Yeni Üyelik
8.
Bölüm
@dnzkzgb

 

 

Ayaklarının dibinde duran renkli örgü çantası, elindeki analog kamera ile top oynayan Kurt’u fotoğraflamayı düşündü. Kendine yük olduğunu düşündüğü çantasını boynuna asarak, küçük adımlarla sahaya doğru adımladı. Yaklaştı ve çocukların bulunmadığı bir ağaç arkasına minik bedenini sakladı. Onu görürlerse, Kurt’u da sevmeyeceklerini düşündü. Çam ağacının gövdesinden tutunarak kafasını, ağacın köşesinden bir sincap misali çıkararak izlemeye başladı.

Tüm çocuklar heyecan ile ayağa kalktığında, maçın sonu olduğunu düşündü. Elindeki kamerayı, açarak göz hizasından sabitledi. Sağ gözünü kapatarak, Kurt’un bir fotoğrafını çekti. Kıpkırmızı olmuş yüzü, ıslak yeşil tişörtünden sarkan zincirindeki yüzük, siyah şortu ile ayağındaki topu kale denen yere doğru hırsa bürünmüş yüzüyle, sürüyordu. Hazır da bekledi. İnanıyordu minik kız, onun yeneceğine. Ayağındaki topa son kez vurduğunda, bir fotoğraf çekmeyi başardı. İyiydi bu işte, ne de olsa abisi öğretmişti. Ara sıra kaybolarak, dolu dolu fotoğraflarla gelen abisinden öğrenmişti.

Elindeki kamerayı gözlerinden çekerek, olduğu yerde kamera tutan ellerini yukarı kaldırarak zıpladı. Sevindi, içinden herkes gibi Kurt’u sayıkladı.

Kamerasını tekrar gözlerine hizalayarak bir de gülen fotoğrafını çekmek istedi. Sonrasında ona gösterirdi. Kameranın düğmesine bastığında içinden attığı sevinç çığlıkları sessizliğe boğuldu, minik elleri sıkı sıkı sarıldı, kamerasına. Gözlerinde hüzün belirdi. Kurt, başka bir kıza sarıldı. Üstelik kendine şişman diyen çocuklardandı.

Hani arkadaşlar birbirlerini desteklerdi? Kendisinin kavga ettiği Kamil ile komşu olmalarına rağmen konuşmuyordu, artık.

Yutkundu. “Herkesin başka arkadaşları olabilirdi kine!” diye sesli bir şekilde mırıldanarak, ağacın arkasına tüm bedenini sakladı. Ya onu unutursa? Ya o kızla daha iyi anlaşırsa, alışmıştı artık Kurt’a. Sanırım, yine mum yakarak kendi yolunda adımlayacaktı.

Bedeninin yarısını, ürkekçe ağacın arkasından çıkardığında çocuklar sahanın ilerisindeki parka ilerlerken Kurt’un yanı başında ilerleyen kız, kaşlarını daha da çatmasına neden olmuştu. Kurt’a bir şeyler anlatıyor, Kurt’ta etrafa bakınıyordu. En iyisi arkasını dönerek, bugünü hiç yaşanmamış saymasıydı.

Ağacın gövdesinden ayrılarak, arkasını döndü. İlerledi, ilerledi, ilerledi. Dönmedi ardına. Yavaş yavaş usul adımlarla gidiyor, duraksayarak etrafı fotoğraflamayı ihmal etmiyordu. Duraksadı önüne çıkan gülfidanı ile. Goncaları yeni açıyordu, kırmızı güllerin. Yaklaştı, ayakucunda yükseldi. Kamerayı gözlerine yaklaştırarak fotoğrafını çekmek istediğinde dengesini kurmadığı için fidanın üstüne düşmemek için sol eliyle tutundu önündeki Gülfidanına. Gözlerini açmadı. Canı yanmıştı, gözlerini kapalı tutması gerekti. Ancak acısı bir türlü geçmiyordu. Ellerini gülfidanının gövdesinden çekerek gözlerini açtı. Gülfidanı iyiydi. Gül, iyi değildi. Avuç içlerine batan Gül’ün dikenleri canını acıtıyordu. Bakışları avuç içlerinde takılı kaldı bir süre. Gözyaşları avuç içlerinde son buldu. Kendi çıkaramaz, annesi çıkarmazdı dikenleri. Abisini bekleyecekti.

Gözyaşlarını sildi. Kamerasını sağ eli ile sıkı sıkı tutarak, artık evine adımlaması gerektiğini bilerek, ilerledi.

“Cimcime! Nereye böyle?” diyen bir sesle adımları duraksadı. Derin bir nefes alarak, arkasını döndü. Elinde topu, kıpkırmızı yanakları ile tebessüm ederek kendisine bakan Kurt’a kısa bir an cevap vermemeyi düşündü. Ancak bu yanlış olurdu. Başka arkadaşları olurdu, çocukların.

“ İşlerim var. Sonra görüşürüz” dediğinde tebessümü büyüyen çocuğa sırtını dönerek ilerlemeye devam etti. Kurt, arkasından hızlı adımlar ile yanında beliriverdi. Kendisinden kaçtığını düşündü Gül’ün.

İçinde yeşeren merakla “Ne işiymiş bu? Bir de ben olmadan…” dedi.

Umursamamaya çalışarak, “Bana saklı kalan bir iş…” dedi hiç tereddüt etmeden. Vazgeçmişti, resimleri ona göstermeyecekti hatta eve gidince de silecekti.

“Yakın arkadaşlar arasında saklı kalan şeyler olur mu?” diye bir soru yöneltti, Kurt.

“Olur mu?” dedi masum bir edayla.

Düşünür gibi yaparak, “Bende, olmamalı… Sende?” Kafasını hafif yukarı kaldırarak, bakışlarını Kurt’a çevirdi. Bıkkınlıkla soludu.

Bir çırpıda “Sende olmalı, bende olmamalı!” dedi göz temasını kesmeden. Bakışlarını yürüdüğü yola çevirerek daha hızlı adımlamaya başladı.

Gül’e yetişmek için adımlarını daha da hızlandırarak, “İkimizde de olmamalı” dedi.

“Yakın arkadaşız biz, en yakın arkadaş değiliz kine!” dediğinde sona doğru çatallanan sesine karşın öksürdü.

Ağızından dökülen cümleler pişmanlık getirse de geçti. “ Senin başka arkadaşın yok ki…” dediğinde Kurt’u gördüğü andan beri ilk kez ona kısa bir an öfke duymuştu. Bir eli kameraya daha sıkı sarılmış, diğer elindeki dikenler avuç içine daha da batırmıştı. Gül’ün dikeni bir kez daha acıttı, Gül’ü…

“ Abim var… O benim en yakın arkadaşım.” Dedi net bir sesle. “ Bırakabilirsin beni!” dediğinde içinden gelmedi bu cümle. Ancak kimseyi, zorlayamazdı. Bu yanlış ve can yakıcıydı. Bu hissi anne ve babası yaşatıyordu.

Kurt durumu toparlamaya çalışarak, “Ben senin en yakın arkadaşın olmasam da, sen benim en yakın arkadaşımsın.” Diye net bir sesle cevap verdi, Gül’e. Bu kız çocuğu yaptığı hiçbir şeyi sorgulamıyor, yadırgamıyordu. Şimdi bile, gel evin kapılarına vurup kaçalım dese, itiraz etmeden gelirdi peşinden. Hata olduğunun farkına vardığında ise kendisine küsmez, ailesine şikâyet etmezdi diğer arkadaşları gibi. “ Bırakmam seni, ben!”

“Kabasın!” dedi.

Şaşkın bir ifadeyle baktı, Gül’e. O kadar söze sadece, kaba diyerek cevap vermişti.“ Ne kabalığımı gördün?” diyerek merak barındıran ses tonuyla “ istemeden seni incittim mi?”

Evet, az önce arkadaşın yok dedin, demek istedi. “ Evet!” dedi, kalbindekileri zihnine dillendirdi sadece. “Beni biraz daha burada tutarsan, ağlayabilirim!” dediğinde elindeki sızı artıyor, nemleniyordu gözleri.

“O kadar çok mu acıdı?” dedi, afallamış bakışlar eşliğinde. Kurt’un gözleri buğulandığında, minik kız bunu görmüştü. Üzülmüştü, abisi dışında birisi kendisine üzülmüştü. Abisine kıyamadığı gibi, Kurt’a da kıyamadı. Bedenleri arasındaki boşluğa sol elini getirerek, avuç içini açtı. İkisinin bakışları da avuç içine kaydı. Birisi kaşını çatmış, birisi kana şaşırmıştı. Gül dikensiz olmasa da kanatıyordu…

Kurt’un eli avuç içlerine gittiğinde “ bunu nasıl başardın?” dedi, sorgularcasına. “ ağzın dursa, elin dursa, ayağın durmuyor…” dedi, Gül’ün kolundan incitmeden tutarak. “ neden ilk gördüğün an söylemedin bana. Bana gel demedim mi ben sana?”

Kaşlarını çatarak, başını kaldırdı. “Demedin!” diye atıldı hemen. Dememişti böyle bir şey, iyi hatırlıyordu zihni.

Altan alttan Gül’e bakarak, “Dedim… Saçını ne zaman kesseler bana koş, dedim Gül!” dediğinde[Mh1] gözleri Gül için titriyordu.

Gözlerinden yanağına düşen gözyaşıyla, “Saçımdı o!” dedi. Sesi içine kaçmıştı.

Gül’ün ellerine bakmaya devam ederek, “İkisinde de canın yanıyor, Gül!” dediğinde sesine garip bir tını sahipti. Her yarasını sarabilirdi, sorgulamadan. Kendisini sorgulamayan kız çocuğu ile benzer yaraları vardı. Zorlanmazdı…

Geçmezdi ama tersine dil dökmeyi seçti. “Geçer kine…” Bunu her ne kadar yaşı küçük olsa da biliyordu. Çünkü her bir oyunu, rüyayı unutamıyor, diri diri yaşıyordu.

“Sende geçebilir ama bende geçmez…” dediğinde, ne zaman yarası olsa ilk koştuğu, Gülden Hanımın evinin önünde durdu, adımları. “Hadi! Gel benimle.”

Merakı kabardı. “Burası neresi?” dediğinde ona cevap vermeyi düşünmüyor olacak ki, kolundan tutarak ilerlemeye devam etti, Kurt.

İlk katı çıkarak, beyaz bir kapı önünde durdular. Zile basacağı sırada ondan önce atıldı, Gül. Kapıyı başında yazması, ayağında renkli bir şalvar olan genç bir kadın açtı. Tebessüm ederek önce Kurt’a sonrasında Gül’e değdi bakışları. “ Hanginiz?” dedi, onlar bir şey söylemeden.

Gözleri ile önündeki bedeni gösterdi. Gül mahcup bir tavırla bir elinde kamerası bir elinde dikenleri arkasında saklayarak, bakışları yere taşlar döşedi. Onlara yol açan bedeni aşarak adımladılar. Kurt, yolu biliyor olacak ki Gül’ün adımlarına yön verdi. Salona girerek, çiçek desenleri olan koltuklara yan yana oturdular. “Bekleyin, sağlık malzemelerini alıp, geliyorum.” Dedi kapı ağzından, Gülden Hanım. Sadece kafalarını sallayarak, onayladılar.

Gül’e doğru dönerek, “Hala acıyor mu?” dedi.

Yutkunarak, etrafta gezindi bakışları. “Birazcık, evet…” Bakışları bir an Kurt’a değmedi. Kâkülünü düzenledi, boynunu kaşıdı.

“Geçecek, az kaldı.” Dediğinde içeriye giren Gülden Hanım’ı buldu ikisinin bakışları. Gül’ün ayakucuna çömelerek elindeki çantayı desenli kırmızı halıya koydu. Sanki yara izini biliyormuşçasına ellerine gitti Gülden Hanımın elleri.

Naifçe dokundu minik ellere. Avuç içi açıldığında, “ bizim oğlanın dediğinden daha derin yaran var gibi, prenses…” dediğinde Kurt’un hiçbir şey söylemediğini biliyordu. Daha önceden bahsetmiş miydi kendinden? “ Prensim, yolunda bir Gül’e rastladığını anlattı. Çok güzel, dediğinde bu kadar güzel bir Gül beklemiyordum” dediğinde dikenleri çoktan çıkarmıştı. Gül’ü düşündürmeye yetecek cümlelerdi, bunlar. “ diğer eline de bakalım mı?” dedi zarif bir sesle, Gülden Hanım. Elindeki kamerayı, yanı başına koyarak avucunu açtı. İlk defa yaraları, gerçek anlamda dikkatle sarılıyordu. Abisinden bile gizlediği yaraları, Kurt’tan gizleyememişti.

Sarılan yaralar ile ayağa kalkan Gülden Hanım “ portakal suyu mu, süt mü?” dediğinde Gül’ün bakışları Kurt’a kaydı. O içerse içecekti, içmezse içmeyecekti. Gülden Hanım, bu tablo karşısında tebessümünü esirgeyemedi yüzünden.

“Ben süt içeceğim. Gül?” dediğinde sütü nefret etmesine rağmen Gül için daha sağlıklı olduğunu düşünerek istemişti. Biliyordu, o ne yaparsa aynısını yapacaktı.

Baş parmağı ve işaret parmağı arasında minik mesafe bırakarak, “Bende, azcık süt alabilirim.” Dedi.

“Emin misiniz?” diye sorduğunda Kurt’aydı sorusu. Sütü hiçbir koşulda ağzına dahi sürmediğini bilirdi, teyzesi. İkisi de aynı anda aşağı yukarı salladılar kafalarını.

Gülden Hanım salondan çıktığında “ bu yüzden mi kaçıyordun benden?” dediğinde, gözleri kısa bir an Gül’ün birbirine tutunan sargılı ellerine kaydı.

“Hayır, fotoğraf çekiyordum. Karanlık olmadan daha çok fotoğraf çekmek istedim…” Yalan söylemişti. Gerçeğini söylemek istemedi. Hakkı yoktu çünkü.

“Neleri çektin, gösterir misin bana da?”

“Bugün olmaz. Başka bir zaman, seninle birlikte çekelim.”

“Olur ama neden göstermiyorsun ki? Merak ettim.” Dedi. Neleri çekmişti mesela. Gülleri mi, ağaçları mı, gökyüzünü mü, kuşları mı…

Yanı başındaki kamerasına uzandı sarılı elleri. Kamerayı açarak, fotoğraflara baktı. Güzel bulduğu bir gül resmini açtığında yanı başındaki bedenin kafası görüş açısını yarıya indirdi.

“Bu çok güzel. Senin gibi, Gül gibi…” dediğinde belli belirsiz gülümsedi Gül.

Sessizliğini koruyarak, fotoğrafları açmaya devam etti. Önce kırmızı bir gül, beyaz papatya, açık mavi gök ve Kurt… Aniden çıkmıştı. Geçmek istediği sırada, parmağının üzerine dokunan parmak ile durdu.

Heyecanla, “Bu benim, değil mi?” dedi, heyecanla. “ sen maçımı izledin mi?” diye sorduğunda, kafasını salladı. “Neden gelmedin yanıma, her yerde aradım ben seni!”

Dudakları düz bir hal aldığında “Canım gelmek istemedi.” Diye fotoğrafa bakarak konuştu.

Kurt, kırılmıştı. Biraz da kalbi sızlamıştı. “Benim canımda gelmeni istemişti, bil diye söyledim.” dediğinde fotoğrafları değiştirmeye devam etti “Yakışıklı çekmişsin beni…” dedi, duraksadı. “Ben bu kadar yakışıklı değildim.” Tepki vermedi, Gül. Bir kıza sarıldığı fotoğraf açıldığında, kafasını kameradan çevirmeden göz ucuyla Gül’e baktı. Bu yüzden mi gelmemişti yanına? O sınıf arkadaşıydı, yakın arkadaşı değildi ki.

“Yakın arkadaşım değil!” dediğinde hala sessizdi, Gül. “ Bu yüzden mi gelmedin?”

Kurt’a baktı. Gözlerini hızla kırpıştırdı. “Benimle konuştuğunu gördüklerinde, seni de sevmeyebilirler…” diye sır verir gibi fısıldadı.

Endişeli bir sesle, “Sen sevmez misin, o zaman beni?” dediğinde sorgularcasına sordu.

Net bir şekilde “Severim...”dediğinde kelimesini vurgulamıştı.

Gözleri ışıldadı. “İyi… Biz bizi severiz. Yetmez miyiz bize?” diyerek gülümsedi.

Başını sola eğerek “Yeteriz…” diye cevapladı Gül.

Kapı ağzında usulca onları dinleyen kadın, bu küçük bedenleri hayranlıkla izledi. Gül’de, Kurt’ta birbirine sığınmayı öğrenmişti.

Birkaç gün sonunda kaderleri denk düşen bedenlerin yaraları çoğalarak birbirine daha sıkı sarmıştı onları…

“Gözlerin neden bu kadar şiş? Yanağın neden bu kadar kızarık? Kalbinin üzerinde neden kesik izi var?” diyerek Kurt’un dibine kadar sokulmuş, başka tuhaflık ararcasına baştan aşağı onu süzüyordu.

Bıkkın bir nefesle “Çok soru soruyorsun, Gül!” diyerek kestirip atmak istedi. Anlattığında güçsüz bir çocuk gibi görünecek, yarası olduğu zaman Gül’ün ona koşmayacağını düşünüyordu. Zaten babam kalbime gerçek bir yara açtı, diyemezdi.

Masum masum sola eğdiği başıyla, “Cevaplasan ya beni, Kurt…” dediğinde bakışları beklenti doluydu. Kurt’u tereddütte düşürmeyi başarmıştı. “ Çok acıyor mu? Yine o teyzeye gidelim mi, saralım yaraları acımasın. Canın acırsa, canım acır.” Arkadaşlar birlikte yaşardı iyi kötü tüm duyguları, Kurt böyle demişti kendisine.

İtiraz etmesi gerekti. Teyzesine gidemezdi. “Sen sorunca acısı geçti... Hem sen yanıma gelince, sarıldı yaralarım.”

Kaşları havalandı. Garipser bir ifadeyle baktı. “Acı öyle geçmez kine.” Dediğinde duraksadı cümleleri, bakışları afalladı. “ Ben yara sarmayı bilmem ki, yalan söyledin.”

“Cık. Yalan değil, sardın yaramı. Hem söyle bakalım sen, Muharrem komutan ne dedi?” diyerek lafı değiştirdi. Gül’ ün dikkatini dağıtmaktı, tek amacı.

“Aaa!” dedi şaşkın bir ifade ile. Elleri yanına koyduğu örgü çantasına gittiğinde, içinden pembe bir yemek kutusu çıkardı. Ardından kutuyu açarak, ikiye bölünmüş bir elma çıkardı. “ bir elmanın yarısı…” diye konuştuğunda Muharrem amcanın kendisine söylediğini hatırlamaya çalıştı. “ biri sensin, biri ben..” dedi. “ Hayır! Hayır, yarısı senin, yarısı benim…” dedi, elmayı Kurt’a uzatarak. Usulca minik ellerinden çekti elmayı. “ Huysuz amcaya yemek götürdüğümde hep bu kutumu alır, içine meyve koyar. Bende bugün yemek götürmedim. Ama o benim kutuma elma koymuş,” dediğinde kısa bir soluk alarak, “ kabul etmeyince bir elmanın yarısı senin, diğeri de seni bekleyenin, diye kızdı bana.” Duraksadı, nefes aldı. “O hep böyle Huysuz… Alışkınım.”

Kurt, “Huysuz!” diye cümle içinden çekip aldı, kelimeyi. “ Senden büyüklere öyle denmez. Ayıp!”

O memnundu. “Huysuz amca dediğimde, bana bir şey demiyor ama…” diye bilmiş bir tavırla konuştu. “ sende bazen Huysuz amca gibi oluyorsun, ha!” diye noktaladı.

“Hah! Ne huysuzluğumu gördün, Gül? İtiraz etmeden, sarı kız ile prensese elbise bile diktim!” diyerek bebeklere kıyafet diktikleri gün canlandı gözleri önünde. Tamam, kavga ederek de olsa, o elbiseler bebeklerin üstündeydi, artık.

“Sarı kıza ben diktim.” Dedi net bir tavırla. “Prenseste senin bebeğin, dikeceksin tabi kine.”

“Benim bebeğim, istesem dikmezdim.” Diyerek burnunu kırıştırdı. Yine huysuzluk ediyordu, farkında olmadan.

“Bu soğukta bir şey giymediği için hasta mı olsun, kalpsiz misin?” dediğinde sorgularcasına bakışlar attı. “ Bak, yine huysuzluk ettin!”

Ellerini havaya kaldırdı. “Tamam, Bayan Çokbilmiş sen haklısın!” diyerek susmayı tercih etti.

Zafer kazanmış, göğsü kabarmıştı. “Kızlar, her zaman haklı kine zaten.” Dedi, konuşmaktan fırsat bulamadığı elindeki elmadan sonunda bir ısırık aldı.

Kafasını sağa sola sallayarak, “Sen bunları nereden öğreniyorsun böyle?” dedi, şaşkın bir ifadeyle. Gerçi neye şaşırıyordu ki, çantasından görüldüğü kadarıyla Barbie dergileri ile doluydu. Okumasını bilmemesine rağmen bir an olsun ayırmıyordu yanından. Üstündeki kıyafetlere de baktığında, boğazına bağladığı beyaz pembe fular, kulağında sallanan inci küpeler, pembe ceketinin içine giydiği beyaz oyuncak bebek baskılı bluzu, pembe İspanyol paça pantolonu ile ikon bir karakteri andırıyordu. Hayır, andırmıyordu. O, ikon bir kız çocuğuydu.

Aklındaki soruyu çekinmeden Kurt’a döktü. “Nasıl yani ben her zaman haklı değil miyim, Kurt?” dediğinde Kurt’un daldığı kuyudan çıkmasına yetmişti.

Bıkkın bıkkın, “Sen, her daim haklısın benim için. Oldu mu, erdin muradına?” dedi.

Güldü. Elini dudakları üzerine getirerek, başparmağı ve işaret parmağını birbirinden ayırarak Kurt’un da gülmesini istedi. “İşte oldu. Yine haklıyım, gördün mü?” dediğinde başlayan yağmur ile Kurt’un kaşları çatıldı, Gül’ün yüzünde goncalar açtı.

Bakışları gökyüzüne çevrildi. Kurt ise bu gözlerden geleceklere korkuyordu. “Hadi yağmurda ıslanalım, Kurt!” diye masum bir bakış eşliğinde dile getirdi kalbindeki cümleyi. Seviyordu yağmuru. Tüm acısını silip süpürdüğünü düşünüyordu. Onun aksine Kurt, nefret ediyordu yağmurdan. İçindeki babasının yaktığı ateşi söndüremeyen suya hiç ihtiyacı yoktu.

“Ben yağmuru sevmem! O yüzden evlerimize gidelim.” Diyerek ayağa kalktı, Gül’ün çantasını eline aldı.

Çantayı elinden çekip, alarak “ O zaman sen git! Ben yağmurla biraz oynar, giderim.” Dediğinde göz devirdi, Kurt.

Sabır dilercesine “Hasta olursun, olmaz. Hadi eve gidelim.” Dedi, Gül’ün elini tutarak.

“Ben yağmurda hep ıslanırım. Bir şey olmuyor bana.” Diyerek derin bir nefes aldı. “Hasta olma, git sen…” dediğinde keçi inadı tutmuştu yine. Başını göğe kaldırarak, sabır diledi, Kurt.

“O zaman sana iyi eğlenceler, Bayan Çokbilmiş!” diyerek sırtını döndü Gül’e. Belli etmese de üzülmüştü, Gül. Birlikte yağmur birikintilerinde zıplamak güzel olurdu. Kendine sırtını dönen Kurt’a, o da sırt döndü. İlerledi, yağmur altında birikintilere.

Yağmur birikintilerinde zıplamaya devam etti. Sırılsıklam olan vücudunu umursamadı, başını göğe kaldırdı. Yağmur altında, gözlerini açık tutmaya çalışarak, kendince oyun oynamaya çalıştı. Başını tekrar aşağı eğdiğinde dönüyor gibi hissettiğinde elleri tutunacak bir yer aradı. Buldu da. Bir kola tutunduğunda, yağan sağanak yağmura rağmen üzerine damlayan yağmur damlaları kesiliverdi. Gözlerini kırpıştırarak açtığında karşısında çatık kaşları ile bir elinde ceket, bir elinde şemsiyesi ile Kurt vardı. Bıkkın bıkkın burnunda soluyordu ancak bir şey söylemiyordu.

“Neden…” dediğinde tamamlamasına izin vermeden araya girdi, hafif yükselen sesiyle.

“Denedim. Bırakamadım seni.” Dediğinde boşta kalan eli ile Gül’ün yüzüne yapışan ıslak saç tutamlarını usulca itti. “ Hadi oyna ben seni bekleyeceğim.”

“Olmaz sen bana bakarken, oynayamam.”

“O zaman bana saklanacak bir yer bulalım... Oradan çıkmam, sen oyunun bitirene kadar.”

“Ama beni izlersen?”

“Seni izlerim. Başına bir şey gelmeden koşmak için.” Dediğinde ifadesinde netlik sesine yansıyordu.

Başını sola doğru usulca eğdi. Manipüle yapmak zorundaydı. “O zaman, elimi tut… Birlikte oynayalım! İnadı bırak!” Dediğinde elini uzattı. Bakışları Gül’ün gülümseyen suratı ile minik elleri arasında gidip gelse de o eli tutmadı. Köşedeki üstü kapalı banka ilerlediğinde elindeki ceketi ve şemsiyeyi oraya bırakarak, Gül’e koştu. Hala havada asılı kalan eli, sıkıca sardı.

Su birikintisinin ortasına zıpladılar. Elleri bir an olsun ayrılmadan, koştular yağmur altında. Başlarını göğe kaldırıp yağmur damlalarını yutmaya çalıştılar. Güldüler, şen şakrak.

Ardından onun için getirdiği ceketi, kuru tek bir yeri kalmayan minik bedeni sıkı sıkı sardı. Usulca geriye iteledi saçlarını. İlk defa kâkülleri olmadan görmüştü, Gül’ü. Alnında ardı ardına sıralanan iki minik beni de dudağının üstündeki benin yanına koyarcasına kazıdı aklına

İlk defa yağmuru sevmişti. Gül, yanında olduğu sürece de son sevişi olmayacağını biliyordu, Kurt.

*

Biliyordum.

Gözlerimi açtım ve artık o yoktu. Sözler, yalanlarda ibaretti işte. Kalbi kanatmaktan başka işe yaramayan o sözler. Geriye kalbine sürgün bir ben bırakıp, gitmişti. Ardından ona sürgün olan kalple duvarlar örmüştüm. Dönüp baktığımda ise hiçbir nefret besleyememişim. Yıkmışım duvarlarımı. Hüzünlerden bozma bir kalp, izin vermemiş… Belki de çok konuştum, bu yüzdendi gidişi. Ama dönüp baktığımda hiçbir şey söylememiştim. Ya da öyle anımsamak istiyordum. Hiçbir şey söylememiş olmak. Kalbimdeki kızgın lavlar da sönmüştü. Buzdağı olmuştu. Eridiğinde oluşan su ise beni boğuyordu. Sonu yoktu bende; onunla kalbimin döngüsünün.

Hep aynı şeyler işte.

Umay, “Günaydın!” diyerek neşeli bir sesle odaya girdiğinde kapıyı usulca kapattı. Bana doğru adımlarken elindeki dosyaları açmaya başlamıştı.

Aynı şekilde “Günaydın!” dedim tebessüm ederek. Durdu ve bakışlarıyla yatakta uzanan beni baştan aşağı süzdü.

Bana doğru biraz daha adımlayarak, “İyisin. Sonuçlar da iyi.” Dediğinde başucuma gelip elimi tuttu. “ Bir daha sakın ama sakın başına buyruk bir işe kalkışıp bizi canınla sınama!” dediğinde sesindeki öfke bariz bir şekilde kendini belli ediyordu. Bir şey demedim. Ben buydum. Yıllar önce de, yıllar sonra da. Değişmemiştim. Niyetim de yoktu. Ayrıca ben değil, o adam beni bulmuştu. “Ben yine kendi bildiğimi okurum diyorsun! Öyle olsun! Zaten bu cümleyi de ben kurmadım. Dayın söylememi istedi.” dediğinde başucumda olan sandalyeyi çekip oturdu.

Merak ettiğim bir soruydu. Her ne kadar aramız çalkantılı da olsa beni sorup sormadığını umursuyordum. “Dayım gelmedi mi?” diye sorduğumda genzimde bir acı oluştu. Gereksiz bir acıydı. Biliyordum ki yeri geldiğinde o da benden vazgeçecekti. Ailem gibi…

Umay başını aşağı yukarı sallayarak, “geldi ama ne kadar kaldı bilmiyorum. Beni arayıp söyledi.” Dediğinde duraksayıp gözlerini kaçırdı. Bir şey demek istiyor ama dudaklarından dökemiyordu. Endişesi buna izin vermiyordu.

Kafamı ne oldu dercesine salladığımda, “ Dayın seni buradan göndermeyi düşünüyor olabilir...” Dediğinde elimi tekrar tuttu.

Algılayamadım. Soğuk bir şey omuriliğimden sırtıma doğru çıkıyordu. “Anlamadım?” dediğimde yutkunmakta zorlanmıştım. “ Burada yattığım için mi?” dedim. Sesim kırgındı. Yüreğim de kırgındı. Ama yüreğimi gören kimse yoktu. Belki sesimi duyarlardı. “ benim yerimde başka bir kadın... Kadını geçtim, benim yerimde başka bir insan olabilirdi. O zaman ne yapacaktı? O da mı sürgün edilecekti? Belki önlerinde engel olacağı için onun da sesini keserlerdi.” Demiştim. Sona doğru sesimi yükselttiğimi fark etmiştim. Kendime küfrettim. Karşımdaki kızın hiçbir suçu yokken ben ona bağırıp çağırıyordum.

Keskin sesiyle, “Sürgün mü saçmalama. Sadece zarar görme diye!” dediğinde göz bebekleri titremişti.

Buna kim inanırdı? Bunun adı sürgündü. “Ben çocuk değilim! Bu yaptığına sürgün edilmek denir. Korumak böyle bir şey değil.” dediğimde sesim titrek çıkmıştı. Bunu istemiyordum işte. Ne sesim titresin, ne gözlerim, ne de ellerim titresin istiyordum. Korkak, kelimesinin karşılığıydı bunlar.

Beni ikna etmeye çalışacağı belliydi. Ne zaman dayıma hak vermemişti ki… “Farklı pencereden bakıyorsun,” diye naif ses tonuyla beni ikna etmeye çabalıyordu.

Sakin olmak istemedim. Çünkü haksız değildim. “Baban, sana İstanbul’da okuma, kalabalık şehir seni yutar ilk göz ağrım, demişti. Hatırlıyor musun?” dediğimde gözlerini kaçırmıştı benden. “Değil mi? Nasıl hissettiriyor? Birinin seni düşünüyor gibi davranıp aslında iç huzuru kaçmasın diye başkalarını kısıtlaması.” Diyerek sert bir sesle beni anlasın diye çabaladım.

O da beni anlamadı. “ O ve bu farklı. O zaman beni riske atacak bir engel yoktu. Ama burada seni riske atacak çok fazla şey var.” Diyerek ayağa kalktı.

Her üşengeç insanın ağzına yuva yapan klasik cümleydi. Risk… Her anda ölüm vardı. Buna kimse de engel olmazdı. “Gittiğim yerde olmayacağının garantisini ver. Neden elbirliğiyle beni sadece hayatta tutmaya çalışıyorsunuz. Nefes alarak yaşamak istiyorum. Ve ben insanlara elim değince nefes alıyorum. Anlıyor musun beni? ” Dediğimde bakışları kararmıştı.

Ellerini önlüğünün cebine koyduğunda, “Ben bu sefer seni anlayamam. Haklı olabilirsin. Ama gözümün önünde bu şekilde yatarken seni destekleyemem.” Dedi.

Ve ardında bakmadan çıkıp gitti.

Benim mutsuzluğa inanmamı istiyorlardı. Öyle olmayacaktı. Canım cayır cayır yansa da… Öyle olmasına izin vermeyecektim. Nasıl olsa yalnız olmak alışkın olduğum bir durumdu. Hazırdım da yara almaya. Her zaman olduğu gibi. Bünyem buna alışmıştı. Kırılmaya da incinmeye de, yakılmaya da… Yıkıp, tekrar inşa et. Çevremdeki herkesin benim üzerimde değişmeyen tarifleriydi.

Serumu çıkararak, ayaklandım. Belki bir kıyafet vardır diye dolabı açtığımda sadece çantam vardı. Bu şekilde çıkmam gerekirse bu şekilde de çıkardım. Sorun değildi. Çantamdan para mı ve kimliğimi alıp, yavaşça kapıyı açtığımda hemşirenin ikisinin sağ tarafta asansör köşesinde sohbet ettiklerini görmüştüm. Sol tarafta ise yangın merdiveni vardı. Yolum orasıydı, artık. Asansöre binmelerini bekledim. Onlar asansöre binerken iki kişi de asansörde inmişti. Sivil kıyafetleri vardı. Muhtemelen hasta yakını olmalıydılar. Onları muhataba almadan hızla ilerlemeye çalıştım. Ama acıyordu, karnımdaki yara. Sızısı yüzümü buruşturmama neden olmuştu. Yangın merdivenine girip, kapıyı yavaşça kapattım. Merdivenleri gördüğümde yutkundum. Bu merdivenlerden ne olursa olsun inmem gerekti. Yavaş yavaş kenardan tutarak ilerlemeye başladım. Canım yanıyordu. Her bir basamakta, şerefsizin çakıyı derine ittiğindeki acı ile aynı acıyı yaşıyordum. Gözlerimdeki yaşlara engel olamadım. Yanağımdan süzülerek boynuma doğru yol aldı, gözyaşlarım. Son basamağı da indiğimde etrafa bakındım. Bir taksi ya da bir araba, lazımdı. İlerledim yola doğru. Gözyaşlarımı sildim. Yaklaşan taksiye elimi kaldırdım, durması için. Yanımdan geçip gittiğinde durdu. Geri geri gelmeye başladı. Önümde durduğunda camı açıp konuştu.

“Bacım bu ne hal? Eyi misin?” dedi tedirgin bir sesle.

Etrafa bakarak, “Benim karargâha gitmem gerek. Hayat memat meselesi.” Dediğimde başını salladı.

Sesindeki endişe yerini koruyordu. “Bin bacım, ben seni yetiştiririm.” Dedi. Belli belirsiz tebessüm edip taksinin kapısını açıp, bindim. Emniyet kemerimi taktığımda taksiciyle dikiz aynasında gözlerimiz kesişti. Normal olmayan bir şey yapıyormuşum gibi bakıyordu bana.

Umursamadım.

Sessiz yolculukta bakışlarıyla beni sorgulasa da rahatsız olacağım tek bir soru sormadı. Karargâha geldiğimizde uzattığım parayı almadı. “Bu benden olsun. Sen yaranı sardır…” Dediğinde gözlerinde üzüntü vardı.

“Al bu ekmek paran. Olmaz öyle. Çocukların için.” Diyerek parayı ön koltuğa bırakarak, indim.

Adımladım.

Karargâh girişindeki nöbetçi askerler sanki başka bir dünyadan gelmişçesine garip bakışlar atıyorlardı. Kimliğimi uzattım. Sorgulayarak, kapıyı açmışlardı. Belki de dayıma haber vereceklerdi. Hayır, bugün albaydı. Dayım değil. Haber verdikleri içinde açılmış olabilirdi bu kapı. Öyle ya da böyle benim geldiğimi bilsindi. Açılan kapıdan içeriye adımladım. Artık onun sınırlarının içerisindeydim. Ama bana boyun eğen o olacaktı. Hem de kendi sınırlarında. Adımlarımı hızlandırmaya çalışsam da karnımdaki acıyla çokta mümkün olmuyordu.

Adımlamaya devam ederken, duyduğum tanıdık sesle başımı yavaşça sol tarafıma çevirdim. Bir eğitim olmalıydı. Demir bağırarak bir şeyler anlatıyor, diğerleri de mekik çekiyordu. Böyle de ne anlattığına kulak veremiyordum. Ancak duruşuyla, beni yıkamazsın der gibiydi. Gözlerimi sıkıca kapatarak, açtım. Önceliğim, Demir değildi. Bu sefer o olmayacaktı. Belki de yine ucu ona dokunuyordu ama asıl mesele o değildi. Ellerini arkasına bağlamış bana arkasını dönmüştü. İlerliyordu. Tekrar geriye döndüğünde, güneşten dolayı gözlerimi kısmıştım. Askerlerin kimisi yere uzanmış kimisi de ellerini çırparak ayağa kalkmışlardı. Bende ayağa kalkmalıydım.

Bakışlarımı onların üzerinden çekip yürümeye devam ettim. Merdiven basamaklarına geldiğimde duraksadım. Her yerde merdiven vardı. Bu neydi böyle? Ayağa kalkmaya çalışmak için bile engele takılıyordum. Karnımı tutup adım atacağım sıra da önümde oluşan gölgeyle adımım hava da kalmıştı. Başımı kaldırıp baktığımda Albayın önümde ellerini arkasına bağlamış şekilde beni izlediğini gördüm. Öfke vardı, bakışlarında. Aynı şekilde bende de. O günden sonra birkaç kez mecburen konuşmuştuk. Basamakları inerek, ayakucumda durdu. Bakışlarımı bir an olsun çekmedim. Görsün istedim. Dimdik ayakta olduğumu bilsin istedim. İşine gelmeyen şeyleri görmediğini bilmeme rağmen umuda tutundum.

Hint dizisi çekmiyorduk. Bakışmaların bir sonu olmalıydı. “Konuşsana! Ne susuyorsun?” dediğimde içli bir soluk verdi. “ Arkadaşıma dediklerinin çok daha fazlası var değil mi? Hadi susma dök içini. Bak karşındayım.” Dedim hiddetle.

Elini bana uzattığında geriye iki adım attım. “Burada değil, hele ki bu halinle hiç değil!” diyerek bana uzattığı elini yumruk yaparak indirmek zorunda kaldı.

Gözlerimi kocaman açarak, “Neden halimde ne var? Dimdik ayaktayım. Bana yaşatılan ya da benim başıma buyrukluğum yüzünden yaşadığım her şeye rağmen karşındayım.” Dedim düz bir sesle.

Cümlelerim egosunu delememişti. “En doğrusu bu! Bana kızamazsın.” Dediğinde umutlarım da kırılmıştı. Bana kızamazsın, zihnimde yankılanıyordu.

Bana kızamasın, demişti.

Sinirden içim içimi kemirmeye devam ediyordu. “Buna da mı hakkım yok?” dedim. Hiçbir şey hissetmiyordum, karşımdaki adama. Hissetmek de istemiyordum. Yabancıydı bana. Hak veremezdim. Bu sefer olmazdı.

İfadesinden gram şaşmadı. “Bana kızacağın bir durum yok ortada!” dedi aynı ses tonuyla.

Hiddetle, “Ne sayıklıyorsun? Açık bir şekilde beni sürgün etmekle tehdit ediyorsun! Ne demek hakkın yok! Ne demek hakkın yok!” diye yükselmiştim. İttirdim başparmağımla. Yerinden milim kımıldamamıştı. Bakışları birkaç saniye arkama kaydı. Gözüyle durması gerektiğini belirtti, arkamdaki iri bedene. “ Cevap versene bana!” Beni ciddiye bile almadığını düşünmek, hiçbir şey olamadığımı düşünmeye itiyordu.

Ben, hiçbir şeydim.

Ağır soluklarının ardından “Saçma saçma konuşma! Teyzeyi ziyaret edeceksin, stajının bitirene kadar. Sonra hangi cehenneme gidersen git. Engel olmam!” dediğinde beni kıracağını bilmeme rağmen karşısına geçmiş, kırılmıştım. Göğüs kafesime saplanan keskin bir bıçak vardı ve o konuştukça daha derine iniyordu. Oluk oluk kanıyordu içim. Yine duygularımın esiri olmuştum. Sebepsizce duraksamıştım işte. Benden intikam alıyordu, ona karşılık verdiğim için. Hataydı, ona umut bağlamak hataydı. Belki de suçlu ne oydu ne de bendim. Suçlu bizi birbirimize mahkûm eden aileydi.

Pes etmedim. “Ben hiçbir yere gitmiyorum. Sıkıyorsa gönder Albay Sezgin Atay.” Diye yüzüne tükürürcesine konuştum.

Benden daha netti. “Sen bu yolu gelirken ben dönüyordum.” Dedi bilmiş bir tavırla. Haklıydı. Aradaki yaş farkına yorarsak haklıydı. Diğer türlü ben karşımdaki adamdan çok daha zekiydim.

İpleri eline alan ben oldum. “Hadi benim yarım bıraktığım yolu yürüsene o zaman!” dediğimde kaşlarını çatmıştı. Bir şey demesine müsaade etmedim. “Yürüyemezsin. Çünkü asıl meseleyi bilmiyorsun. Benim peşime taktığın o adam, benden sadece bilmenizi istediğim şeyleri öğrendi. Fazlası değil. Ki fazlasını da asla öğrenmeyecek.” Diyerek tüm nefretimi kusarcasına konuştum. “ O dosyayı size asla vermeyeceğim. Ve buradan da hiçbir cehenneme gitmeyeceğim. Bizzat sen ayağıma gelip benimle işbirliği yapmak isteyene kadar da başıma buyruk hareket etmeye devam edeceğim. Hadi şimdi gönder beni!” dediğimde arkamı dönmemle bir bedene çarpıp sendelemem eş değer oldu. Bakışlarım göğsündeydi. Bu onun kokusuydu. Barut ve sigara karışımı, biraz da erkeksi hoş bir parfümle harmanlanmıştı. Bakışlarım belimdeki eline kaydı. İttirdim elini. Önümdeki bedenini de, ittirerek ilerledim. Onlara sırtımı dönüp ilerlemeye devam ettim. Peşimden geliyordu. Postal sesleri buna işaretti.

Kalın bir ses, “Nereye bu halinle?” dediğinde burnumu kırıştırdım.

Ona dönerek, “Cehennemin dibine.” Diye bağırdım.

Beni baştan aşağı süzerek, “Ben oradan geldim. Sıcak oralar.” Dediğinde kaşlarını kaldırdı. “ Cık, sen dayanamazsın oraya.” Dediğinde göz devirdim. Sırtımı ona dönerek, ilerlemeye devam ettim. Ağır ağır postal seslerini işitiyordum. Hala beni takip ediyordu.

Durdum ve tekrar ona döndüm. “Cehennemin dibine de, gelecek misin?”

Ciddi bir ifadeyle “Google maps açmak zorunda mıyız? Asker adamım ben, bazı sınırlar var bizde de.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Benimle alayla ediyordu. Dudağının köşesi, oluşan surat ifademe kıvrılmıştı.“ Bakma öyle Çakma Savcı, en iyisi ben seni takip edeyim. Gidelim, cehennemin dibine artık.” Diyerek başıyla ilerlemem gerektiğini gösterdi. Sen inat et kımıldama diyordu iç sesim ama yaram acıyordu. Başka zaman iç sesime kulak verecektim.

Yürümeye devam ettim. Benim adımlarımın iki katı geniş adımlar atıyordu ki önüme geçmişti şu an. Yanımıza siyah renkte bir cip durmuştu. Durmam için önüme geçti. Bakışlarını benden çekip cipten inen askere baktı. Asker, arabanın önünden hızla koşup anahtarı getirdiğinde, askere gidebileceğini söyleyerek anahtarı aldı. Bakışları tekrar beni bulduğunda boş boş bakmaya devam ediyordum.

Omzuna çarpıp yürümeye devam ettim. Kendim gelmiştim ve kimseye ihtiyaç duymadan da kendim gidecektim. Ardımdan postal sesleri duymamıştım. Sanırım yılmıştı benden. Kim yılmamıştı ki benim başıma buyrukluğumdan? Adama benimle geçirdiği üç gün yetmişti. Tökezleyerek ilerlemeye devam ettim. Düşüncelerimle daha güçlü olduğum bir zaman diliminde boğuşmak istiyordum. Başımı ovdum ellerimle.

Aniden sıcacık olan elleriyle beni kucaklamıştı. Bir ayak sesi dahi duymamıştım. Hangi ara bu kadar yakınıma gelmişti? Göz ucuyla baktım. Bana bakmadan cipe ilerliyordu.

Anlık gelen öfkeyle, “Sen alıştın ama beni kucaklamaya?” dediğimde birkaç saniye bakışları gözlerime kaydı.

Kısa bir an çene kası gözlerimin önünde seğirir gibi oldu. “Alışmama izin verme!” diye yükseldi. Kasları gerilmişti ve çenesi oldukça gergin görünüyordu. Biraz sinirlenmişti. Sinirlensindi. Umurumda bile değildi. Beni odada yalnızlığıma terk edip gitmişti.

Anladığım kadarıyla beni takip ediyordu. Öğrenmek istercesine ağzımı açtım. “Beni uzaktan izlemeliydin. Adı üstünde gizli takip…” Dediğimde cipin kapısına gelmiştik. Kolları arasında ben varken kapıyı açamayacağı için bakışları beni buldu. Başımı farklı tarafa çevirdim. Ben binmek istemiyordum. Kendi istiyorsa açsındı. Derin bir soluk aldığında taş gibi sert olan göğüs kafesi inip kalkmıştı. Bu fit vücut askeri eğitimden olmalıydı.

“Başıma bela ettiğim günün sabahını ayrı gündüzünü ayrı gecesini ayrı siksinler.” Diye sessizce mırıldandı. Duymuştum. Annem gibi, baş belası olduğumu düşünmüştü. Hâlbuki diğer çocuklar benim gibi olmasın diyeydi bu çabam. Bakışlarım ona kaydığında sanki az önce küfretmemiş gibi boş boş bakıyordu.

Gözlerimi belerterek, “Edepsiz edepsiz konuşma benim yanımda!” dediğimde dudağı belli belirsiz alayla kıvırıldı.

İfadesiz suratını esirgememeye özen göstererek, “Bana hastanede odasında neler dediğini anlatmamı ister misin ha prenses?” dedi.

Gözlerimi kırpıştırdım. Ne halt yemişim? Hemşire iyi kötü bir şeyler demişti ama sınırlarımı koruduğumu düşünüyordum. Öyle olsaydı bana her zamanki gibi davranır mıydı?

Heyecanla yutkundum. Ellerim kâkülümü bulduğunda belimdeki eli daha da kasıldı. Bakışları kâkülümde olan ellerim ve gözlerim arasında gidip geliyordu. İçli içli nefes verip, arabanın kapısını eğilerek belimdeki eliyle açmaya çalıştı. Umursamadım. Sürünsündü. Ne de olsa baş belasıydım. Hakkını vermek gerekti, bu lakabın.

Zorda olsa açmaya başarmış, yavaşça bırakmıştı beni. Beni ne kadar yavaş bıraktıysa da aksine kapıyı da bir o kadar sert kapatmıştı. Oluşan sesten irkilmiştim. Arabanın önünden hızlı adımlarla yürüdüğü sırada emniyet kemerimi taktım. Arabaya bindiğinde arabayı çalıştırmıştı. Ona döndüğümde ne diyeceğimi biliyormuşçasına elleri direksiyondan kayıp emniyet kemerini buldu. Kemerini taktıktan sonra bakışları bana döndü. Oldu mu dercesine bakıyordu. Kafamı aşağı yukarı salladım. Gaza bastığında bakışlarımı ondan çekerek, önüme döndüm. Kavisli yolları oldukça hızlı aşıyordu. İster istemez ellerim kemere sıkıca tutundu. Anlamış gibi git gide daha da yavaşladığında, arabanın havasını boğacak kadar içli bir soluk sesi işittim.

Sorumu tekrarlamaya gereği duydum. Madem zor geliyordu neden yanımda duruyordu? “Uzaktan izlemelisin beni!”

Bir eli direksiyonda iken diğer eli kısa bir an saçlarına gittiğinde direksiyonu kırmıştı. “Uzaktan izlenecek biri değilsin!” dediğinde kısa bir an nutkum tutuldu. Bu cümle ikimiz de farklı anlam çağrışıyordu. Değerli biri olduğumu düşündürür, kalbimi hızlandırırdı, bu cümle bende. Ama onda koca bir cümle, sadece baş belası anlamını taşıyordu. Gözlerimi devirip, yüzümü buruşturdum. “Sen nereye ben oraya!” dedi aynı ses tonuyla.

“Ne münasebet, hangi sıfatla?” dediğimde sesim yükselmişti.

“Arkadaşın olarak!” dediğinde başını sakin bir hareketle bana çevirdi. “Sen hatırlamıyorsun değil mi? İlaçların etkisinden olmalı” diyerek bakışlarını benden çekip yola çevirdi. Eskiden yakın arkadaşmışız biz! Hatırlamasam da çok konuşmaktan yorulan birini anımsıyorum.” Dediğinde kısa bir an dudağı belli belirsiz kıvrılmıştı. Çok kısa bir andı. Belki de gerçekten gülmemişti bile. Ben sanrı görmüş de olabilirdim.

Dudağımı büzerek, düşündüm. “Ben mi anlattım? Ben başka ne anlattım sana?” dediğimde sesim sona doğru kısılmıştı. Vücudum soğuk soğuk terliyordu. Trafik ışıklarına geldiğimiz için durdurmuştu arabayı. İşaret parmağı ile yaklaşmamı söyledi. Yaklaştığımda biraz daha ona doğru eğilmemi söylemişti. Kendisi de biraz yaklaşıp, kulağıma doğru eğildi.

“ Dosyanın yerini bilen tek kişi değilsin mesela.” Diyerek fısıldarcasına konuştu. Kaşlarım havalanmış, göz bebeklerim büyümüştü. Kokusu da aklımı karıştırmıştı. Barut kokmak zorunda mıydı? Arkadaki arabanın kornaya basmasıyla uzaklaştı benden. Beni benimle o boşlukta bıraktı. Uzaklaşıp koltuğa yaslandım. Kafamı sağa sola salladım. Ben orada o kadar racon kesmiştim. Boş yere miydi yani? Bu yüzden miydi kendinden emin oluşu? El birliğiyle beni buradan göndermeye ant içmişlerdi. Ama benim de emin olmam gereken bir şey vardı.

Kollarımı göğsümde bağladım. Sahte bir şekilde öksürüp, başımı usulca ona çevirdim.“Peki! Senin evinde olduğu hala aramızda sır mı?” diye merakla sordum. Elleri direksiyona daha sıkı sarılmıştı. Bakışları kısa bir an göğsümdeki kollarımda takılmıştı. Bir şeyler mırıldandı, sessizce. Onu duyamamıştım.

Kalın bir sesle, “Şu an evet! Ama sen gideceksin sanırım. Ki öyle de görünüyor. Bende başlattığın işi belasız bir şekilde bitireceğim.” Dediğinde kırılmıştım. Yutkundum. Genzimde acı bariz bir şekilde kendini ele veriyordu. Bugün olmazdı. Ağlamayacaktım. Bu adam için bugün hiç ağlamayacaktım.

“Yalancı herif,” diye kendi kendime mırıldandım sessizce. Bana baktığında gözlerimi devirerek, bakışlarımı başka yöne kaydırdım. Evinde dosyayı arayıp dursundu, şimdi.“Neden öyle diyorsun, hani arkadaştık biz! İnsan arkadaşına git der mi hiç?” dediğimde arabayı durdurdu. Etrafa baktığımda hastaneye geldiğimizi fark etmiştim. Emniyet kemerini çözüp bana doğru döndü. Bakışlarını yüzümün her zerresinde gezindi. İlk defa bakışlarının dudağıma değdiğini görmüştüm. Kısa bir anda değildi. Bakışları kurumuş dudaklarımda odaklandığında, dilimle dudaklarımı ıslatma gereksinimi duymuştum.

Gözleri kısıldı. Gözlerime kenetledi bakışlarını. “Ben seninle arkadaş değilim! Geçmişte de şimdi de. Arkadaş olmaya da hiç niyetim yok!” diyerek suratıma doğru tükürürcesine konuştu. Gereksiz bir şekilde, parçalara ayrılacağını bile bile heyecan kaplamıştı.

Sesim zayıftı. “Daha demin arkadaşız demiştin ama?” diye tüm çocukça bir masumiyet, sesime yansımıştı.

Yüzümde gezinen bakışlarıyla, “Yalan söylemişim. Her dediğime inanacak kadar güven de vermedim ki sana.” Diyerek sert bir şekilde durmam gerektiği yeri göstermişti.

Gül ve diken gibiydi… Kalbim biliyordu. Ve her defasında göz göre göre kumar oynamayı tercih ediyordu. Kır ve topla. Sonra tekrar kansın yürek, bu aşka.

Sadece tebessüm ettim. İçimdeki öfke dolup taşarken, gülümsemeyi seçtim. Zihnim ve kalbim bir duvar daha ördü aralarına. Bu adam, kalbime kıyıyordu ve gurursuzca hala ona koşan bir kalbim vardı. Bir umutla avunmaya devam edecektim, her kırdığında.

Emniyet kemerimi çözerek, arabanın kapısını açtım. O da inmişti. Ben de. “Sen gidebilirsin. Kendi yolumu bulurum!” dedim düz bir sesle.

“Yolunu bulana kadar arkandayım.” Dediğinde gözüyle hastane kapısını işaret etmişti.

Yolum sendin.

İlerledim, itiraz etmeden. Yavaş adımlarla yürüdüm. Dediği gibi tam arkamdaydı. Merdivenlere geldiğimizde izin vermedi. Tekrar kucağına aldı beni. Sessizliğimi korudum. Asansöre kadar kucağında taşıdığında indirmesini söylesem de kaideye almadı. Asansöre de kucağında binmiştim.

“Saçlarını çeker misin?” dediğinde başımı ona çevirdiğimde saç tellerimin sinekkaydı olan sakallarına takılmıştı. Kaşları çatık ve sinirli görünüyordu. Omzundaki elimle çektim saçlarımı. Saçlarımı tek elimle toplamaya çalışıp sağ omzuma attım. Asansör açıldığında bir hemşire, bir de çift binmişti. Hafif tebessüm ettim, kucağında bulunduğum adamın aksine. Kadının bakışları ikimiz arasında gidip geldi.

“ Maşallah bak! Sen beni ne zaman şöyle taşıdın. Ne varsa yeni nesillerde var vallahi!” Diyerek yanındaki adamı dürtükledi.

Adam bize nefretle bakarak, “Bende taşıdım ya seni!” diyerek isyan edercesine konuştu.

Kadın ise iç çekti. “Evliliğimiz ilk gecesini mi sayıyorsun? Tüh sana, yazıklar olsun.” Dediğinde yanlarındaki hemşire çocuk gülmemek için dudağını kemiriyordu.

Bir solukta, “Sende evlendiğimiz ilk gün böyle güzeldin ki, taşıdım.” Dediğinde Demir’in elleri gerilmişti. Bakışlarını asansörün kapısından çekerek, adama baktı. Sinirli bir şekilde soluduğunda adamla göz göze geldi. “Yanlış anlamayasın-” diye cümlesine devam edecekti.

Tahammülü yokmuşçasına adamın cümlesini böldü. “Anlarım. Bakışın ona her değdin de yanlış anlamaya devam eder, tüm öfkemle sınarım seni.” Dediğinde adamın gözlerinde korkuyla bakışlarını kaçırdı. Hemşire de iki adım gerilemişti.

“Özür dilerim komutanım. Yengeye öyle şey etmedim.” Dedi mahcup bir ifadeyle. Bana yenge mi demişti o. Demir daha çok sinirlenmiş gibiydi. Bakışlarımı ona değdirmemek için savaş içindeydim.

Bir hızla “Ben onu tanımıyorum.” Diye atıldığımda Demir’de dâhil tüm bakışlar benim üzerimdeydi artık. Bu halde beni tanımadığını mı söylüyorsun der gibiydi.

Kadın ise her şeyden habersiz “Utanma annem! Biz de evliliğimizin ilk ayları böyle utanırdık. Sonra böyle meşe odunu oldu işte” diyerek yanındaki adamı gösterdi.

Merakıma yenik düştüm. “Odun olan biri evlendikten sonra hanımcı mı olur o zaman?” diye düşüncelerim dile gelmişti. Yutkundum. Bana üstten bakış atan adamı hissediyordum.

Kadın da ciddi bir meseleymişçesine düşünmeye başladı. “Bilmiyorum ki bu benim ilk evliliğim. O da hanımcılıktan odunluğa gitti.” diyerek cevapladı beni.

Hemşire çocuk girdi araya. “Abla! Benim ablamın eşi odunken, hanımcı oldu. Sen garantilemişsin. Bırakma komutanımı. Zaten sever seni. Bakışlarından belli.” Dediğinde bu bakışlar mı dememek için zor tuttum kendimi. Öldürecek gibi baktığına emindim. Ama sırf bakıyor diye de susacak değildim. Ben acımın üstesinden sadece konuşarak geliyordum. Şimdi de acıyan canım, acımasın istiyordum.

“Mesajını almıştır o!” diyerek göz kırptı kadın. Kaşlarım havalanmıştı. Konuşacakken asansör kapısı açılmasıyla ilerlemeye başlamıştı.

Ağır adımlarla sessizliğini koruyarak yürüyordu. “Bana şöyle bakma!” dediğinde kaşlarımı çatmıştım.

Kaşlarım çatıldı. Doğal bir bakıştı. “Normal bir bakış, işte.” Dedim.

Dudağını ıslattı. “Normal bir bakış değil!” dediğinde devamını getirememişti. Umay’ın sesi bölmüştü.

Bize doğru koşarak geliyordu. “Yazgı!” diyerek bağırdığında yüzüme yeni bir perde indirdim.

Demir, “Sadece iki saat işim var demiştim.” Diye öfkesini bastırmaya çalışıyor gibi konuşmuştu. Bakışlarım Umay’a kaymıştı. Tekrar mı gelecekti yani? “Nerede o dallama? Hani bir adım dahi atmıyordu.” Dediğinde kaşlarım çatılmıştı. Anlamsızca bakışlarım ikisi arasında gidip geliyordu. “Söyle o dallamaya uzun bir süre, fazlasıyla uzun bir süre gözümün önünde gezmesin!” diyerek Umay’ı da geçerek, odaya adımladı. Beni usulca yatağa bırakıp geri çekildi. Umay’da ayakucuma adımlamıştı.

Demir, “Yarasına bakacak mısın artık?” dediğinde sessizliği bozdu.

Umay, bana adımlayarak üzerimdeki tişört gibi ince olan hastane kıyafetini kaldırdığında rahat bir soluk verdi. “İyi! Dikişi patlamamış.” Dediğinde rahatlamıştı.

“O zaman neden canı yanıyor. Eli bir an olsun karnından inmiyor.” Dediğinde ikimizin de afallamış bakışları Demir’in üzerindeydi. Senin yüzündendi. O da senin yüzündendi. Benim kanayan yaralarım, senin yüzündendi. Görmüyor musun? Bir defa da sadece görmek için baksan ya bana?

Umay, kendini toplayarak cevap verdi. “Yarası kabuk bağlamadı ya, ağrıması doğal bir durum.” Dedi sakin bir şekilde. Kafasını aşağı yukarı salladı.

Gitsinler istedim. “Uykum var benim. Yalnız bırakır mısınız?” dediğimde Umay, kafasını aşağı yukarı sallayarak kapıya adımladığında Demir’ de onu takip etti. Ona kırgın olduğumu biliyordu. Bu yüzden de itiraz etmeden çıkmıştı. Kapı kapandığında gözlerimi kapattım. Ama postal sesleri kesilmedi ve başucumda durdu. Gözlerimi açtığımda sandalyeyi çekerek, oturmuştu.

Arkasına yaslandığında, “Gitsene!” diyerek ona bakmaya devam ettim.

Sıradan bir cümle kuruyormuş gibi “Beni bugün etkisiz eleman olarak gör!” dediğinde ciddi misin sen der gibi bakıyordum. Nasıl böyle bir cüsseyi etkisiz eleman görebilirdim? Konuşmasa bile nefes burada olduğunu bilmem yetiyordu. Umursamadı beni. Sol elini kaldırıp boynuna götürdüğünde pazılarına kaymıştı bakışlarım. Gözlerimi çekip önümdeki kapalı televizyona baktım.

“Sen neden böylesin?” dediğimde tekrar başımı ona çevirdim. Bakıyordu sadece. Devam ettim konuşmaya. “ Sağın belli değil, solun belli değil! Ne istiyorsun?” dedim düz bir ses tonuyla.

“Görevim.”

“Görevin, dengesizlik mi?” dediğimde dudağının köşesi yukarıya kalkar gibi oldu.

Ardından çok geçemeden yeniden donuk suratlı kıl herif oldu. “İhtiyaç dâhilinde…” diyerek onayladı. “ Hadi uyu, artık.” Dedi düz bir ifadeyle.

Yine onu düşünmeden edemedim. “Gidip sende uyumalısın. Gözlerin kötü gözüküyor.” Diyerek hislerimi bastıramadım.

Beklentiye girmemin yanlış olduğunu bir kez daha yüzüme vurmak istercesine “Senin ne düşündüğünü önemsiyor gibi mi duruyorum?” dediğinde gözlerimdeki acıyı görmüş müydü? Üzgünüm, seni düşündüğüm saatler için. Ona adımladığım yollarına darağacı koymuş ve her bir adımım da kalbimdeki yangının acısı daha da şiddetleniyordu. Ara sıra bir rüzgâr esiyordu, hafifliyordum. Ona direnmek, özlem duymaktan daha acı bir gerçekti.

Bakışlarımı ondan çekerek, gözlerimi kapadım. İşte şimdi gerçekten uyumak ve uyandığımda bu yüzü görmek istemiyordum. Ama yine de gözlerimde kalmıştı gözleri. Çıt çıkarmadan, gözüm kapalı bekledim. Karanlık olmasına rağmen. Bende de yanlış bir şeyler vardı, galiba…

Derin bir çekiş, ardından yutkunuş. Bu halde de uyamıyordum işte. Kokusu burnumdaydı. Askerlerle antrenman yapmasına rağmen neden böyle kokuyordu? Gururum, yıkıntılar arasındaydı işte. Bitiriyordu beni, ona olan hislerim. Öylece gözüm kapalı karanlıkta boğulmamaya çalışıyordum.

Oda da soluk alış verişlerimiz dışında çıt yoktu. “Ben göreve gideceğim. Dönene kadar elinde ayağında, ağzında rahat dursun.” Dedi keskin sesiyle.

Gözlerimi açmadım. “Durumlara bağlı,” diyerek kaideye almadığımı belirttim.

Yerinde kıpırdanmış olmalıydı. “Durum murum bilmem, rahat dur!” diyerek sesinin şiddetini korumaya çalışıyordu. Ama başarılı olamamıştı.

Gözlerimi açarak ona baktım. “Bana emir veremezsin. Senin emrin altında değilim!” dediğimde benimde sesim yükselmişti.

Gözlerini sert bir şekilde kapatarak, açtı. İçli içli soludu. “Senin canın yanarsa, ucu bana dokunur. Bu ülkenin, akıl sağlığı yerinde olan bir askere ihtiyacı var, o yüzden duracaksın, nokta.” Dediğinde telefon zil sesi tartışmayı –tartışmasını- bölmüştü. Kapıya adımladı. Kapıyı tam kapatmadı. Muhtemelen kapı ağzında konuşuyordu.

Gözlerimi kapattım.

Ne diye böyle konuşmuştu? Benim sorunum nasıl ona dokunuyordu? Akıl sağlığı zaten yerinde değildi. Dengesizliği bariz bir şekilde ortaydı. Sana güven verecek bir şey yapmadım demesine rağmen neden bana göreve gideceğini söylemişti? Gözlerimi açtığımda tavanla göz göze geldim. Anılar senin sonun olacaktı. Gözlerimde annemin tavandan sarkan silueti ile irkilmiştim. Dolan gözlerimi, ovdum. Ürkek bakışlarımı tavandan çektim.

Kapı usulca kapandığında, o yoktu. Gitmişti herkes gibi. Sessizliğim ve içimdeki yangınla baş başaydım. Eskilerdeki gibi. Yavaşça doğrularak, seruma uzandım. Serumu alarak, pencereye adımladım. Yavaşça açtım pencereyi. Güneş olmasına rağmen yağmur çiseliyordu. Yağmurun altında oturup ıslanmak istedim. Bu durumda olmasaydım, yapardım. Bu halimle daha fazla bela olamazdım. Ve kesinlikle herhangi birini görmek istemiyordum.

Yine kendi kendime bir kenarda affedecektim hepsini. Kimsenin de haberi olmayacaktı, kırılan bir kalpten. Kimsesiz insanların doğrusuydu bu. Zarar da olsa bir dalları olmalıydı ki nefes almak için çabalasınlar. Çabalıyordum. Bazen beni duymamak için nefesimi kesseler de çabalıyordum. Bir başkası da benim gibi virane olmasın diye. Ne derler, kalbe şifa olan her yaraya şifa olur. Bazı zamanlar benim de kalbime istemeden de olsa şifa gibi düşüveriyorlardı. Yaşamanın ne denli hoş bir büyüsü olduğunu görüyordum o anlar. Hiç bitmesin istersin ya bazen. Öyleydi işte, yaşamı iliklerine kadar heyecan duygusuyla tatmak. Kimsesizsin… Bunu aklında çıkartma.

Gülümsedim. Salak gibi kendi kendime gülümsedim. Pencereyi kapatarak, serumu taktım yerine. Yatağa uzandım. Ciğerlerim bütün havayı emiyor gibiydi. Derin bir nefes aldığımda dolaptan gelen telefon sesiyle serumu çıkartarak, oraya adımladım. Bu benim telefonumun zil sesi değildi. Yataktan kalkarak, yavaşça dolaba adımladım. Dolabı açtığımda telefon çantanın kenarındaydı. Beyaz renkte bir telefon ve siyah bir zarftı. Zarfın üstündeki kırmızı mührün ortasında bir gül vardı. Telefonu elime aldığımda ekrandaki sayıyla kaşlarımı çatıldı; 15 arıyor… Hala ısrarla çalan telefonu elime alarak, açtım. Usulca kulağıma götürdüğümde derin bir çekiş sesi işittim.

“Sayın Savcı!” dediğinde kaşlarım daha da çatıldı. Bu ses düşündüğüm kişiye ait değildi. Daha genç birine ait gibiydi. Kim olabilirdi bu? “Kaşlarını çatma Savcı!” dediğinde etrafa bakmaya başladım. Beni mi izliyordu bu adam? “Boş yere deliler gibi arama. Seni izlemiyorum. Tahmin, Sayın Savcı, tahmin.” Diyerek histerik bir gülüş sesi geldi cümlesine eşlik ederek.

“Sen kimsin?” dedim düz bir sesle. Saçma bir soruydu. Ama aklıma ilk gelende buydu. İçli içli soluk sesi gelmişti.

“Aynı.” Dediğinde beni görmediğini düşünerek taklit ettim. Aynı olan neydi? Ben yine nasıl bir bela çekmiştim kendime. “ Benziyor gibiyiz, Sayın Savcı! İkimiz de hafif bir salaklık var. Ölüm! Adım ölüm! Ve biliyor musun benimle konuşan herkes sesimi duyduğu an ölüyorlar. Mutluluktan, nutku tutuluyor insanların.” Dedi.

Düz biir şekilde, “Neden bu sayı?” diyerek cevap vermesini bekledim.

“Ölüm dedim, Sayın savcım ölüm!” dedi üstüne bastırarak.

Elimdeki zarfı sıktım. “Biliyor musun? Hiç korkmadım.” Diyerek zarfa bakmaya başladım. Kulaklarımı dolduran kahkaha sesi. Salak mıydı bu adam? Aklına estikçe gülüp duruyordu.

Gülüşü solmuş olmalıydı. “Hoşuma gitti.” dediğinde görmediğini düşünerek sessizce onun cümlesini taklit ettim. “Ben senden büyüğüm. Ayıp. Öyle şeyler yapma!” dediğinde göz bebeklerim büyüdü. Tekrar etrafa bakmaya başladım. Baksam ne olacaktı ki? Buraya kadar girmişti. “ Sana uzağım Sayın Savcı. Ama kalbimde de uyuduğunu biliyorum!” dedi.

Bir ihtimal, “Telefon sapığı mısın diyeceğim ama sesinde benzemiyor!” dediğimde sinirle solmuş olmalıydı.

Cevap vereceğimi düşünerek, “Kaç telefon sapığı ile konuştun?” diye sordu.

Yorgundum. Ve onca olayın arasında bir de telefon sapığı ekleyemezdim. “Lafı uzatma. Ne diyeceksen de ne yapacaksan yap!” dedim hiddetle.

Beni ikiletmeden, “Sen ve çevren sandığından daha büyük tehlike altında.” Dediğinde çevremdeki kastı neydi? “ İçindeki çocuğu saklama. İçinde ki çocuğu öldür. Öldür ki bir daha kimse yara açamasın. Adım at. Zaman daralıyor. Hem senin, hem de arkadaşların için.” Dediğinde tek kaşım havalandı. “ Sen-” dediğimde izin vermedi, konuşmamı bölerek“ Bir yara, ömür boyu kanatarak tüketir seni. Yalnız savaşın için affet!” diyerek telefonu kapattı.

Bu kimdi ve neden bana bu saçma cümleleri söylemişti? Ve neden bana yardım etmeyeceği için özür dilemişti? Yardım etmeyeceği için mi özür dilemişti yoksa yapacakları için miydi? Neden bana ismini söylemişti?

Ölüm ve 15… Bir şeyler çağrıştırmalıydı.

Elimdeki zarfı açtığımda zarfın içinden çıkan katlanmış siyah kâğıtta yazı yoktu. Böyle kâğıtlara ışık tutarak okuyorduk, eskiden. Elimdeki telefonun fenerini açtım. Sayı vardı. Koca kâğıtta sadece tek bir sayı vardı; 15

Kapının çalmasıyla elimdeki kâğıt ve telefonu yatağın üzerinde iteleyip, biten serumu çıkarttım. Yatağa uzandım. Kapının arkasındaki daha fazla sabredememişti ki kapıyı hızla açtı. Efe’ydi bu. Kırk yılda bir kapı çalası tutmuştu. İyi ki de tutmuştu.

Etrafına bakınarak, “Ne haber Sayın Savcı” dediğinde Demir’e bakınıyor olmalıydı.

İçindeki korkuyu atmasına yardımcı olarak, “O yok!” dediğimde gergin bakışları bana kaydı.

“Oh! Yemin ederim ecdadıma kadar inecek diye korktum.” Diyerek koltuğa oturdu. “ Buradan da kaçmayı başarmışsın.” Dediğinde boş bakışlar attım. “ bana yer fark etmez diyorsun yani!” dedi tek kaşını kaldırarak. Geçmişe atıfta bulunmuştu. Vurdumduymaz bir tavır sergiledim. Aklım geçmişe değil de yaşayacaklarıma takılmıştı. “ Dosyayı söyledin mi Komutanıma!” dediğinde bakışlarım ona kaydı.

Şaşırdım. Ona doğru dönerek, “Sen mi söyledin?” dediğimde hayret ettiğimi görsün istedim.

Düz bir ifadeyle, “Evet! Onlar bizden daha iyisini bileceklerdir.” Dedi.

Dudağımı ıslatarak, göğsümdeki sancıyı nefesimle atmak istedim. Olmamıştı. “Bana ettiğin onca sözden sonra gidip sen söyledin yani?” dedim.

Dudakları düz bir çizgi halini aldığında, “Ne yapsaydım, başına gelenler o dosya yüzündendi. Konuştuklarını duydum.” Dediğinde ayağa kalkmıştı.

O söylemeden, ben dile getirdim. “Bana zarar gelmesin diye dedin değil mi?” dediğimde kafasını aşağı yukarı salladı. Hepsi aynıydı. Bana zarar gelmesin diye beni yakıp yıkmayı kendilerine hak görüyorlardı. Onlara kızmak istiyordum. Ama kızınca da benden uzakta olan bir mezar dışında gidecek hiçbir yerim yoktu.

Yalnızca “Peki…” dediğimde şaşırdı. Kabullendiğim için değildi ki, beni hiçbir zaman anlamayacakları içindi. “Eğer başka bir şey yoksa uyumak istiyorum. Çıkar mısın?” dediğimde bakışlarımı ona değdirmedim.

Bana doğru yaklaştığında, “Söyledin mi ona?” dediğinde gözlerimi kapattım. Derin bir nefese ihtiyacım vardı. Ben söyleyecek olsam da söylemeyecektim. Tek başıma hepsine kafa tutacaktım. Ucunda ölüm olduğunu bilsem de geriye adım atmayacaktım. Belki de telefondaki -on beş- haklıydı. İçimdeki çocuğu gizlemektense, öldürmek gerekti. Bir şeyler ile başa çıkmam için buna ihtiyacım vardı.

“Hayır ve inan bana hiçte niyetim yok!” dediğimde oldukça net bir şekilde konuşmuştum. “ Şimdi çık dışarı!”

Devam etmesini istemiyordum. Ancak diğerleri gibi yapıyordu. “Bunu kendine neden yapıyorsun?” dedi. Çıkmaya niyeti yok gibiydi. “ Bir anlık sinirle hata yapıp kendinin de çevrenin de yarınlarının katili olabilirsin!” Dedi vurgulu bir sesle.

Ona baktığımda, gözlerinde beni düşündüğünü görüyordum. Hiç sevilmemiş birisi sevmeyi de bilemezdi. Efe’de öyleydi. “Ben hep yarım bırakıldım, bu yüzden de yarınlara inanmıyorum!” dediğimde boğazımdaki acıyla yutkunmaya çalışmıştım. “ Ben zaten bir katildim!” diye fısıldadım sessizce kendime. Ben bir katildim ki. Annesini urgan iple öldürmüş, ölürken de izlemişti, gülerek. İlk defa annemi öldürdüğümü anladığım yaşta, insanların sadece denizlerde boğulmadığını öğrenmiştim. Kendi nefesimde boğulmuştum, o gün.

Yorgundum. Bedenim değildi yorulan. Hayallerim, umutlarım yorgundu.

Efe düşüncelerimi deldi. “Bir yangın olabilirsin ama tek yanan sen olmayacaksın. Bencilliği bırak!” diyerek tükürürcesine konuştu. Baktığında gördüğü umursamazlıktı. Ama içimde kopan dindiremediğim fırtınalardan haberi yoktu.

“Yanmaktan korkuyorsan, yanan beni izle o zaman!”

 

 *

“Lan Özgür! Bana bak baldıza ters bir şey yapıp çocuğum doğmadan buradan kaçarsa gebertirim seni!” diyerek oturduğu bankın üzerinde sinirle soludu.

Özgür, “Sen git onu sarışına de Turgut Başkan! Böyle giderse ben çocuğun doğmadan buradan kaçar gibiyim.” Dediğinde ot yoluyordu. Arabanın cezasıydı bu. Tüm otların eşit boyda olması için uzun olan otları yolacaktı. Görüntü kirliliğinin lüzumu yok demişti, Demir.

Turgut ise sıradan bir ifadeyle, “Kaçarsan kaç, oğlum senden bana ne!” dediğinde elindeki yolduğu otla bakışlarını bankta oturan time çevirdi.

Alayla sırıtarak, “Aşk olsun, o kadar emek verdim ilişkimize. Bu tim ben varım diye biraz da olsa gevşiyor. Yoksa komutanım siniriyle ecdadımızı bile sikerdi,” dediğinde ensesine vurulan tokatla kitlenmiş gibiydi.

Keskin ses tonuyla, “Belan katlansın istemiyorsan konuşma da işine dön!” diyerek bankın boş olan kısmına ilerledi. Banka oturduğunda Serdar’dan çay getirmesini istedi. Sonunda o sigarayı yakacaktı. Elindeki paketin içinden bir dal sigara alarak, masanın üstüne bıraktı. Dudakları arasına götürdüğü sigarayı ateşe verdi. Dumanı çekti içine. Özlemişti, bu acı hissi. Serdar, Özgür dışında time çay getirmişti. Çayından bir yudum aldı. Özgür’e baktı. Azimle yoluyordu otları.

“Komutanım müsait olursanız cumartesi maç yapalım diyoruz?” dediğinde Demir’in bakışları Gürkan’a kaydı. Bu çocuklarından bir şeyler yapmaya ihtiyacı vardı. Kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı. Serdar, Turgut’u koluyla dürtüyordu. Bunu da bu cüsselerle fark etmemek mümkün değildi.

“Komutanım! Bir maruzatım olacak. Kızmaz iseniz?” diyerek gergince konuştu Turgut.

Duymak istemedi. “Ulan yine ne halt yediniz!” diyerek derin bir nefes verdi.

Özgür kulağının burada olduğunu belirtircesine “Yok komutanım. Bir halt yemedik. Dışarıdan bir adam alacağız da onu diyecektik.” Dedi.

“Alın o zaman!”

Net bir şekilde soramıyorlardı. “Hukukla ilgilenmesi size sorun teşkil eder mi?” dediğinde Serdar’a bakıp kaşlarını çattı. Hepsi ondan gelecek cevabı merakla bekliyor gibiydiler. Özgür bile elinde otlarla bankı izliyordu.

Gözlerini kapatarak, açtı. “Etmez!” diyerek sigarını son kez çekti içine.

Turgut, “Peki adı Efe olsa olur mu komutanım?” diyerek çekingen bir tavırla dile geldi.

Demir’in bakışlarından anladıkları bir kelime daha ederseniz belanızı sikmekle kalmamdı. “Olmaz!” diyerek bakışlarını Turgut’a kenetledi. Tebessüm edip etmemek arasında kalmıştı Turgut. Zor da olsa gülümsemeye çalıştı. “Bakma lan sende! Otlar sırasını bekliyor.” Diyerek Serdar’a döndü. “Bu ay içinde tek bir şikâyet dahi duymak istemiyorum. Anlaşıldı mı tim?” diyerek Serdar’a bakmaya devam ediyordu.

Serdar, “Komutanım Savcıyı kim yaralamış.” diyerek sordu.

“Seni hiç ilgilendirmez!” dediğinde Kağan’ın şüpheli bakışları onu buldu.

“Anlaşıldı komutanım!” dedi.

Kağan’a döndüğünde ne var dercesine kafasını sağa sola salladı. Dudağın kenarı kıvrıldı Kağan’ın. Yüzünü ekşitti Demir. “Komutanım siz bir yerlere gitmeyi düşünmüyor musunuz?” dedi Kağan. Sesinde yersiz bir gurur duygusu vardı. Kaşlarını çatabildiği kadar çatmıştı. Artık biliyordu Kağan, bu adam için savcının sıradan biri olmadığını. Ama komutanı, nasıl işinde ölüme yürüyecek kadar cesursa, hayatında da birine ölüm olacak kadar korkak olmuştu. Birlikte geçirdiği yıllardan çıkardığı buydu.

Ters bakışlarıyla, “Seni ilgilendirmez!” dedi kalın bir ses tonuyla. O ilgilendirmez, bu ilgilendirmez. Niye buradasın, o zaman… İnce ve naif ses tonu yankılandı kulaklarında. Aniden aklına düşüvermişti, işte. Paketten bir sigara daha alıp, ateşledi. Sadece ateşe vererek yakabilirdi düşüncelerini. Su da ateş yanar mıydı? Yakmayı başarabilir miydi karşısındaki suyu?

Kağan pes etmedi. “Beni değil de sizi derinlere daldıracak kadar etkiliyor, sanırım komutanım.” Dediğinde daldığını yeni fark etmişti.

Sinirleniyordu. “Geveleme lan. Açık açık ot yolmak istiyorum de. Anlarım!” diyerek açık bir şekilde tehdit etti Kağan’ı. Ağzına fermuar çeker gibi yapıp, belli belirsiz sırıttı. Ayağa kalktığında onunla birlikte tüm timde ayağa kalkmıştı. “Hepiniz mi albaya görüneceksiniz!” dediğinde birbirlerine bakışmaya başladılar. “Oturun, için çayınızı!” diyerek sırtını dönerek adımladı.

Başına gelecekleri bilerek albayın odasına ilerledi. Kapıyı çaldığında gel emrini duymasıyla içeriye girdi. Albayın masasın önünde durup komut verdi. Rahat ol, demedi albay. Sert bakışlarıyla Demir’i izledi. Derin bir çekerek, rahat demesiyle ellerini belinde bağladı.

Tok bir sesle “Anlat!” dediğinde sesi insanı ürpertecek kadar keskindi.

Omzunu dikleştirdi. “Arabası arabama sürtmüş.” Dedi ciddi bir ifadeyle.

Başını sağa sola salladı albay. “Lan ben biriyle dışarıda başa çıkmaya çalışırken bir de sen mi çıktın başıma!” diyerek ayağa kalkıp iki eliyle masaya vurmuştu. “Sen kimsin? Ne dedim ben sana. Ölüm de olsa, o adamın başına üstlerini öğrenmeden bir şey gelmeyecek dedim.” Dediğinde Demir bir an olsun çekmedi bakışlarını karşısındaki adamdan. “İki elini de kırmışsın lan!” dedi bağırarak. Sessizce dinledi. Bu sözleri zaten işiteceğini biliyordu. Pişmanlık duymadan dinlemeye devam etti. “ Adam senden davacı olursa ne bok yiyeceksin Yüzbaşı!” diyerek saf öfkeyle bakıyordu Albay.

Net bir şekilde, “Tanıdığım bir Savcı var, komutanım!” dediğinde albayın gözleri karardı.

Sesli bir şekilde sövüyordu. “Kes lan sesini. Konuşma karşımda!” dedi

Kafasını aşağı yukarı eğerek, “Emredersiniz komutanım!” diyerek düz bir ifadeyle cevapladı. Albay, kapıdaki askere bağırdı. Hücrenin anahtarını istemişti, askerden. Asker kapıya tekrar vurduğunda gel emriyle girdi içeriye.

Zerre duygu içermeyen sesiyle, “Hücreye kapatılacak!” dedi.

Asker yanlış duyduğunu düşündü. İşitmesinde sorun olduğuna inanacaktı. “Nereye, nereye komutanım?” dediğinde şaşkınlıktan ağzı açılmıştı.

Gözleri kapıdaki askeri bulduğunda, “Sağır mısın oğlum!” diyerek bağırdığında asker irkildi. “İki gün ne yemek verilecek, ne su. Günde 500 şınav, 500 mekik çekecek. Bir de ceza hukuku kitabı verin eline. Gözden geçirip düşünsün. Neyin suç olup olmadığını.” Dediğinde asker kaşlarını kaldırarak baktı albaya. Demir’in surat ifadesinde hiçbir değişim yoktu. Albay ne yaparsa yapsın, yaptığı için pişman değildi.

“Emredersiniz komutanım!” diyerek çıktılar dışarıya.

Hücre kapısına geldiklerinde asker mahcup bir şekilde baktı. “Ne bekliyorsun asker, görev beklemez.” Dediğinde demir parmaklığı açması için işaret etti.

Demir postallarının ipini yavaşça çözerek, askere uzattı. Asker ipleri aldığında demir parmaklığı sonuna kadar açtı. Bıkkın bir nefes vererek adımladığında arkasındaki demir parmaklık kapanmıştı.

Asker tedirgindi. “Komutanım, kusura bakmayın.” Diyerek bakışlarını yere eğmişti asker.

Karşısındaki askere donuk bir ifadeyle bakmak yerine saf abi şefkati ile baktı. “Ne kusuru lan. Keyif çatacak bir tatil olacak işte bana.” dediğinde belli belirsiz gülümsedi mahcup ifadesi olan askere.

Önündeki döşeği olmayan demir ranzaya baktı. Alışkındı dağlardan. Yakınmadı, yüzünü buruşturmadı. Sırt üstü uzanarak, kollarını başının arkasına aldı. Gözlerini rutubetli tavana dikti;

"

Gül, ateşe vermişti, Kurt ateşi harlamıştı. Gül ateşe verilmişti, Kurt ateşi harlamadan söndürmüştü. Ne ateşi harlayandan, nede söndürenden haberi olmuştu Gül’ün. Her zamanki gibi o fütursuzca yıkmış, Kurt özenle toplamıştı…

*

Koskoca iki gün geçmişti. Ve ben, ölüm mü yoksa on beş mi olduğunu bilmediğim o adama dair kayda değer bir şey bulamamıştım. Bulduğum tek şey; on beşin bir sayı, ölümün de bir son olduğuydu. Ama bir şekilde bir bağlantımız olduğu aşikârdı. Bana yardım mı etmişti, yoksa zarar mı vermişti… Bunu ilerleyen zamanlarda göreceğime emindim. Sesi benimle konuşurken fazlasıyla netti. En ufak bir tedirginlik kırıntısı yoktu. Elimde tuttuğum zarfı da ne amaçla dolaba koyduğunu da anlamıyordum. Bir tür tehditte olabilirdi, kapıların anahtarı da.

Yatağımın üstündeki çantamın içine zarfı attığımda dolabın aynasından üzerime baktığımda, yorgun bir görüntü vardı üzerimde. O kadar da yatmıştım. Çantamı yatağımın üzerinden alıp odamın kapısını açtım. Umay, evde olmadığı için gürültü yapmamda bir sakınca görmemiştim. Odamın kapısını sert bir şekilde örterek evin kapısına yöneldim. Ne olursa olsun asla vazgeçemeyeceğim, topuklularımı da ayağıma giyerek dışarıya çıktım. Hasta da olsam, kırgın da olsam topuklu ayakkabım da benimle birlikte olmalıydı. Beni güçlü gösterdiğini düşünüyordum. Saçma bir totem olsa da. Hangi doğrularım saçma olmamıştı ki?

Merdivenleri normal bir şekilde iniyordum artık. Eskiye nazaran ağrım azalmıştı. Son basamağı da indiğimde üzerimdeki lacivert ceketi silkeledim. Başımı kaldırarak, karşıya baktım. Orada genelde yüzbaşı oluyordu. Ama yoktu. Kalbim gibi gözlerim de alışmıştı. Onun için ışıl ışıl olan, bazense dolu dolu olan gözlerim. Hastane odasında bana dediği aklıma kazınmıştı. Göreve gideceğini söylemişti o gün. Rahat dur, demişti. Durmuştum. İki günde odamda sadece o adamı araştırarak rahat durmuştum.

Dün Turgut Beyin, evde olduğunu söylemişti Süheyla abla. Görevden gelmiş olmalıydı. Yaralanan olsaydı, bunu bir şekilde duyacağımı düşünüyordum. O yüzden endişe yoktu, yüreğimde. Önümdeki merdiven basamaklarını da inip arabaya doğru yürümeye başladım. Aklımda dediği cümleler sıralanıyordu. Bazen gerçekten değer verdiğini hissediyordum sözlerinde. Bazense bakışlarıyla bile bana tahammül edemediğini. Anlamakta zorlanıyordum. Her şeyi açık bir şekilde demek yerine, anlaşılmaz olmayı seçiyordu. Belki de işine geliyordu.

Aklıma gelenle kısık bir kahkaha attım. Beni gören deli diyebilirdi. Acaba evinde dosyayı aramış mıydı? Ya da yalan söylediğimi düşündüğünde ne hissetmişti. Ona güvenmiyordum. Bulamadığı zaman da bunu daha net bir şekilde anlayacaktı.

Elimi çantamın içine attım. Arabanın anahtarını ararken, elime gelen bez parçası ile duraksadım. Bez parçasını çıkardığımda, beni bulduğunda görmesem de elimi sardığı mendiliydi. İster istemez kalbimdeki alevler, harlanmıştı.

Mağrur bir şekilde elimdeki mendile bakmaya devam ederken, “Bakıyorum görüşmeyeli kafanda da kurmaya başlamışsın ha, Çakma Savcı. Beni bu kadar özlediğini söyleseydin, her şeyi siktir eder gelirdim sana.” Dediğinde keskin ve kalın sesi ile tüylerim diken diken olmuştu.

Gelirdim, demişti. Sana gelirdimHangi sıfatla, peki?

Kalbimdeki harlanan alev, boğazıma kadar tenimi yakarak ilerledi. Yutkundum, heyecanla. Gözlerimi kırpıştırıp yanımdaki gölgeye kaydı bakışlarım. Hemen arkamdaydı. Elimdeki mendile kaydı bakışlarım. Gözlerimi kocaman açtım. Mendilin kendinin olduğunu biliyordu. Bu yüzden kurmuştu bu cümleyi. Benim için falan değildi. Kafa bulmaya çalışıyordu benimle. Ani bir hızla ona döndüğümde hemen önümdeki göğüs kafesine çarpmamak için geriye adımladım. Başımı kaldırıp, gözlerine baktığımda düz bir ifadeyle elimdeki mendiline bakıyordu.

Boğazımda düğüm varmış gibi öksürdüm. Kollarını göğsünde bağlayarak gözlerini bana kenetlemişti. “Ne münasebet, Sayın Yüzbaşı!” dediğimde tek kaşı havalandı.

Gelir miydin, gel deseydim.

Bana değdirdiği yeşilleri ile “Mendilime bakıyorsun.” Dediğinde dudağım düz bir çizgi haline geldi.

Kaşlarımı kaldırarak, “Senin olduğunu nereden çıkardın?” diyerek inkar etmeye çalıştığımda dudağının kenarı kıvrıldı.

Üzerime doğru hafifçe eğildiğinde başını eğdi. “Bak bakalım gözlerime, inanmış mı tekrar sana?” Dediğinde onda olan gözlerimi kısarak bakmaya devam ettim. Cık dercesine, omzumu silkeledim.

Mendili ona doğru uzattığımda elini uzatmadı. Tekrar kendini benden çekerek doğruldu. “Sen çok yara alıyorsun, ihtiyacın olur.” Dediğinde ellerini çözerek, ceplerini koydu. “Gerçi sen yaralarını saran birine benzemiyorsun” diye devam ettiğinde kurduğu cümleden kendi de hoşlanmamıştı.

Hakkımda bulunduğu çıkarımlar bazen rahatsız edici oluyordu. Sanki benim zayıf noktalarımı biliyordu ve yeri gelince o zayıf noktalarımdan vurmaya hazırlıyordu kendini. Gözlerimi devirerek kâkülümü düzelttiğimde, “Seni hiç alakadar etmez. Benim yaralarım, benim vücudum...” Diyerek elimdeki mendili çantama attım.

Ona sırtımı dönerek arabanın kapısına ilerlemeye başladığımda önüme geçmesiyle adımlarım tökezledi. “Bana bir şeyler açıklamayacak mısın?” dediğinde bu defa alayla sırıtan ben oldum.

Başını usulca sağa sola çevirdiğinde, tebessümüm büyüdü. “Sen safsan ben ne yapabilirim. Gerçekten bordo bereli olduğuna emin misin?” diyerek baştan aşağı usulca süzdüm. Bu iyi olmamıştı. Elleri dikkatimi çekmişti. Benim elimi ikiye katlayabilir miydi? Geniş omuzları ve kollarındaki pazılar, moralimi bozmuştu. Neden bu denli fit olmak zorundaydı ki? Bu şekilde akıl karıştırmaya oldukça müsaitti. Hızlı ve keskin nefeste aklımı bulandırmasını sonra itelemeye çalışarak, “Sana güvenmiyorum!” dediğimde sanki bunu biliyormuşçasına kafasını aşağı yukarı salladı. Aynı cümleyi bana kursaydı eğer kalbim kırılırdı. Ama onda en ufak bir etki yaratmamıştım.

Bana doğru bir adım attı. “ Ha, beni konuştur diyorsun.” dediğinde kaşlarım havalandı. “ Bunu istersen seve seve yaparım. İstemez isen de” dediğinde kaşlarımı çattım.

Bunun devamı zihinde kolayca tamamlanabilirdi. “İstemez isem?” dedim sert bir sesle.

Ancak beni yanıltarak, “İstemez isen artık arkanda değil de yanı başında beni göreceksin.” Dedi. Bu söylediği hoşuma gitmeliydi. Onu uzaktan seven Gül olsaydı, yüreği hoplardı bu cümleye. Ama değildim. Yanı başımdayken, değildim. Onunla geçen her günde beni bir şekilde dibe itmeyi başarmıştı. Üstelik dibe itmediği günlerde bile ben onun için dibe giriyordum. Onun benimle bu kadar yakın olup, bir o kadar da uzak olması katlanılmaz bir acıyı solumama neden oluyordu.

Anlık gelen sıcakla terlediğimi hissetim. Alnımı kaşıyarak, “Görevin dâhilinde olmasam, bu yaptığınızı bana sırılsıklam âşık olduğunuza yorardım, Yüzbaşım!” dediğimde dudağının köşesi kıvrılır gibi olmuştu.

Üzerindeki beyaz gömleğin kollarını sıvarken, “Görevim dâhilindesin, Çakma Savcı!” diyerek bana doğru bir adım atmıştı. “ Sırılsıklam âşık bir asker! Düşünsene sana deli olduğumu?” Dediğinde başını belli belirsiz sola eğdiğinde, burnumu çektim.“ Gerçekten hayal edebiliyor musun?”

Ediyorum. Biliyor musun? Yastığıma her başımı koyduğumda bana âşık olmanı hayal ediyorum.

Bir adım geri çekildiğimde, kalbime doğru inen garip yüke engel olmayı başaramadım. “Ne münasebet, ben neden durduk yere seni hayal edeyim?” dedim ani bir çıkışla. Sanki her zerremi aklına kazımış ve benimle oyun oynuyor gibiydi. Kırmaya an kolluyor gibi hissediyordum. Aksi takdirde bana kur yapması mümkün değildi.

İnanamıyormuşçasına, “ Ha! Yani durduk yere olmadığı zamanlarda olur diyorsun.” dedi. Kaşlarım havalandı. Ellerimle kâkülümü düzeltmeye ihtiyacı duydum. Ancak gözlerimi kaçırmadan bakmaya devam ettim. Haki yeşillerine, kendimden bile sakınırcasına baktım.

Tüm zaman diliminde de zaman durduğunda aklımda sensin. Ama ne varlığın ne de yokluğun yetiyor bana. Konuşmasam da sen böyle anlasan ya beni? “Aklıma kazındığını bil, isterim” dediğimde derin bir iç çekti. Doğru kelimeler aradım. “ Dengesiz tavırlarını unutmak çok da mümkün değil zaten.” Diyerek noktaladım.

Dudağını söylediklerim hoşuna gitmiş gibi büzmüştü. “Desene kendimizi törpüleyecek bir konu daha çıktı.” Diyerek düz bir ifadeyle konuştu. “ Kabalığın yanına bir de dengesizliği koyunca hepten boyun eğiyorum sana.” Dediğinde kalbimi kaplayan heyecanı gözlerimden okumamak mümkün değildi. Yüreğimin içindeki ateş, hasret olduğu denizin kıyısına yaklaşmış gibiydi. “ Huyuna gitmem, görevimi rahatlatılacak gibi. Gözlerinden anladığım kadarıyla.” Dedi. Dalgalar, kıyıya ulaşıp söndüremedi içimdeki yangını.

Belli belirsiz bir gülüş takındım, buz gibi suratıma. Kafamı aşağı yukarı sallayarak onaydım onu. “ İyi olur! ” diyerek sırtımı döndüm. Arabanın şoför kapısına ilerledim. Ben kapıyı açıp koltuğa oturduğumda diğer kapıyı açıp oturdu, yan koltuğa. Takmaya çalıştığım emniyet kemerinde olan bakışlarım, ona kaydı. Kaşlarımı çatarak baktım, yanımdaki adama. Kaşlarımı çattığımda bakışlarını çekip, emniyet kemerini taktı. “ Sen!”

“Yanı başındayım, Çakma Savcı!” dedi.

Kaşlarım çatık bir şekilde göz devirdim. “Bana bir daha çakma savcı dersen, davalarda süründürürüm seni.”

“ Anladım.” Dediğinde ellerini usulca yukarı kaldırmıştı. Kısa bir an bakışları ellerine kaymış ani bir şekilde geri göğsünde birleştirmişti. “ Çakma Savcı!” Yüzümü buruşturarak önüme dönerek, arabayı çalıştırdım. İlerleyen dakikalarda arabaya sessizlik hükmediyordu. Gözlerim ara sıra ona kayıyordu. Derin nefesler eşliğinde yolu seyrediyordu. Bıkmadan başa sarıp, tekrar kendimi onda buluyordum. Gönüldü işte, çekip atamıyordun. Ezip geçemiyordun. Yaşıyordun, acıyı da neşeyi de. Dibine kadar, yaşıyordun.

“Bugün peşinizde olduğunuz adamın davası var.” Dediğimde kafasını biliyorum dercesine salladı. “ Ya içeri girerse?” dediğimde bakışları kısa bir an bana değdi.

Yoldaki bakışlarını bana değdirmeden, “Çakma olmadığını anlarım.” Dediğinde yanan kırmızı ışıkta arabayı durdurmuştum.

Gözlerimi ona çevirerek, “O yüzden yanı başımdasın. Dava olacağını biliyorsun ve dosyayı yanımda taşıyacağımı düşünüyorsun.” Diyerek konuyu değiştirdim.

Başını usulca bana doğru çevirdi. “Zeki biri olduğun konusunda hala kararlıyım.” Dediğinde dosyayı yerinden oynatmayacağımı biliyordu. Ne ona ne de herhangi birine güveniyordum. O dosya bu kızın çıkış kapısıydı. Ve sadece de öyle olmalıydı.

Gözlerimi devirdiğimde, “O zaman ne diye geliyorsun?” diye sorduğumda, burnundan bir nefes verdi.

Kaşlarını kaldırarak, “ Dava düşünce çılgına döndüğünü söylüyorlar. Bir de yakından görmek istedim.” dediğinde önüme döndüm. Yeşil ışığın yanmasıyla arabayı sürmeye devam ettim. Benimle kafa bulmaya devam ediyordu.

Direksiyonu sola kırdığımda, “Kaybedeceğime seni bu kadar emin kılan ne?” dedim sert bir sesle. Bakışlarının bana döndüğünü hissediyordum. Çevirmedim gözlerimi ona.

“Kaybedeceksin demedim. Kaybetmeye mahkûm edileceksin.” Dediğinde anlam verememiştim. Neden kaybetmek zorundaydım? Daha fazla can için mi? Her şey için geç olduktan sonra mı haklı olan kazanacaktı? Hep böyle mi süregelecekti? Çıkarlar için insanlardan vazgeçmek ne kadar doğruydu? Ya o adam ceza almadığında dışarı da herhangi birine zarar verirse, bu düşünceler neden karşımdaki adamda yoktu? Tek düz çıkar üzerine kurulu mantıkla nereye kadar gidebilirdik? “ Belki de kaybettiğinde keçi inadını bırakıp gidersin. Yoksa yürüyen bela gibi çekeceğimiz var elinden.” Diye mırıldandı. Duymadığımı mı düşünüyordu. Duymuştum. Her bir kelimesi işlenmişti, kulaklarıma.

Onu ikaz edercesine “Ben hiçbir yere gitmeyeceğim. Ayrıca bana yeni lakaplar takmayı keser misin?” dediğimde adliyenin önüne gelmemizle arabayı otoparka park ettim. Emniyet kemerimi çözerek, yanımdaki adama baktığımda keskin bir bakışla arabanın önüne bakıyordu. Gözlerimi onun odak noktasına çevirdiğimde kaşlarım çatıldı. Onun ellerine ve yüzüne ne olmuştu öyle? Sonunda iyi kötü bir şekilde fiziksel olarak belasını bulmuştu.

“Az bile yapmışlar, ellerine sağlık. Bu hale geldiğine göre kesin tehlikeli birine kafa tutmuş olmalı. Keşke derisini yüzüp, üzerine tuz atıp daha sonra da kezzap ile yaksalarmış.” Diye sesli bir şekilde mırıldandığımda Demir’in bakışlarını üzerimde hissetmiştim. Bakışlarımı Bekir’ den çekip, usulca ona yönelttiğimde, hayret edercesine bakıyordu. Kaşlarını kaldırdığında, ne var dercesine kafamı salladım.

Kafasını sallayarak, “Senden öğreneceklerim olduğunu düşünmeye başladım.” Diyerek emniyet kemerini çözdü. Belli belirsiz gülerek arabadan indim. Demir’de arabadan indiğinde adliye girişine doğru ilerlemeye başladığımızda Bekir’in Demir’e seslenmesiyle adımlarımız durmuştu. Önce Bekir’e daha sonra Demir’e baktım. Bekir, kaşınıyorum der gibi sırıtıyordu. Demir ise, her avını öldürmeye hazır bir kurt gibi bakıyordu. Bize doğru adımlayan adamla benim önüme siper olur gibi ani bir atak yapmıştı. Kenara kayarak yan tarafına geçtiğimde bana yandan göz ucuyla baktığında umursamadım. Her zaman onu bulamazdım. Ve ben bu adamla daha çok karşı karşıya gelecektim. Aramızda iki adım mesafe kalacak kadar gelmişti yanımıza. Kural ihlali yapmıştı. Ben ona adımlamıştım, o sınırını aşmıştı.

Gözlerini Demir’den çekerek bana değdirdiğinde dikkatimi boynunun biraz altında olan dövme dikkatimi çekmişti. Roma rakamları ile on beş yazıyordu. Tıpkı zarftaki gibi... Gözlerimi sıkıca yumduğumda, tekrar açtım. Yanlış değildi. On beş sayısı tam olarak boynunun altında yerini koruyordu. Ben nasıl bir şeyin içindeydim? Beni arayan adam ile bu adamın bir bağlantısı olabilir miydi? Bu adam beni işletmiş olabilir miydi? Kamera kayıtları da yoktu. Düşüncelerimi bölen Demir’in oldukça gürültülü bir şekilde bana seslenmesi olmuştu.

“Çakma Savcı!” diye bağırdığında kafamı sağa sola sallayıp ona döndüm.

“Bağırma bana!” diyerek hiddetlendim.

Tek nefeste, “Sağır mısın, bağırmıyorum” dedi.

Düz bir ifadeyle “Sağır olsam nasıl duyabilirim.” Dediğimde sabır dilercesine gözlerini kapatarak, açmıştı. Onu umursamadan aklımdaki sayı ile adliye girişine ilerledim. “O adama ne oldu?” dediğimde arkamdan bir soluk sesi duymuştum. Sanırım sınandığı dakikalara girdiğini düşünüyordu. Bu kadar dertli solumasını ona yoruyordum. Umurumda değildi. O dosya için peşimde dolanıyorsa bana katlanmayı da göze alacaktı.

Bıkkın bir sesle “Sana, ben gidiyorum dedi. Sende kendine iyi bak, görüşürüz dedin.” Dediğimde şaşkınlıktan ağzım açılmıştı.

Yalan söyleme olasılığı olabilir miydi? “Ben mi?” dedim kaşlarımı kaldırarak.

“Adama öyle bir bakıyordun ki, bana anlattığın teknik bilgiyi o an uygulamanı bekledim.” Dediğinde hafif bir şekilde tebessüm ettim.

Saçlarımı geriye iteleyerek, “ Ben uygulamam, sadece uygun duruma gelmesini sağlarım.” Dediğimde topuk seslerim onun adım seslerini eziyordu. Postalları olsaydı, durum değişebilirdi.

Bana destek verdi. “Dert değil. Ben uygularım! Ne de olsa daha birlikte çok yolumuz var gibi.” Dediğinde omzumun üzerinden ona döndüm. “ Bakma öyle, dosyayı bana verene kadar seninleyim.” Demişti. Ben her defasında ona tutunacak bir umut ışığı buluyordum. Sonucun hüsran olacağı ansızın çıkıp gidiyordu kalbimden. Bu hüsranların hepsi kaderdi. Kaderde de hep bedel ödemek zorundaydık. Ben annemin bedelini ödediğim için bu şekilde acı çekiyordum. Biliyorum. Annem ölmüştü, babam onu duymamıştı. Ben ölüyordum o ise beni duymuyordu.

Odamın kapısını açtığımda hemen kapının girişindeki sandalyeye oturdu. Bakışlarım onun üzerindeydi ama umursamazca kafasını duvara yaslayarak gözünü kapattığında burada bekleyeceğini anladım. Kapıyı sert bir şekilde kapatarak odama girdim. Çantamı ve üzerimdeki Koyu kahve olan deri ceketimi çıkartarak askıya astım. Çekmecemden çıkardığım toka ile de saçımı bağladıktan sonra bilgisayarımı açtım.

Neden bu dosyayı bu kadar istiyorlardı, bakalım?

Bilgisayar açıldığında boynumdaki kolyeyi çıkartarak, açtım. İçerisindeki hafıza karını çıkartarak önümdeki bilgisayara taktığımda açılan resimlere sıra ile tıkladım. Telefon kamerası ile çektiğim için bulanık olsa da okunuyordu; İlk fotoğraf, örgütün esir tuttukları kişiler vardı. Hepsi çocuk ve kimsesizdi. Kan grupları, boy, kilolarına kadar yazmışlardı. Ve asıl dikkat çekici kısım ise bu çocuklardan on beş yaşını doldurmuş olanların yanına, ölüm tarihlerini ve örgüt için hangi şekilde kendini feda ettiklerini yazmışlardı.

On beş sandığımdan çok daha derin ve ürkütücü bir konuydu. On beş; hedefti. Yeni fikirdi. Peki ya kurban edilenler…

İkinci sayfaya geçtiğimde, burada sadece isimler ve meslekleri vardı. Hayır, bunlar isim değil lakaptı. Ve bu isimlerin altında da bir imza; Ölüm. Bu adam bu on beşin kurucusu olabilir miydi?

Ya bu lakapların gerçek adları? İçlerinden doktor ve hâkim olan dikkatimi çekmişti. Umay hastanede çalışıyordu. Ya başına bir iş gelirse? Ben burada çalışıyordum. Başıma bir şey gelmesi çok da umurumda değildi. Ancak benim önümde engel olabileceği aşikârdı. Bu sayfa da garip olansa sadece Bekir denen adamın isminin yazması idi.

Son sayfaya tıkladığımda, gelecek senenin tarihleri ve yedi şehir vardı. Başka bir şey yoktu. Dosya da iki sayfa daha vardı ancak çekememiştim onları. Bunlar böyle ise diğer sayfalardan neler çıkacaktı? Merak sarmıştı bünyeyi.

Ölüm, denen adam beni aramıştı çünkü bu dosyanın bende olduğunu biliyordu. Aramıştı çünkü okuyup okumadığımı test etmişti. Ve okumadığımı belli ettiğimi düşünüyordum. Ama öyleyse neden bana bir zarf verdi. Üstelik zarfın mühründeki gül ile bu kâğıtlarının kenarına çizilmiş güller… Neden bende bunun içine çekilmişim gibi hissediyordum?

Hafıza kartını bilgisayardan çıkartarak topuklarım ile ezdim. Daha sonra yere eğilerek, kartın dağılan parçalarını topladığımda, çöpün içinde yaktım. Yanan kartı, üzerine şişedeki suyu döktüm. Üzerime çeki düzen vererek kapıya adımladım.

Saat geliyordu. Dava başlamadan, Efnan’ı görmeliydim. Dışarı çıktığımda Demir’in aynı pozisyonda durduğunu gördüm. Elleri göğsünde bağlı, gözleri kapalıydı. Ona doğru biraz eğildim. Yüzünü inceledim. Aklıma kazınan yüzünde bir eksiklik olmasın istercesine baktım.

Fısıldar gibi “Bitti mi?” dediğinde gözlerini açmıştı.

Derince yutkundum. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. Ellerim kâküllerime gitti. “Yaşıyor musun diye merak ettim.” Dediğimde dudağının kenarı belli belirsiz kıvrıldı.

“Sayende öğrendim, yaşadığımı.” Diyerek ayağa kalktığında ben cümlesini anlamaya çalışıyordum. Neden düz bir şekilde söylemek yerine kelimelerini süslüyordu?

Homurdanarak, “İyi bir şey mi dedin kötü bir şey mi? Ona göre cevap vereceğim.” Dediğimde eli sinek tıraşı olduğu yüzüne gitmişti. Yeni çıkmaya başlayan sakallarını kaşır gibi yaparak oluşan tebessümünü saklamaya çalıştı. Bunda komik olan bir durum görmüyordum ben, onun aksine. “Komik olan ne?” dedim.

Gözlerimi inkâr etti. “Gülmedim.” Dedi kalın ve tok sesiyle. Elini yüzünden çekerek, ciddi bir tavra bürünmüştü.

Onun tavrına karşı kaşlarım istemsizce çatılmıştı.“Sakladın!” dedim vurgulu bir sesle. Dudağını memnuniyetsizce büzüştürdü. “ Bence saklama, güzel bir şey gülmek. Hem sinirlerin yatışır.” dediğimde sesim bir çocuğun istekli sesi gibiydi. Sanki onun için değil de kendim için istiyor gibiydim. Gülsün ve kalbim cenneti yaşasındı.

Bana yol vererek, “ Kulak vereceğim bu tavsiyenize.” Dedi. Kafamı usulca salladım.

Adımlamaya başladığımda, arkamda değil de yanı başımda yürümeye başlamıştı. İlerde sandalye de oturan Efnan ve başındaki askerleri gördüğümde adımlarım hızlanmıştı. “Çiçeğim, nasılsın” diyerek dizlerimin üzerine çökerek, yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Kocaman gülümsedi bana. Ellerini boynumdan geçirerek sıkıca sarılmıştı. Benimde ellerim saçına kaymıştı. Okşadım saçlarını. Usulca geriye çekildiğinde dudaklarım aralandı. “Eğer bugün kazanırsak onlarca kızda kazanmış olacak. Biz kazanacağız. İnan bana. Sana yemin ediyorum canım pahasına da olsa biz kazanacağız. Bugün ilk duruşma. Erteleme çıkabilir. Ama pes etmek yok, kızları hiçe sayan her erkek için kazanacaksın. Ben bir an olsun bu eli bırakmayacağım” diyerek sıkıca sardım ellerini.

Kafasını aşağı yukarı sallayarak onaydı beni.

Ellerini elimden çekerek el işaretleri ile seni seviyorum ve sana güveniyorum demişti. Bende ona karşılık, onun için öğrendiğim el işaretleri ile cevapladım onu. Bende seni seviyorum ve o adamın cezasını çekeceğine söz veriyorum, dediğimde gülerek kâküllerimi düzeltti. Bakışları Demir’e döndü. Birkaç saniye baktıktan sonra el işaretleri ile ona anlattığım adamın Demir olduğunu anladığını söylemişti. Kaşlarım havalandı. Nasıl, diye sordum. Uzaktan gelirken, ona olan bakışların seni ele veriyor, dediğinde bakışları tekrar Demir’e kaydı. Anlamsızca bakışları ikimizin arasında gidip geliyordu Demir’in. Anlamıyordu ama kendi hakkında konuştuğumuz hissetmiş gibiydi.

Onların çağrılması ile Efnan ayaklanmıştı. Ancak karşısındaki adamdan ürküyordu. Arkama geçtiğinde Demir ikimizin de önüne geçti. Bekir’in avukatı olan Efe’ye, kibar olmayacak bir şekilde Bekir’i içeri geçirmesini söyledi. Emir verir gibi konuşmuştu.

Onlar içeri geçtiğinde Efnan’ın saçlarına kocaman bir öpücük kondurdum. Yanındaki askerle duruşmaya adımlarken, gözleri omzundan bana doğru kaydığında tebessüm etti. İçeri girdiğinde yüzümüze kapanan kapı ile birkaç saniye donakaldım.

Demir sandalyeye oturarak kafasını geriye attığında, sağa bir sola mekik döşemeye başlamıştım.

İstifini bozmadan “Oturacak mısın?” diye sorduğunda adımlarım durdu.

Usulca ona dönerek, “Hayır!” dedim.

Sakin tavrıyla, “Dava düşecek. Merak etmene gerek yok.” Dediğinde kaşlarımı çatarak ona döndüm.

Sinirle derin bir soluk aldım. “Ya hiç mi üzülmüyorsun? Masum bir kız var ortada.” Dediğimde bakışları zerre değişmemişti. Hala bu konuşma ne zaman bitecek diye bekliyordu. “Kalpsizsin.”

Aklıma kazınsın isteyerek, “Bunu unutma.” Dedi.

İşaret parmağımı ona doğru havalandırarak, “Eğer sizin yüzünüzden o kıza bir şey olursa, seni-” dediğimde aniden ayağa kalkmasıyla burun buruna gelmiştik.

Sert bir solukla, “Beni ne? Ne yapabilirsin mesela?” dediğinde gözleri yüzümün her zerresinde gezip dudaklarımda kısa bir süre oyalanmıştı. Yutkundum. Ama geri çekilmemiştim. Kendini bu kadar Kaf dağında görmesinin bir mantığı yoktu.

Gözlerimi kırpmadan, “Seni öldürebilecek kadar ileri giderim.” Diyerek parmak ucumla iteledim.

Bana öyle tuhaf bakmıştı ki… Tenimin altından ince bir sızı bedenimde gezintiye çıkmıştı. “Ölüm… Ölüm dediğin nedir ki gülüm, diye bir söz var Gül…” dediğinde devamını zihnim tamamlamıştı. Ben senin için yaşamayı seçtim…

Bu halde bile kafa mı buluyordu? Kafa bulsaydı gülerdi ya da dudağı usulca kıvırılırdı. Ama karşımdaki adam düz bir duvara bakar gibi beni izliyordu. Ona cevap vereceğim sıra da arkamda kalan kapının açılmasıyla sırtımı dönerek, kapıya yöneldim.

Hâkim ve yanındakiler çıktıktan sonra Efe’nin çıkmasıyla Demir’in yanılmadığını öğrenmiştim. Bekir, onca yaraya rağmen yüzünü buruşturarak sırıtarak ilerlediğinde arkasından Efnan ve asker çıkmıştı. Koşarak yanıma geldi. Sıkıca sarıldı, titreyen elleri ile. Ona sarılırken avukatı Firuze, başını iki yana sallayarak ne olduğunu kısa bir şekilde belli etmişti. Asker gitmeleri gerektiğini söylediğinde geriye çekilerek, el işareti ile söz vermemi istemişti. “Bana söz ver, o adam layık olduğu sonu bulacak değil mi?” dediğinde kafamı salladım. “Söz, aramızdaki kardeş bağının üzerine söz veriyorum.” Dediğimde tebessüm etmişti. Teşekkür ederim, her şey için. Ve sana güveniyorum, gül bahçesi…Bana gül bahçesi diyordu. Benimle tanışığı anda, hayatının tomurcuklanmaktan çıkarak koca bir gül bahçesine döndüğünü söylemişti.

Daha sonra askerle birlikte adımladı koridorda. Adımları durduğunda arkasını dönerek el sallamıştı. Karşılık vererek bende ona el sallamıştım. Onlar gözden kaybolurken Firuze’nin konuşmasıyla ona döndüm. “Emniyet müdürü, verilen ifadeyi eksik bir şekilde geçmiş. Aksi takdir de mümkün değildi. Kızın hali göz önünde. Kimse inkâr edemez.” Dediğinde ona sıkıca sarıldım. İçimdeki duyguyu bastırmam gerekti. Ağlamayacaktım. Firuze’de kollarını bana sardı. “Pes etmek yok, Sayın Savcım. Birlikte gül bahçesinde kutlayacağız bunu.” dediğinde geriye çekilerek tebessüm ettim. Demir’e de baş selamı vererek uzaklaştı. Odama doğru ilerlediğimde Demir sessizce beni takip ediyordu. Konuşsaydı muhtemelen tüm sinirimi sebepsizce ondan çıkaracaktım. Sanki beni tanıyor gibi susmuştu. Ben sana zaten demiştim demedi. Umut bağlamasaydın demedi.

Odamın kapısını açarak girdim içeriye. Askıdaki ceketimi ve çantamı alarak odamın kapısını kapadım. Dışarıya doğru emin adımlarla ilerledim. Arabaya kadar sessizce ilerledik. Kapıyı açıp bindiğimde sanki yeri orasıymış gibi kurulmuştu yanımdaki koltuğa. Ona itiraz ederek, yorulmayacaktım. Bakışlarım emniyet kemerine kaydığında bana bakmamasına rağmen eli usulca kemere gitti. O emniyet kemerini takarken arabayı çalıştırdım.

Önce bir komiseri görmem şarttı.

“Şu an bir devlet çalışanı olarak kuralları çiğniyorsun!” dediğinde birkaç saniye ona bakıp önüme döndüm. “Yavaş sürsene, yangından mal mı kaçırıyoruz?”

Ters ters bakarak, “Sen hiç mi kural çiğnemedin sanki?” dedim.

Bana atıfta bulunarak, “Ne münasebet!” Dedi vurgulu bir sesle. “ Ben oldukça kuralcı bir askerim.” Dedi.

Benim kafamı dağıtmak istiyor gibiydi. Aksi takdirde korkan birinin bu kadar rahat oturacağını düşünmüyordum. “Biliyorum o kadar kuralcı birisin ki, bana rağmen hala yanımdasın mesela.” Dediğinde iç çekmişti. Bir şey demedi. Sana rağmen deyip onaylamadı. Sana rağmen değil deyip reddetmedi. Cevap vermeye tenezzül etmemişti bile. Bakışlarım anlık ona kaydığında çatık kaşları ile beni izlerken bulmuştum. Başımı geri önüme çevirerek park yerine baktım. Boş bulduğum yere arabayı park ederek, kemerimi çözdüm. Ona bakmadan indim, arabadan. Aklımı karıştırıyordu ve şu an buna müsaade edemezdim. Ağır bir şekilde ilerleyip, komiser ile görüşeceğimi söylediğimde karşımdaki itiraz etse de umursamadan girdim içeriye. Ayaklandığında bana itiraz edecekken bakışları arkaya kaydığında cümlesini yutmuştu. Onu korkutan ben değil, Demir’di. Bu çokta umurumda değildi. Korkması yeterdi.

“Buyurun oturun, lütfen” diyerek eliyle masasının önündeki koltukları gösterdi. “Çıkabilirsin, oğlum” dedi kapıdaki polise.

Direk konuya girdim. Uzatıp da bir de yüz göz olmanın anlamı yoktu. “İfadeyi neden eksik aldın?” diye sorduğumda afalladı. “ senin bir eksiğin yüzünden bir dava düştü, bir kız belki de hayata küstü.” Dedim hiddetle.

Kendini beğenmişlikle “O adamı serbest bıraktılar. Çünkü elinizde yeterli delil yoktu. Keyfi bir durum değil bu sayın savcım. Ayrıca bu yaptığınız adil bir durum olmaktan çıkar. Siz bir savcısınız. Davacı ile Bu denli yakınlık kurmak hoş olmayabilir.” Dedi gergin bir tavırla.

“Gözümün önünde olan olayları görmezden gelirsem eğer bu beni adil bir savcı yapmaz. Bana işimi öğretmeye kalkmayın sakın. Aksi takdirde işimi tüm adilliği ile yerime getirecek olursam karşımda oturuyor olmazsınız.” Dediğimde gözlerinde bir afallama daha gördüm. İşaret parmağımı ona doğrultarak, devam ettim konuşmaya. “Bana bak, eğer o kıza o adam yüzünden bir şey olursa dolaylı yoldan tek suçlusun. Senin belanı bulmana izin vermeden, buradan göndermem.” Dediğimde yalancı bir öksürükle duraksadım. Kaşları çatıldığında bakışları Demir’i buldu. Onu umursamadan kapıya adımladım. Kapıyı açarken Demir’in ona cevap vermesi ile kısa bir an duraksadım.

Hatun, kibar bir şekilde hislerini dile getirdi.” Dedi Keyif verici bir sesle.

 *

Özgür, “Yakışıklılığımı, şu müşkül otları toplamak bile gizleyemedi,” diyerek timin oturduğu karargah kantinine geldi. Tim bakışları ile Özgür’ü süzdükten sonra yarım ağız sırıttı.

“Saçındaki otu atmayı unutmuşsun!” dedi Ülkü, belli belirsiz sırıtarak. Serdar, sağ eli kafasını çırparak Serdar’ın yanı başına oturdu.

Bir ihtimal cevap bulur diye “Ülkü bacım sen bilirsin, ne diye hücre cezası almış komutanım?” diyerek bir yandan elma yiyerek merakını gidermeye çalışıyordu. Ülkü çatık kaşları ile hemen önünde oturan Özgür’e baktı.

Keskin tavrıyla, netliğini belirtti. “Bilsem de söylemem, hele sen ihtimal dâhilinde bile olmazsın Serdar.” Dediğinde diğerleri şaşkınlıklarını gizleyememişti.

Turgut, “Ne almış, ne almış?” dediğinde ağzı şaşkınlıktan aralanmıştı.

Özgür, “Türk Silahlı Kuvvetlerinden her şey dâhil tatil almış,” diyerek cevapladı. “İçeri girmeden yine bana girdirdi bir şeyler.” Diye homurdanmaya devam etti.

Yeniden, “Bizim komutan, Yüzbaşı Demir Karan Kılıç olan?” diyerek sorguladı Turgut.

Özgür, “Kağan komutanım, değildi. O benimle birlikteydi. Sağ olsun ben otları bitirene kadar başımdan eksik olmadı. Yokluğunu aratmadı komutanım. Tüm otları böceklerine kadar ayıklattı. Gören gözlerine dert vermesin, rabbim.” Diyerek dertli bir biçimde konuştu. Bakışları Kağan’a kaydığında onu takmadığını anladı. Çayını önüne almış, önündeki açık pencereden dışarıya bakıyordu.

Yağız, “ Harbi mi? Oğlum biz olmadan ne yapmış olabilirde böyle bir ceza alır? Kırıldım vallahi!” dedi. Sesi gerçekten Demir’e bozulmuş gibiydi. Felsefesine ters bir durumdu Demir’in yaptığı. “Ne demiş atalarımız, nerde birlik, orda dirlik.” Dedi bıkkın bıkkın.

“Ne olmuş oluyor yani?” diyerek anlamaya çalıştı Özgür.

Yağız en tip bakışıyla “Hiçbir bok olmuyor Özgür olamayan Özgür. Cahil gelen cahil gidecek olan Özgür. Öğretmensiz eğitilen Özgür.” Dedi.

Özgür kibarca ona kızan adamı kaideye almadı. Kibarlıktan anlamadığını daha önce dile getirmişti. “Sert adamlar, sert oynar diye bir laf bilir misin? O ne öyle anama söver gibi.” diyerek Yağız’ı sinirlendirmeye ant içmiş gibi sırıttı.

Başını usulca sağa sola salladı, Yağız. “Ulan var ya, dua et can borcum var.” Dediğinde ayağa kalktı Ceyhun. Bardağını alıp dışarıya doğru adımladı. Sigara saati gelmişti.

Özgür,“Şşş! Yakışıklı, bana da sar bir tane peşindeyim” dedi sırıtmaya devam ederek. Sırtını dönmeden, söylene söylene ilerlemeye devam etti, Yağız.

“O değil de harbi niye almış komutanım cezayı?” dediğinde masadaki bakışlar Gürkan’a dönmüştü. “ “Yani komutanım, işini layıkıyla ve sınırlarını bilerek yerine getiren birisi. Bence asılsız bir söylenti.” Dediğinde kendini ikna etmeye çalışır gibiydi Gürkan.

Kağan penceredeki bakışlarını oturduğu andan itibaren ilk defa Gürkan’a değdirdi. “Daha çok yolun var, yeni çocuk.” Diye tespitini yanlış buldu.

Özgür araya girerek, “Siz biliyor musunuz komutanım, aynı evdesiniz neticede.” Diyerek bedenini yanında oturan Kağan’a çevirdi.

Kağan göz ucuyla Özgür’e bakarak cevapladı. “Komutanımın bir sözü var bilir misin, Özgür?” dedi.

Aklına gelen ilk cümleyi dile döktü. “Karmasını siktiğim” dediğinde Kağan’a kaşlarını bu değil dercesine kaldırdı. “ hepiniz öldürür sarı torbaya koyar ilk kokanı sikerim, piç herifler.” Diye ekledi.

“Lan salak, onu bize mi diyor.” Dedi Serdar. Kağan kendini sorguladı birkaç saniye, bıkkın bıkkın baktı Özgür’e.

Kağan kafasını sallayarak, içten içe kendine sövdü. “Sizi hiç alakadar etmez.” Diyerek masadaki sigarasını da alıp, kapıya ilerledi.

“Ulan tam dilimin ucundaydı da bu kadar basit bir cümle değildir diye direk klasikleşmiş şanlı ve şerefli edebi cümlelerinden başladım.” Diye yakındığında Turgut’un telefonu çalmıştı. Sesinizi kesin dercesine eliyle işaret yaptı masadakilere.

“Efendim Süheylam” dediğinde Serdar yüzünü ekşitti. “Çileğin suyu mu varmış?” diyerek kaşlarını kaldırdı Turgut. Tim az buçuk tuhaf bir durum olduğunu anlamış olacak ki ufaktan kıkırdamalara başlamışlardı. “Bulacağım bir şekilde.” Dedi bıkkınlıkla. “ Yok, sana oflamadım. Neden sana oflayayım? Ben-” dediğinde telefon suratına kapanmıştı. Telefon kapandığı an masada kahkaha tufanı patladı.

“ Ülkü bari sen yapma! Bizde vatana hizmetle kadına hizmet eş değerdir.” diyerek yakındı Turgut.

“Estağfurullah abi. Ne haddime. Sen git bekletme çilek suyunu.” Dedi gülüşünü tebessüme çevirerek.

Serdar, “Hormonlar başkan, dikkat et de seni de çarpmasın!” dedi. Sessiz bir şekilde Serdar’a bakarak mırıldandı Turgut. Ayaklanarak o da Süheyla’nın emirleri için kapıya doğru yol aldı.

Ülkü, “Ee sen ne yaptın Özgür, akıllandın mı?” diyerek şüpheci bir bakışla Özgür’e baktı.

Eğlenircesine “Biz de ekmeğimizdeyiz be Ülkü,” dediğinde Serdar girdi araya.

“Akşama yine hovardalıktayım diyor kısaca” diyerek Ülkü’ye çevirdi bakışları.

Tek kaşını havalandırarak, “Rutinlerimi aksatamam.” Dedi Özgür. Ülkü bundan adam olmayacak dercesine kafasını salladı. Memnuniyetsiz bakışları Özgür’ün üzerindeydi.

“Bana bak Teğmenim, gönlün açılsın.” Diyerek konuştu Serdar.

Ülkü bakışlarını Serdar’a çevirip kaşlarını çattı. “Seni gerçekten öldürürüm!” dedi Ülkü sert bir sesle.

“Öldür ama sen öldür Ötüken!” dediğinde Özgür’ün bakışları ikisi arasında gidip geldi. Birbirlerine âşık oldukları aşikârken Ülkü’nün bu denli direnişini anlamıyordu Özgür. Masadakileri kaş göz yapıp kalkmalarını söylediğinde Yağız ve Gürkan’da yavaşça ayağa kalmışlardı. Onlar kapıya ilerlerken Ülkü ve Serdar birbirine kenetlemişti bakışlarını. Serdar başını usulca sola eğdiğinde, Ülkü’de kafasını sağa sola sallayarak ayağa kalktığında Serdar’da ayaklandı.

Hiddetle, “Sen ne yapıyorsun?” dedi.

“Seni seviyorum!” diyerek atıldı Serdar. Gözlerindeki ışıltı uzaktan izleyen biri tarafından bile görülebilecek kadar parlaktı şu anda.

Sinirle gözlerini kapatarak, açtı. “Ama ben sevmiyorum!” dediğinde bakışlarıyla kendini kanıtlamak istiyordu karşısındaki adama. En ufak bir duygu kırıntısının dahi olmadığını bilsin ki, canının yandığı gibi canı yansındı kalbinin daima parçası olan adamın.

Serdar keskin bakışlarını bir an olsun çekmedi.“ Birlikte ama yalnız iki yabancıyız. Şu anda tam da bu durumdayız. ” dediğinde duraksamıştı.

Bir adım yaklaşarak, “ Şarkının devamında ne diyor biliyor musun?” dediğinde buruk bir tebessüm etti Ülkü. “ Neyin bildin ki değerini, benimkini bileceksin,” dediğinde karşısında gözleri dolan adama sıkıca sarılmak istiyordu. Ama yapamazdı. Terk edilen kendisiydi. Yıkılan enkaz olan Ülkü’ydü. Onun hiçbir şeye hakkı yoktu. “Sen bunu da mahvedeceksin.” Diyerek iki adım daha attı Serdar’a. “Zaman bende, sana dair çok şey götürdü Serdar. Biz aynı mahalle de büyüyen iki yabancıyız artık, fazlası da hiç olmayacak!” dediğinde sırtını dönerek gitmişti. Her defasında kırıp dökmesine rağmen, pes etmeksizin sevmeye devam ediyordu bu adamı.

*

Karakol dışına çıktığımda usulca sırtımı dönmüştüm. Peşimde değildi. Daha ne konuşuyordu bu adamla. Kafamı sallayarak, arabaya ilerledim. Bindiğimde emniyet kemerini takıp, arabayı çalıştırmadan bekledim onu. Geçen on beş dakikanın sonunda karakolun kapısından çıkmıştı. Ama o oradan yalnız çıkmamıştı. Yanında esmer bir kız vardı. Güzel bir kızdı. Yüzüğün sahibi olabilir miydi? Kıza bir şeyler anlatıyordu. Ve o kadar tatlı anlatıyordu ki… Benimle konuşurken oluşan o donuk ve bıkkın bakışlar yoktu. Belki de bu bakışları gören nadir kişilerdendim.

Benden hoşlanmadığını biliyordum. Ama bazı zamanlar da değer verdiğini hissediyordum. Hadi ama Gül, senin kapında kul köle olmasının tek nedeni o dosyaydı. Dolan gözlerimi elimle yellemeye çalışarak gözyaşlarım akmasın istedim. Git gide anneme eviriliyordum. Ve ben, annem gibi olmak istemiyordum. Beni görmeyen bir adam için canıma kıyar mıydım?

Konuşmaya devam ederek karakolun arka taraftaki banklarına doğru ilerlediler. Ağır adımlarla ilerliyorlardı. Muhabbetleri bitmesin diyeydi belki de. Beni unutmuş muydu? Beni unutacak kadar değerli biri miydi yanındaki kadın? Gözümden kaybolana kadar bekledim. Ya gelirse diyeydi. Gelmedi. Fark etmedi. Unuttu.

Arabayı çalıştırarak, karakoldan çıktım.

Arabayı çocukların şen olduğu parkın kenarına park ederek indim. Kendimi bulmaya çalıştığım tek yerdi. Parklarda anne baba sevgisini saf bir şekilde hissediyordum. Bilmediğim bir duyguyu gördüğümde değişik duygularda buluyordum, kalbimi. Bazen ilaç oluyor, bazen ise zehir oluyordu.

Kaldırıma oturduğumda bacaklarımı kendime çekerek kollarımla sardım. Öylece oturdum. Karşımdaki çocukları izledim. Aileleri ile gülebilen çocukları… Kafamın dağılması gerekti. Yeni bir kriz geçirmek istemiyordum. Bir kız çocuğu usulca kaymıştı kırmızı kaydıraktan. Daha sonra koşarak gitmişti annesinin yanına. Ona heyecanlı bir şekilde bir şeyler anlatmıştı. Annesinin elinden tutup kırmızı kaydırağın bitişine getirmişti annesini. Paytak adımlarla merdivenlere adımlamıştı. Kaydırağın başında annesine seslendi. “Bana bak anne, ben başaracağım” diyerek kaymıştı usulca. Minik Elleri ile kaydırağın kenarlarından tutunmuştu. Bu biraz canın açıtmış olmalı ki gözleri dolmuştu ama düşen gözyaşlarını eliyle sildi hızlıca. “Bak tek başıma başardım. Gördün mü beni anne?” diyerek öyle güzel tebessüm etmişti ki cehennem gibi kızgın lavlarla boğuşan benim üzerime birkaç damla su serpiştirmişti. Nefes almıştım, birkaç saniye. Usulca eğildi annesi, boylarını eşitlemek için. Sarı saçlarını okşadı minik kızın sonra kokusunu içine çekerek öptü kızını. Tuttu kızının elinden ilerlediler yavaş adımlarla. Gözlerim onları kaybedene kadar izledi. İzlemek istedi. Çünkü ben, bir kez bile kokumu içine çekmesi için dünyamı verirdim anneme.

Diğer tarafta, saçları salıncağın demirlerine dolanmış kızının saç tellerini tek tek çözmeye çalışan bir anne vardı. Bir anne için çocuğunun saç telinin kopması en acı anlardandır, derler. Saç teline daha zarar gelmesin… Benim ise tüm saç tellerime kıyan annemdi. Bir kız çocuğunu babanın sevmemesini bazen anlamaya çalışıyordum. Ama ya anne? Biz annelerin savaşçı kızları değil miyiz? Bir kız çocuğunu annesi bile sevmiyorsa kim severdi ki? Sevilmeye layık olmadığımı her geçen daha da ikna oluyorum. Sevgi de hak edilen bir duyguydu. Ve ben bu duyguyu hak edecek hiçbir şey yapamamışım.

Buruk bir tebessümle devam ettim onları izlemeye.

Sırtıma bırakılan bir ceket… Baskın bir barut kokusu, sigara ve hoş bir parfüm karışımıydı. Bu oydu. Dediği gibi hala beni takip ediyordu. Nasıl bulmuştu burayı? Şimdi neden gelmişti ki o kızı bırakıp? Göreviyle ilgili herhangi bir şey yapmıyordum. Öylece oturup çocukları izliyordum. Hem bana ümit veriyordu, hem de beni kullanıyordu. Usulca kaldırım taşının sağ ucuna oturdu. Arkasındaki ağaca yaslanıp, ellerini göğsünde bağladı. Benim izlediğim kız çocuğuna yöneldi bakışları. Saç telleri kopan küçük kız, o kadar çok neşe saçıyordu ki etrafına… İnsan düşünmeden edemiyordu. Böyle bir kız çocuğu her insana huzur vermez miydi?

“Benim yolumda ne işin var. Uzaktan izle!” Diye başımı usulca ona yönelttim. Başımı eğip bacağımın üstüne koydum. Cevabını bekliyordum. Belki yanıtsız kalacaktı ama ya cevap verirse diyeydi bekleyişim. Bakışlarını küçük kızdan bana doğru döndü. Göz göze geldik. Bakışlarında hiçbir ifadeye yer yoktu. Duvara bakar gibi bakıyordu. Her zamanki gibi… Ağır ağır kafasını salladı. Onayladı beni. Gözlerimden bir saniye bile ayırmadı bakışlarını. Bütün konuşmayı gözlerimiz yapıyordu şu an. O sessizliği istiyordu bende ona ayak uyduruyordum.

“ Devletin kara yolu ne ara adliyeye bağlandı?” diyerek keskin ve tok sesiyle böldü, gözlerimizi.

“Nasıl buldun beni?”

“Seni tanıyorum, sana rağmen…”

“Hani arkadaş değildik?”

Yine netti. “Değiliz. Ve olmayacağız da.” dediğinde gözümdeki umut kırıntılarının parçalara ayrılışını görmüş müydü? Usulca başını diğer tarafa çevirerek, yeniden bana döndüğünde elinde altı adet kırmızı gül ile bana döndü. Kaşlarım havalandığında, ağzım açık kalmıştı. Bana mıydı? Şoktan çıkmak istiyordum. “ Ben kırmızı gül severim, o yüzden bu renk.” Diyerek bana uzattı gülleri. Bende severdim. Hem de çok severdim.

Gülleri bakmaya devam ederek, “Bunları nereden-”

“Seni hiç ilgilendirmez” dediğinde sesi gürdü. Daha sonra sesi daha yumuşak bir hal alarak “almayacak mısın?” demişti. Masum bir çocuk gibi, reddedilmekten korkmuştu.

Ellerim elindeki güllere uzandığında, gülleri aldığımda barutla karışık parfümü sinmişti. “Bu koku-” dediğimde gözlerini salıncaktan çekerek, bana kaymıştı.

Sahte bir şekilde hayıflanırcasına “Ceketimin içindeydi.” Dedi bıkkınlıkla. “ beni bekleseydin ben değil, sen kokacaktı.” Diyerek ümitsizce kafasını iki yana salladı. “ iki dakika bir gül sordum… Hanımefendi beni bırakıp, çocuk izlemeye gitmiş.” Dedi vurgulu bir sesle.

 

Gözlerim kısıldı. “İki çocuklu ortada bırakmışım gibi konuşma benimle!” dediğimde derin bir iç çekti. “ Teşekkürler çok beğendim ama neden?” diyerek şüpheyle baktım ona.

“ Küçük bir kız çocuğu verdi. Umut olsun, diye. Bende boşa gitmesin umudu diye sana getirdim.” Dediğinde yutkundu.

“Neden karargâhtaki-” diyecekken bıkkınlıkla nefes verdi.

“Etrafımdaki tek kadın sensin Çakma Savcı..."

 

Loading...
0%