salarak, boğazındaki kana bulanmış izlere dokunmak istedi. Cesaret edemedi. Kana karışmış izlerin, suçlusunu kendisi bildi. Ona yeni yara açmaktan korktu. Düşündü. Düşündü. Düşündü. Gül’ün suçu zamansız doğması mıydı? Yoksa annesinin sevdiği adama kavuşmasına engel olması mıydı? Hiçbiri değildi, başlı başına Halit Alkan’a ihanet eden Sezen Alkan’ın suçuydu. Bu günden sonra asla aklına getirmeyecekti, bu kısa kelimeyi. Sayıklayarak, uykuya dalan kardeşini uyandırmamaya özen göstererek acıyla çıktıkları bina, yine yolu oldu. Halit Alkan, Sezen Hanım’ı evlerinden götürmüş olmalıydı. Öyle umdu. Tekrar girdiği binada merdivenleri çıkarken, sık sık aralıklarla kardeşine bakıyordu. Üçüncü kata gelerek, ayakkabının içine sakladığı anahtar ile eğilerek zor da olsa kapıyı açtı. İçeriye adımladığında, işittiği sesler ölüme yürümeye teşvik ediyordu. Aklından sildiği gerçek, babasının sırılsıklam âşık olduğuydu. Bu uğurda, oğlunu da kızını da harcayacak yüreğe sahipti, Halit Alkan. Kardeşini kendi odasına götürerek, yatağa yatırdı. Kenarına yatak başlığına dayalı olan yastıkları dizdi. Çok dağık yatardı, Gül’ü. Üzerini örterek, kapıyı kapattı. Sert adımlarla, salona adımladı. Kapadığı salon kapısı ile Sezen Hanım’ın ayakucuna kadar ilerledi. Gözlerinde görülen tek bir duygu vardı. Sezen Hanım bunu göremese de Halit Bey bu duyguyu birçok askerinin gözünde her saniye görürdü; saf kin vardı ela harelerinde… “Seni beni hiçe saydığın zamanlar için bile affedip, göğsüme elimizden kayıp gitme diye sıkıca tuttum.” Dediğinde sesi kısık ama cümleleri karşısındaki bedene çok daha şiddetli çarpmaya yetecek kadar karanlıktı. “Sen başka bir adam için gözyaşı döktüğünde de babamı hiçe sayarak, sakladım.” Dedi fısıldarcasına. Ela gözleri git gide kısılıyor, kendini kaybediyordu. Hala kaybetmekten, korkuyordu. O hayatı boyunca dağlarda yeterince yaşamıştı bu bitmeyecek rüyaların getirdiği duyguyu. “Olur da!” dedi. İşaret parmağı havalandı. Gözleri bir aslan gibi odağındaydı. Gözleri titriyordu. Tavana asılan minik bedeni gözlerinin önünde belirdi. “Aklından dahi geçirirsen, gider kafasına sıkarım. Ölü bir beden de olsam, o adamın katili ben olurum.” Dediğinde sesi, duruşu, gözleri dahi netti. “ Hiçbir suçu olmayan adamın katili sen olursun, Sezen Hanım!” diye bağırmadan zihinlere kazıdı sözcüklerini. Yapardı Gülü için, gerekirse ölür, öldürürdü. Bunu hiç tereddüt etmeden yapacağını bilen Sezen Hanım’ın bir gözünden yaş süzüldü ancak tehdidine değildi. Oğlunun ilk defa anne demeyişiydi… Ardındaki kimseyi umursamadan salondan çıktı. Babasına da kızgındı, onu her seferinde affedip ilk günkü gibi sevdiği için. Bu yüzden aşık olmak en büyük korkusuydu; kör olup can yakmak, hem de Gül’ün canını yakmak aldığı her nefeste son isteyeceği şey bile olamazdı. Adımları odasının yanında olan kardeşinin odasının önünde durdu. Buraya girip içeriyi düzeltmesi gerekti. Kardeşi uyandığında, bu bir oyun olacaktı. Hayır, buna oyun diyemezdi. Bu bir rüyaydı. Kapı kulpunu tuttuğunda, gözlerini kapayıp derin bir nefes eşliğinde odaya girdi. Tavana bağlanmış beyaz çarşaf, gözleri önünde çırpınan bedeni düşürdü. Yutkunarak, gözünü tekrar tekrar kapatıp açtı. Kapıyı kapatarak, kapı arkasını içindeki acizlikten dolayı küçücük kalmış bedenini bıraktı. Elleri arasına aldığı başına, birkaç defa vurduğunda, hiçbir görüntü gitmedi. Hala canlı canlı bu odadaydı. O unutmayı becerememişken, kardeşi nasıl unutacaktı? Gözlerinden damlayan yaşları iteledi. Kafasını kaldırdı. Odada gezdirdi gözlerini. Gül gibiydi; saftı. Beyaz ve pembeyi o kadar güzel karıştırmışlardı ki… Nergis gibi kokan bu oda kardeşinin soluklandığı nadir yerlerden biriydi. Artık öyle olmayacaktı. Biliyordu. Dağılan oyuncakları tek tek özenle yerleştirirken, bir zamanlar tek oyun arkadaşı olduğunu hatırladı. Artık ekibe katılan yeni birileri vardı. Düşüncelerinin ardından gözlerinden kaçırdığı çarşaf, yere düşmüş sandalyeye sıra gelmişti. Ürkek adım… Belki hayatında yalnızca Gül’e attığı adımlardı. Sadece yutkundu, Oğuz. Çarşafı bir eline odanın ortasındaki sandalyeyi de alarak hızla çıktı. Annesi ile babasının odasına girerek, sandalyeyi komedin kenarına koyarak, üzerine de çarşafı koyduğunda nefretle süzdüğü odadan ışık hızıyla çıktı. Buraya asla girmezdi kardeşi, yasaktı. Kendi odasının kapısını usulca açarak, uyuyan kardeşini kapı ağzında birkaç saniye izledi. İçeriye girdiğinde ardından usulca kapıyı kapattı. Yaralarını sarmayı düşünse de uyanma olasılığını düşünerek, vazgeçmişti. Yatağın başucuna gelerek yere çöktü. Yataktan sarkan minik eli tutarak, avuç içini öptü. Başını yatağın kenarına koyarak, bugünün rüya olmasını dileyerek gözlerini kapadı. Ancak; ne o günü unutabildi, ne de o günü unutturabilirdi. Bir kardeşi, bir de vatan olan sevdası olacaktı; uğrunda öldürüp, öleceği… * Demir ağır ağır soluklandı. Oturduğu sandalye de omuzlarını daha da dikleştirdi. Ve yalnızca sustu. “Bir vatandaşın en büyük zaaflarından biridir; vatanı için nefes alan asker. Vatanları gibi onlara güven verir. Ama bir vatandaşta asker söz konusu olduğunda adımını sağlam atar.” Dedi, Albay Sezgin Atay. Görev sonrası Demir’i odasına çağırmıştı. Ve almadığı flaş bellekten çok daha fazlasını ona getirdiği için kısa bir aferin asker, demek istiyordu. “ Vatandaş, neden adımını sağlam atar, Yüzbaşım? Bilir misin?” dediğinde karşı karşıya gelen gözlerdeki cevap netti; bayrağa değen kan, dalgalanmasına yetiyordu. Demir, konuşmadı. Ve buna rağmen anlaşıldı. “ Aslında Yüzbaşım, takdirden ötesini konuşacağım.” Diyen albay tok sesiyle devam etti. “Bildiğini bilirse dizginlenir. Her ne kadar bu durum canımı sıksa da… ” dediğinde yakınırcasına soluklandı. “ O, bize Bekir’i tamamen kıskaca almamız için bir neden yaratacaktır. O kimseye güvenmez ama onun sana güvenmesini sağlayabilirsen, elindeki dosyayı alabiliriz.” Diye konuştuğunda karamsar ifadesi kaybolmuş keskin ifadesi yerini almıştı. Yıllar sonra karşısına geçen kadını, bir çocuk gibi kandıracak mıydı? Kaşları çatık, yumruk olan elleri birbirine kenetlenmişti. Aklına geleni dilinden dökemedi. “ Ters teperse?” Ona zarar gelirse… Ne olacaktı? Uzaktan mı izleyecekti? Anbean Albayın kaşları havalandı. “ Onu senin dişi halin gibi düşün evlat. Dişi Kurt gibi gözüne kestirdiğini alana kadar durmayacaktır.” Dediğinde sen dur desen bile durmayacak kadar inatçı bir kadın olduğunu yanında geçirdiği her saniye daha iyi anlıyordu, Demir. Ancak bu durumdan rahatsız olmuyordu. Tuttuğunu koparmasını, hayattan vazgeçecek kadar bıkmasına tercih ederdi. “ Unutma! Önce devlet, sonra millet. Devlet yoksa senin düşündüklerinde yok olmaya mahkûm olur!” dediğinde aklındaki soruları anlıyormuş gibi cevap verdi, Sezgin Albay. Kafasını sallayarak, ayağa kalktı. Komutanına, komut vererek kendi odasına yöneldi.
Barut kokusunun el koyduğu koridorda yürürken, kafasını kurcalayan düşünceler kumardaki çark gibi aralıksız dönüyordu. Cebindeki telefon titrediğinde, gözlerini bıkkınca kapatarak, açtı. Şu an zihnindeki düşüncelerde boğulmayı tercih ediyordu. Ve bu anı bozana içten içe küfretti. Sol eli cebine gittiğinde, çıkardığı telefonun ekranında; Huysuz İhtiyar, yazısı ile dudağının köşesini kıvırarak bir süre bakıştı.
Odaya girerek, telefonu açtığında kısık kahkahasını gizlemeden “ Huysuz İhtiyar…” dedi.
Telefondaki adamın sesi daha şen çıkmıştı. “Kurt, özlemişim seni Hayırsız evlat.” Dediğinde sona doğru sahte bir sitem etmeyi de ihmal etmedi. Bir şey demek yerine, yüzündeki tebessümü genişletmekle yetindi. “Sonunda, bir kuşla iki taş vurmayı başardığını duydum.” Dediğinde oldukça mutlu olmasına rağmen Demir’in kahkahası yüzünden yavaş yavaş silindi. Sandalyeye oturduğunda, bedeni gerilmiş, şakağından aşağıya doğru o nefret ettiği duygu bir zehir gibi yayılmaya başlamıştı. Bu adamın elinin kolunun bu kadar uzun olması her daim sinir sistemini olumsuz etkiliyordu. Üstelik yaşına rağmen hafızasının da bu kadar iyi olmasını da yadırgıyordu.
Demir, konuşmadı. Huysuz İhtiyar, susmadı.
İkisi de derin bir nefes çekti. “Birincisi şanstı, dedin…” dedi İhtiyar. Aklına kazınsın istercesine, tane tane sözcükleri ortaya bir sır gibi döküyordu. “ İkincisi rastlantı…” dediğinde başına ağrı girmeye başlamıştı. Sert bir soluk alarak, rahatsızlığını belli etti. Yılları, biriyle paylaşmak istemiyordu. Her ne kadar o yıllar içinde İhtiyar’da olsa. “ Üçüncüsü de şartlar mı olacak?” diye neşesine karışan merakı saklamaya çekinmemişti.
Aralık olan pencereden içeriye doğru süzülen rüzgârın ılıklığı, içini yaktı. Ya da başka bir şeylerdi, kalbini dahi yakan… “Son kesişme!” dediğinde yüzünde hafif bir tebessüm istemsizce yer edindi. Boşta kalan elini sebepsizce utanarak, boynuna götürdü.
Ses tınısı net ve keskindi;
“ Üçüncüsü kader!” dedi. İmalı bir gülüş kulak kabuğunu doldursa da taviz vermeden, “ O benim kaderim, İhtiyar…”
İhtiyar bu durumdan oldukça memnun olmuş gibi, hala tebessüm ediyordu. En azından taşan soluklarını buna yordu. “ Hayatta değiştiremeyeceğimiz nadir olaydır; kader. Erteleyebilirsin ama önüne geçemezsin.” Dediğinde Demir, oturduğu sandalyeden ayağa kalkarak, pencereye adımladı. Yarım ağız açık olan pencereyi tam açtığında, pervazın altında kalan zemine oturdu. Üniformasının cebinde çıkardığı paketten bir dal sigara almak için telefonu kulağı ile başı arasında sıkıştırdı. Aldığı sigarayı dudaklarına götürdüğünde, paketi tekrar cebine koydu. “ Kaderini senden çalmalarına izin verme, Kurt.” Dediğinde açık bir şekilde; sahip çık kaderine diyordu. Birkaç dakika duraksayan İhtiyar’ın hiç hoşlanmayacağı şeyler dillendireceği kesindi. “ Şah’ın Mat’ı olman için kurula önerge de bulundum…” Bekledi. “ Kaderine sahip çık, evlat.” Dediğinde bunu neden yaptığını algılayamadı. Sindiremedi.
Yakamadığı sigarasını dudakları arasından aldı. Üzerindeki üniforması ile eş olan gözleri, aralıksız titriyordu. Bütün bütün vücudunu saran çaresizlik ile “İhtiyar,” dedi yalnızca. Sen beni anla, demek istedi. Ayağa kalkarak, elini saçlarından geçirdiğinde, karşıma geçmişsin, sonu sizin tarafınızdan yazılan kaderine sahip çık diyorsun,” diye odada tek başına köşe kapmaca oynuyordu adeta. “ Senin bile… Külün kalır geriye!” dediğinde sesinde tereddüt olmaması İhtiyar’ı bir kez daha doğru seçim olduğuna ikna etmişti.
Telefon ardındaki İhtiyar, başı ve omuzları dik, “ Yol belli, Kurt! Sen bu görev için eğitildin. ”diyerek konuşmaya devam etti. “Sen neyi nasıl yapacağını benden daha iyi biliyorsun.” Dediğinde önceye nazaran kısılmıştı sesi. İçli bir nefesle, soluklandı. “ Şahı, Mat yapacak tüm hamleler senin elinde. Onu yaşatmakta, öldürmek de....” Dedi. Bu iyi bir şey değildi. Gerçek çok daha farklı olursa? Şah’ın Mat’ı olacak ve oyun bitecekti. Bunu da dillendirmesi gerekirdi. “Başkası ona kıyardı, Kurt.” Dediğinde diğer seçenek aklından çıkmıyordu. Ya ona kıymak zorunda kalan Kurt olursa? Ona, ölüm olamazdı.
Çenesi seğirdi. Yüzü kaskatıydı. Sinirden taşan soluğu göğsündeki kabarmayı hat safhaya çıkarıyordu. “Kurt vuruldu, Gül soldu İhtiyar!” dediğinde bunun suçlusu da sizsiniz demişti. Ve İhtiyar henüz bunu anlamayacak kadar bunamamıştı.
Karşı tarafı dinlemedi. Telefonu kapattı.
Yavaş yavaş sandalyesine adımladı. Oturduğunda, çekmeceyi açarak, içerideki dosyayı çıkardı. Kapağını açtığı dosyanın en üstünde yer alan maskenin kokusu dosyaya bile sinmişti. Bir şeyler olmalıydı? Onu Şah olarak seçmelerinin altında yatan nedenleri bulabilirse, her şey başa sarmak için çabalardı. Göz göre göre gözleri önünde çocukluğunun kullanılmasına göz yummayacaktı. Böyle olursa, hangi kötü şartlarda olursa olsun seçeceği vatanı olacaktı. Aradı. Her bir satırı, tekrar tekrar gözünden geçirdi. Bulamıyordu. Elle tutulur hiçbir şey yoktu. “ Sikeyim!” dediğinde Albay ile akraba olmaları da burada yazıyordu. Bunu biliyordu ama Albay’ın bunu buraya ekletmesi… Çatık kaşları bir an bile düzlenmedi. Önceden haber göndermişti. Sikik kör herifin tekiydi. Bu yüzden onu izle demişti. Kuruldan onay gelecekti. Onu ölüme itelemelerini, hepsi izleyecekti.
Evlat değildi. Sadece bir kız, bir erkekti. Anladığı buydu. Çocuklarını bağrına basmayan insanlar onları birbirine emanet ederek, vicdan muhasebesi yapıyorlardı. Oysa hiç sarılamayacak o yaralar? Kim başkasının açtığı yarayı sarmak isterdi? Ailelerin açtığı yaralar ömür boyu kapanmayacak yaralardı. Ve ne zaman bir aile görseler mutsuzlukları hatırlanıyordu. Buna rağmen yaralı bedenlere daha fazla yara açılsın, demekten çekinmiyorlardı.
Kapının çalması ile dosyayı çekmeceye koyduğunda, gel diyerek kapı ardında ki bedeni içeriye davet etti. “Komutanım siz evimize gelmeyince, bende size geleyim.” Diyerek odaya girse de yüzünden Demir kadar memnuniyetsizlik akıyordu. Demir, aramıştı. Ancak İhtiyar ortada yokken aramıştı. Aradığında ise uykudan uyandırıldığı için boğuk sesi ile gelmediğim takdirde tüm dünyaya beni siktirecek olsan bile yerimden milim kımıldamam hacı.” Diyerek kapatmıştı telefonu. Sonuç; karargâhtı.
İçindeki düşüncelerin sessizliği sesine yansımadı. Düşünceleri sessiz, sesi kabaydı. “Otur!” dedi.
Koltuğa kurulan Kağan, yüzünü bile yıkamamış gibiydi. “ Sağ olun komutanım.” Dediğinde Demir’in tip tip bakmasına boş boş bakmaya devam etti. “ Neden?” diyerek direk konuya daldı, Kağan.
Demir ise Kağan ile çekinmeden paylaştı. “ Bir şeyler karışık gidiyor.” Diyerek sesindeki tereddüttü gizlemeyi başaramadı.
Kafasını usul usul aşağı yukarı salladı, Kağan. “Savcı, o kız değil mi?” diyerek net bir soru sordu Kağan.
Bir süre Kağan’a baktı. Hayatındaki her boku bilmesi bazen sinirini bozsa da her şeye rağmen derdini anlatmadan anlayan kişi olduğu için susmayı tercih ediyordu.
“İlk gördüğün an kızı mesleğiyle alay ettin.” Üzerine baktı. Demir’in üzerine baktı. “Lan sikik amacın ne?” dediğinde kendisi üniformalı değildi. Buraya arkadaşı olarak gelmişti. Fırsattan istifade iki de söveyim der gibiydi. Biraz durdu. Tekrar Demir’e doğru kayan bakışları, “ Sanırım ona âşıksın!” diyerek varsayımda bulunması Demir’i daha da öfkelendirmişti.
Tehditkâr bir ifadeyle;
“Sanırım ne lan! Kupon oynuyor sanki?”
Sakindi, Kağan;
“Daha önce âşık mı olduk komutanım? Nereden bilelim?”
Dirseklerini masaya koyarak, bedenini masaya yaklaştırdı. Aralanan dudakları, “ Niye olmadın lan o zaman. En aklıselimi sensin dedik, çağırdık.” Dediğinde Kağan’ın gerçekten neden hiç aşık olmadığını sorguladı.
Kağan, başını sağa sola sallayarak kısık bir sesle mırıldandı;
“Dağın ayısı bitti. Şimdi dibimde amına koyayım!” diyerek içten içe kendineydi yakınması.
Bıkkın bir solukta, aralık bırakmadı.
“ Duyuyoruz lan!”
Duraksadı, Kağan. Tip tip bakan bu sefer o oldu. “ Komutanım, kalpte bir çarpıntı olur nefes darlığı yaşarmışsınız. Aynı çarpıntıyı ben her göreve gidişimde yaşarım. Kanaatimce yanmışsınız.” Dediğinde ciddi bir ifadeyle düşündü. “ Kim birisi için benliğinden vazgeçip, mesleğini heba eder ki? Yürek ister.” dediğinde ifadesi sesine de yansımıştı.
Gözleri önüne düşen kehribar gözlerini sarı tonları daha da çevrelemişti. Güldüğünde daha da belirgin oluyordu. Göz temasından kaçınsa bile yine onda buluyordu kendini. Dudağının üzerindeki minik beni olmasaydı eğer hala bir çocuğun masumluğunu andıran gözlerinden tanırdı onu. Nefes aldı. Zarar ziyan olacaktı, bu yolun sonu.
“ Siz yine de emin olmak için Özgür’e sorun. Bu boktan duygulardan iyi anlar.” Dediğinde Demir ifadesizce Kağan’a bakmaya devam etti. Kağan’ın bu sessizliğe kaşları havalandı. “komutanım, siktir oradan demeniz gerekti.”
Aynı yüz ifadesiyle, “Bana bak lan, anladık.” Dediğinde susması gerektiğini belirtmişti.
Kağan, “ Bir an bana trip attığınızı düşündüm.” Dediğinde oldukça ciddiydi.
Boş bakışlarını duvara sabitledi. Bu cümleye de kızması gerekti. Ancak ağzından “ yorgunum” demekten başka bir çıkmadı. Konu değişsin istedi. Birazdan sakladığı gerçekler ile ona gidecekti. Belki de gözlerinin içine bakacak, yalan söyleyecekti. Kafası daha çok karışacaktı. Kendinden daha çok tiksinecekti.
Kağan, onu anlıyormuş gibi kafasını salladı. Buranın havasının da getirdiği yalnızlığı da farklıydı. Ara sıra çıkmaza girmeler oluyordu. Karşısındaki adamın derdinin çıkmaz olmadığını da biliyordu. Ama ne dese bilemedi. Ne âşık olmuştu, ne birisi tarafından avutulmuştu. Onu ilk dinleyen Kuleli Demir olmuştu. Belki son dinleyende Komutanı Demir olurdu. İstediğini yaparak, konuyu değiştirdi.
Sessizliği bozarak, “Bizim yokluğumuzda gelişecek bir düzensizlik oluşacak!” dedi[Mh1] .
Duvardaki boş bakışlarını Kağan çevirerek, “kendimi öldüreceğim demedim. Ne diye nutuk çekiyorsun bana?”
Kağan koltuğa daha yayılarak, “Sezgin Albay yolun başında bize demişti. Size burada çok sikerler.” Diyerek belli belirsiz tebessüm etti.
Demir’in de dudağının köşesi kıvrıldı. “ Her boku da tut aklında.” Dedi.
Çenesini sıvazlayarak, “Bu da bizim farkımız olsun, komutanım.” Dedi. Ayağa kalkarak, “ izin günümü, uykuya tercih ederim.” Dediğinde üzerindeki tişörtü uçlarından tutarak düzenlendi. Ardından “Geliyor musun?” diye ekledi.
Tek kaşını kaldırarak “Yok. İşlerim var, sana iyi geceler prenses.” Dediğinde Kağan’ın keskin gözlerine eşlik eden çatık kaşları ile sövdüğü açıkça belli oluyordu. Nerede rastladım bu deliye der gibi bakmaya devam ederek, kapıya yöneldi. Demir, “Sağ ol, Kağan.” Dediğinde usul usul arkasını döndü.
Yüzünü ekşitti. “ İ-rica ederim, gönlünüz hoş tutabildiysek,” dediğinde kaçar gibi çıktığından dolayı ardından fırlatılan kalem kapıya çarparak, yere düştü. *
Eğilerek bir yandan Umay’ın ciddi bir şey anlatıyormuşçasına -bilmem kaç kez- izlediği Evelyn Salt filmine farklı bir bakışla bana anlatması, diğer yandan fırına sürdüğüm sütlaçları bakıyordum. Kapıdan içeriye giren Efe, kapı pervazına yaslanıp bizi izlemeye devam etti. “Bir koku var sanki…” diyerek etrafı koklamaya başladığında, Umay’a kadar yaklaşmıştı.
Umay ise bakışlarındaki anlamsızlıktan ödün vermeden, “Aklıma geleni söylerdim de, neyse içimde kalsın!” diyerek Efe’yi geriye doğru iteledi.
Efe zeytinyağı misali üste çıkarak, “ Söyle doktor, yabancı mıyız?” dediğinde kalçasını tezgâha yaslamış, kollarını göğsünde bağlamıştı. Ara sıra gözlerini bana değdirmeyi de ihmal etmiyordu. Hiçbir mimik oynatmadan öylece ikisinin atışmasını izliyordum. Kırılmıştım. Ancak affedecektim, biliyordum. Kin tutmayı beceremezdim, ben. Aklıma gelen sütlaçla Efe’yi de Umay’ı da bir kenara bırakarak, sütlaca bakmak için adımladım. Efe’yi iteleyerek açtığım fırından dumanlar sis gibi yükseliyordu. Efe ise yanı başımda bacaklarını kırarak, çömeldiğinde, “Kim yiyecek şimdi bunları?” dediğinde ona ters ters bakan tek kişi değildim. Bakışlarımdan korktuğu aşikardı.
Kafamı hafif sola doğru eğerek, alaycı bir ifadeyle “ sen!” diyerek işaret parmağımla onu gösterdim. İkimizde fırının başına tünemiş, içimizde ukde kalan muhasebeyi bir yanık sütlaçla gidermeye çalışıyorduk.
O da bu muhasebenin kazananın ben olduğumu belli etmişti. “Elinizden zehir olsa yerim, Sayın Savcım.” Dediğinde şu köpek bakışlarının masum olduğunu düşünüyordu. Zihnindeki fırıldak Efe’yi bilmeseydim, kanardım.
Umay ise bunu bekliyormuşçasına, “ getir sütlaçları!” dediğinde fırından çıkardığım sütlaçları yemek masasının üzerine koyarak, çekmeceden bir çatal almak için yeniden ardımı döndüm. Ben denemek için böyle bir cümleyi döksem de Umay taş kalpli oluşunu bir kez daha ince ince işledi, Efe’ye. Çekmeceden aldığım kaşığı Efe’ye uzatmak yerine masanın üzerine koydum. Oturduğu sandalyede sütlaçlara ürkek bakışlar atsa da, kaçmadı. Tuttuğu tatlı kaşığındaki sütlacı ağzına götürdü. Yüzünü buruşturmamaya özen göstermeye gayret ediyordu. Ancak başarılı oluşu halka açık bir tartışmaydı. Umay, kollarını göğsünde bağlamış tek ayağıyla ritim tutarken, birinci kâseyi zor da olsa bitirmişti. İkinci kâseye elini uzatırken, “yeter bu kadar, zehirlenir başımıza kalırsın!” diyerek kalan üç tabağı da tek tek çöpe döktüm.
Burnunu çekiştirerek, “Teşekkür ederim, Sayın Savcım,” demesini duymamış gibi yaptım. Eve yayılan koku daha çabuk geçip gitsin diye diğer odaların pencerelerini açmak için mutfaktan çıktım. Koku bahaneydi. Sadece onu affetmek için erken mi geç mi emin olamıyordum.
İçeriye geçerek, koltuğa ayaklarımı uzattım. Ardımdan çok geçmeden içeriye giren Efe ve Umay ise Tom ve Jerry’in yerli sürümü olduklarını kanıtlar gibi kol kolalardı. Ortak çıkarları olduğunda, etrafa kör olurlardı. Yine öyle bir andı. “Ne zaman geliyor?” diyen Umay, “damlar birazdan” diyerek cevap veren Efe’ye hitaben zil çalmıştı. Kapıya hızlı adımlarla yönelen Umay’ın ardından gitmek yerine yanı başımdaki boş koltuğa kayınbabasıyla ilk kez tanışacak mahcup bir damat gibi oturmuştu. “Özür dilerim.” Dedi. Sesindeki pişmanlığı hissediyordum. Söylenmemiş kelimeler, geç kalınmış dakikalardı. Zaman geriye akmadığı için büyük bir yüktü. Ama yine Efe benim gibi… Hayır. O benden daha yaralıydı. Kimsesiz olmak, hiçliğe iterdi. Onu kendi ellerimle bir hiç yapamazdım. Kızdığımda kaybeden bende olabilirdim. Kalbi kırık bir şekilde yollarımız sonsuza ayrılabilirdi. Nefes almanın bir garantisi olmadığını birçok kez görmüştüm.
Belli belirsiz bir tebessüme bedenimi zorladım. “Sorun değil.” dediğimde ona bakmadım. Derin bir iç çektiğini işittim. “Önemli değil. Atlattık zaten.” Dediğimde göz ucuyla ona baktım. “Güvende!” diyerek dosyayı kast etmemiştim. Anlamıştı ki tebessüm ediyordu. Güzel bir yere saklamıştım. Ancak adam evinde olmadığını anladığında riske giren insan sayısı ikiye katlanacaktı. Bir şeyler diyecek olduğunda, içeriye giren Petek ve elinde valizle Umay dudaklarının kapanmasına neden oldu.
Petek, isminin hakkını verircesine sarı saçları tatlı tebessümüyle masum bir bebek gibi, “ O… Cici Kızlar!” dediğinde Efe’yi itmeye çalışarak, koltuğun köşesine kurulmuştu. Efe kaşlarını çatmış, sabır çekmeye ilk dakikalardan başlamıştı. “Beni özlediğinizi varsayarak, birkaç gün misafiriniz olmaya geldim…” dediğinde kafasını Efe’ye çevirerek, “ Cici kızlar.” Diyerek ekledi. Umay bile gülmemek için duvarlar ve tavan arasında ağ örüyordu. “Grubun ismini Petek koymuştu. Değiştirmesinler diye de kendi dışında kimseyi yönetici yapmamıştı. Çünkü Efe Petek dışında hepimizin telefonuna ulaşabilecek kadar yakındı.
Umay, “ Sanırım kalıcı bir misafir olabilir.” Dediğinde elindeki bavulu gözleriyle işaret etti. Benim konuşmama fırsat olmadı.
Umay araya girerek,” Şimdilik. Ablam evden kovdu. Hormonları beni görmeye hazır değilmiş. Sanki beni buraya çağıran onlar değilmiş gibi.” Diyerek sona doğru içerlemişti.
Efe araya girerek bizi arafta bıraktı. “ Nasıl yani enişten kovmuştur, diye düşünmüştüm.” Dediğinde ikisi arasında gelip giden bakışlarıma Umay’ın bakışları eşlik etti.
“Neden kovacak ki, çağıran o değil mi?” diyen Umay oldu.
Efe otuz iki diş sırıtarak, bu anı bekliyormuşçasına seve seve anlattı. “Haberiniz yok mu? Gelir gelmez karakollara düştü, bizim bal arısı!” dediğinde Petek saçının ucundan bir tutam alarak, oynamaya başlamıştı. Efe’ye vurmamak içindi.
Petek, yalancı bir öksürükle “Şimdi şöyle ki..” dediğinde Umay’da valizi kapı pervazında bırakarak, ayak ucuma oturdu. Hepimiz Petek’in ağzından çıkacakları bekliyorduk. “ otobüsten indiğimde yemek için bir yerler aradım. Biliyorsunuz, yol kenarında fiyatlar ateş pahası…” dediğinde Efe araya girdi:
“Kendine gel sen, doktorsun!”
Bu defa da Umay, araya girdi:
“ Ne alaka? Artan fiyatlar ile doktor olmasının bağlantısı ne?” diye söylendiğinde, bıkkın bir soluk verdi.
Sert bir tonda “Bir susun da anlatabilsin.” Diyerek uyardığımda ağızlarına hayali bir fermuar çektiklerinden, Petek devam etti.
“Bir restoranda oturduğumda, telefon çekmiyordu. Eniştemi arayıp bulunduğum yeri söylemek istemiştim. Niyetim kötü değildi.” dediğinde şimdiden kendini aklamaya başlamıştı. “ Ayağa kalkarak, telefon çeken bir yer aradım. Buldum da. Erkekler lavabosuydu.” Dediğinde yüzünü ekşitti. “ içeri de bir adam vardı. Bakmayın adam dediğime, içi beni yaktı.” Dediğinde Efe cümleye virgül koymasına neden oldu.
Efe’nin zihninde Petek’in adama ettiği yaratıcı hakaretler canlandı. Beyaz yalandan kim ölmüştü ki, diyerek konuştu. “Bu arada, Pek de beğenmiş gibiydin.” Dediğinde Umay ile eş zamanlı havaya kalkan kaşlarımız ile Petek’e bakmamızda eş zamanlı oldu. Petek ise Efe’nin karnına geçirdiği dirseğinden dolayı “ hass... si… binallah… Ya rabbim.” Diyerek klasik Efeliğini yaparak, güzelce kıvırdı.
Petek saçlarını geriye iteleyerek, assolist edasıyla devam etti. “ Hop kızım nereye, demesin mi?” dediğinde “DEDİ Mİ?” diyerek üç ağızda birlik oldu. “Dedi. Bana kızım dedi. Ay! Dediğinde bir şeyleri yeni hatırlamış gibi avuç içini alnına yasladı. “Ben orada, ben senin kızın değilim demedim.” Diye geçip gidene yakındı.
Efe ise fırsatı kaçırmadan durur muydu? Alaylı bir ifade takınarak, “ Bir de bana kızıyorsun. Askere karşı nutkun tutulmuş.” Dediğinde gelecek hamleyi biliyormuşçasına ani atakla ayağa kalkarak, karşı masadan bir sandalye çekerek, Petek’in tam karşısına gerilerek oturdu.
“Neyse!” diyerek devam etti, Petek. “Bende bana doğru adımlayınca korkarak, çantamdaki spreyi suratına sıktım.” Dediğinde bakışlarımızla onu tartıyorduk ki anlamış gibi, “tamam boşaltmışta olabilirim. Ama kör olmadı, megolaman.” Diyerek dudağını büzdü. “Sonrasında bana küfür etti.”
Umay, şaşkındı. Sorgulayıcı bir şaşkınlıktı. “ Neden küfür etti, acaba?” diyerek Petek’e ciddi misin der gibi bakıyordu.
Savunmaya geçerek, “ Tamam, ben sıktığım için haksız olabilirim. Ama bana adımlamasaydı, sıkmazdım.” Dediğinde kurduğu cümlenin doğruluğundan çokta emin değildi. “Suçun büyüğü onda. Bir de benden şikâyetçi oldu. Karakolda, karşıma geçti. Pişkin pişkin sırıttı. Eniştem gelince adamın asker olduğunu öğrendim. Hem de aynı Timde görev alıyorlarmış.” Dediğinde yüzünü de buruşturdu.
Ben, Efe ve Umay aynı anda:
“EEE…” dediğimizde şaşıran Petek oldu.
Şaşkınlığını silerek, “ adamın komutanı girdi. Bir ürkmedim değil. Yürüyüşünde bile konuşursan seni öldürürüm, cümlesinin yattığı belli. Karşımdaki adam birden toparlandı, zaten. O iri adam bana ne dedi, biliyor musunuz?” dediğinde yine senkronize olmuş bir şekilde cevapladık;
“NE DEDİ?”
Yüzünü buruşturdu, saçını iteledi. Yine de kendini haklı çıkarmak için devam etti. “Ben askerime güveniyorum, sen kimsin demeye getirdi. Zaten Efe’yi süzdüğünde de her an öldürmeye hazırdı. Adam bile anladı, Efe’nin beni savunamayacağını.” Dediğinde sırtını yasladığı yastığı alarak, kucağına koydu.
Efe ise hiçbir duraksama da bulunmadan, “ Adam haklı!” dediğinde bakışlarım onda takılı kalmıştı. Efe’nin bu cümlesinin çıktığı tek yol; ürkmüştü.
Petek ise savunmasız kalmış gibi tekrar başladı. “ Orada da aynen böyle dedi. Madem haklı ne diye dava et, ben arkandayım dedin?” dediğinde biraz yüksek bir sesle isyan ediyordu. “Çıkışta da asker onu terk etmiş gibi koştun.” Diye de eklediğinde dilimi ağzımın içinde gezdirdim. Gözlerimi kısarak, Efe’ye daha da çarpıcı baktığımı düşünüyordum.
Yutkundu. Toparlandı. Öksürdü. “Sandığını gibi değil alt tarafı iki çift laf ettik.” Diye konuştuğunda ortaya attığı laf ile bizi ölçüyordu ancak ne ben ne de Umay buna kanmıştı. “ Tamam. Kendimi tanıttım o da kibar bir şekilde karşıladı.” Dedi. İnanmamıştım.
Umay ise araya girerek, Bal böceğim, hadi gel. Gözlerinden uyku akıyor.” Dediğinde itiraz etmedi, Petek. Geldiğinden beri hiç uyumadığını hesaba katarsak, ayakta kalması bile başarıydı. İkisi de ayağa kalktığında Petek bana doğru dönerek öpücük attığında, aynı şekilde tebessümle karşılık verdi. Efe’ye döndüğünde ise huysuz çocuklar gibi dil çıkardığında Efe’ye yüzünü ekşitti. Ardından kapı ağzındaki bavul ile odadan çıkan Umay’ın ardından koştu.
Odadan çıkar çıkmaz, Efe’ye döndüğümde “ Bekir dene adam…” dediğinde aniden lafa girmesi beni afallatmıştı. “ Yetimhanedeki kızı beni buldu.” Diyerek elini cebine attığında, çıkardığı kâğıt parçasını bana uzattı. Ben kâğıdı açıp okurken, onun gözleri salonun kapısındaydı; Babam, beni eylemde kullanacak. Sakın gelme yanıma. Her zamanki yerimizde beklerim, diyerek açık bir şekilde kurban edileceğini yazmıştı.
Ancak ne eylemiydi? Bir çocuğu korurken diğeri hayattan mı kopacaktı? Oyun da olabilir miydi?
Efe’nin hapşırmasıyla, elimdeki kâğıdı hızla büzerek avuç içime aldım. Umay’ın odaya girmesiyle, Efe telefonunun arka planında daima açık olan oyunun açmış son ses oynuyordu. Bazen bana da böyle yaptığını anladığımda, ürkmüyor değildim. Kandırıyordu, bizleri. Daha iki dakika önce devlet sırrı vermemiş gibi rahat bir tavırla sandalyesine kurulmuştu. Ben Efe kadar rahat olamıyordum. Bir eylem söz konusuydu. İpin ucunda onlarca can vardı. Düşün kızım, düşün… Bunu dayıma demem doğru olurdu. Başıma buyruk gidebileceğim bir olay değildi. Aniden ayağa kalktığımda iki çift göz merakla bana döndü.
“Benim işe gitmem gerek.” Dediğimde Umay kaşlarını çattı.
Bir nefesle, “ Başsavcı, seni gözüm görmesin bugün demişti, bana öyle dedin Yazgı.” diyerek yine ne haltlar yiyeceksin der gibi bakmayı ihmal etmiyordu. Bir de Başsavcı vardı. O adam olmasaydı, Bekir dene adam çoktan içerideydi. Tuhaf bir adamdı. Bazen melek gibi bazense şeytana bile pabucunu ters giydirecek kadar tehlikeli oluyordu. İlgimi çekiyordu. O adamı neden göndermişti? Ya da daha önceleri tutuklanması gereken katili askerlere teslim etmişti. Sonrası yoktu. Katil kayıp… Devlete başkaldıran bir millet ölmeye mahkûm olur, demişti. Kısaca yürümekte olan işlere peşkeş çekmeye kalkışma demişti. Devlet ve hükümet, ayrı kavramlardı. Bunu karıştırma, buna da izin verme, diye de eklemişti. Ama önümdeki büyük engellerden biri olmuştu. Diğeri de Albay Sezgin Atay’dı.
Yeni aydınlığa kavuşuyormuş gibiydim. “Tabii ya! Bu ikisi bir. ”dediğimde mırıltı sesleri gelmişti. Kafamı sallayarak etrafa baktığımda, Efe ve Umay’ın da benim gibi ayakta beklediğini gördüm.
Umay merakla “Ne ikisi bir?” dedi.
Odama doğru koşar adım ilerlerken “Gitmem gerek.” Diye de duyacaklarını düşünerek seslendim. Ardımdan söylenen Umay’ı oldukça net duyuyordum. Ancak geriye dönmedim. Odama geçerek, gece mavisi gömlek, gece mavisi bir İspanyol paça kot giyerek, aynaya baktım. Kâküllerimi, aynanın önündeki tarak ile düzenlediğimde, odadan çıktım. Makyaj yapacak kadar bir süre yoktu. Beklediğim kişiyi de görecek halim yoktu. Salon kapısının pervazından tutunarak içeriye kafamı soktuğumda, “ Çabuk gelirim, çiçeğim. Uzun sürmeyecek.” Dediğimde Umay’a öpücük atarak, dairenin kapısını açtım.
Ardımdan kedi gibi beni takip eden Efe, “beni de adliyeye bıraksana,” diyerek masum bir irca da bulundu.
Bıkkın bir nefes verdim. “Arkandaki topukluyu uzat.” Diyerek onayladığımı belli ettim. Uzattığı siyah topukluyu giydiğimde, o çoktan hazırdı. Kapıyı kapatarak, merdivenlere doğru adımladığımızda, “güzel seçmişsin.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. “ Yüzbaşı?” dediğinde kendini beğenmiş bir tebessüm takındım.
“Benim kalbimin değdiği her şey güzel.” Diyerek böbürlendiğimde, onun gibi derin bir gülümseme suratımda yer edindi. Son merdiven basamaklarında, kafamı kaldırdığımda, karşımdaki adamın gerçekliğini sorguladım. Kaşları çatık, ifadesi soğuk öylece bizi izliyordu. Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş tebessüme dönerken, hala bizi izlemeye devam ediyordu. Ona doğru adımlamalı mıydım? Kalbim hayır dese de Efe evet demiş olacaktı ki, beni iteler gibi yaparak oraya doğru sürüklemeye başladı. “Yanındayken çok konuşma, Efe.” Dediğinde onaylar gibi kafasını salladı.
Yerini hiç bozmadan, ona gelmemizi bekliyor gibiydi.
“Nasılsınız?” diye aniden konuşan Efe’ye baktı.
Fısıldar gibi “ Bu üç…” dediğinde ne saydığını bilmiyordum. “ İyi!” diyerek kestirip atmak istemişti.
“Yorgun ve uykusuz gibisiniz.” Dediğimde bunda benim de katkı payımın olduğunu biliyordum. Dün gece ona ayak bağı olmasaydım işini daha hızlı bitirebilirdi. “ Bu şekilde olduğu için üzgünüm.” Diyerek her ne kadar benim peşimden koşmasaydı uyumaya vakti olacağını bilsem de rahat hissetmek istemiştim.
Efe’den çektiği keskin bakışları bir nebze de olsa gevşemişti. “ İşim sizsiniz.” Dediğinde Efe’nin bir şeyler diyeceğini bildiğim için koluna sert bir baskı uygulayarak bu anı bozmasını istemedim. Gözleri birkaç saniye Efe’ye tutunduğum elime kaydı.
Çenesini sıvazladığında, “ biz sizinle bir şey konuşmak istiyoruz.” Dediğimde gözlerinde ilk defa rastladığım, titrek bir korku gördüm. Âdemelması kavislendiğinde, boğazından geçmeyen bir şeyler var gibi birkaç saniye öylece durdu. “ Efe, şunu versene!” diyerek Efe’nin kolundan ayrıldığımda, ellerini bende bir şey yok dercesine havaya kaldırdı. Aklım o şeklini aldığında, pantolonumun cebinden çıkardığım kâğıt parçasını ona uzattığımda, bana alık alık bakmasına karşın alsana der gibi kaşlarımı hareketlendirdim. Elime temas edere kâğıt parçasını aldı. Açtığı kâğıdı okuduğunda ifadesi değişmemişti. Ama gerginliği yok olmuştu. Cebinden çıkardığı telefon ile kimi arayacağını biliyordum.
Ardına dönerek, bizden birkaç adım uzağa gittiğinde “ Bu adam ben biraz daha burada kalırsam beni si.. sevecek. Asker olmasa bırakmam seni ama korur seni.” Diyerek hızlı adımlarla lojman binasına tekrar girdi.
Tekrar bana dönerek adımladığında, Efe’nin yokluğu gözüne batmamış gibiydi. “ Bana söylemek istediğiniz başka bir şey yoksa evinize girmelisiniz.” Dediğinde başımı kaldırarak gözlerine baktım.
Hayır, yok dercesine kafamı salladığımda, “Sizin var mı,” diye bir soru sorduğumda, ağzımın içinde dilimin ucunu ısırdım. Buraya neden gelmiştin, diye sormak istiyordum ama cesaret kırıntımı ifadesi adeta kara bir deliğe çekiyordu.
Kollarını birbirine bağlayarak, “ neyi bekliyorsun?” dedi.
Yumuşak bir tınıyla “Anlamadım.” Dediğimde kâküllerimi düzenledim.
Beni baştan aşağı süzerek, “Evine gitmek için.” Dedi. Duraksadı ve gözleri topuklularımda takılı kaldı. “ Bu ayakkabıyla başına dert alma.” Dediğinde dün beni çekiştirirken ayakkabılarımdan dolayı biraz yavaş hareket etmek zorunda kalmıştım. Bu durumdan memnun olmamıştı. Bende bu cümleden memnun kalmadım.
Bakışlarım ayağıma değdiğinde, “Ben alışkınım.” Dedim.
Ayağımdaki bakışlarını çekmeden “Ben de alışmak istemiyorum.” Dedi. Nefesim kısa bir an kalbin tutulması gibi bir duygu yaşadı. Neye alışmak istemiyorsun, diyemedim.
Boğazımdaki düğümü çözerek, “ Benim gitmem gerek…” dediğimde cevabı dinlemeden adımlamaya başlamıştım. Bedenimin bu denli titremesini görsün istemiyordum. Ona farklı duygular beslediğimi düşünebilirdi. Düşünürse de kırabilirdi. Kısık bir ses işittiğimde kaşlarımı çatarak ardıma döndüm. Yüzündeki hafif tebessüm narası beni afallatmıştı. Ellerimi arkama sakladığımda, bu denli belli olan titremelerim ister istemez moralimi de bozmuştu. Ona karşı zayıf olmak istemiyordum. Çünkü bu tatlı gülüşüne rağmen beni ezip geçerdi.
“Nefes al. Boynunu kaşı. Kâkülünü düzelt.” Dediğinde şaşkın bir tavşan gibi başımı kaldırmış gözlerinin derinlerine bakmaya çalışıyordum. Kâkülüm bir tik olmuştu. Kabul ediyordum ama boynuma giden ellerimi ben bile ilk defa fark etmiştim. Bana bu kadar yakından mı bakmıştı? Kalbimdeki kozadan çıkmış uçmaya başlayan kelebekleri görsen ya… Belki saniyelik, belki saatlik kalbime uğrayan bir bayram vardı.
Titrek bedenime eşlik eden sesim de titrekti. “ Se... Sen…” dediğimde “ben...” diyerek bana bir adım atmıştı. “Bordo bereliydin değil mi?” diyerek bu denli dikkatli olmasını mesleğine yordum.
İçine çektiği sert soluğuyla, “öyle!” dediğinde ceplerindeki ellerini çıkardı. Sol elinde; ufak çizgiler, kabuk bağlamış yaralar ve bir yüzük vardı. En az iki yüz kill elli altı asist, diye haykırıyordu. Efe deyimiyle ister istemez etkilendiğimi dile getirmiştim. Bakışlarımı ellerinden çekerek, gözlerine kaydırdığımda, etrafa bakıyor olmasından ziyade etrafa bakmaya çalışıyordu. Bana bakmamaya mı çalışıyordu?
Memnuniyetsiz bir ifadeyle, “o zaman iyi görevler.” Dediğimde lojmana ters yöne doğru yürümeye başladım.
Ardımdan keskin sesi, adımlarımı kesmeye yetti. “ Nereye?” dedi.
Ona doğru dönerek, “evime.” Diye net bir yanıt verdiğimde ters bir yönde olduğumu biliyordum.
Aramıza açtığımız mesafeyi yeniden kapatarak, “evine…” dediğinde evine git der gibiydi.
Sahte bir şaşkınlıkla, “ aklım karıştı. Senin yüzünden hep…” diye yakındığımda, beynime işleyen kelimelerim göz bebeklerimin büyümesine neden oldu. Bunu sesli dile getirmiştim. Bakışlarının odağı gözlerim olmasın diye içten bir dilek diledim. Ama ne çareydi… Hiçbir tepki vermeden bakıyordu; dağ ayısı, yontulmamış taş herif. Belgeseldeki tembel pandalar bile geçte olsa bir tepki veriyorlardı. Ne var dercesine kafamı salladım. Bu adamdan iyi bir şey duymak her an nasip olmuyordu. Ne bekliyordum ki? Eve doğru ilerlemeye başladım.
Binaya girdiğimde yukarı kata adımladığımda, ara pencereden gidip gitmediğine baktığımda arabasına binmişti ama hala buradaydı. Çalıştırdığı arabası hareket ettiğinde, bende tekrar dışarıya doğru adımladım. Binadan yeniden çıktığımda, araba ile gitmemeni daha iyi olacağını düşündüm. Buraya gelmesi beni germişti. Beni görmek için gelecek hali yoktu. Başka bir nedeni olmalıydı. Riske atmaya niyetim yoktu.
Karşı binanın önünde arabasına bir şeyler yerleştiren Hüseyin Amca’yı gördüğümde aklıma gelenler beni tatmin etmişti. “ Hüseyin Amca…” diyerek ona doğru adımladım. Yanı başına geldiğimde, ellerindeki poşetlerden birkaçını alarak, özenle bagajına yerleştirmesine yardımcı oldum.
Mahcup bir ifadeyle “Savcı kızım, zahmet oldu.” Dedi.
Tebessüm ederek, “Ne zahmeti, Hüseyin Amca. Nasılsın, işler nasıl gidiyor?” dediğimde gülümsedi.
Yakınırcasına, “işler bir yandan, Nebahat bir yandan. Kırk yıl gitmiştir, ömürden.” Dediğinde gülüşü daha da büyüdü.
Her yaşta erkekler odundu. Bunu daha net anlıyordum. “ Öyle deme, Hüseyin Amca. O da seni düşünüyor. Şeker hastalığı kolay mı? Bir bıraksa komaya girecek cesaret var sende.” Diyerek kadın dayanışmasından yana olduğumu belli ettim. Ardından da adamı azarlamamış gibi mahcup bir ifadeyle, “ben senden bir şey rica edeceğim. Beni yol üstünde bırakır mısın?” dediğimde gülüşü solmamıştı.
Sevecen bir tavırla, “Olur, savcı kızım. Hadi gidelim. Nebahat ’in nerede kaldın diye araması yakındır.” Dediğinde arabanın kapısını açmıştı. Emniyet kemerini taktığımda, mecburiyetten takıyormuş gibi Hüseyin Amca’da takmıştı.
Sitenin dışına çıktığımızda, “ Savcı kızım, hayırlı olsun. Baş göz olduğun birisi vardır.” Dediğinde kaşlarım havalandı.
Ona doğru döndüğümde, “ benim mi?” diyerek sorgulamaya devam ediyordum.
Gözleri kısa bir an bana kaydığında, tekrar yola odaklanarak. “ Senindir. Delikanlı askerdir. Tanırmış, Nebahat Teyzen. Aysel’in kızı Sıla’ pek beğenmiş askeri. Baş göz etmek için Nebahat, Yüzbaşı’yla konuşmuş.” Dediğinde duraksamıştı. Benim de kalbimi duraklatmıştı. “ Yüzbaşı, benim beklediğim var, demiş.” Dediğinde dumura uğramıştım. Omuzlarım çökmüştü. Gözlerim dolmuştu. Hüseyin Amca ise konuşmaya devam etti. “ Nebahat dün sizi birlikte görmüş. Arabasıyla seni eve bırakmış. Bugün de ben gördüm.” Dediğinde trafik ışıklarında durmuştu.
Yutkunmaya çalışarak, “Biz…” dedim. Devam et, Gül. “ Bir iş için bir araya geldik, yanlış anlamışsınız. O ben değilim.” Dediğimde kaşları havalandı. Beklediği, ben değildim. Neden ben değildim? Vazgeçmek bu kadar zor olmamalıydı. İnsanlar süregelen alışkanlıklarından bile vazgeçerken, ben de ondan vazgeçmeyi becerebilmeliydim. Kalp, bekliyordu işte. Kırılacağını bilerek gurursuz duruşuyla bir adım istiyordu. Beklediği, belki de o dönüm noktasıydı. Kalbin dönüm noktası da ölümdü. O zaman atışları sonsuza dek dururdu. Bu yüzdendi belki de insanın kalbini ve öleceği günü hissederdi.
“Burada inebilirim, Hüseyin Amca.” Diyerek ısrarlarına rağmen binanın bir sokak gerisinde inmiştim.
Adliye binasına doğru o kadar ağır çekimde ilerliyordum ki… Bedenimin buna mecali yoktu. Gözümdeki ıslaklıkla da o binaya adım atamazdım. Sulu göz bir halde, o binaya hiçbir zaman diliminde adım atmayacaktım.
Bu kez anlamıştım. İdrak ediyordum. Bu haykırışlarım ona değil, kalbimeydi. Sol elim yanı başımdaki duvara sürtündü. Kalp acımı unutturacak bir acı gerekti. Duvar bitişine kadar elimi sürterek ilerlememe rağmen zerre bedenime yansımıyordu. Sıcak bir ılıklık elimin üzerinde okşuyordu, o kadar. Acım zerre hafiflemiyordu ve ben daha çok kahroluyordum. Yıllar sonra bile ona bu denli bağlanamazdı, kalbim. Hakkı yoktu.
Ellerim yanı başımda salındığında, elimdeki kanın süzüldüğünü hissetsem de bakmadım. Kaldırım taşına öylece çöktüğümde, kalbime baskı uyguladım. Nefes almaya ihtiyacım vardı. Ama o bile olmuyordu. Acımı dizginleyemediğim sürece soluklarımın bile sahibi oydu. Avaz avaz sustum. Gözümden yaşlar aksa bile haykırarak ağlayamadım. O varken… Kanamaz dedikçe daha çok kanıyordu. Çok sevmekte hiçbir zaman yetmeyecekti. Belki de annem haklıydı. Benim yazgım mutsuz ve mutsuzluğa mahkûmdum. Hayır, annem hiçbir zaman haklı olmamalıydı. Anneme benzemeyecektim.
Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildiğimde, kanayan elimi unutmuştum. Yüzümdeki nemliliğe içli bir nefes vermekten öteye gidemedim. Ayağa kalktığımda, baş dönmesinin getirdiği sendeleme ile yanı başımdaki sokak lambasına tutundum. Kimse olmadan kalkmıştım. Kendim için bir anlam ifade edemesem de… Çocuklar için burada olmak zorundaydım. Kalbimdeki sızıdan daha önemli olması gereken gelecekler vardı.
Yanağımdaki kanı silmek için çantamda peçete ararken, sırtımı çevirdiğim yönden gelen o itici sese yüz buruşturdum. Hiç sırası değildi. “Nasılın, Sayın Savcım!” dedi iğretiyle. Çantamdaki elimi çıkardığımda, ona dönmeden öfkeyle gözlerimi kapadım. “İyisin, iyi. Evime kadar girdiğine göre….” dediğinde dilimi kuruyan dudağımda gezdirdim. Sakin bir şekilde soluklandım. Dosyayı öğrenmiş olabilirdi ancak benim aldığımı kanıtlayamazdı.
Omzuma dokunduğunda, elimle iteleyerek ona doğru döndüğümde “bana dokunma, diye uyardığımı hatırlıyorum!” dediğimde diyerek öfkeyle bağırdığımda tüm sinir stresimi ondan çıkarmıştım. İyi hissetmiştim.
Elim ve sol yanağım arasında ip geriyordu. “Bu yara evimden kaçarken olmuştur değil,” diyerek kaşlarını kaldırarak, elimi işaret etti.
Umursamazca, “kanıt varsa git göster. Muhatabın ben değilim.” Diyerek yanı başında geçmeye çalıştığımda bacağını önüme kırdı. Buraya gelecek kadar önemli şeyler olmalıydı. Dosyanın tek tek sayfalarını çekmiş flaşa kopyalamıştım ancak bakmaya fırsatım olmamıştı.
Burnunu çektiğinde yüzümü ekşittim. Bana bir adım yaklaştığında onun gibi bir teröriste bu kadar müsamaha göstermek zorunda kaldığım için kendimden tiksindim. “ Savcı! Gençsen. Güzelsin. Seni onlara versem hayatlarını bulurlar. Şansını zorlamayasın.” Dediğinde aniden cebinden bir çakı çıkardığında beni bu şekilde korkutacağını düşünüyordu. Ancak ölüm ile hepimiz bir gün rastlaşacaktık.
Dik bakışlarımdan ödün vermeden, “Çakından ürkmedim!” dediğimde saçlarımı geriye iteledim. “ seninle aynı fikirde olmaktan memnun olmasam da… Genç ve güzel olduğum doğru. Ama…” Diyerek kendimi övdüğümde, bana çatık kaşları ile bakmaya devam ediyordu. “ Talibim bir köpek değil, Kurt olsun isterim.” Diyerek karşımdaki adama aynı şekilde kaşlarımı çatarak bakmaya devam ettim.
Çakıyı açtığında, bana bir adım attı. O bıçağın vücuduma gireceğini biliyordum. Ancak geriye adımlayamıyordum. Korkacağımı düşünecek ve her defasında ölüm ile burun buruna getirmekten çekinmeyecekti. Çakının sivri ucu tenime değdiğinde, yutkundum. Onu itelemek istedim. Ancak cümleleri ellerimi bağladı. Dilimi lal etti. “Gösterideydin, Savcı. O aldığını bana getirmediğin sürece her gün bir yerinde yara açarım. Sonunda ise…” dediğinde daha derine itti. Gözlerimden süzülen yaşlar, kalbimdeki sızıyı ölüm ile burun burna gelmeme rağmen azaltmamıştı. Korkmamıştım. Yalnızca o gösteri de onun da olduğunu biliyor muydu? İşte bunun cevabından, annesi babası hayatta iken kimsesiz kalan bir çocuk gibi korkuyordum. Nefesi kulaklarıma değdiğinde, iğrendim. “ Tam kalbinde bir bıçak izi açılır.” Dedi. Bir bıçak, bir kalp ve ölüm… Sonu da bu olurdu.
Kesik nefeslerime rağmen “ Ba-na zarar ver-men… Ürküt-me-di.” Dediğimde çakının ucunun derimi daha çok kesmişti. Hızlı bir şekilde çıkardığı çakı, dudaklarımdan kısık bir iniltiyi beraberinde kopardı.
Hala ayaktaydım.
Çakıyı önüme attığında, “beni bulmak istersen, adresimi biliyorsun.” Dediğinde sırtını dönerek ağır ağır ilerledi. Köşeyi döndüğü an bacaklarım taşlarla buluştu. Ellerim kaldırımdaki taşlara değerken, gözümün önündeki kanlı çakı… O kadar emindi ki kendinden şikâyetçi olmayacağıma ya da kendine bir şey olmayacağına. Önümdeki çakıyı aldığımda, ayağa kalkmaya çalıştım. Başardım. Tutunarak, ayaklarımı sürümekte güçlük çekerek, duvarın köşesindeki çıkıntıya koyduğum çakıyı, saklamam gerektiğini biliyordum. Çantama koyduğumda benim olmayacağına, emindim. Ayaklarım güçsüz gelerek, pes etti. Duvarın dibine çökerek, sırtımı yasladım. Nefes almaya devam ettim. Çantam uzaktaydı, artık. Oraya gidecek mecalim kalmamıştı. Buradan biri geçtiğinde beni görürse eğer bu adama müebbet hapis cezası verdirmeden gözlerimi sonsuza dek kapatmak istemiyordum.
Elimle karnımdaki yaraya bastırmaya çalıştım. Ancak kollarım nede bu kadar hızlı zayıflamıştı? Etraf git gide puslu bir hale bürünürken, yutkunmaya çalıştım. Ufak bir çakıya, devrilecek miydim? Karnıma değen ellerime kayan gözlerim ile kirpiklerimi kırpıştırdım. Her şeyim kirlenmişti. Kaldırımı dahi kirletmiştim. Bu kadar pasaklı biri değildim ki ben.
Bu kadar kire rağmen uykumda geliyordu. Gözlerim kapanmaya çalışıyordu ancak böyle uyuyamazdım. Annem alışkanlık olacağını söylerdi. Kirliliğe alışmak istemiyordum. Kafamı sallamaya çalışarak gözlerime direniyordum. Güneşimi kesen bir gölge git gide bana doğru yaklaştı. Puslu olan gözlerim onu seçiyordu. Her noktası eskisi kadar net olmasa da… Dizleri yere çöktü. Önümde diz çökmüştü. İster istemez alık alık güldüm.
Yüzümü avuçları arasına aldığını hissediyordum ancak ona bana dokunma, kirliyim diyemiyordum. Kuruyan dudaklarımı aralasam bile sözcüklerim boğazımı aşamıyordu. “Sana… Evine git dedim…” dediğinde sesindeki endişe kırıntıları bana mıydı? Eli, karnımdaki elin üstünde durduğunda bir eli hala yüzümdeydi. Saçlarımı iteliyordu. Bak bana, buradayım diyordu. Ama ben susuyordum. Gözlerimden içimde kalanlara süzülen yaşları şakağıma ulaşmadan sildi.
“Biraz-cık…” dedim. Kesik soluklarım onun yüzüne değiyordu. Biliyordum. Gözlerindeki o duygu, ihtiyaçtı. “Ca-nım… Yanı-yor.” Dediğimde gözyaşlarımın nedeni belirtmek istedim. Ben buradayım, korkma demesini bekledim.
Konuşmadı. Üzeri sıyrıklarla dolu elimi tuttu. Gözlerini, gözlerimden çekmedi. Avuç içimi öptü. Bu ben buradayım, korkmaya tekabül ediyordu. Küçükken öğrenmiştim.
Göz kapaklarım içimdeki duygulara rağmen ağırlaşıyordu. İzin vermedi. Tekrar yüzümü avuçları arasına aldığında, bir ses duymuştum. Ambulans sonunda gelmişti. “Bak bana. Gözlerini kapatırsan karanlığımda ışık olmaz.” dediğinde bağırıyor olmasına rağmen onu işitmekte zorlanıyordum.
Yanağımı okşamaya devam ederken, göz kapaklarıma yenildim. *
Ondan kendisini dinlemesini beklemişti. Oysa hangi yaşında dinlemişti ki? Hala beş yaşındaki o kız çocuğu karşısındaydı… Hiç değişmemişti. Yine burnunun dikine gitmiş, yara almıştı. Üstelik yarasını üfleyecek bir konumda da değildi.
Ameliyathane kapısının köşesine çökmüş, zemine bakıyordu. Onu göz göre ölüme yollamıştı. Evine girmeyeceğini, bilmesi gerekti. Elindeki kan, gözlerinin hedefi oldu. Sol elini kaldırdığında, kuruyan kana baktı. Gözünün önüne gelen nemli kehribarlar, hüzünlü değildi. Aksine heyecan dolu bir parıltıya kaplanmıştı. Ama yine de yanağından yaşlar süzülüyordu. Gözlerini kapattı. Direnmesi gerekti, değil mi? Herkesin dediği gibi o askerdi. Direnebilirdi.
Ameliyathane kapısı açıldığında, kalkmaya çalışırken anın gerginliğiyle iri cüssesine rağmen sendeledi. Bekledi. Gözleri birine daha yalvarmıştı. “ O, iyi. Sadece yirmi dört saat gözlem altında tutacağız. Geçmiş olsun!” diyerek bir esinti gibi geçip giden doktora ardından yüksek sesle teşekkür ettiğinde, buna kendi de şaşırmıştı.
Gözlerini sımsıkı kapattı. Derin bir nefes verdi. Hala huzursuzdu. Gözlerini açana kadar da bitmeyecekti. Gözünü açıp, sabaha kadar yanı başında konuşsaydı gıkını çıkarmazdı.
Gözlerini açtığında, ileriden buraya gelenler arkadaşları olmalıydı. O dallamanın da buraya gelmesinden hoşlanmadı. Kafasını geriye atarak, yırtık dondan çıkar gibi her yerden çıkıyor pezevenk” dedi mırıltıyla. Düşününce ona neydi? Herkesin hayatı kendi gibi tek düz olacak değildi. Onun gibi birini seven insanlar olacaktı. Kim sevmezdi ki Gül’ü? Sevilmeye layıktı. Bunlardan biri de bu herifti.
Ağlamaktan bitap düşmüş kız adımlarını hızlandırıp, ona doğru koştu. Önünde durduğunda, gözyaşlarını titreyen elleriyle silmeye çalıştı. Konuşmak istiyor ama hıçkırıkları müsaade etmiyordu. Buna rağmen karşısındaki kızı öylece izliyordu. Ne iyi ne kötü, diyordu. Böyle bir şeyi nasıl derdi ki? İyi dese bile yara almıştı. Canı yanmıştı, Gül’ün.
Yutkunarak, “İYİ.” Dedi. Yetmeliydi. Ama kendisine yetmeyen bu kelime karşısındaki kadına da yetmemişti.
Kaşlarını çatmış, acı bir soluk verdi. Anlıyordu ki tüm öfkesini kendisine kusacaktı. Alışkındı. Tanımadığı kişi sövse ne olurdu? “ Beraber miydiniz!” dediğinde ses tonundaki korkuyu bastıramıyordu. Bakışları kan olan elini bulduğunda, kafasını salladı. Beraber olsalardı, izin vermezdi. O, kıymık gibi batan dikenlere rağmen sarardı Gül’ü.
“Burada ne işiniz var!” diye soran dallama olarak sınıflandırdığı herifi umursamadı. Çekingen bir duruş sergilemeden tüm öfkesini dallamaya altın tepside sunacağından emindi.
Umay, “ Bir soru sordu? Ne geziyorsunuz burada?” dediğinde çatık kaşları hala düz bir hal almamıştı. Burada ne işi vardı hala… Bu sorunun cevabı için erkendi. Ancak onun uyandığını görmeden gitmeye niyeti de yoktu.
Karşısındaki kadından bakışlarını çekmedi. “ Onu buldum.” Dedi yalnızca.
Umay’ın gözlerindeki öfke bir anda tuzla buz oldu. Düşündüğü cevabı almamıştı. Burada olmasının nedeni, o değildi. Aksine yarasını sarmaya çalışmıştı. Gül, onu eksik anlatmış olmalıydı. Bir kalbi vardı.
Ortamdaki dakikalık sessizliği bozan bir telefon sesi dikkatleri Petek’in üzerinde toplamıştı. Telefonu cebinden çıkardığında, Süheyla ısrarla çaldırmaya devam ediyordu. Umay sağ tarafından, “ Buraya gelmesin, kendini yormasın” dedi. Ancak geçti. Çünkü koridorun sonundan buraya adımlayan Turgut ve Süheyla hızlı adımlarla yanlarına ulaşmak üzereydiler.
Demir kenardaki boş sandalyelere ilerleyerek, oturmaya çalıştığında sığmakta zorluk yaşasa da oturdu. Hemen yanı başına kanının bir türlü ısınamadığı dallama da oturunca bıkkın bir nefes verdi. Konuşacak gibi olan Efe, dilinin ucuna gelenleri geri yutuyordu. Neden iyi anlaştıklarını anlayabiliyordu. İkisi de susmak bilmiyordu. Merakları dinmiyordu. Sevilmek için konuşmak mı gerekirdi? Konuşmadan olmadığı kendine baktığından netti. Huyu huyuna suyu suyuna olması gerekirdi. Belki de bu yüzdendi, birbirilerinden hoşlanmaları. Başa dönüyordu. Aklını karıştırmasına müsaade ediyordu.
Düşüncelerini bölen ses, “Kim yapmış komutanım, bilginiz var mı?” dediğinde Efe’ye tip tip baktı. Bu bakış karşısında Efe kendini yeterince küçülmüş gibi hissetmişti. Cevap vermedi. Tahmin etmesi zor değildi ancak emin değildi. Albaya iletmiş, dokunulmayacak emrini almıştı. Boynumuz kıldan incedir, demeye niyeti yoktu. Garanti de vermemişti. Yalnızca içerideki kadının kehribar gözlerinin kısılarak sarılarını sunmasını bekliyordu. Yanındaki adam konuşmaya başladığında, gözlerini sinirle kapatarak, açtı. “ Ben biliyorum komutanım. Sizden saklamam doğru olmaz.” dediğinde avına odaklanmış avcı dönüşüyle Efe’ye baktı. Efe yeterince vicdan azabı duyarken, belki bu adama kendimi sevdirir Yazgı ’ya yardımım dokunur diye düşündü. “ Bekir Kara. Anlamış olmalı komutanım.” Dediğinde Demir kaşlarını çattı. Neyi anlamıştı? Çatık kaşları altında sönük yeşilleri cevap beklediğini oldukça net bir şekilde dile getiriyordu. Kısık bir sesle konuşurken, çabası Petek duymasın diyeydi. Umay çoktan doktorun yanına gitmişti. Turgut ile Süheyla ise ilerideki otomattan su alıyorlardı. “Evinden bir dosyayı ödünç aldık.” Dedi tane tane.
Sert bir kalkış yaptı. Efe’yi de tek eliyle yakasından tutarak kaldırdı. “ Ne bok yedin sik herif!” dediğinde Efe’ye kafa attı. Sandalyeye düştüğünde, tekrar kaldırdı. Efe onu itelemedi. Konuşmadı. Hak ettiğini düşündü. Kan, patlayan kaşından yanağına doğru süzülüyordu. “Avukat, bu dört oldu.” Dedi tıslayarak. Petek anın şokunda çıkmış, ayırmaya çalışmıştı. Sadece çalışabildi. Demir’in ne elleri ne de bedeni milim kımıldamıyordu. Turgut, Süheyla ile yanlarına geldiğinde Demir’i çekmeye çalıştı. Karşısındaki adama kitlenmiş olan komutanını onca yıl boyunca bir kez denk gelmiş, şimdi ise ikinci olmuştu. “Çek elini, Turgut.” Dediğinde dişleri arasından çıkan sözcükleri sert bir taş gibiydi.
Hazır ol pozisyonunda, “emredersiniz komutanım!” dediğinde komutanının yaptığı bu hareketin onun nezdinden geçerli bir nedeni olmalıydı.
“ENİŞTE… Ne saçmalıyorsun, ayırsana şu ayı kılıklı adamı.” Dediğinde Turgut Petek’e öyle sert bir bakış atmıştı ki geriye adımlayan Petek, yutkundu.
Yakasından çekiştirerek, “benimle gel lan!” diyerek ilerledi. Boş bir oda bulana kadar sürükledi. Odaya girdiğinde kapıyı sertçe kapatarak, fırlatır gibi bıraktı. “ ANLAT!” “dediğinde sabrının son demleriydi.
Efe adamın bu kadar ileriye gideceğini düşünmemişti. Vicdana azabı kalbini kavuruyordu. “ Ben onlardan belge aldım. İşbirlikçileri ve mühimmat yerlerinin listeleri.”
Hala dizginlerini eline alamadığı sesiyle, “Neden o?” dedi. Neden zarar gören sen değildin, diyordu. Anlamıştı Efe.
Yutkunarak, hak verdi. O olmalıydı. “ savcı benim görünmez olmamı istedi. Bu yüzden benden asla şüphelenmediler.” Dediğinde soluğu taşıyordu.
“Belgeler…” Hayır dercesine kafasını salladı.
“Belge Yazgı’ da değil, bende de değil.” dedi.
Demir kafasını salladı. “ Dallama tane tane sordurma!” diyerek cevap bekledi. Daha fazla hırpalamak istiyordu ancak gözlerini açan kadında hüzün yaratmakta istemiyordu.
Efe, net bir şekilde “ Belgeyi sakladı. Bana yerini söylemedi. Söylemez de.” Dediğinde kafasını sallayarak, “ belki size güvendiğinde söyler.” Bakışlarını yerden çekerek, Demir’e çevirdi. “ Size güvenirse bizzat elinize verecektir. Bunun içinde zamanda fazlası gerek komutanım. Siz ona daha yakınsınız” diyerek çenesinde hissettiği kanı sildi. Güvenini kazanman gerek, albayda böyle demişti. Onu korumak içindi. Bu adamda bunu istiyordu. Ancak kazandığı güveni yerle bir eden kendisi olursa? Kendine güvenmiyordu.
Efe elindeki kana baktığında, “ Bir iki tane daha vurun, komutanım. Ben hak ettim.” Dediğinde dik bakışlarıyla Efe’yi dövmüştü. Kendi elindeki kana kayan bakışlarıyla, içli bir soluk verdi. Kapıya doğru adımladığında, “Komutanım, bu odaya yazıyorum. Bizden harika bir ikili olacak.” Diyen Efe omzunun üzerinden baktı. Sabır dileyerek, odadan çıktı.
Ona adımlamasına müsaade etmemişlerdi. Albay’ın ona seslenmesiyle, omuzları dikleşti. Emir komuta geçerek, ardına döndü. “Burada ne geziyorsun, asker!” diyen albayın kaşları havalanmıştı.
Tereddüt yaşamadan, “Görev, komutanım!” dedi
“Uyuyan biri ne yapabilir?”
Kısa bir cevaptı. “Güven, komutanım!” Kafasını aşağı yukarı sallayan adamda hiçbir duygu yoktu. Kan bağı vardı aralarında, hiç mi üzülmüyordu? Yetim bir piç gibi hissettiren babasını gördü, tam karşısında. Hissettiği duyguyu annesi ile birlikte gerçeğe döndürmüştü. Arkadaşlarının gözünde yetim, öksüz bir piç olmuştu. Annesi demişti ona…
Sen olmasaydın çok daha erken evlenirdim.
Şimdi kocam seni istemiyor.
Sen mutlu olamayacaksın diye ben de mi mutluluğumdan feragat edeyim, Kurt.
Yetimsin, öksüzlükte koymayacaktır. Git, evimden.
Bu bedenine rağmen ağır gelmişti. Bu duyguyu yaşadıysa, nasıl göğüs germişti? Her gece ağlamadan durabilmiş miydi?
Albay’a nasıl baktığını bilmiyordu ama dikkatini çekmiş olmalıydı ki omzuna dokunmuştu. “ Üzerim ama her anında akrasına gizlenir korurum.” Dedi. Önüne siper olsanıza, diyemedim. Üzmeyin Gül’ü, diyemedi. O üzüldükçe değersiz hissettiği için kaybedecek kimsesinin olmadığını düşünüyordu. Bu yüzdendi, burnunun dikine gitmesi.
Yoğun bakım kapısına kadar beraber ilerlediler. Ameliyathane kapsının önünde oturan bedenler eksilmemişti. Turgut’un albayı fark etmesiyle ayağa kalkması bir olmuştu. Albay’ın eli bu defa Turgut’un omzundaydı. Hadi eşinle daha fazla yıpranmayın.” Dediğinde sesi itiraz istemeyecek kadar sertti.
“Emredersiniz!” dediğinde Süheyla kaşlarını çatmış, itiraz edecekti ki…
Albay, “ hepiniz işinizin başına. Umay sende! Yeğenim uyandığında, yorgun gözler görsün istemiyorum.” Dediğinde kimseden çıt çıkmadı. Demir, Albayın Umay’a olan bakışlarını garipsedi. Onu yakından tanıdığını düşündü.
Umay, gözlerini kısarak “ bende gidersem, siz bu halinizle nasıl bekleyeceksiniz? Her an tansiyonunuz tavan yapacak gibi bir haliniz var.” Diyerek konuştuğunda Turgut dışında kimse şaşırmamıştı. Ölüm fermanını imzalayan birine bakıyordu, Turgut.
Ancak beklediği olmadı. Albay sakin bir ses tonuyla, haklısın tansiyonum düzensiz. Bu yüzden burada.” Dediğinde gözleri Demir’de son buldu. Kaç saattir uykusuz olduğunu bilmediği askerde zerre şaşırma yoktu. İtiraz da etmedi. Aksine siktir git dese bile gitmeyecekti.
Umay her ne kadar memnun olmasa da Albay’a itiraz etmek de istemedi. Bir bildiği olduğunu düşündü. Kafasını sallayarak, onayladı. Arkadaşının kalbi ona ise güvenebilirdi. Efe ve Petek’in kolunda çekiştirerek koridordaki asansöre sürüklemeye başladı. Ardından Turgut ve Süheyla’ da daha yavaş adımlarla eşlik ettiler.
Onlar gözden kaybolduğunda Albay, boş olan sandalyeye oturduğunda Demir’e de oturmasını emretti. Yanına oturan Demir’in ellerine bakmaya devam ederek, “silmemişsin!” dedi.
Kıyamadı. Acıyla akıtılan bu kanın elinden akıp gitmesine izin veremedi. “Kan lekesi kolay geçmiyor, komutanım.” Dediğinde eline bakmaya devam ediyordu. Ahmet, Kerem, Erkan… Daha nice arkadaşlarının kanı vardı ellerinde. Hepsine yalvarmıştı. Söz dinlememişlerdi. Geride kalmıştı. Baktığı ellerinden hiçbir fayda gelmemişti. Yalnızca avuç içlerinde yanık izleriyle kalmıştı. Onların acılarıydı.
Bu eller arkadaşlarına bile mezar kazdı, sıra kocama mı geldi? Uğursuzsun Kurt! Elinin değdiği her şeyi kurutuyorsun.
Geçmiş karşıma bir de beni mi avutmaya çalışıyorsun? Hem de bu yaradan görünmeyen ellerinle…
Ellerin pis. Dokunma, saçlarıma.
Annesi yakmıştı, ellerini. Yine de kan izlerini geçirememişti. Ateşin ellerinde alev alışını izledi. Ne söndürecek bir suyu oldu, ne de kimsesi. Annesinin gözlerinde en ufak yürek sızısı görmemişti. Bir evlat değil… Bir insan nasıl sevilmez, öğrenmişti. O gün, sevse bile sevilmeyi hiç istemedi. Uğursuz bir adamdı. Karşısındakine de koca bir hiçlik olurdu. Elleri ölüm getiriyordu. Gül’e de getirmişti. Kapı önünde oyalamasaydı, o dallama ile gidecekti. Rastlaşmayacaktı, o sikik herifle.
“Acıyı her daim diri tutar, çıkmayan leke!” diyen Albay’a içli bir nefes alarak baktı. Acının her daim diri tuttuğu beden? Hala hayatta olan beden çürümeye mahkûm tutulacaktı.
Demir, yalnızca kafasını salladı. Dudakları arasından hiçbir şey dökülmedi.
Albay, yan yan bakmaya devam ettiğinde “Avukata ne oldu?” dedi.
Ne bir tedirginlik ne bir utanç vardı. Pişman değildi. “ Ben yaptım!” diyerek de dile getirdi.
“Öyle olur olmadık yerde olmasın, bir dahaki sefere köşeye çek!” dediğinde Efe’nin de işin içinde olmasından memnun değildi.
Albay yüzüne belli belirsiz tebessüm takındığında, “endişeniz olmasın!” diyerek emri aldığını söyledi. Albay ayağa kalkarak, üzerindeki üniformayı düzenledi.
Demir’in gözlerinin içine bakarak, “ Devlet beklemez, evlat!” dediğinde bakışları git gide soğuyordu. Neden bana güveniyorsunuz, demek istedi. Bir askerde olsa kızını güvenebilir miydi? Gözünden bile sakınırdı. “ Elimde büyüdün, evlat! Hem beni görmesinden seni görmesi daha iyi olacaktı.” Diyerek adımladığında bu söze dudağı alayla kıvrılmıştı; onu görmesi mi iyi olacaktı? *
Kulaklığında müzik eşliğinde Mardin sokaklarında sessizce ilerliyordu, Petek. Ablasının irmik aşermesiyle markete doğru yola çıkmıştı. Bulabilirse ruh sağlığı için iyi olacaktı. Eniştesi de köydeki bir teyzeden tereyağı almak için gitmişti. Tereyağımı bir nebze anlamaya çalışabilirdi ancak düz irmiği bir insan nasıl yiyebiliyordu?
Sakindi. Yeğeni içindi, bu çileler. İlerlemeye devam etti. O sırada yanından hızla geçen bir cip ile yol kenarındaki su birikintisinin boylu boyunca üstünü ıslatmasıyla neye uğradığını şaşırmıştı. Üstelik cip durmamıştı bile.
“Senin süreceğin arabanın; tekerleğini de, direksiyonunu da, vitesini de söküp satayım, pezevenk!” diyerek bağırdı. Üzerindeki ceketin fermuarını yarım açtığında, altında sütyen dışında bir şey olmadığını gördü. Ablasına da eniştesine de bela okudu. Acele ettirmeselerdi, bir şeyler giymeye fırsatı olacaktı. Ama ölüm döşeğindeymiş gibi konuşmuşlardı. Sabredecekti. Geçecekti. Çocukları doğduğunda ellerini eteklerini üzerinden çekeceklerdi. En azından ilgileri çocuklarına kayacaktı.
Markete yaklaştığında kaldırım kenarına park edilmiş arabayla, kendisini gafil avlayan araba aynıydı. Düşündü, Petek. Daha yeni karakola düşmüş, sayılırdı ama bir şeyler yapmasa da içinde kalacaktı. Bu arabayı çizmesi gerekti. Ancak çizerse öterdi. Uzaklaşmadan anlaşılırdı. Kaçamadan yine gafil avlanırdı. Köşeye bırakılmış Tuborg şişesiyle ne yapacağına karar vermişti. Hızlıca adımlayarak şişeyi eline aldı, kaldırım kenarında kırdı. Kırılan parçalardan dört tane alıp etrafa bakındı. Önce sağdaki tekerlere dört tane kesik attı. Ardından sol tekerlere dört tane kesik atarak, cam parçalarını toplayabildiği kadar toplayarak çöpe attı. Kısa ve öz bir çözümdü.
Marketin giriş kapısına kadar geldiğinde kapıdan ani bir şekilde çıkan biber gazı sıktığı adamdı. Asker üniformasıyla gözüne bir tuhaf gelmişti. Bilinçaltının ona işlediğine göre saygı duyması gerekti. Bu üniformadan kaynaklıydı. Bu kadar asil durması, tuhaf bir durum olmamalıydı.
Yüzünü buruşturduğunda, karşısındaki adam kendisini baştan aşağı süzmüştü. Gülmek ve gülmemek arasında gidip gelen adama, göz kapattı. Bir kez daha arabayı süren adama, sövdü. Askeri es geçerek, markete girdi. İrmiklerin olduğu reyondan aldığı paket ile kasaya geldi. Gözleri ister istemez dışarıya kaydığında, o arabanın önünde telefonla konuşuyordu. Sıra ona geldiğinde elindeki irmiği uzatsa da bakışları hala dışarıya kayıyordu. Kartını okuttuğunda, arabanın kapısını açmıştı. “İşte şimdi büyük boka bastım.” Diyerek mırıldandığında kasa da duran kızın ona seslenmesiyle bakışları yön değiştirdi.
“Hanımefendi, sıra da bekleyenler var.” Diye sert bir uyarı aldı. Normal zaman diliminde tartışabilirdi. Ancak adam onu görmeden kaçması gerekti. Eniştesi ona sahip çıkardı. Yani öyle düşünüyordu. Yine de şaşkınlığını da görmek istemiyor değildi.
Eliyle dışarıdaki arabayı gösterdiğinde, “ Başka bir çıkış var mı? Şuradaki adam…” dediğinde kekeledi. “ Benim...”
“Sizin ne?”
“Sevgilim…di” dediğinde kendi bile şaşkınlığını gizleyemedi. Aklına kazıyan Efe’ye de sövdü. Her boktan çıkıyordu.
Kasiyer kız, kaşlarını çattığında, “sizi rahatsız mı ediyor?” diye meraka karışan öfkeyle sormuştu. Bünyesini kaplayan endişeydi. Ne diye öyle demişti? Başına ne geliyorsa, bir türlü tutamadığı ağzından geliyordu.
Öksürerek, “Hayır, kötü bir ayrılıktı. Ve beni görsün istemiyorum.” Dediğinde aklına kurtlar vadisi Çakır’ın ölüm sahnesini getirerek, timsah gözyaşlarını akıtmıştı. Çakır ne adamdı, diye yersizce aklı farklı yere kaydı. Aklına geldikçe göz doluyordu.
Karşısındaki kız ve ardındaki iki müşteri ne yapacaklarına şaşırmış gibiydiler. Gözlerinde endişe vardı. Onları kullandığı için utanıyordu. Kasiyer kız yanına gelerek, koluna dokunduğunda, başka bir çıkış var mı, gerçekten üzgünüm.” Diyerek gözyaşlarını silmişti. İşin ucunda ablası olmasa çıkar ben yaptım diyebilirdi. Ancak ablasının tehlikeli aylarıydı. Birde bu yaptığından dolayı strese girecekti. Elbet karşısına geçerek, içten söverek kafa atacağı bir an olurdu. Daha buralardaydı.
Kolundan çekiştiren kasiyer kız, “var” diyerek sebze reyonlarının arkasına doğru götürdü. Camdan dışarıya kayan gözleriyle, büyük bir ateş topunun buraya doğru geldiğini gördüğünde, biliyordu şerefsiz o yüzden baştan aşağı süzdü, diyerek mırıldandı. Bilerek dahi yaptığını düşünüyordu.
Arka çıkıştan çıkarak, koşar adım elindeki irmik ile ilerledi.
Özgür ise markete girdiğinde güvenlik kamerasını sormuş, arızalı yanıtını almıştı. İçinden şansına söverek, soludu. Elle tutulur kanıtta yoktu. “Burada üstü yarı ıslak sarışın…” dediğinde yanındaki kırmızı eşarplı teyzenin araya girmesiyle cümlesi havada kaldı.
“Bir de utanmadan kızı mı soruyorsun?” dediğinde afallamıştı. Kaşları şaşkınlıkla havalandı. Niye utanması gerekti? Utanması gereken tek kişi o sarışındı.
Tam ağzını açacağı sırada teyze tüm öfkesiyle tekrar konuştu. “ bir de arsız arsız gelmiş kıza bakınıyor. Hem kızı ortada bırak, hem de sor. Erkek yedisinde neyse yetmişinde odur diye boşa dememişler.” Diyerek geçmiş ve geleceğe dair tüm öfkesini Özgür’e kusmuştu.
“Allah aşkına, ne ortada bırakması teyze? Gelmişsin amcanın nefretini benden çıkartıyorsun. Ben mi terk ettim seni? Amcaya anlat bunları.” Dediğinde teyzenin bakışlarından irkilmişti.
Kasiyer kız araya girerek, “ askersin diye saygı gösterdik. Bir dur bakalım orada.” Dedi sert bir sesle. “ Hem kızı ağlat hem de ben ne yaptım de.”
Kim kimi ağlatmıştı? Hiçbir şey anlamıyordu. Zaten başında yeterince sarpa sarmış olay varken… “ Ben kimi ağlattım? Görmüyor musunuz, daha yeni girdim markete.” Diye isyan edercesine konuştu. Karşısındaki üç kadında iğrenircesine bakışlar atmaya devam ediyordu.
Gözlüğü olan diğer teyze, “ cevap versene! Ne halt ettin de üzdün kızı?”
“Hangisine?” dediğinde üç bedeninde kaşı senkronize olmuş bir şekilde çatıldı. Restorandaki esmer Ela, bardaki esmer Derin, geçenler de otostop çekip arabasına bindiğinde evine davet etmesine rağmen görevi olduğunu söyleyerek reddetmek zorunda kaldığı Pınar’da olabilirdi. İsim vermeleri gerekti. Liste uzayabilirdi.
Hiddetle konuşan kasiyer, “ bir de hangisine diyor? Ablamın emeklerine yazık.” Dediğinde kaşlarını çattı, Özgür.
Sorgular bir ifadeyle “Ablan…” dedi. Hassiktir, diyerek içinden geçirdi. Bir de ablası mıydı? Bu boktan nasıl çıkacaktı peki? Kimi aramaya gelmişti, olay nereye gelmişti? Artık sınır koyması gerekti. Bir daha Mardin sınırlarında ailesi olanlar ile muhatap olmaması iyi olacaktı. Kimseyle yüz göz olmazdı. Bu kadarı ayıba kaçardı, diye düşündü.
“ Abla ya… Ne güzel de kız. Boyu posu yerinde. Birde ne güzel parlıyordu sarı saçları. Onu üzerken yüzün kızarmadı?” dediğinde kaşları yaşadığı öfke patlamasından havalandı. Aklına gelen ilk sarı, kapı önünde yeniden karşılaştığı yürüyen felaketti.
Ağızlarından laf alabilirim ümidiyle sorusunu sormuştu. “Ne hata yapmışım?” diyerek teyzelere baktı.
“Bir de ne hata diyor, Hatice. Evlerden ırak böyle damat! Daha ne yapacaksın, eski yavuklusu olarak sahipsiz bırakmışsın süzme bal gibi kızı.” Diyen teyzeler olayı daha da berbat bir hale itelemişlerdi.
“Eski…” dediğinde alayla belli belirsiz sırıtarak, “Ben miymişim o?” dedi.
“Sen eski sevgili değil misin, onu sormadın mı?” diyen kasiyere döndü bakışları.
“Öyleyim herhalde. Garip bir ilişkimiz var kendisiyle. Daha dün karakola düştük.” Üç kadında merakla devamını bekledi. Oyuna devam etti, Özgür. Birazda bu çeneleri o çeksin, istedi. “ Bana annen bu eve gelirse ben giderim demesin mi? Ben de annem öncelik deyince evi yakmaya kalktı. Bu ayazda…” dediğinde dışarıda ayaz olmamasını umursamadı. “ Ben ne yapayım, Teyze. Senin oğluna böyle deseler, ne yaparsın?” diyerek gerçek manada yakınıyor gibi iyi bir oyunculuk performansı sergiliyordu. Teyzelerin bakışları yumuşasa bile kasiyerde bir değişim olmadı. İşte böyle kendine hayran bırakırlar sarı, diyerek içinden geçirdi. “ Neyse vaktinizi çaldık. Biraz kaçık olsa da idare ediyoruz.” Diyerek market kapısına adımladı. Gideceği ilk yer Turgut abinin evi olacaktı. Tadı damağında kalmış bir eğlence vardı. *
Gözlerini açmasını bekliyordu. Bir umut ışığıydı. Ancak yoktu. Kimse bir şey de demiyordu. Onun yirmi dört saati bu kadar uzun olmazdı. Şimdiyse geçmek bilmiyordu. Akrep, yelkovana takılı kalmıştı.
Başını geriye atarak, yutkundu. Gözlerini kapattı. Kehribarlardan süzülen yaşlar, karanlıkta belirdi. Karanlıkta farkında olmadan aydınlanmıştı. Gözlerini açmak istemedi. Gitsin istemedi. Ama akan yaşlara da kıyamadı. Arkadaşları dışlayınca kendisine koşan kız çocuğuna kıyamadığı gibi… Gözlerini hızla açtı. Geçmişti.
Başını elleri arasına aldı, bu defa da. derin bir iç çekti. Düşünceleri dönüp dolaşıp, onda son buluyordu. Onu görmesi akıl sağlığı için iyi miydi? Akılını bulandıran düşüncelere gömülüyordu. Ondan ne gidebiliyordu ne de yaklaşabiliyordu. İki şekilde de zarar ziyan olurdu, ona. Ara ara kendine bunu hatırlatıyordu.
Kendine yaklaşan hemşireyle, ayağa kalktı. “Burada yorulduysanız eğer, boş bir oda…” diyen hemşirenin cümlesinin sonunu getirmesine izin vermedi.
“Gerek yok!” diyerek kestirip attı.
Yoğun bakım odasına yönelen hemşirenin adımları durdu. Ağır ağır Demir’e döndüğünde, “ siz hastanın neyi oluyorsunuz?” dedi. Neyi oluyordu? Hangi sıfatla burada bekliyordu? Tek bir cevap vardı; görev.
Boğazında düğüm olmuş cümleleri zihnine meydan okudu. “ Oldukça yakınıyım!” dedi. Kalbi, savaşında ağır bastı.
Kafasını aşağı yukarı sallayan hemşire, “ görmek isterseniz, benimle gelin,” dediğinde yersiz bir duygu kalbini ferahlattı. Adımlarına engel olmak istemedi. Hemşireyi takip ederek, kendine uzattığı önlük ve boneyi aldı. Boneyi giydiğinde, önlüğü takamadığı için mırıldanarak sövdü. Kendine adımlayan hemşireyle, geriledi. Kendi işimi kendim hallederim, demekti bu. Zor da olsa bağladığında yoğun bakım odasına girmişti. Çoğunda perde çekiliydi. İlerideydi. Ağzındaki maskesi, üzerindeki örtüsü çıplaklığını kapamış, göğüs kısmından çıkan kablolara bağlıydı. Kalp atışları ilk defa yanında olmasına rağmen tek düzdü. Panik, heyecan, öfke yoktu.
Sessizliğinin bu kadar sızı getireceğini bilseydi sus demezdi. Baktı. Sargı bezine dolanmış elini tuttu. Avuç içini öptü.
Kurt insanlar neden avuç içini öper biliyor musun?” dedi minik kız… Heyecanlıydı ki Kurt’a yeni bir bilgi geçecekti.
“Biliyorum. Ben buradayım korkma, diyemedikleri için.” Dediğinde hoşnutsuz ifadesiyle yüzünü buruşturdu.
“o zaman…” dediğinde gözleri bir hinlik düşünürcesine parlamıştı. “ benim avuç içimi de öpecek birisi olacak mı?” diyerek bekledi.
Kurt burnundan soluyarak, “Olmayacak.” Dediğinde huzursuz hissetti. Birileri olacağını biliyordu ama onu unutacağını düşündü. Sol elini alarak, avuç içine minik bir öpücük kondurması çok sürmedi.
“Buradasın. Korkmuyorum kine.” Minik kız, istediğini almıştı.
Demir, elini bıraktığında mırıldandı. “ Buradasın, korkmuyorum kine.” Dedi yeniden. Öyle derin bir gülüş belirdi ki yüzünde Demir’in… Gözleri dahi kısıldı. Konuşmak en büyük eğlencesi, diyerek yüzündeki tebessümü söndürmedi
Hemşirenin seslenmesiyle kapıya adımladı. İstemese de dışarıya çıkmıştı. Kapı aralarında aşamadığı demir parmaklık oldu.
Teşekkür ederek, yerine yeniden oturdu. Çok geçmeden, ayakucunda bir çift postal belirdi. Başını kaldırdığında Kağan’ı görmesiyle tekrar aynı pozisyona döndü. Yanı başına oturdu, Kağan. “Başkan hastane dedi, bir şey olduğunu düşündüm.” Dediğinde cümlenin sonunu dinlemediği belliydi.
Demir sert bir şekilde soluyarak doğruldu. “ Sonunu da bekleseydin.” Dedi
Kağan, Demir’e doğru dönerek, “o kadarına tahammülüm yoktu. Az uyudum.” Diyerek arkasına yaslandı. “Nasılsın?” diye ekledi.
Demir’de arkasına yaslandı. “Yarası olan ben değilim.”
Kağan ise sırıttı. “O yaranın sana uzandığını biliyorum.” Dediğinde bakışları Kağan’a kaydı. Sikik sikik konuşma, der gibi bakıyordu. Kağan bakışlarından bunu anlamıştı. Susmadı. En iyi ihtimal karargâhta tur attırır, en kötü ihtimal böcek toplatır bakıcılık yaptırırdı. “ Öyle bakma! Sabahtan beri buradasındır. Yanmışsın, komutanım!” dedi.
Noktalamak istercesine, “ devlet ne derse o!” Kağan’ın gülüşü yavaş sönerken taşlar yerine oturuyordu. Hepsine bir açıklık getirebilirdi. Ancak… Askeriyeden kaçması? Uğruna askerliğini yakmayı göze aldığı beklediği kadındı. Yanındaki adam çelişiyordu. Belki de kendine açtığı savaşın son ayaklarıydı. Hiç kimsenin olmak istemediği raddeydi. Kendinle olan savaşın kazanını olmazdı.
Eliyle saçlarını karıştırdığında, “Anladım! Siz gidip biraz dinlenin. Ben buradayım!” dedi.
Belini doğrulttuğunda, başını sakin bir hareketle Kağan’a çevirdi. “Gerek yok!” Netti.
Düz bir ifadeyle, “Git ve Özgür ile ilgilen, diyorsunuz…” diyerek cevapladı, Kağan. Demir, derin bir nefes alarak iç çekti. Ne yaptığını sormadan, cevabı gelmişti. “ devlet malına zarar. Güvenlik kamerası yok. Üstüne kaldı.” Diye konuşurken, Demir’in bakışları Kağan’ın omzundan ileriye doğru yöneldi. Kağan’da cümlesini ara vererek, ardında döndüğünde, buraya adımlayan bir doktordu.
Umay, ayakuçlarında durduğunda “Merhaba!” dediğinde Demir kafasını salladı. Kağan hiçbir tepki vermedi. Boş boş bakmaya devam etti. “siz gidebilirsiniz. Ben artık buradayım.” Dediğinde tebessüm etmeye çalışsa da başarılı olamadı.
Demir, ayağa kalkarak “ emri çiğneyemem.” Dediğinde karşısındaki kadın hoş karşılamamıştı. Sesli bir nefes verdi. Önüne gelen herkese kendini açıklamak zorunda kalmak kadar boktan bir durum olmadığını düşündü. İlk defa birilerine kendini açıklamaya çalışıyor, üstelik karşısındakilerde kırıcı tek bir kelime etmeden onu dinliyorlardı. Alışık olmadığı için rahatsız hissetti.
Umay, burnundan soluyarak;
“Böyle bir emir mi olur mu? Saçmalık!”
Kağan’ın vücudu gerildi. Hoşlanmamıştı. “ Biz emirleri sorgulamaz. Uygularız. İkinci bir emre kadar da uygulamaya devam ederiz, Doktor Hanım!” diyerek kabaran milli duygularına engel olamadı. Umay’ın bakışları Kağan’a kaydığında yüzünü ekşitse de bir şey demedi. Haklı olduğu için sustu. Ancak bu kadar sert bir çıkışa gerek yoktu.
Kağan’ın aksine kibar bir şekilde, “boş yere kendinizi yormayın istedim.” diyerek zerre pişmanlık duygusu içermeyen cümlesini ortaya döktü. Lafın gelişi düşünceydi. Onları burada istemediğini açık bir şekilde ekşittiği yüzünden anlaşılıyordu. Kendisi buradayken başka birine ihtiyacı yoktu.
Kağan Umay’ın küstah tavrına göz devirdi.
Demir ise etrafta göz gezdirdiğinde, “ben buradayım, işinizle ilgilenin.” Dediğinde konuşma bitsin istedi.
Kağan gözü önünde yaşanan kıskançlık krizine karşı kaşlarını havalandırdı. Gülmek ve gülmemek ikilemine girdi. Bir kez daha emin olmuştu; Komutanı yanmıştı. Buna şaşıran bir tek Kağan olmamıştı. Umay’da lal olmuştu. Beklemiyordu.
Umay hafif bir öksürükle, “Anladık askersiniz!” diyerek ellerini önlüğünün cebine koyarak, “ben yine de ara sıra gelirim.” Dediğinde koridorda geldiği yöne ters bir yön izleyerek ilerledi.
Kağan ardından, “Yıldırım gibi geldi. Atmadan gitti.” diyerek Demir’e döndüğünde “ yerinde olsaydım, sizi döverdim.” Dediğinde dik bakışlarını esirgemedi.
Ellerini belinde birleştirerek, “ gitmezsen ben seni döveceğim.” Dediğinde emredersiniz, diyerek asansöre yöneldi.
Koridorda yine tek kalmıştı. Oturdu. Arkasına yaslandı. İç çekti. Boş bakışları tavana değdi. Kağan’ın dediklerini düşündü. Kaderin duvarları yıkılmamalıydı. Yerini bilmesi gerekti. Daima net olan adam, bir kadın uğruna döneklik yapıyordu. Hiçbir cümlesi kendiyle uyuşmuyordu. Belki de korkuyordu. Değer verdiği birinin nefretini izlemek…. Bunu yeniden yaşamak istemiyordu. Yaşamayacağının garantisi de yoktu.
Ona değer veriyordu. Ancak bu aşk denen boktan duygu değildi. Bu bir nevi geçmişe duyduğu özlemdi. Ona, geçmişlerine özlem duyuyordu. Mutlu olduğu geçmişinin, her an diliminde o vardı. Fazlası olamazdı.
Yaklaşan adım sesleriyle, sinirle gözünü kapattı. Yine kim geliyordu, diyerek başını adımların geldiği yöne çevirdiğinde, koşar adımlarla ilerleyen doktor ve hemşireyle kendisi de hızla ayağa kalktı. Sinirin yanına eklenen telaşı, göğüs kafesini daralttı. Duraksamadan yoğun bakım yazılı çizgiyi aştılar.
Bir sağa bir sola adımladı. Başa döndü. Bir sağa bir sola adımladı. Adımları belki de yaralı, şehit arkadaşlarını taşırken bu kadar titrek olmuştu. Dakikalarca beklemeye çalıştı. Kendine sövdü. Ona yakın olamamasına öfkelendi.
Kapıdan gelen sesle, adımları mıhlandı. Bakışları oraya kaydı. Çıkan doktorun önünde, dikildiğinde cevap bekledi. Doktor yutkunarak, “maskesini çıkarmış, alarm o yüzden devreye girmiş.” Diyerek Demir’e değmeden ileriye adımladı. Doktorun cümlesi ile kalbindeki çölde bir gül açmıştı. Tam anlamıyla ferahlamış hissetti. Ağzı dursa eli durmuyordu. Durmasındı da. Böylesi herkes için en iyisiydi. Ardından çıkan hemşire, “onu şimdi normal odaya alacaklar. Ben size haber vereceğim.” Diyerek gitti. Hemşire kalbindeki güle solmasın diye su serpiştirmişti.
Oturmadı. Ayakta bekledi. Bıkmadı. Usanmadı. Kırk iki dakika sonunda ona adımladı.
Demir parmaklık olarak gördüğü o kapıya değen ellerine baktı. Hala kan izleriyle doluydu. Yutkunarak, açtı. Adımladığında içeride bulunan hemşire serumuna bir şeyler ekliyordu. “ Geçmiş olsun!” diyerek kapıya adımladı hemşire. Köşedeki sandalyeyi tek eliyle çekip oturduğunda, gözlerini kırpıştıran kadına kaçak bir tebessüm etti. Uyumuyordu. Kendisi ile bariz bir şekilde oyun oynuyordu. Ayak uydurmaktan çekinmedi. Ayağa kalkarak, adımladı. Kapıyı açtığında çıkmadı. Tekrar kapattığında, “ Oh...” Diye bir ses işitti.
Görüş acısına girene kadar adımladı. Duvarın köşesine omzunu yaslayarak, kollarını birbirine bağladı;
“Ne haber çakma savcı?” diyerek göz kırptı. Karışışındaki kehribarlar, sudan çıkmış balık misali, şaşkın, masumdu. Kalp atışlarının hızlanması, bağlı olduğu makineyi de etkilemişti. İkisinin gözleri de makineye kaydı.
Ani atağıyla, “ Korktuğum için.” diyerek sona doğru sesi kısılmıştı. “Nasılsın?” dediğinde Demir’in kaşları kavislendi. Bu haldeyken önceliği kendi olmalıydı. O değil.
“Şimdi çok daha iyi olduğuma emin olabilirsin.” Diyerek omzuyla duvarın temasını kesti.
Gül, bakışlarını kaçırarak “ sevindim.” Dedi
Karşılığında, “ben de…” diyerek yanıtladı, Demir.
Yalancı bir öksürük ile bir ön hazırlık yaptı. Ardından, “ Çenemi özlediğiniz için burada olduğunuzu düşünmüyordu.” Dediğinde karşısındaki adamın ağzından laf almak istedi.
Duraksamadan, “ düşün o zaman.” Diye bir cevap geldi, Demir’den. Yaşadığı şaşkınlıkla yüzünün aldığı hal, kalbindeki tebessümü büyütmeye yetmişti. Sandalyeye oturarak, arkasına yaslandı.
Onaylanmak istercesine “Buradasın…” dedi, Gül.
Onayladı. “Kovsan bile buradayım.” Dedi.
Kaşları sorgularcasına havaya kalkan kaşları ile “ neden?” Demir’in eli ensesine gitti. Sandalyede biraz eğildiğinde, Gül’e yaklaştı.
Elini ensesinden indirdiğinde, “ sahi neden? Neden evde kalmadın?” diyerek içli bir nefesi aralarındaki boşluğa doğru soludu.
Bir hızla, “bana emir verebileceğin bir konumda olmadığın için.” Dediğinde bu denli açık sözlü olmasına şaşırmıştı, Demir. Çünkü cümleleri tek bir seferde çıkıyordu. Düşünmüyordu.
Çenesi gerildi. “ sana emir vermiş olsaydım, evden çıkmayı aklından dahi geçiremezdin.” Dediğinde yeniden geriye doğru yaslandı. Karşısındaki kadının gözlerindeki afallama hoşuna gitti.
Tedirgin bir sesle, “ ne diye üste çıkmaya çalışıyorsun ki?” diyerek dudağını büzdü.
Gözleri bir an dudağına ve hemen üzerindeki aklına kazıdığı o ben arasında gidip geldiğinde, “ üste çıkmış halime şahit olmayı istemiyorsan, susmalısın.” Dedi. Bakışlarını dudaklarından kopardığında, gözlerine değdi. Heyecan vardı. Derin bir yutkunuşla gözlerini kaçırıyordu, Gül. Kaşları çatıldığında, iyi misin demek istedi.
Ekşiyen yüzüyle,“ ben hastayım. Susması gereken sensin.” Dediğinde sesindeki kısılmaya karşı ayağa kalkarak ona yaklaştı.
İçli, sıkkın bir nefes aldığında, gerilmişti. “ Konuştukça canı yanacak sensin. Kendine gelen kadar, çeneni tut.” Dediğinde kuruyan dudaklarını ıslattı. “ Ben seni iyi olunca da dinlerim.” Diyerek yumuşak bir ses tonuyla eklediğinde acısını belli etmemek için kırk takla atan kıza baktı.
Yalnızca, “tamam…” dediğinde bir çocuk gibi masum bakmıştı. İtiraz etmeden onaylamıştı. Eli karnına gittiğinde, kaşları hala çatıktı. Canı yanıyordu, o izliyordu. Elinden hiçbir şey gelmedi. Ancak yatağın köşesine oturarak, karnındaki eline tutundu. Bakışları birleşen ellerine kayan Gül, yavaş yavaş teslim oldu.
Onun gözünü kapatmasıyla, kapı açıldı. Elini hızla çekerek, yataktan kalktı. Ensesine giden eliyle, ardına döndüğünde, “komutanım…” dedi beklemiyormuş gibiydi. “merhaba. Uyandı deyince bende hasta ziyaretinde bulunmak istedim.” dediğinde Demir’in gözleri ellerindeki bir buket lale ve çikolatada takılı kaldı. Çene kası seğirdi. Gözlerini, dallama olarak adlandırdığı Efe’ye çevirdiğinde kaşını temizlemiş ve bantlamıştı. “ Uyuyormuş, ben şuraya oturayım mı?” diyerek izin almak istedi. Demir’in bakışları karşısında vazgeçerek, “ en iyisi bunları bırakayım. Sonra da gelirim.” Diyerek elindekileri koltuğa bıraktı.
Gül’ü rahatsız etmemek için karşısındaki dallamaya nazaran daha kısık bir sesle, “çikolata paketini al ve götür.” Dediğinde mırıldanarak devam etti; bir de çikolata getirmiş. O lale de sevmezdi. Gül severdi. Renkli gülleri de severdi ama en çok da kırmızıyı severdi.
Efe, koltuğun üzerine bıraktığı çikolata paketini ikiletmeden alarak, “ Emredersiniz komutanım, hayırlı görevler.” Dediğinde kapıya adımladı. Kapıyı sertçe kapattığında, Gül’ün bedeni irkilmişti.
“ Senin ben örteceğin kapıyı da tuttuğun kolu da parçalayıp parçalayıp sikeyim.” Diyerek fısıltıyla da olsa sövmeyi ihmal etmedi.
Odaya bir defa hemşire gelmiş, ağrılarını dile getirmişti. Serumuna bir şeyler ekleyerek çıktığında karşısındaki kadının karnındaki eli gevşeyerek, yanına düşmüştü. Acısı hafifliyordu. Sandalyede yayılarak, gözlerini kapattı. Uykusuz ve yorgundu. Ancak buradan gidemezdi. Yavaş yavaş uyuşan kalbi bir kıpırtıyla tekrar kendine geldi. Gözünü açmadı. Bekledi. Gül, bir şeyler ile uğraşıyordu. Üzerine örtülen ince bir battaniyeyi nergis kokusu çoktan sarmıştı. Kendine gelmesi gerekti. Kokuyu daha sonra da soluyabilirdi. Adımları yanından uzaklaştığında, sağında bulunan kapının kapanmasıyla, anladı. Gözlerini açtığında, boşta kalan serumla kesişti. “ Hassiktir…” diyerek kendine yakındı. Gözünü ne diye kapatmıştı. Rahat durmayacağı belliydi. Bir şeylere bu kadar uzun süre tahammül edemeyeceği açıktı. Lavabonun önüne dikildi.
Kapıyı açtığında, yaşadığı ufak çaplı şok nedeniyle sendeleyen bedenin dayanağı oldu. Tutunacak yer ararken, eliyle ince belini incitmeden kavradı. Yavaşça arkasında kalan kapı pervazına yaslayarak, “ söylesene, nasıl yapmalıyız bu başına buyrukluğu?” diye fısıldayarak konuştuğunda kast ettiği bu andan çok daha fazlasıydı. Gül, yutkundu. Demir, izledi.
Dudaklarında dilini gezdiğinde, dolgun dudakları aralandı. “ bana ayak uydurman yeterli…” diye tiz bir sesle cevapladı. Cesurdu. Diğer günlerin aksine çok daha davetkâr bir cesurluktu. Hoşuna gitmişti.
Bakışları, üniformasına sıkı sıkı tutunan ince uzun parmaklara kaydı. “ O zaman yapman gereken bir şey var.” Dediğinde derin bir nefeste nergis kokusunu içine çekmişti. Meraklı gözler devamını beklerken, biraz daha mesafelerini kapattı;
“ Sınırlarını bana aç… Yolun yolum olsun, Çakmak Savcı…”
|
0% |