Yeni Üyelik
7.
Bölüm
@dnzkzgb

 

 

“Sen neden burada bekliyorsun kine?” dedi minik Gül. Merakı gözlerini çevreliyordu.

 

“Seni bekliyorum!” dediğinde duraksadı Kurt, “ gitmemiz gerek!” diyerek Gül’e elini uzattı. Tehlikeyi sezmişçesine gergindi.

 

“Neden, gideceğiz? Asker abiler ile oynamadık daha!” Gül’ün inadının tutmaması için dilekler diledi, kalbine. Şimdi inadı tutarsa, başları büyük derde girerdi.

 

“Asker abiler, gitmek zorundalar!” dedi onu kırmamaya özen göstermek istiyordu. “ Gül, hadi gidelim.”

 

“Olmaz, babam bir daha izin vermez.”

 

“Bu sefer de benim babam ile geliriz buraya, olur mu?” dediği anda yüksek bir ses yankılandı, karargâh bahçesinde.

 

Önündeki bedeni göğsüne çekerek yere çöktü, Kurt. Etrafta koşuşturan askerlerin postal sesleri yeri inletir gibiydi. Göğsü altında kalan beden etrafı izlemek için çırpınmaya gayret ettiğinde müsaade etmedi. Böyle kalması, bunları görmemesi gerekti. Yanı başlarına çöken beden ile bakışlarını ona çevirdi. Gül’ün babasıydı; Albay Halit Alkan… Kurt’u altındaki bedenden ayırdığında, altındaki bedenin ürkek bakışları babasını bulmuştu. Korkuyordu; ateşten korkmayan kız çocuğu babasının bir bakışından korkuyordu. Beklediği olmadı, Gül çekilmedi ateşten.

 

Kolunu tutarak, onu kucaklayan Halit Beye değdi öfke dolu yeşilleri. Çırpınsa da bağırsa da, durmadı onu taşıyan adam. Onu izleyen kız çocuğu başını avuçları arasına alarak, kapadı gözlerini. Korktuğundan değildi, yalnız kaldığı içindi gözlerini kapatışı. Son yalnızlığı da olmayacaktı…

 

Orada öylece kalan Gül görüş açısından çıktığında bir odaya getirildiğini fark etti. Onu usulca yere bırakan adamı aşmaya çalışarak, Gül’e gitmek istedi. Gül’ün Kurt’a ihtiyacı vardı. Ancak önündeki adam müsaade etmedi. Gül ile Kurt’a duvar ördü. Öfke ve kin doldu, yeşil hareleri.

 

“O, cezalı! Orada kalıp, buranın ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu öğrenmeli!” dediğinde babası gibi konuşmuştu. Hiç tanımadığı adama nefret tohumları ekti, içinde. Madem tehlikeliydi, ne diye yanında gelmelerine izin vermişti? Gül, kızıydı. Ancak her şeyden önce bir çocuktu. Masum, savunmasız belki de kimsesiz bir çocuk… Bir insan herhangi bir çocuğa ölümü reva görebilir miydi?

 

Başını dikleştirdi. “Başına bir şey gelebilir, benim gitmem gerek!” diyerek çıkmaya çalıştı. Silah sesleri kesilmesine rağmen izin vermiyordu karşısındaki adam.

 

Albay’ın ifadesiz yüzü merhametsizi biri olduğunu düşündürdü, Kurt’a. “O cezalı! Sende emanetsin!” dedi keskin bir ses tonuyla. “ sen uslu uslu otur! O düştüğünde kalkar, yolunu bulur!” dediğinde bakışları ben yetiştirdim der gibiydi.

 

Haklıydı, öyle olmuştu. Gül, yolunu biliyormuşçasına içeriye girdi. Duraksadı kapı ağzında. Önce Kurt’u ardından babasını süzmüştü. İkisi de iyiydi, kendisi gibi değillerdi. Yara almamasına rağmen bir yerleri acıyordu. Anlayamıyordu. Umursamadı da. Koşarak, minik ellerini Kurt’un beline doladı. Adım attığı, sığındığı bu sefer babası olmamıştı. Bu Halit Bey’de şaşkınlık yaratmışa benziyordu. Yüz ifadesini toplamaya çalışarak, gözünün önünde birbirine sığınan bedenleri yutkunarak izledi. Dikkatini çekmişti ve belki de birbirine sığınana bedenler hoşuna da kaçmıştı.

 

Ardından içeriye apar topar telaşla dalan oğluna kaydı bakışları. Gül’de Kurt’tan ayrılarak arkasını döndüğünde göz göze geldiği abisi ile nemli gözlerindeki ışıltıya ışıltı kattı. Oğuz koşarak, önünde diz çöktü kardeşinin. Bir şeyi var mıydı, bakışlarıyla kontrol ettiğinde yüzünü avuç içlerine gülümsedi.

 

“İyiyim, bak Kurt’ta iyi!” dediğinde abisinin bakışları yanındaki kumral yakışıklı çocuğu buldu. Öve öve her saat başı anlattığı Kurt, bu çocuktu. “ Kurt, Oğuz benim abim.” Dediğinde sahiplenircesine üstüne bastı abim kelimesinin.

 

Kaşları havalanan Kurt’ta derin bir sessizlik hâkimdi. Oğuz, yüzünden kına yaktırdığı ellerine kaydı bakışları. “Kına yakacağın, Oğuz mu?” dedi, afallamış bakışlarını saklayamadı.

 

Abisine yaktığı kınayı göstermek için sol eline uzanarak, abisinin avuç içlerini açarak, Kurt’ a bakması için gözüyle işaret verdi. Bakışları Oğuz’un avuç içlerine kayan Kurt’ta daha derin bir şaşkınlık oluştu. Abisinin elindeki kına daha fazlaydı. Ama avuç içindeydi, görünmüyordu. Onunki tam da parmağındaydı. Hâlbuki Gül’ün az ve çok kavramı kendisinden farklıymış. Kınayı boş yere yaktırdığını düşündü bir an. Çünkü yine de Oğuz’a da kına yakılmıştı.

 

“ Sende mi askere gideceksin, Kurt?” dediğinde, Kurt’un bakışları Oğuz’a yöneldi.

 

Tökezlemedi. Göğsünü kabarttı. “Ben de asker olacağım!” dedi net bir şekilde.

 

“Kına vurduğundan belli.” Dediğinde kaşları havalandı Kurt’un. Bu ne demekti, bilmiyordu. İyi bir şey olmasını umdu. “ Askerin, silah tetiğini tutacağa parmağına kına yakarlar! Tam da serçe parmağına yakılmış.” Dediğinde şaşkın bakışlarında bir mutluluk yer edindi.

 

Gül, bunu biliyordu. Bunu bilerek, avuç içine değil de parmağına yapmak için ısrar etmişti. Bakışları Gül’ü bulduğunda, gülümsedi. “Teşekkür ederim, Gül. Senin sayende asker olacağım.” Dediğinde baştan beri oda da olan Halit Bey’in bile yüzünde tebessüm belirdi.

*

 

Benim için zehirdi ama hangi zehir vücudu böyle dinç tutardı ki?

 

Derin bir nefesi göğüs kafesine davet etti. “Sakin ol! Sakin ol! Sakin ol! Bu bir rüya” diyerek kehribarlarını karşısındaki adamdan esirgercesine kapattı. Mırıldandı. Aynı kelimeleri başa sarıyordu.

 

İzledi. Bitirmesini bekledi. Ama bitiremedi. Çıkmaza girmiş Gül’ün kurak torağını su oldu. “Rüyalarında beni görecek kadar mı bir etki bıraktım, Gül” dediğinde karşısındaki gözler açıldığında irileşmişti. Girdiği girdaptan Demir’in cümlesi ile çıkmayı başarmıştı. Gerçekti, belini sıkı sıkı saran adam. Konuşmuyordu ağzı açık bir şekilde adamı kendinden sakınırcasına izlemeye devam ediyordu. “Bir dahakine daha şık bir şekilde karşına çıkmam gerek desene! Rüyalarında özensiz bir adam olsun istemem,” diyerek Gül’ü narin bir biçimde kendine çekmişti. Belindeki temasına bir an olsun son vermeyi aklının ucuna getirmedi.

 

Gözlerini kırpıştırdı. Elleri titremeye başlamıştı. Demir’in üniformasını sıkı sıkı saran ellerine baktı. Anlamasın istiyordu. Ancak ellerini saklasa kalbinin sesi kulaklarına hükmediyordu. Gözlerini kaçırarak sol eliyle kâkülünü düzeltmeye çalıştı. Derin bir iç çekiş sesi işitti kalp atışlarının, yanında. Bakamadı. Elma misali yanaklarının eşliğinde utanmıştı. “Cevabını bekliyorum! Ben sabırsız bir adamım. Beklemeyi sevmem.” Dediğinde kalın ve tok sesi kendine getirmişti Gül’ü. Başını kaldırıp karşısındaki haki yeşillere kilitlendi. Yutkundu. Ağzını açacağı sıra kapının yavaşça açılmasıyla karşısındaki adamı lavaboya doğru ittirerek, heyecanla kapı pervazına tutundu.“ Sikeyim, kızım… Yavaş olsana!” diyerek kapıya çarptığı omzunu ovalamaya ihtiyaç duymadı. Acımamıştı.

 

Omzunun üzerinden göz ucuyla baktı. “Kızın falan değilim! Yine kabasın.” Diyerek gözlerini devirdi. Görmediğini düşünüyordu. Karşısındaki aynanın farkında değildi. Tebessümden habersizdi.

 

Açılan kapıdan geçen, ön safta Umay arkasında da Efe odaya teşrif etmişlerdi. “Tam da zamanında, zaman ayarlamanıza tüküreyim” diye sessizce mırıldandı, Gül. İçten içe Demir’le yalnız kalmak güzel hissettiriyordu.

 

Efe, sırıtışını bir an olsun soldurmadan, “O! Savcım erken ayak-” diye başlamıştı ki Gül’ün arkasındaki bedenle cümleleri boğazına dizilmişti. Öksürdü. Bir cümle daha edersen seni öldürürüm, anlamı çıkarıyordu bu bakışlardan. “Merhaba komutanım! Siz hala mı burada mıydınız?” dediğinde cevap verme tenezzülüne girmedi, Demir. Yine de gülümsemeye devam etti Efe.

 

Gül, Efe’nin yüzüne bakmaya devam etti. Kaşında bir bant, sol yanağında hafif morluk vardı. Dikkatini çekmiş, o adamla ilgili olup olmadığını merak etmişti. “Yüzünün sol tarafına ne oldu öyle?” diyerek endişesi sesine yansımıştı.

 

Efe, Demir’e baktığında dudakları ağzına gömüldü. Düşünür gibi yaptı. “Atıştık ama sen bir de karşı tarafı gör.” Dediğinde komutanın bakışlar altında eziliyor hissi kaplamıştı bünyesini. “On beş kişi vardılar. Elimden bir şey gelmedi.” Dediğinde yanı başındaki Umay, kahkaha atmamak için savaş içindeydi

 

Demir ise asıl amacın hasta olan Gül olduğunu vurgulu bir sesle, “Kolundaki serumu çıkartmış.” Diyerek dile getirdi. Memnuniyetsiz bakışları attı. Nereden çıkmışlardı, diyerek geçirdi içinden. Umay adımlarını hızlandırıp Gül’ün koluna girerek yatağa uzanmasına yardım etti. Serumunu tekrar taktı.

 

Efe’ de daha önce oturamadığı koltuğa rahatça oturduğunda tek bir bedenden gözlerini kaçırıyordu. Adeta gözleriyle oda da köşe kapmaca oynuyorlardı. “Bu laleler, senin kadar güzel olup, hoş kokmasalar da idare eder, diye düşündüm” diyerek otuz iki diş sırıtarak konuştu. Üzerindeki bakışları hissediyordu ama bakamıyordu.

 

Burnuna dokundu. Ardından çenesini sıvazladı, Demir. “Senin düşünen zihnini de, o çiçekleri tutan ellerini de, kokuyu alan burnunu da parçalayıp, ezip, siksinler, laleymiş dallama!” diyerek olduğunca sessiz bir şekilde mırıldanarak öldürücü bakışlarını bir an olsun Efe’den ayırmadı.

 

Umay, “Bir şey mi söylediniz?” dediğinde bedenini Demir’e doğru dönmüştü. Arkadaşının elinin ayağının durmayacağını biliyordu. Başka bir şey daha yaptı mı diye endişelenmişti.

 

Sinirden dolayı gerilmiş bedenini Gül’ün üzerine değdiği gözleriyle gevşetti. “Kalp atışları da dengesizdi.” Diyerek bakışlarını Gül’de sabit tuttu. Düz bir ifadeye bürünmüştü. Çok değil yaklaşık beş dakika önce belli belirsiz bir tebessüm vardı, ifadesinde. Gül, heyecan dolu bakışlarını ondan çekerek, Umay’a baktı. Saçma da olsa bir şeyler söyle diyordu gözleri.

 

“Anlıyorum, olur ameliyat sonraları…” diyerek saçmaladı. Karşısındaki adamın da buna inandığını düşünmüyordu. Ama üstelemedi. Kafasını anladım dercesine salladı.

 

“Hasta ziyaretinin kısası makbuldür, derler buralarda” diyerek açık bir şekilde kovdu ikisini de. Üçünün de şaşkın bakışları Demir’i buldu. Bakışları umursayan bir Demir yoktu karşılarında. Ellerini üniformasının ceplerine koyarak bekledi.

 

Umay tek kaşını havaya kaldırarak, “Bizi kovuyor musun sen şimdi?” dediğinde kollarını birbirine geçirmişti.

 

Gül’den bir an olsun ayırmadığı bakışlarıyla, “Hayır, ben kaba bir adam değilim! Kibarca gidin diyorum.” Dedi.

 

Efe ağzına hâkim olamayarak, “Komutanım sen kaba değilsen beni şuraya ya… Yani, kaba değilsiniz komutanım.” Diyerek üzerindeki bakışlara değen gözleriyle çarpıcı bir dönüş yapmıştı.

 

Umay ise daha farklı bir yerde takılmıştı. “Bence asıl gitmesi gereken siz gibisiniz!” dediğinde Demir’in Efe’de olan bakışları Umay’a kaydı.

 

Netliğini bir kez daha dile getirecekti. “İkinci bir emir almadım doktor hanım!” diyerek konuştuğunda sesindeki tınıdan gitmeyeceği anlaşılıyordu.

 

Efe bir hızla ayağa kalktığında kimse ne olduğunu anlamadı. “O zaman biz gidelim. Hem işlerimiz de vardı, Umay!” dediğinde Umay’ın kolundan çekiştirmeye başlamıştı bile.

 

Umay, “Bir şey olursa, düğmeye basın. Ben iki dakika da buradayım.” Dediğinde biraz duraksadı. Bakışlarını arkadaşından çekerek, Demir’e değdirdi. Bir şey söyleyecekti ama söylemek ve söylememek arasında gidiyordu. Demir’i Gül kadar tanımasa da az çok biliyordu. Güvenebilirdi evet, ama ya arkadaşının kalbi için güvenilir miydi bu adam? “Size güveniyorum,” dediğinde Demir’in bakışlarında herhangi bir değişim olmadı. Bu cümlenin döküleceğini biliyordu. Kafasını sallamakla yetindi. İkisi de kapıya adımlarken Efe’nin, Umay’ın arkasında kalmasıyla kapıyı örtenin Efe olacağını anlamıştı.

 

Sert bir sesle “Kapıyı sen örtme!” diyerek bakışlarını Efe’de sabitledi.

 

Efe’de Umay’da usulca sırtlarını ona döndüler.

 

Umay, Efe’ye yol vererek “Anlaşılan Efe’nin havalı girişlerine şahit olan bir kişiyi daha ekledik listeye.” Dediğinde Ardından usulca kapıyı kapatarak odadan çıktı.

 

Bakışlarını kapıdan çekip yatakta uzanan kıza döndü. Ellerini ceplerinden çıkarıp sandalyeye adımladı. Sandalyeyi ayağıyla geriye iteledi. Oturmadı. Tüm heybetiyle başucunda durdu. Bir cevap alacaktı. İyi ya da kötü. Kollarını göğsünde birleştirip bakışlarını ona bakan kehribarlara dikti. Ne düşünüyorsun, dercesine kafasını salladı. Ne sorduğunu anlıyordu, kadın.

 

“Sana güvenmiyorum!” dediğinde tereddüt yoktu tiz sesinde. Beklediği cevabı almış gibi dudağının kenarını kıvrıldı.

 

“Güzel. Şimdi anlat!” dediğinde tek kaşı havalandı.

 

“Neyi?”

 

“Dertlerini anlat iki de kahve söyleyelim. Dertleşiriz ha!” diyerek kıvrılan dudağı tekrar düz bir hal aldı. Başını bir sağa bir sola salladı, sabır çekercesine. “Kimdi?” dediğinde bilmesine rağmen devamındakileri öğrenmek istiyordu. Ne kadar ileriye gitmişti, merak ediyordu. Çünkü bu kadının başlı başına bir felaket yaratacağına inanıyordu.

 

Beklenti dolu bir sesle, “Söylesem inanacak mısın?” diye sordu. Başını belli belirsiz sola eğdi.

 

“Hayır!” dedi gür bir sesle.

 

Dudağını memnun olmamış gibi büzdüğünde, “İyi! Görmedim kimdi. Hem inanmayacağını söyledin zaten!” Dedi.

 

Üzerine eğildi. Yatağın kenarından tuttu. Gözlerini kıstığında, Gül kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı. “Bak bakalım, yuttum mu bunu?” dediğinde biraz daha eğildiğinde titrek nefesini hissetti, karşısındaki kadının.

 

Gözlerini devirdi. Narkozun etkisi zaman zaman boy gösteriyordu. “Yutmuşsun ki burada yatıyorum.” Diyerek kâkülünü düzeltti. Demir’in gözleri anlık kâkülünde olan zarif, ince parmaklarına kaydı. Geriye çekildi. Ellerini ceplerine koyarak, yatakta yatan kıza bakmaya devam etti. Suçluluk duygusu kapladı bedenini. Haklıydı. Yutmuştu ki buradaydı.

 

Karısındaki adama baktığında kırıldığını düşündüğü için yeniden dillendi. “Kısacası bilmiyorum. Bilsem de söylemiyorum.” Dediğinde Demir’in çenesi gerilmişti. Derin bir nefes aldı.

 

Kaşlarını çattı. “Bir başkasını riske atmaktan çekinmeyeceğim diyorsun. Ne o katil olmaya merak mı sardın yoksa?” dediğinde karşısındaki kız dolan gözleri ile sessizliğini korudu. “ Eğer bu şekilde başına buyruk gidersen senden çok daha fazlasını alacaktır. O yüzden gevelemeden söyle. Bende siktir olup gideyim!”

 

Hala sessizliğini koruyordu. Demir’in gözlerinin içine bakmasına rağmen onu dinlemiyor, duymuyordu bile. Dolan gözlerinden boncuk gibi süzülen gözyaşları Demir’i bozguna uğratmıştı. “ÇIK DIŞARI!” diyerek hiddetle bağırdı. Yerinden kımıldamadı Demir. “ÇIK DIŞARI!” Diye tekrarladı kendini. Takılan serumu eliyle çıkartmaya çalıştığında, onu tutmaya çalıştı. Demir’i ittirdiğinde ağzından tiz bir çığlık koptu. Yarası acımıştı. Bir hızla geriye çekilmesine rağmen durmadı. Kendinde değil gibiydi, karşısındaki kız.

 

Serumu çıkartarak gelişigüzel fırlattı. Ayağa kalkmaya çalıştığında afalladı. İki eliyle kafasına vurmaya başladı. Hıçkırarak ağlıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama genzindeki acıyla yutmak zorunda kalıyordu. Daha fazla ayakta sabit duramadı. Bir bebeğe dokunur gibi koluna tutundu. Kendine çekti. Hıçkırıkları artık sessiz feryada dönmüştü. Saçlarının dolandığı ellerini başından çektiğinde sığındığı üniformaya titrek elleriyle sıkı sıkı tutundu. Gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Gözlerini kapattı. Barut kokusun içine çektiğinde göğüs kafesi ferahlamıştı.

 

Gözlerini açtığında, ona tutunan ellerine kaydı. Tutunduğu dalı bırakmak zorundaydı. “Ellerim kirli benim. Kıyafetini kirlettim. Özür dilerim.” Diyerek kesik kesik titrek bir sesle konuştu. Demir’e değil de kendine diyor gibiydi. Başa sarıp tekrarlıyordu.

 

“Ellerim kirli, dokunma!”

 

“Ellerim kirli dokunma!”

 

“Ellerim kirli dokunma!”

 

İttirdi Demir’i tüm gücüyle. “Bana dokunma diyorum sana. Sağır mısın?” dediğinde dengesini sağlamak için yatağın kenarına tutundu. Önüne gelen sağlık malzemelerini fırlatmaya başladı. Demir’e doğru fırlatıyor ama isabet etmemesi için de ekstra bir çaba gösteriyordu. “Sana çık dışarı dedim değil mi? Dengesiz, herif… Sana çık dedim Kaba Adam...” Diyerek eline geçeni fırlatıyordu. Sinir krizi geçiriyordu. Sakinleşmesini bekliyordu.

 

Atacak bir şey kalmadığında, etrafa bakındı. Ona uzatılan pet şişeye hayretler içerisinde baktı. “Bir de pişkin pişkin uzatıyor musun?” diyerek şişeyi eliyle iteledi. Demir’in üzerine adımlayıp yakasından itmeye başladı. Eliyle biraz daha sert ittiğinde ağzından bir çığlık daha koptu. Onu itelediği elini tutup kendine çekti. Çırpınmasına rağmen sıkı sıkı eliyle sardı ince belini. Diğer eli, kokusu oldukça hoş olan saçlarına gitti. Ama dokunamadı.

 

“Nefes alamıyorum. Acıyor, yalnız bırakın beni!” diyerek sayıklıyordu tuttuğu zayıf beden. “İtmedim.” Diye acı dolu bir sesle inledi.

 

Demir, sabırla kalbindeki yersiz yurtsuz kalan sızıyla bekledi. Aklına avuç içleri geldi. Tırnak izleriyle doluydu. Boşta olan eli, eline gittiğinde tırnağını batırdığını anladı. Belindeki eliyle de çekip ani bir şekilde iki elini belinde birleştirip tekrar yolunu biliyormuşçasına belini buldu eli. “Sakladım seni… ” dedi yumuşak bir sesle. Kurt ve Gül için devam etmek istedi. Yapmadı. Ne o Kurt’ tu ne de bedenine sığınan açan bir Gül’dü.

 

Sustu, kalbine bastırdı. Sakinleşene kadar bekledi. Haykırışları yavaş yavaş mırıldanmalara dönmüştü. Kalbinin üstüne yasladı başını. Damlayan gözyaşlarının sıcaklığını hissediyordu kalbi. Yavaş yavaş bedenini ona bırakıyordu. Uykuya dalıyordu. Kucakladı onu. İncitmeden koydu yatağa. Ardından beline kadar örtüyü örterek, hemşireyi çağırdı.

 

Serumu yenileyerek, yarasına bakan hemşireye, “Buz varsa eğer rica edebilir miyim?” Diyerek karşısındaki kadından sadece onay bekledi. Hemşire getiriyorum, diyerek çıktı odadan. O sırada Gül’ün attığı tüm eşyaları tek tek aynı düzenle yerine yerleştirdi. Hemşire buzu getirerek, çıktığında sandalyeyi yatağa yaklaştırıp oturdu. Kızaran avuç içine baktı. Buzu koyarak, elini hafifi bir şekilde bastırdı. Bekledi. Önce sağ avuç içinde, sonra sol avuç içinde. İzler vardı. Kabuk bağlamış, izler. Geçmişin izleri kalırdı.

 

Onu izledi. Haykırışları kulaklarında yankılandı. İtmedim, demişti. Nasıl bir şey yaşamış olacak ki böyle bir krize neden oluyordu? Hangi cümleleri kurduğunu hatırlamaya çalıştı. Başkası riske girer, katil olmaya mı merak sardın… O birini öldürmüş olabilir miydi? Aklının ucuna gelmeyecek kadar beklentisiz bir seçenekti. Ya da bir suça göz yummuştu. Bu olasılık yüksekti. Ne bu hale getirmişti onu? Geçmişinde yazanlar belliydi. Travma yaratacak olay babası ve abisinin şehit olmasıydı. Onu ilgilendirmemesi gerekti. Ya kolları arasında acıdan çırpınan bedeni? Unutabilir miydi? Onun hayatında ters giden bir şeyler vardı. Ve düşünüyordu, işte;

 

Aklının bir kıyısında daima kazılı bir şekilde duran geçmişini…

 

 

 

 

 

*

 

Özgür, teyzeleri atlatıp marketten çıktığında Kağan’ı aramıştı. Ona isim vermeden olayı anlatmıştı. Karşılığında da hakiki önsözler işitmişti. Kağan’ın sadece time özel önsözlerinden… Şimdiyse Hüseyin Amca ve Nebahat Teyzeyle lojmanlara gidiyorlardı.

 

“Hüseyin Amcanda gençken böyleydi. Çapkın herifin tekiydi.” Diyerek geçmişleri anlatıyordu Nebahat Teyze.

 

Elini kalbine götürerek, sertçe vurduğunda “Ben çapkın bir adam değilim Nezoşum. Talep çok bana. Kimseyi de kıramıyorum. Şu kalp kıyamıyor!” dedi.

 

Nebahat Teyze’nin endişe çığlığı dudaklarından döküldü. “Oğlum dur, şimdi bir şey olacak. O kadar sert vurulur mu oraya?” diyerek Hüseyin amca söylenmeye başladı.

 

“Biz asker adamız Hüseyin Amca. Biz acıya değil acı bize alışkın.” Dediğinde telefon zil sesi ile Hüseyin Amca ile dikiz aynasından göz göze geldiler. Açabilirsin dercesine kafasını salladı.

 

Telefonu hızla açtığında, “Emredin komutanım!” oturduğu koltukta onu göreceğini düşünerek toparlanmıştı.

 

Kağan’ın yılmış sesi, telefondan arabaya doğru yankılanıyordu. “Neredesin lan ?”

 

Yoğun sesten dolayı, birkaç saniye telefonunu kulağından uzaklaştırdı. “Lojmana gidiyorum komutanım.” Diyerek cevapladı.

 

Yeniden öfkeyle bağırdı. “İyi bok yiyorsun. Senin kullanamadığın arabanın amına kayıyım. Bir de sahipsiz bırakıp gitmişsin. Kendini düşünüyorsan bugün karargâha uğra lan.” Diyerek cevabını dinlemeden kapatmıştı Kağan.

 

Özgür, “Beni özlemiş de karargâha çağırıyor, gel bir batak atalım diye,” dediğinde tebessüm etmeye devam etti.

 

“Neboş yok mu şöyle günlerinizde gün tabağını eksiksiz yapan hanımefendi?”

 

“Yok, hepsi okumaya çıktı. Maşallah!” diyerek nazar değmesin dercesine arabanın camına vurdu.

 

“Hadi be! Bende diyorum ortalık durgun.” Diye sessizce homurdandı. Kinayeli bir sesle “Maşallah maşallah…” diye ekledi.

 

“Beni burada tükürüver, Hüseyin Amca,” diyerek arabanın kapı kulpunu tuttu. Araba müsait bir yerde durduğunda, Selam vererek, Süheyla Yengesi için aldığı baklava poşetini de alarak arabadan indi. Adımları Turgutların evine yöneldi. Boş olan elini üniformasının ceplerine koyarak, ilerledi. İkinci kata geldiğinde sağa yönelerek, kapıyı çaldı. Kapı usulca açıldı. Beklediği çıkmamıştı. Sarışın felaketi beklerken sarışın Turgut ile göz göze geldi.

 

Tebessüm ederek, “Sizde sıcak çay vardır, diye geldim.” Diyerek kapı kenarından sıyrılarak içeriye girdiğinde, arkasında bir adet söven Turgut bıraktı. Önden Serdar, ardından Turgut salona girdi. Sarışın felaket, salonda da değildi. Turgut her zamanki köşesine kurularak, memnuniyetsizce çayını eline aldı.

 

Süheyla “Hoş geldin, Kazanova.” Diyerek tebessüm etti.

 

“Ne hoş geldin Hatun, her Allah’ın günü buradalar. Diğerleri önden mi yolladı?” diyerek memnuniyetsiz bakışlarla konuştu. Özgür’de Yıldırım Timi gibi alışkındı. Umursamadı.

 

“Hoş buldum, sultanım. Sen bu adam da ne buldun da evlendin hala şaşırıyorum” diyerek dudağı kıvrıldı.

 

“Lan oğlum benim evimdesin-” diye söylenmeye devam edecekken evin söz sahibi araya girdi. “Hayatım, lütfen. Çocuğumuz bunların hepsine şahit oluyor seni öküz gibi mi tanısın mı istiyorsun?”

 

Hayvan hakları savunucularına taş çıkartacak bir savunma yaptığını düşünerek, “Yenge öküzler de canlı. Ayıp oluyor, öküzlere. Ayrımcılık yapmamalısın.” Dediğinde ikisinin de sert bakışlarının odağı haline geldi.

 

Göze batmaması gerekti. “Ben kendime bir çay koysam iyi olur. Hem de şu poşetleri mutfağa koyayım” diyerek salondan çıktı. Diğer türlü kesin kovulacaktı.

 

“Ulan şansıma sıçayım. Anne bile şansızlığımdan terk etmiş. Ne bekliyorsun ki piç?” diyerek kendine saydırırken mutfağa kapısına geldiğinde, bir yandan kıvıran bir yandan da mırıldanan sarışın felaketi görmesiyle kapı ağzında adımları mıhlandı. “Yanlış varsayım oğlum…” diyerek mırıldandı.

 

Severse soldan, silerse sağdan inersin,

 

Hoppa dönerse gözüm

 

Dediğinde bir tur kendi etrafında dönerek kalçasını kıvırdı, ardından da topuz olan balköpüğü saçlarından önüne düşen saç tutamlarını elinin tersiyle itelemeye çalıştı. Pasta süsünün en can alıcı noktası olan yazıya geldiğinde mırıldandığı şarkıyı, sesinin tınısını biraz daha yükselterek söylemeye başladı.

 

Daha bunlar ne ki göreceklerinin yanında.

 

Anca kalır önsözüm…

 

Sırıttı alayla. Elindeki poşetlerle kapının köşesine omzunu yaslayıp gösterisini bitirmesini bekledi. Yavaşça eğildi pastanın üzerine doğru. Dilini dışarı çıkardı, bir çocuk edasıyla. Son kelimeye geldiğinde Özgür’ün bağırmasıyla irkildi.

 

“Sarı şeker!” dediğinde ona adımladı. Tam ona dönüp sövecekken, Özgür’ün burnunun dibinde olan suratını görmesiyle geriye adımladı.

 

“Mal mısın?” diyerek kaşlarını çattı, Petek.

 

“Hangi malı kastettiğine göre değişir. Oldukça paha biçilmez bir adamım. Bana bütçen yetmez sarı şeker.” Diyerek bir eliyle tezgâhın kenarından tutundu. Gözleri özenle süslenmiş frambuazlı pastaya kaydı. Yazı dışında güzel olmuştu. Beğenmişçesine salladı kafasını.

 

“ Yeni sezona anne- ” diyerek pasta üstündeki yazıyı okudu. Gülüşü büyüdü. Bakışlarını tekrar Petek’e çevirdi.

 

“Vay! Bir de çocuk mu yaptık, favori eski yavuklum!” dediğinde karşısındaki kızın ağzı açık kaldı. Öğrenmişti. Öğrenmesi normaldi. Korkmaması gerekti. Tek suçlu bu adam olmalıydı.

 

Şoku atlatarak, kafasını biraz daha dikleştirdi. Gözlerini kısarak “Arsız herif!” homurdandı.

 

Alaylı sırıtışıyla “Eski sevgilimden öğrendim. Böyle arsızlıkları!” diyerek üstüne basa basa kurdu cümlesini. Gözlerini kaçırdı, Petek. Ne demek istediğini anlıyordu. Salak değildi. Ama sonrasında neler olduğunu düşünmesi haykırarak kahkaha atma isteğini arttırıyordu.

 

Karşısındaki adama göz devirdiğinde, “Yapma! ”diye keskin bir uyarı geldi.

 

Anlamamıştı, ne yaptığını. Karşısında öylece dururken bile batıyorsa ne diye dibine kadar sokuluyordu. “Ağzımı bile açmadım, dağ öküzü!” dediğinde kaşları çatıldı. Derin bir iç çekerek, karşısındaki mavilere odaklandı.

 

“Öküz falan ayıp ama! Bir geçmişimiz var ne de olsa değil mi?”

 

Dik bakışlarıyla, “Ne geçmişim olacak seninle?” diyerek homurdandı ince sesiyle.

 

Üzerine doğru eğilerek, kulağına yaklaştığında fısıldarcasına konuştu. “ Bir bakmışsın, geleceğimiz olur, sarı şeker!” dediğinde şoktan çıkamamıştı. Böyle bir cümle beklemiyordu. En son üniversite birinci sınıfta böyle keko ama etkileyici bir cümle duymuştu. Kalp atışını hızlandırmıştı, karşısındaki adam. İstediği de bu olmalı ki kulaklarının dibinde, kısık bir kahkaha attı. Daha sonra usulca geriye çekilerek, “Heyecana gerek yok!” diyerek duraksadı. Yüzünün her zerresinde gezindi bakışları. “Ben esmerlerden yanayım sarı şeker. Bir kumrala esmer iyi gider. Ama randevu defterimde sana da bir yer açmaya çalışırım. Turgut abiden kıyak geçerek, önlere almaya çalışırım.” Diyerek yutkundu.

 

Petek ise alayla sırıtarak, “Bende tüm randevu defterini kapatarak kendime bir iyilik yapayım o zaman!” Dediğinde karşısındaki adamın iki bacağının arasına dizini geçirdi.

 

Bu acının tarifi var mıydı, bilmiyordu ancak dağda teröristlerin işkencelerine razı olmayı düşündürdü. “Hay kızım senin dizini si- seveyim” diyerek elleri iki bacağının arasında yere çöktü. O yanında sızlanırken Petek sırıtarak pastanın son kelimesini yazmaya devam etti.

 

“Heyecanmış, sen kimsin ki ben sana heyecanlanacağım. Egoist megolaman!” diyerek söyleniyordu. Özgür, kendini toparlamaya çalışarak, ayağa kalktı. Sert soluk sesi, Petek’in kulak memesini sıyırdığında, pastayı süsleyen eline boşta kalan elini tutarak, içinde oluşan garip duyguyu dizginlemeye çalıştı.

 

Raftaki çay bardağına uzanan Özgür alabora ettiği bedeninin farkında olmadan konuşmaya devam etti. “Ben kadın sarrafıyım. Saçlarının rengi olan balköpüğü gibi heyecanlandın.” Diyerek çay koymaya başladı.

 

“Bir kere o söz Bal gibi, salak herif. Ayrıca bir sarışın felaket, bir sarı şeker demeyi kes. Adım var benim!” diyerek Serdar’a döndü. Ardından göz devirerek, önüne döndü.

 

Dudağını dişledi. Sabır çekti. “Ya sabır! Yapma, sarı şeker!” dediğinde umursamıyor gibi davranmaya devam etti, Petek.

 

“Bizde balköpüğü var ne yapalım idare edeceğiz. Ayrıca adın neydi senin sarı şeker?” diyerek çayını alarak Petek’e döndü bakışları.

 

“ Adımla hitap edecek misin söylediğimde?”

 

“Baş başa kaldığımızda, hayır.” Dedi sırıtarak.

 

Buna da razıydı. Şu an için. “Petek!” diye sinirle soludu.

 

“Petek!” dediğinde kafasını hafif sola eğdi. “Sen gerçekten şekermişsin, sarı şeker.” Diyerek mutfak kapısına adımladı. Çıkmadan sırtı dönük bir şekilde konuştu.

 

“Arabayı biliyorum sarı şeker! Devlet malına zarar meslekten bile eder seni haberin olsun,” diyerek mutfaktan çıktığında, arkasında bir çift endişeli göz bırakmıştı.

  *

 

Demir gözlerini açtığında karşısındaki kızın hala uyuduğunu gördü. Koltuktan kalkıp sandalyeye adımladı. Uyanmasını beklerken, uyuyakalmıştı.. Sandalyeyi yatağa yaklaştırarak oturdu. Kolunu sandalyenin kenarına yasladığında, başını hafif eğdi. Avuç içlerinin kızarıklığı gitmişti. Ancak geçmiş izler hala avuç içlerindeydi. Özenli bakmamıştı yaralarına. Belki de hiç sarmamıştı bile.

 

Kıpırdanmaya başladığında uyunacağını anlamıştı. Gözlerini kırpıştırarak yavaşça açtığında tavana dikmişti bakışlarını. Birkaç saniye tavanda oyalanan bakışları direk olarak Demir’e dönmüştü. Bariz bir endişe vardı, gözlerinde. Onu görmüştü. Acısını, derinde olan kabuk bağlamayan yarasını.

 

“Uyandın Çakma Savcı! Uykunda ağırmış. Soru sorarken mayıştın hemen.” Diyerek sesli bir nefes verdi. “Yoksa sorularımı mı beğenmedin?” dediğinde bozuntuya vermedi. Gördüğünü bilsin istemedi. Bunu istemediğini görüyordu, gözlerinde. Gül’ün afallamış bakışları, avuç içlerine kaydı. Avuç içlerini önüne getirip gözlerine yaklaştırdı. Baktı ve içten bir nefes verdi.

 

“Yaklaşık beş saattir uyuyorsun…” Dediğinde kaşları çatıldı. Etrafa baktı. Dağılan bir şeyler aradı. Yoktu. Her şey yerli yerindeydi.

 

“Sen beni mi bekledin,” dediğinde gözlerini biraz daha açtığında, “ bu kadar saattir?” diyerek şaşkın ifadesini gizlemek ister gibi sorusunu sordu.

 

“Önemi var mı?”

 

“Benim için var.” Diyerek gözlerini kıstı. Eli kâkülüne gitti. Kalbim için var demek istedi ama dökülmedi dudaklarında. Boğazında düğümlenmiş bir biçimde takılı kaldı.

 

Kafasını aşağı yukarı salladı. “Görevim bu!” dediğinde göz devirdi, Gül.

 

Yüzünü ekşiterek, “Görev, doğru. Bir görevin olmalı, değil mi?” diyerek bıkkınlıkla konuştu. Öyle dercesine kafasını salladı. “İyi geri de dur, izle beni!” diyerek başını koltuğun olduğu tarafa çevirdi. Konuşmadı. Karşısındaki kadının istediği gibi izledi. Biliyordu ki dayanamayıp konuşacaktı. Sabırla o anı bekledi. Başını geriye atarak, gözlerini kapattı.

 

“Gül, bana Gül dedin…” diye Demir’e seslendi. Gözlerini açmadı. Başta sorması gereken soruyu sona saklamıştı.

 

Kısa bir an sessizliği bozmadı. Gözlerini açıp, doğruldu. Bakışlarını, merak içinde bekleyen gözlere dikti;

 

“ Dedim.”

 

Kaşları çatıldı. Ağzından cımbızla laf alınıyor, diye homurdandı sessizce. “Bir daha Gül deme bana! Silinmiş bir isim.” Diyerek öfkeyle baktı, Demir’e. Bir şey demedi. Ne onayladı ne de reddetti. Baktı, ona. Daha yeni karar vermiş olacak ki konuştu.

 

“Cık. Silinmiş değil, silemediğin bir isim...”

 

“Sen beni tanıyor musun, tanımıyor musun? Bir karar ver artık!” diyerek sabrının taştığını belli eden ses tonuyla bağırdı.

 

Düz bir sesle “Ne değiştirir bu? Arkadaşlık mı tazeleyeceğiz bu yaşta.” Diye cevap verdi.

 

Dudağını büzerek, “Ne varmış yaşımızda. Millet altmışlarında evleniyor. Senin için çürümüşse bilemem.” Dediğinde Demir, değişen ruh haline karşı afalladı. Bu muhtemelen serumdaki ilaçlardan kaynaklıydı.

 

“Eğer merak ettiğin buysa prenses, seni ilk gördüğüm andan beri tanıyorum.” Diyerek sinirle oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. Eş değer bir şekilde sandalye de yere düştü. Götüyle dağı devirdi, sözü aklına geldi Gül’ün. Gülmemek için yüzünü buruşturduğunda canının yandığını düşündü Demir. “İyi misin? Hemşireye haber vereyim mi? Üzgünüm, ben kendimi kontrol edemedim.” Dediğinde sesine yansıyan endişesine karşı kendine kızdı Gül...

 

“İyiyim. Geçti. Ufak bir sızıydı.” Dediğinde boğazını temizler gibi öksürdü. Yalan söylediğinde işaret parmağını ve orta parmağını birbirine geçirirdi. Yine öyle yapmıştı. Bakışları parmaklarına kaydı, Demir’in. Hatırlıyordu. Kaşlarını çattı. Kendine sövdü. Küçük çocuğa böyle saçma şeyler öğretirse unutmayacağını bilmeliydi.

 

“Biz asıl konuya dönersek,” dedi, Gül.

 

Demir lafını sakin bir şekilde böldü. “Evet asıl konuya gelirsek, dosya nerede?”

 

“Senin de gözünden bir şey kaçmıyor maşallah, bizim Nebahat teyzeye rakipsin” diye homurdandı. Nebahat Teyzeyi duymasıyla öfkesi geri ateşlenmişti. Bir de onun çıkardığı aslı olmayan dedikodular vardı. Üstelik bir de başı ağrıyordu. Sigarasız geçirdiği ilk ve tek gündü. Sırf kokusu üstüne sinip, rahatsızlık duymasın diye içmemişti. Ama karşısındaki kadın, onu düşünmüyordu. Konuşmasına alışmıştı. Sessiz olup yatmasındansa başının etini yemesini tercih ederdi. Ama sorularını yanıtsız bırakması sinirlendiriyordu.

 

“Lafı kıvırma. Söyle bana! Dosya nerede?”

 

“Kıvırsaydım bu şekilde rahat oturabilir miydin?” diye mırıldandı. Gözleri kocaman açıldı. Bu içinden geçirmesi gereken bir cümleydi. Gerildi. Yutkundu. Bakmıyordu Demir’e. Duymuş muydu diye düşündü. Bir ses de yoktu. Sessizlik rahatsız etmişti ki ona döndü bakışları. Tebessüm ediyordu ki kendine dönen bakışlarla siliniverdi.

 

Kendisinden kaçan bakışlara hitaben, “Duydum.” Diye fısıldadı sessizce. “Cevap bekliyorum, prenses. Lütfederseniz.” Diyerek dosyayı hatırlattı.

 

“Biliyor musun, bende bilmiyorum desem” diyerek buna inanmasını bekledi.

 

Kaşlarını kaldırarak, “Hadi yaaa! Bak sen şu işe. Ne yapalım o zaman?” diyerek yaslandığı sandalyeden öne doğru eğildi.

 

“Bakma öyle! Söyleyemem. O benim savcı olmamın garantisi bir nevi.” Diyerek yakınırcasına konuştu. Dosyayı teslim ederse tekrar başa dönecekti. Bu da o kız çocuğuna asla yardımının dokunamayacağını gösteriyordu. Yapamazdı. O çocukların özgürlüğe ihtiyacı vardı. Hep birilerinin kontrolünde bir suçlu muamelesi göremezlerdi. Alanları genişlemeliydi. Oyun oynamak için parka gidip arkadaş edinecek kadar geniş bir alanları olmalıydı.

 

“Sadece savcı olmak için mi saklıyorsun dosyayı?” dediğinde evet dercesine kafasını aşağı yukarı salladı. Bu hali Demir’e fazla masum gelmişti. Dudağının kenarı kıvrıldığında belli olmasın diye ellerini çenesini ovuyormuş gibi yaptı.

 

“Yemedim, Gül” diyerek ilk defa bu kadar naif çıkan sesine karşı gülücükler saçmak istedi karşısındaki kadın. Titreyen elleri belli olmasın diye örtünün altına koydu. Daha önce alev almış vücudu suyuna kavuşmuş gibi, huzur dolmuştu.

 

“Yesen sadece bu seferlik, Demir…” dediğinde Demir bakışlarını ilk defa kaçırdı. Karşısındaki kadından. Bu denli naif bir şekilde kendisine hitap etmesini, garipsemişti. Geçmişi anımsatmıştı.

 

Kendini toparlayarak, “Söylüyor musun?” dedi aynı ses tonuyla.

 

“Cık! Söylersem bana çok kızarsın zaten.” Dediğinde burnunu kırıştırdı. Ne yapsa geçmişlerini görüyordu, Demir.

 

Ani bir hızla ayağa kalktı. Ellerini göğsünde birleştirdi. Kafasını eğerek, “Sana kızacağımdan eminsin!”

 

“Emin değilim biliyorum. Beni çok konuşturma! Başın ağrımasın.” Diyerek umursamazca cevap verdi. Söylemeyecekti, bunu karşısındaki adamda biliyordu. Ağzından çıkan cümlelerle tahmin yürütmeye çalışıyordu. Ki bu tahmin doğru çıkabilirdi de. O yüzden konuşmaması gerekti.

 

“Anladığım kadarıyla benim sinirleneceğim bir yer. Albaya söylesem iyi olur gibi.” Dediğinde göz ucuyla Gül’e bakıyordu. Belki çekingen davranır diye düşünmüştü. Aksine daha da yükselmişti.

 

“Ondan korkmuyorum. En fazla kalbimi kırabilir. Daha fazlasına gücü yetmez.” Dediğinde sona doğru hiddetlendi. Kaşlarını çattı Demir. Sesindeki kırgınlık, albaya olmalıydı. Kırgındı. Hem de fazlasıyla.

 

“Uğraş dur diyorsun. Peki!” dediğinde bana ne dercesine omzunu silkeledi. Gözleri Demir’in ilk defa cebinde olmayan ellerine kaydı. Ayakta olduğu her an ya cebine koyuyordu ya da göğsüne kollarını birleştirerek saklıyordu. Elindeki kanı yeni fark etmesiyle yerinden doğrulmaya çalıştı.

 

Gül’ü kibarca tutarak, “İki dakika, bir rahat dur Gül.” Diyerek doğrulduğu yatağa geri yatırdı.

 

Bıkkındı. Dik bakışlarıyla, “Ya sana ne! Canım rahat durmak istemiyor belki?” diyerek isyan etti.

 

Gözleri kısıldı. Karanlığa bürünen sesiyle, “Bende aklına sığmayacak şeyler istiyorum ama bak.” Diyerek iç çekti. “Sabrediyorum. Sende biraz sabret!” dedi. Sustu, bakışları yatağın kenarındaki kan olan eline kaydı. Ne oldu eline dercesine kafasını salladığını düşündü. Anlamamıştı Demir.

 

Sabırsız bir nefes verdiğinde, dudağını ıslattı. “Diyorum ki ne oldu eline. Pansuman yapalım. Böyle olmaz, kurumuş baksana. Kan lekesi zor çıkar.” Dediğinde kaşları havalandı Demir’in. İlgili olduğu konular şaşırtıyordu. Dosyayı kaçırması, saklaması, albay olan dayısından hayatını saklaması, kan ile arasının oldukça iyi olması… Uzayıp gidiyordu ve bu durum rahatsız etmişti Demir’i. Bunların hepsi tek çatı altında birleştiğinde, tehlikeyi oluşturuyordu.

 

Merak etmiyormuş gibi sormaya çalışsa da beceremediği belliydi. “Müptelası olmalısın. Zor çıktığına falan hâkimsin.” Diyerek haki yeşillerinin odağında kâküller vardı.

 

İçten gülümsemesiyle, “Çakma falanız ama netice de Savcıyız aşk- asıl vesselam.” Diye toparlamaya çalıştı. Neyse ki anlamamış gibiydi. En azından bakışları ele vermiyordu. İçinde saklayabilirdi, sorun olmazdı.

 

Kısılan gözlerdeki parıltıya baktığında, içli içli solumaktan öteye gidemedi. “Alışmış gibisin, Çakmaya. Dikkat et üstüne yapışıp kalmasın.” Diyerek biten seruma adımladı.

 

“Kendime güveniyorum. Yaparım!” dediğinde bakışları serumla oynayan Demir’i buldu.

 

Gülümsemişti bu cevaba. İçten bir gülümsemeydi. İçten bir şekilde başarırsın demişti. “Ona ne şüphe! Bu çeneyle başarır gibisin de zaten.”

 

Dudağını büzerek, “Rahatsız olduysan gidebilirsin. Sen rahatsız oluyorsun diye susmayacağım.” Dedi.

 

Etrafa bakınarak, “Susma! Ben yakınsam da susma sakın” diye mırıldandı. İlk defa asker arkadaşları dışında birinin sessizliğine alışmak istemiyordu. Sessizliği onda acıyla eş değerdi. Görmüştü bunu. Ve o küçük kız çocuğuna haberi olmasa da söz vermişti. Koruyacaktı. Albaya kırgındı. Dallama da yoktu. Demir vardı, sadece.

 

“Ne dedin, anlamadım.” Diye merakla baktı.

 

“Hiçbir şey!”

 

Gözlerini kıstı. “Doğru, sen genelde hiçbir şey demezsin!” diyerek homurdandı. O sırada kapının çalmasıyla ikisinin de bakışları kapıya kaydı. Hemşire elinde farklı bir serumla odaya girmişti. Ağır adımlara seruma ilerledi.

 

Hemşirenin bakışları ikisi arasında mekik döşüyordu. “Geçmiş olsun, nasılsınız?”

 

Tebessüm ederek, “Nasıl olsun, bu soğuk nevaleyle. Didişmeye çalışıyoruz.” Diyerek güldü hemşireye. Demir bir tepki vermeden izliyordu onu.

 

Hemşirenin bakışları Demir’i bulduğunda gülmemek için çabaladı. “İlaçlardan olmalı.” Diyerek gülüşünü gizlemeye çalıştı.

 

“Ne oldu ki ilaçlara?” diyerek yine doğrulmaya çalıştı. Demir, sabırla geri yatağa yatırdı.

 

“Hemşire hanım, rica etsem eline bir pansuman yapar mısınız? Elindeki kana bakınca benim kalbim acıyor.” Dediğinde Demir’in bakışlarında garip bir ifade belirdi. Gözlerinin içi parladı. Annesinin ilk ve son kez saçını okşadığı andaki gibi zelzeleler koptu yüreğinde.

 

Hemşire odadan çıkmadan, lavaboya adımladı. Ellerini yıkadı. Tek kan lekesi kalmayana dek sıcak suyun altında tuttu. Zor da olsa ellerini ovarak çıkarttı. Ellerini havlu peçeteye silerek, tekrar başucuna gelip ellerini gösterdi.

 

Gözlerindeki hüzünle, “Onlar yara değil miydi? Benim üzülmeme nasıl kıydın?” dediğinde diliyle kuruyan dudaklarını ıslattı. Hemşire bir şey isterlerse düğmeye basmalarını söyleyerek kapıya adımladı. Ardından kapıyı yavaşça kapattı. “Şşş! Aloo! Cevap versene. Yüreğin bana kıymaya nasıl razı geldi?”

 

Demir, normalde bu kadar çok konuşmaması gerektiğini düşünüyordu. Sabırla derin nefes aldı.

 

“Kalpsizlik!” dediğinde işaret parmağıyla yaklaşması gerektiğini söyledi, Gül.

 

Yaklaştı. Yeterli mesafe değildi. Biraz daha gelmesi gerektiğini söyledi. Üzerine eğilir pozisyona geldiğinde tamam, diye mırıldanan ses ile durdu. “Bu güp güp sesi ne o zaman?” diye kaşlarını çatarak gözlerini Demir’in gözlerine zincirlemiş gibiydi. Bir an olsun ayırmadı. Karşısındaki bakışlar ondan ayrılsın istemedi. Gülmek istedi Demir. Üzerinden çekilmeden cevap verdi, sabırsız bakışlara.

 

“Haklısın. Bir kalbim varmış.”

 

Ani bir hızla, “Kime peki?” dedi. Demir’in bu soru karşısında kaşları havalandı. Yutkundu. İç çekip uzaklaşmak için gidecekken üniformasından tutulmasıyla daha da yakın bir pozisyona geldi, karşındaki kehribarlara.

 

Umursamadı, Gül.

 

Ağzında geveleyerek, “Beni kendinle sınama.” Yakındı ve bu durum hoşuna gitmiyordu.

 

Gözlerini kırpıştırdı. Biraz daha çekti yakasından. “Cevap verir misin? Kalbinin sahibi kim?” diye sabırsızca sordu. Ne yaptığının farkında değildi. Ama duyacağı cevap olumsuz ise unutmak istemiyordu. Hatırladığı her an otuz iki diş sırıtmak istiyordu. Çünkü karşısındaki adamın yeşillerine bir kez daha âşık olmuştu.

 

“Seni ilgilendirmez!”

 

“Yüzüğün sahibi kim peki?”

 

“Seni ilgilendirmez!”

 

“O ilgilendirmez, bu ilgilendirmez, bu ilgilendirmez! Ne diye buradasın o zaman? Beğenmedim git başkasını göndersinler.” Diyerek tuttuğu yakasıyı bırakıp, iteledi. Ardından eliyle git işareti yaparak son noktayı koydu.

 

Bedeninin geriye doğru savrulmasına izin verdi. “Sabır, sadece sabır Demir.” diyerek kendine telkin veriyordu. Kendisiyle göz göze gelmek istemeyen Gül’e döndü bakışları. Bir yandan saçının ucu ile oynuyor diğer yandan ne dediği anlaşılmayacak bir şekilde mırıldanıyordu. Sandalyesini yatağa yaklaştırıp oturdu. Ellerini başının arkasına koyarak, mırıldanan kızı izledi.

 

Sesi kısık bir şekilde, “Söylemeyecek misin kalbin kimde?” diye kısa süren sessizliğini tekrar bozdu. Merakının alevi sönmüyordu. Belki ilk defa neşeden uyuyamayacak, belki de diri diri gömülmeyi hissedecekti. Bir cevap bekliyordu. Hakkı olmamasını bilmesine rağmen. İçindeki büyüyememiş o çocuğu susturamıyordu işte. Alık alık baktı karşısındaki donuk bakışlı adama. İlk defa bu kadar yakınına girmesine izin vermişti adam. O sınırlarını açmamıştı ama sınırlarında gezmesi için müsaade etmişti. Bu düşünceyle dudakları kıvrıldı.

 

Yavaşça öne doğru eğildi. “Beklediğin bir cevap mı var? Eğer öyleyse aklında bulunsun, aklımdan dahi geçemezsin” dediğinde bir an olsun kaçırmadı gözlerini. Kendine belirtiyordu, durması gerektiği yeri. Karşısındaki kadına değildi sitemi. “ Tatmin oldun mu? Yüzüğümü görüyorsun.” Diyerek elini kaldırdı. Yüzüğün görüş açısına girmesini sağladı. Bakışlarında aşağılayıcı bir ifade vardı. “Beni hayatta tutan tek neden!” diyerek geri çekildi.

 

Yalnızca “Peki!” dedi karşısındaki kadın. Ağlamadı, sızlamadı. Tek bir kelimeyle kendini ifade etmeye çalıştı. İçinde kopan fırtınayı yine gizledi.

 

“O zaman gitmelisin!” dediğinde donuk bakışlarda hiçbir ifade değişimi yoktu. Kısık sesi git gide çöktü. “Ben onun yerinde olsam seni eve almazdım. Görevde olsa başka bir kadın var! Bu bana kötü bir kadın gibi hissettiriyor.” dediğinde derin bir çekiş sesi doldurdu kulakları.

 

Cevabının kalbinde net olduğu nadir soruyu yine de sormak istedi. “İyi biri misin?”

 

İçsel çatışmalarına rağmen böbürlenir gibi “Senden çok daha iyi olduğuma eminim.” Dediğinde kafasını salladı.

 

Onayladı. “Bu yüzden benden uzak durmalısın işte!”

 

Sitem edercesine, “Kör müsün, aramızdaki mesafeyi görmüyor musun?” diyerek sandalye ile yatak arasındaki mesafeyi gözleriyle işaret etti.

 

Dudakları kıvrıldı Demir’in. “Üzgün müsün?” diye konuştuğunda incitmekten korkar gibi naifti sesi. İncitmişti ama. Kalbi kırılan kızı göz göre dibe iteliyordu. Duygularını bastırmak içindi belki de. Ya da yine hüsrana uğramaktan korkuyordu. Biliyordu geçmişinden bir yara daha alırsa ayağa kalkacak gücü de olmazdı artık.

 

Göğsü daralmış gibi nefes verdiğinde, “Ne münasebet! Sen hangi sıfatla beni üzebilirsin?” diyerek öfkeyle cevapladı Demir’i. Kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı onu. “Sen de dengesizlik var, birazcık!” diyerek ekledi cümlesine.

 

“Var bende, kötü olan ne özellik ararsan var Gül!” dediğinde kendi kendine söylüyormuş gibiydi.

 

Sanki sır veriyor gibi etrafta gezdirdi bakışlarını. “Yeme beni. Tanıyorum seni. Sen yolda ölen kuşu hastaneye götürmüş insansın. Kötü biri bunu yapmaz ki!” dediğinde kısık bir kahkaha sesi işitti.

 

Gözleri umutla sarıldı. “Hatırlıyorsun, güzel…” dedi.

 

“Unutmam için bir neden yoktu.” Diye mırıldandı. Bakışları Demir’i buldu. Yeni aldığı kitabın, ilk sayfasına bakar gibi baktı ona. Heyecanla ve umut kırıntılarıyla…

 

Genelde unutan biri olduğun için, diyerek kendi kendine mırıldandı, Demir.

 

“Seni duyacağım şekilde konuşur musun, merak ediyorum ne dediğini.”

 

Donuk suratı yeniden yer edindi. “Hafızan baya kuvvetli.” Diye memnuniyetsiz bir biçimde konuştu.

 

“Öyle. Ama keşke unutsam bazı şeyleri.” Dediğinde acıyla yutkundu. Unutmak istediği onca anı vardı ki… Düşündükçe kalbindeki ateşin lavları, kalbinden taşıyor canını yakıyordu. “Biliyor musun unutmadığım bir anı anlatayım sana.” Dediğinde kendi kendine kıkırdadı, yüzünde açan güllerle. “Neyse anlatma desende anlatırım” dediğinde Demir’ e baktı. “Bir keresinde dans hocası antrenmanın için izin vermeyince hocanın suyuna uyku ilacı atmıştın. Ve sen o zaman 11. Sınıftın. Ağır abi ayaklarında takılma benim karşımda.” Diyerek soluklandı. “Şöyle bir düşününce içime kadar girmişsin.” Diye kendine yakındı. Hoşnut olmadığını yüzünü buruşturarak belli etmişti.

 

Başını usulca geriye attı, Demir. Sınırlarını aşarak konuşuyordu ve muhtemelen söylediği hiçbir cümleyi de hatırlamayacaktı, karşısında kendisine tebessümünü sunan kadın... Sınandığı dakikalardı ve bu durumdan artık memnun değildi. Tekrar başını usulca kıza çevirdiğinde alık alık kendisine bakıyordu. Bu görüntüsü de masum geliyordu. Bir şey diyemiyordu. Genzinde takılıyordu, diyecekleri. Öksürdü. Gözlerini kapatıp açtı. İçli içli soluklandı. “Beni kendinle sınamaya devam ediyorsun. Artık o çeneni kapamalısın.” Çizgisini bozmamaya gayret ediyordu.

 

İstemese de dilinden döktü. “Neden? Hem ben sana git, başkası gelsin demedim mi? Ne duruyorsun burada?” kısık bir tınıydı. Gitmesini istemiyor sadece dile getiriyordu sözcüklerle.

 

Sabırla cevapladı. “Kovsan bile gitmem demiştim!” diyerek ayağa kalktı. Yatağın ayakucuna ilerledi. Üzerindeki örtüyle açılan ayağını örttü.

 

“Sen yanmışsın oğlum!” dediğinde ellerini havaya kaldırmış, avuç içlerini inceliyordu. Çocuksu bir masumlukla, bakıyordu. Sen yanmışsın oğlum, içten bir sesle kahkahalarıyla karışık dile getirmişti. Bir şey demedi. Ellerini izleyen kadına baktı. Kaşlarını çatmış, avuç içlerini gözlerine yaklaştırmıştı. Pür dikkat avuç içlerini inceliyordu. Bu görüntüye karşı başını belli belirsiz sola eğdi. Ellerini göğsünde birleştirip izlemeye devam etti.

 

“ Avuç içimizde kaderimiz yazarmış biliyor musun?” dedi kısık bir sesle. “Benim kaderimde derin izler mi olacak? Elimdeki yaralar gibi. Hep canım mı yanacak?” Diye kendi kendine mırıldanıyordu.

 

Olmaz diyemedi. İzler geçer, diyemedi. Canın yanmaz, diyemedi. Boğazındaki acıyla yutkundu, sadece. Tek yapabildiği bu oldu. “Kaderimiz niye avuç içimizde yazılı? Sen bunu biliyor musun peki?” dedi sakin bir şekilde. Yavaşça yatakta olan kızın ayakucuna oturdu. Haki yeşillerini karşısındaki ışıldayan ve merak dolu kehribarla kenetledi. “Gerektiğine rahat bir şekilde gizleyelim diye!” dediğinde kaşları havalandı. “Kader, sadece sende olması gereken sır. Bu yüzden bu önemli bilgiyi benimle bile paylaşmamalısın!” dedi düz bir sesle.

 

“Ha sen, ha ben ne fark eder aslan parçası? Yabancı değiliz ya!” diyerek esnemişti. Yarı uyuklar bir biçimdeydi. Bocalamıştı. Ani bir ruh değişimi içindeydi. Bir kez söver gibi konuşuyor, üç kez âşık gibi övüyordu.

 

“Bana gösterdiği kelebek gibi özgür ruhuyken, benden saklamaya çalıştığı kırık dökük parçaları…” İçli içli mırıldanmıştı.

 

“Hadi, inatlaşma kendinle. Kapat gözünü.”

 

“Gözümü kapattığımda gidecek misin?” diyerek gözlerini kırpıştırdı. Elini karnından çekip Demir’in bacağına cevap versene dercesine işaret parmağıyla dokundu.

 

Bacağına dokunan parmağa baktı. Tekrar kehribarlara döndü. “Gitmeyeceğim. Rüyalarında bile kovsan, buradayım.” Dediğinde kendisine gülücükler saçan Gül’e bakakaldı. Gülüşü daha da büyüdü. Hoşuna da gitmişti. Her ne kadar ilaçların etkisinde olsa bile.

*

 

Özgür’ün ardından Petek’te salona girmişti. Özgür, Turgut’un yanına oturmuştu. Petek’te Süheyla’nın yanına adımladı. Oturacağı sırada Süheyla’nın sesiyle irkildi.

 

“Oraya oturma, çocuğum daralıyor!” diyerek homurdandı.

 

İsyan edercesine, “Dua et benim de yeğenim!” diyerek karşıdaki tekli koltuğa oturdu. Hemen yanı başındaki koltuk da Serdar oturuyordu. Neyse ki onu umursamadan çayını içiyordu. Kapının çalmasıyla eniştesi koltuktan kalkıp kapıya adımladı. Gelen sesler kalabalık bir grup olduğunu gösteriyordu. Eniştesi gelip aynı yerine kuruldu. Beş dakika sonra salona üç kişi ellerinde çaylarla girdiler.

 

“Merhaba Süheyla Sultan.” Dedi aralarından en kısa olan çocuk. Diğerlerine göre daha genç görünüyordu.

 

“Hoş geldin Gürkan, hoş geldiniz” diyerek oturmalarını söyledi Süheyla.

 

“Sıcak çay yapmış sultanımız dedi Özgür. Bizde geldik.” Diyerek sırıttı sarışın olan.

 

Turgut araya girerek, “İyi bok yediniz!” dedi.

 

Süheyla, araya girerek “Sen bakma ona Özgür, hormonlardan hep” dediğinde sessizce kıkırdamaya çalıştılar.

 

Yağız, “Nasıl gidiyor abla var mı bizim yapacağımız bir şey boşuz bu aralar. Bir ihtiyaç olur. Bir telefona bakar.” Diye ciddi ifadesinden ödün vermeden konuştu.

 

Süheyla elini karnından indirmeden “Sağ ol Kağan, köyden getirttiğiniz reçellerle zaten büyük bir iyilik yaptın bize.” Dedi. Komşu köylere üşenmenden Süheyla için giderlerdi. Yoksa ne köyü ne evi vardı. Tek bildiği vatandı, Yağız’ın. “Kağan nerede, o da gelseydi. Burada yerdik bugün.”

 

Yağız düz bir sesle, “Ondan da komutanımdan haber yok” dedi..

 

Turgut, “Komutanım hastanede,” diye cevapladı. Hepsinin gözünde bariz bir endişe belirdi. “ Savcının yanında.” Dediğinde birbirlerinde göz gezdirdiler. Biz demiştik, dercesine sırıttı hepsi.

 

“Komutanınki- yani komutanın karargâhta konuştuğu Savcı mı?” diyerek lafını kıvırdı Özgür. “Vay anasını bir gün adamın evinde kaldı ne hale getirmiş adamı.” Diyerek Yağız’ın koluna vurararak Serdar’ı işaret etti.

 

Özgür, “Kağan komutanım da karargâhta. Öyle dedi bana.” Dedi.

 

Serdar, meraklı bir ses tonuyla, “Sahi sen bir şeyler anlatıyordun, malın biri arabanın tekerlerini patlatmış diye” dedi. Petek bakışlarını Serdar’dan çekerek yanında oturan Özgür’e kenetledi. Bakmadı ona, Özgür. Bakışlarını üstünde hissetmesine rağmen.

 

“İşte çoluk çocuk, terbiye veren olmayınca böyle oluyor.” Dediğinde Petek’in gözleri doldu. Elindeki sıcak olan çay bardağını sıkabildiği kadar sıktı. Annesini hatırladı. Babasının annesine dediklerini… Kızlarına veremediğin terbiyeyi bana mı vermeye çalışıyorsun, diyerek çıkıp gitmişti, bir daha dönmemek üzere. Yanındaki adam sadece arsız değildi. Boşboğazlık ve kalpsizlikte diz boyuydu. Piç herif, diye mırıldandığında Özgür’ün bakışları birkaç saniye ona döndü. Onu duymuştu.

 

Durmaya niyeti yoktu. Kaşınmıştı. “Siz nasıl bu kadar eminsiniz terbiye almayan çocukların böyle olduğuna? Terbiye almadan mı büyüdünüz siz de?” dediğinde tüm bakışlar Petek’e dönmüştü. Kaşları çatılmıştı hepsinin. Ablasının bile. Özgür hala umursamamış gibi görünüyordu. Bu onu daha da çileden çıkardı. Susmadı. Bu adam fazla oluyordu artık. Yerini bilmesi gerektiğini düşündü. “Sustunuz. Anlaşılan öyle.”

 

Özgür yıllarca yaptığını yine yaptı. Tüm duygularının üzerine bizzat kendi toprak attı. “Öyle biz düşünce kalkmayı da kalkınca tekrar düşmeyi de kimse olmadan öğrendik Petek.” durdu ve yutkundu. “ Senin saçlar balköpüğü mü?” diye farklı bir cümleyle bitirdi. Ne alaka dercesine baktı Petek. Bu adam açık bir şekilde kendisiyle kafa buluyordu. Ya sabır, diyerek içli bir şekilde mırıldandı. “ Cümleten” diyerek fısıldadı ona doğru Özgür. Göz devirdi, Özgür’e. “Yapma, şunu!” diyerek sesli bir şekilde konuştuğunda farkına vardı. Fısıldamamıştı bunu. Tüm bakışlar ona döndü. Çayından bir yudum alıp belli belirsiz sırıtmaya çalıştı. Ne bakıyorsunuz dercesine kafasını salladı.

 

Gerilimi azaltmak için konuyu değiştirdi. “Bir maç yapalım diyoruz, Turgut başkan. Gelir misin?” diye konuştu Serdar.

 

“Baldız burada. Gönül rahatlığı ile gelirim. Ancak eksik var Türkdoğan memlekete gitti.” dedi.

 

“Kim var?” diyerek sordu Özgür.

 

Gürkan tek tek saymaya başladı. “Yıldırım Timi yani biz, Oktay, Sarp, Uğur,” Dedi.

 

“Diğerleri izin alamaz. Albay bu aralar sürekli karargâhta.” Diyerek bıkkın bıkkın cevap verdi Turgut.

 

“Aaa! Bizim Efe var, hem komutanla arasını düzeltir belki” diyerek araya girdi Süheyla. Turgut kaşlarını çatarak Süheyla baktı. Komutanın az çok tanıyorsa Efe’ye saha da bile döverdi.

 

Petek girdi araya, “O olmaz” dedi hemen. Bunların hepsi asabi insanlar diyerek Efe’yi korumaya çalıştı.

 

“Niye bulduk işte?” diye atıldı Özgür.

 

Turgut, “Komutanım pek ısınamadı gibi ona. Bize rahat bir maç olmaz” dediğinde sesli bir nefes verdi.

 

Süheyla masumluğuyla, “Ne güzel işte kaynaşırlar!” dediğinde sen ciddi misin dercesine baktı karısına.

 

Kaşlarını kaldırarak, “Kaynaşacaklarına eminim hatun. Ama senin dediğin bir kaynaşma olmaz o!” dediğinde aklına gelen sayısız senaryoyu düşünmeden edemedi.

 

Petek nefes verdiğinde kafasını salladı. “Olmaz o zaman. Efe stres torbası değil.” diyerek endişeyle konuştu.

 

Özgür’ün bakışları birkaç saniye Petek’te takılı kaldı.

 

Turgut savunma hattında olduğunu belli ederek, “Stres torbası mı dedik, herife. Komutanım dövdüyse vardır bir bildiği. Hemen savunma arkadaşını.” Diye çıkıştı.

 

Gürkan’da konuya dâhil olmak istedi. “Komutanım kimi dövdü?” dedi.

 

Turgut bir öğretmen edasıyla, açıklamaya başladı. “Bizim hanımın üvey çocuklarından biri. Avukat. Savcının arkadaşı mıymış neymiş.” Diye homurdandı. Süheyla umursamadı. Onların hepsi Turgut yokken kol kanat geriyorlardı ona. Hepsini sakınırdı gözünden.

 

 

KURTLAR SAHADA: Çok Konuşma

 

Özgürgüler: Vay anasını. Adam direk kıskanma evresine atlayacak kadar yakmış abayı!”

 

Ortak gruba gelen bildirim başına iş açmaya yetecekti.

 

Loading...
0%