Yeni Üyelik
9.
Bölüm
@dnzkzgb

 

 

Mardin’in önde gelen aşiretlerinden, aynı zamanda askerlerin doğuda yaptıkları görevde onlara kucak açarak, tehlikeyi biraz da olsa açtıkları şefkat sofralarında en aza indiren Berdan Oğullarından Azad Berdan’ın düğün kutlamalarının ilk günü çiçekler açarcasına şendi, şehrin sokakları…

Düğüne davetli olan aileler arasında; Gül’ün babası Halit Bey ve Kurt’un babası Atilla Bey’de ilk sıralardaydı. İkisi de birbirinin hem silah arkadaşı hem de masa arkadaşıydı. Birçok operasyonda sırt sırta vererek sağ çıkmayı başarmışlardı. Bazen zor da olsa yan yanalardı.

Şimdi ise lojman çıkışında iki takım elbiseli adam sigaralarını yakarak, koyu sohbete dalmışlardı. Bir yandan saçları sıkıca toplanmış kâkülleri alnında salınmış, beyaz elbisesine nakışla işlenmiş güller, beyaz pelerinini bağlayan kurdele, ayağında siyah çizmeleri ile Gül; diğer yandan siyah takım elbisesinin içindeki beyaz gömleğinin birkaç düğmesi aralanmış, kumral saçları özenle taranmış, yakasındaki gül nakışlı mendiliyle Kurt’ vardı. İkisi de iki yerden hapşırarak, babalarının koyu sohbetlerine ani bir giriş yapmışlardı.

 

“Anlaşılan ikisi de soğuk almış!” dedi Halit Bey. Atilla Bey sadece kafasını sallayarak onayladı, komutanını. “ Dün yağmurda mı ıslandın, Yazgı Gül?” dedi keskin bir tonda. Düz bir bakışla sahip olmasına rağmen geriye adımlama ihtiyacı duydu. Babası ona hiçbir zaman kızmasa da ondan bekledikleri minik bir kız çocuğunun değil de, bir kız çocuğundan beklenilen davranışlardı. Bu yaşta, tek başına ayakta kalması gibi…

 

Kurt ondaki tuhaflığı anlamışçasına araya girerek, “Hayır, biz dün yağmur bitene kadar Huy… Yani Muharrem amcalarda bekledik!” diye ani bir çıkışla Halit Bey’i cevapladı. Karşısındaki adama ektiği nefret tohumları hala toprağındaydı. Gül, doğru olmamasını bilmesine rağmen bozuntuya vermeden kendinden emin tavrıyla kafasını aşağı yukarı sallayarak, onayladı Kurt’u.

“Muharrem komutanım, sizi evine mi aldı?” dedi afallamış bir tavırla Atilla Bey.

Gül, sıradan bir olaymış gibi “Beni hep alır kine Atilla amca, Huysuz amca, üstelik bize elma da verdi.” İki adamda şaşırmıştı bu duruma, Emekli Orgeneral Muharrem Kılıç’ın ismi bile dillere destan edecek bir askerdi. Eşi ve kızı, gözlerinin önünde şehit edilince emekli olmuş, asker oğlunun yanı başından bir an olsun ayrılmıyordu. Ayrıca yaşlanmış, yıpranmıştı. Boş yere yeni nesillere ayak bağı olmak istememişti.

Gözlerini kızına değdirerek, “ Huysuz amca, sen koskoca orgeneralin karşısına geçip huysuz amca demedin değil mi, Yazgı Gülce!” diye hafif sinirlendiği ses tonuna yansıyordu, Halit Bey’in.

Adımları biraz daha gerileyerek Kurt’un yanı başında yer buldu kendine. Sanki Kurt’un yanında olduğunu bilmesi ona ilaç olmuşçasına “ Niye ki, orgeneral olan asker amcalar huysuz olamıyor mu?” diyerek ger adım atan ayaklarına zıt giden sivri dili vardı.

Bağırmadı ancak minik bedeni ürkütmeye yetecek kadar sert bir üslupla, “Yazgı Gül!” dedi Halit Bey.

Her zamanki gibi ne zaman korksa konuşurdu. Aynısını yine yaptı. “Ben hep öyle derim baba, Huysuz amcaya. Bana kızmıyor!” diye hafif çatılan kaşlarıyla, önüne gelen kâküllerini sesli bir nefesle itelemeye çalıştı.

 

“Sakın bir daha böyle bir ayıbı aklından dahi geçirdiğini görmeyeceğim! Anlaşıldı mı?” dediğinde Halit Bey’in çenesi gerilmiş, kehribar gözlerinde yersiz bir öfke ateşi açığa çıkmıştı.

 

Gül sadece kafasını salladı, babasına. Tamamdı, mutlu edecek kendisine bir an da olsa sarılacaksa tamamdı.

 

Babaları muhabbete geri dönmüşken, sessizliğe bürünen iki çocuk vardı… Yazgıları, yaraları birdi ki ikisi de görülmüyordu.

 

Yanı başındaki Gül’ün eline sıkıca sarılan elleri ile bakışları ona kaydı. Bir iki adım geriye adımlayarak, üzerindeki ceketi çıkartıp kaldırıma serdi, Kurt. Daha sonra tekrar Gül’ün elini tutarak yan yana oturdular kaldırım taşlarına. “ Neden yalan söyledin?” diye fısıldarcasına konuştu Gül.

 

“Beyaz yalan!” dediğinde tekrar etti, Gül “Beyaz yalan!” işaret parmağını ve orta parmağını birbirine geçirerek Gül’ün göz hizasına getirdi. “beyaz yalanlar için böyle yapabilirsin, cimcime!” dedi bir sır veriyormuş gibi.

 

“O zaman yalan olmaz mı kine?” diye meraklı bakışlarını saklamadı.

 

“Olmaz gibi düşün sen. Kim öğretti derlerse de Kurt abim de.” Dediğinde bakışları bir an ileride derin muhabbete giriş yapmış adamlara kaydı.

 

“Siyah yalan da ne yapacağım?” dedi yine merak içinde. Bakışlarını iki adamdan çekerek, garipser bir ifadeyle Gül’e baktı.

 

“Siyah yalan…” diyerek mırıldandı. Aklına nereden geliyordu böyle tuhaf şeyler? “ Siyah yalan yok! Sadece ikimizin yalanları beyaz yalan, aramızda bir şifre gibi düşün!”

 

Merakını yenemedi. Alık alık bakarak, “Biz de mi ajan olacağız, Kurt…” dedi.

 

Gözlerini belertti. “Ne alakası var, Gül?” diyerek yakındı.

 

Başını biraz daha kaldırdı. “Şifreyi sadece ajanlar kullanır kine, bilmiyor musun?” dediğinde kendinden oldukça emindi Gül. “İkimiz suçlu yakalayacağız. Ben sana yap derim, sende yaparsın!” dediğinde kocaman gülümsedi.

 

Kurt, gözlerini kıstı. “Bana emir vermek, hoşuna gidiyor değil mi cimcime!” diye bıkkın bir ifadeyle konuştuğunda, bakışları Gül’ün önüne gelen kâküllerinde takılı kaldı. Elleriyle usulca kenara itelenen yumuşak saç tutamlarını alnında birleştirdi. Kâkül, ona yakışıyordu.

 

Dudağını büzerek, “Emir vermiyorum akıllım, rica ediyorum. Hem emir versem de beni kırmazsın ki sen…” dedi.

 

Başını sola eğdiğinde, minik kızın burnuna başparmağı ve işaret parmağını birleştirerek incitmeden vurdu. “Kırmam, hiçbir zaman incitmem kalbini!” dedi net bir ifadeyle.

 

Gülümsedi. Gonca gül misali açtı, yanakları. “Sahiden mi? Hiçbir zaman mı, Kurt…?” dedi masum bir edayla.

 

Gülümsedi. “Hiçbir zamanda, Gül!” dediğinde tebessümüne rağmen sesi keskin, netti. Hiçbir zamanda kendine şifa gibi gelen kız çocuğunu kırmayacağını düşünüyordu. Hem kıyamazdı, goncalarını bir tek ona açan Gül’e…

 

“Ya… Sen çok tatlılısın…” diyerek yanı başında oturan Kurt’un yanaklarına asılarak, iki yana çekiştirdi. Kurt, her zamanki gibi sevgi selini bitirmesini bekledi, sadece. Geri çekilerek, tekrar ceketin üstünde kuruldu.

 

Gül’ün sevgi gösterisi bittiğinde sıra ondaydı. Yakınması, itiraz etmesi gereken bir durum vardı. “Gül, bana bir daha tatlısın deme.” Diye sinirle soludu. “ Ben yakışıklı değil miyim? Yakışıklısın desen ya?” dediğinde bıkkın bir nefes verdi. “ Asker adam olacağım ben. Sağda solda duyulursa askere almazlar beni!” dedi. Babası öyle demişti, asker adam ciddi olur sırıtmaz demişti. Bu ifade sende olduğu sürece senden hiçbir bok olmaz, demişti babası. O yüzdendi somurtkan, hayattan bıkmış duruşu. Ne olursa olsun asker olacaktı. Ancak babası gibi değil. Yanıltacaktı babasını. Utandıracaktı babasını. Yüzünü yere eğdirecekti, babasının.

 

Gül, boğazındaki düğümü yutkunduğunda, “Sen asker ol ama babam gibi askerlerden olma.” Diyerek babasına baktı. “Abim gibi askerlerden olursan, bir daha demem söz veriyorum.” Babası işinde iyi olsa da, bir aile nasıl mutlu edilir bilmiyordu… Abisi ise bir aile nasıl ayakta tutulmaya çalışır, kemiklerine kadar acıyı hissederek deniyordu…

 

Kurt, kalbi görülmeyen minik kızdan bakışlarını bir an çekmeden yemin eder gibi fısıldadı;

 

“Bende Oğuz abim gibi asker olacağım, söz veriyorum sana!”

*

 

Gök, mavinin en açık tonuydu. Başımı kaldırdığımda, gökyüzünde henüz silik bir şekilde beliren ay bize gülümsüyordu. Tenime değen rüzgâr ılıklığıyla, vücudumu daha da ısıtıyordu.

 

 

Aklımdaki ise, hemen yanı başımdaydı. Bana tek kadınsın dedi ve önemli bir şey dememiş gibi önüne dönmüştü. Farkında bile değildi. Kalp ritimlerimin onun sözleriyle nasıl altüst olduğunun. İster istemez tebessüm edip, bana verdiği kırmızı gülleri kollarımla incitmeden sarmıştım.

 

 

Aniden bir şey hatırlamış gibi bana döndüğünde, aptal gibi elimdeki güllere sırıtıyordum. “Sen, gerçekten garipsin Çakma Savcı!” Dedi düz bir sesle. Sesinde bir şaşkınlık olmamasına rağmen hayret edercesine sormuştu sorusunu. Usulca başımı çevirdiğimde buruna buruna gelmiştik. Bu kadar yakın mıydık? Bakışlarım önce sağ gözünde daha sonra sol gözünde oyalandı. Efe ve teorileriydi. Aklımda kalmıştı ve bunu uygulama gereksinimi hissetmiştim. Ama sonunu getirecek kadar cesur değildim.

 

 

Yutkunduğunda âdemelması kavislenerek dikkatimi çekmişti. Bakışlarım dudaklarına değmeden âdemelmasına kaymıştı. Kâküllerimi düzleyerek, ardından kollarımı birbirine doladım. Bakışlarımı keskin ve sert yeşillerine çevirdim. Askeri yeşili olan gözleri babamın dokunmaya dahi kıyamadığı söğüt ağacı gibiydi. Bakınca bile yıpranacağını, kuruyacağını düşünürdü, babam. Bende, gözlerine baktığımda onu kurutmaktan korkuyordum. İnsanların sadece düşüncelerinin dahi değdiği her şey yıpranırdı. Zarardı, insanlar.

 

 

Bakışlarımı, gözlerinden çekerek cümle kurmak için çabaladım. “Sen! Ne- Ne diye dibime kadar girdin.” Diyerek terslercesine sesimi yükseltmiştim. Derin bir iç çekiş, ardından bir hayıflanırcasına soluk sesi işittim. Ben ondan bakışlarımı çekmeme rağmen bakışlarının bende olması vücudumu geriyordu. Ellerim yine kâkülüme, ardından boynuma gitmişti.

 

 

Gözlerini bana bakmamaya zorlasa da başaramamıştı. “Aramızdaki uçurumu kör Salim bile görür, Çakma Savcı.” Dediğimde bakışlarımı tekrar ona değdi. Bakışlarını benden çekerek, parka yöneltmişti.

 

Kollarımla karnımı sararak, “Kör Salim, kim?” dedim. Aklıma gelen ilk soruydu. Dilimden dökülüvermişti. Tek kaşını kaldırarak bana döndüğünde ciddi misin der gibi gözlerini açtığında, ne var dercesine kafamı salladım.

 

 

Gözleri yavaş yavaş, eski anlamsız donukluğuna döndüğünde, “Bu cümlede kör Salim’e mi takıldın?” diyerek düz bir sesle konuştu. Neye takılmalıydım? Olmayacak bir hayale tutunarak, eline pamuk şeker verilen bir çocuk gibi heyecanı doruklarda mı yaşamalıydım? Hep aynı vaziyet olacaktı. O doruktan, elimden alınan şekerle tepetaklak düşecektim.

 


Başımı arkaya eğerek, derin bir nefes aldım. Ciğerlerime dolan havayla tekrar başımı eğdim. “Evet, ben bir Savcıyım. Halkın nabzını tutmam gerektiği anlar var.” Kafasını sağa döndüğünde yüzünü göremiyordum. Ama bana güldüğünü inip kalkan omuzlarımdan anlayabiliyordum. “Ne diye gülüyorsun, komik mi?” diyerek kızar gibi bir sesle onunla muhatap olmaya devam ettim. Halkla içe içe olmalıydık ki gerçekleri görebilmeliydim. Eğer öyle olmasaydı nerden bilebilirdim, Efnan’ın doğruları söylediğini? Onlar gibi bende, Bekir’e inanır ve ömür boyu bir kız çocuğunu hayatını karartmakla vicdanımdan, hüküm giyerdim.

 

Sol eli boynunun arkasını bulduğunda, “Gülmüyorum. Ayrıca sen belediye başkan adayı mı olacaksın da halkın nabzını tutuyorsun?” Diyerek ciddi bir ifadeyle bana dönmüştü. Dayım gibiydi. Ani ruh değişimlerini ezberlememe rağmen, her daim şaşırıyordum.

 

 

Çatık kaşlarımla göz devirdim. “Gördüm, güldün. Ayrıca, belki olacağım. Ne eksiğim var benim.” Dediğimde bu sefer tebessümünü saklamadı benden. Gözlerimin içine bakarak içten bir tebessüm bahşetti bana. Dudaklarında beliren zarif tebessüm beni lise yıllarına götürmeye yetmişti. Acı vermesine rağmen; zarif ve düşünceli bir, Demir…

 

 

Sol elini boynundan çekerek, sinek tıraşı olan saçlarına götürdü. Utanıyordu ya da farklı bir şeyler hissediyordu. Bu nefret olmamalıydı. “Doğru, senin bu çeneyle ikna edemeyeceğin birisi olamaz.” Dedi. Sesinden anlaşıldığı kadarıyla somurtkan ve isyankâr bir havası vardı.

 

Burnumu kırıştırarak, “Var, birileri!” Dediğimde kaşlarını çatan o oldu. Koyulaşan yeşil gözlerine eşlik eden gür kirpiklerini birkaç kez kırpıştırmıştı. Yüzündeki isyankâr havayı örtmüş, karanlık ve derinliğe bürünmüştü. Sadece kirpiklerini kırpması yetmişti, karanlığa çekilmesine.

 

 

Ses tonunda hiçbir duygu olmadan, “Takdir etmek gerek…” dedi ve duraksadı. “ Boyun eğmediği için.” Dediğinde sabit bir şekilde bana bakmaya devam ediyordu. “Şu dallama avukat mı, yoksa?” diyerek mırıldanırcasına kurdu son cümlesini. Kaşlarımı hayret edercesine kaldırdım. Hastanede de dallama demişti. O da mı, Efe miydi? Dudaklarımı büzüştürerek, anlamaya çalıştım. Ama aklıma yatmıyordu. Ne gibi bir sorun yaşamıştı, Efe ile?

 

Ona dürüstçe cevap verdim. “Ne münasebet! Efe bana boyun eğmek zorunda zaten.” Dedim ani bir çıkışla. “Üst- ast ilişkisi var aramızda.” Diyerek omuz silkeledim.

 

Keskin çenesindeki kaslar seğirdiğinde, kıracağını düşündüm. “Canını sıkarsa, canını sıkarım.” Dedi, beklemediğim bir anda. Benim konuşacağımı biliyormuşçasına ağzıma tıkadı, sorularımı. “ Hiç sevmedim. Şahsi bir problem...” Dedi. Yüzündeki memnuniyetsiz ifadesi oldukça belli ediyordu. Hoşlanmıyordu, Efe’den.

 


Onu ikna edeceğimi düşünmek, mantıksızdı. Ancak denemekten zarar gelmez, diyerek konuştum. “Efe, iyi çocuk. Bazen ne konuştuğunu bilmese de. Özü iyidir.” Dediğimde vurdumduymazlık kürkünü giymişti. Ancak Efe’nin bu nefreti hak etmediğine emindim. Bazen saçmalasa da kalp kırsa da, kimse incinmesin diye olurdu bu davranışları. Kavga da etsek kanlı bıçaklı düşman da olsak, Efe’ydi o. Onu böyle tanımıştım. Her işini gelişigüzel yapan, deli dolu ruhu olan, bazen de kıran…

 

 

Kalın dudaklarını araladı. “Biliyor musun?” Dediğinde bana dönmüştü. Gözlerimi gözlerime kenetlediğinde derin bir soluk verdi. “Zerre umurumda değil, Çakma Savcı.” Bakışlarının aksine sözleri sertti. Gözleri, şu anki gökyüzü gibi sakin ve dalgasızdı.

 


Ruh halimi bir aydınlatan bir karartan adama içten içe öfkelendim. “Sende her işe yıkıcı yaklaşıyorsun ama. Biraz yapıcı olmayı denesen incilerin mi dökülür Demir.” dediğimde bakışlarını benden kaçırmıştı. “O, beni gördüğü her yerde seni övüyor” aniden bana dönmesiyle bakışlarım afallamıştı. Elini yüzünden çekmişti. Gözleri, bazen cenneti tanımlıyordu bana. O bazen olan nadir anlardan birindeydim.

 

 

Bir nefes boğazından çıktığında, yutkunmak zorunda kaldım. “Ben överim, kendimi sana. Lüzum yok, başkasına.” Gözlerimdeki beliren ateş, kalbimdeki yanık izleri… İstiyordu, bana öv istiyordu. Sabahtan akşama kadar burada kendini bana anlat istiyordum. Kaba bir istekti…

 

İçimden geçenler aramıza döküldü. “Kabasın.” dediğimde bunu dalgınlığımla sesli dile getirmiştim.

 

Baktı. Kaşlarını çattı. “Yine ne yaptım?” dediğinde bir çocuk gibi ellerini iki yana açarak isyan edercesine konuşmuştu. Masumdu; bakışları, tavırları, hareketleri.

 


Tebessüm ettiğimde, “Hiçbir şey. İçimden geldi.” diyerek konuyu değiştirdim. “ Karakolda nereye kayboldun?” dediğimde bakışlarımı kaçırarak, kâküllerimi düzeltim. “İnsan bir haber verirdi.” Diyerek sahte bir sitem ettim.

 

Tok bir sesle “Beni mi bekledin, yoksa?” dedi.

 

Karnımı saran kollarımı çözerek, omzumdaki ceketi düzelttim. “Ne münasebet! Beklemedim.” Diyerek burun kıvırdım.

 


Sert bir şekilde aramıza duvar ördü. “İyi! Bekleme zaten.” Dediğinde aramızda gerici bir sessizlik oluşmuştu. Ve bu sessizlik beni ona itiyordu. Hoşuna gitmemişti, sessiz kalmam. Sert bir soluk sesi işittim. “Çiçeği bana veren kız!” Dedi bir anda.

 

 

Kaşlarımı çatarak, ona maya devam ettim. Cümlesini tamamlamasına izin vermedim. “Sana verilen gülü bana mı getirdin?” Dediğimde sesim sert ve şiddetliydi. “Üstelik kız neden sana gül veriyor ki, sen alsaydın kıza gülleri?” Dediğimde bir fısıltı gibi çıkmıştı son kelimelerim. Bakışlarım, parmağındaki yüzüğe ilişti. Belki de o yüzük, o kızındı.

 


Konuşmasam da kalbimi okumuştu. “Aklındakileri sil.” Demişti. Gözleri parmağındaki yüzüğe kaydı. “ Gökçe... Adı Gökçe. Babasıyla iki yıl Suriye’de görevde birlikteydik.” Dediğinde vücudundan kan akan bedenin sesi kadar katıydı, sesindeki tını. “ Bak! Ben döndüm. Ama o dönemedi.” Dediğinde parktaki çocuklara kaydı bakışları. Gözleri, geçmişe takılı kalmış gibiydi. Karanlığa bürümüştü, yeşillerini. Titreyen gözlerine şahit oldum. Başka herhangi bir şey diyememişti. Sustu ve anladım. Kelimeler çıkamıyordu, boğazından. Elimi omzuna koyup koyamamak arası gidip gelsem de daha fazla çekingen davranmak istemedim.

 

 

Elimi omzuna koydum. Vücudu gerilmişti. Yutkunmuştu. “Ne desem boş gelecek ama bu şekilde kendini yıpratmanın bir mantığı yok. O kız çocuğu için bile nefes alıp savaş vermen gerek, ortak.” Dediğimde bakışlarını bana çevirdi.

 

 

Kaşlarını kaldırdı. Yüzünü buruşturdu. “Ortak?” dedi şaşkın bir ses tonuyla.

 


“Ortak!” diyerek onu tekrarladım hafif bir tebessümle.

 

“Ben seninle arkadaş olmam dedim!” dediğinde sesi eski donukluğunu kuşanmıştı. Zırhını giymişti.

 

 

Bakışlarını omzundaki eline yönelttiğinde ürkekçe çektim elimi. “Tamam, bizde arkadaş değil, ortağız.” Diyerek sesimle ortamdaki gericiliği yatıştırmak istedim.

 


“Ortak da olamayız.” Dediğinde sert ve keskin tınısı bariz bir şekilde belli ediyordu, sinirlendiğini.

 

 

Geriye adımlamadan, üzerine doğru adım attım. “ Bunun için geçerli sebebin ne?” diyerek kollarımı birbirine doladım. Elimdeki güllerimi incitmeden.

 

 

Mıknatıs gibi beni çeken gözlerinden ayrılmıyordum. “Sence? Daha bir gün önce beni dolandırdın.” Dediğinde sanki yeni öğreniyormuşçasına şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım.

 


Eğlenceli bir nefesi göğüs kafesime çektiğimde, “Bordo bereli değil misin sen? Kanmasaydın.” Dediğimde kaşlarını çattı. Bu hoşuma kaçmıştı ve karşımdaki adam da bunu anlamayacak kadar salak değildi. “ Hem o ne öyle dolandırıcı falan. Ayıp oluyor Demir. Sadece evleri karıştırdım ben.” Dediğimde alaycı bir bakış attı bana. Umursamadan devam ettim konuşmaya. “ Şimdi dosyanın yerini söylerim. Gül gibi geçinip, gideriz.”

 


“Gül gibi…” dediğinde sesindeki tını hoşuma kaçmıştı. Tekrar desene dememek için zor tuttum, kendimi.

 


“Gül gibi…” dedim içimden geçeni dile getirerek. Bakışlarını benden kaçarak ayağa kalmıştı. Gözüme yansıyan güneşin ışıklarını önüme geçerek kesmiş, onu net bir şekilde görmemi sağlamıştı. Bana gölge olmuştu. Sol elini, kaldırımda oturan bana uzattı. Bakışlarım eli ve gözleri arasında gidip gelmişti.

 

 

Elimi uzatarak, ona tutunduğumda ayağa kalkmıştım. “Teşekkür ederim.” Dediğimde elini ani bir hızla benden çekmişti.

 


Etrafta gezinene bakışlarıyla, “Hadi gidelim artık. Benim toplatmam gereken bir ev var daha.” Dediğinde sırıtmıştım.

 


Dudağımı dişledim. “Çok mu aradın?” Dedim hafif tebessümle. Herhangi bir şey demedi. Gözlerimin içine bakmakla yetindi. “ Hadi, işbirliği yapalım.” Dedim.

 


Bana üstten bir bakış atarak, “Türk askeri, boyun eğmez.” Dediğinde gözlerim devirdim.

 

 

Onu taklit ettim. “Kabalığın yanına bir de dengesizliği koyunca hepten boyun eğiyorum sana.” Dediğimde yeşilleri kısılmıştı. “ Hatırladın mı?” Diyerek alayla sırıttım. Ağzını açıp bir şey diyecekken izin vermedim. “ Sana boyun eğen Yüzbaşı Demir karan kılıç, değil.” dediğimde kaşlarını kaldırarak kollarını göğsünde birbirine doladı. Devam etmemi bekledi. “ Sana boyun eğen, Demir Karan Kılıç,” diyerek tamamladım. “Öyle ya da böyle bana boyun eğdiğini kabullendin. Ben sonuca bakarım.” dediğimde gözüne değen güneş, gözlerini kısmasına neden olmuştu.

 

 

Başını kendinden emin bir şekilde kafasını sallamıştı. “Söylediklerimin arkasındayım.” Dediğinde bu cümlenin devamını biliyordum.

 

 

“Görev için! Huyuma gitmen gerek, değil mi?” dudağının köşesi usulca yukarıya doğru kıvrıldı. Gözlerindeki koyuluktan anladığım kadarıyla memnundu. Onu daha az yoracağımdandı, sanırım. Onun aksine benim içimde soğuk bir duş almış beden vardı. Memnun değildim. Onu bu şekilde ezberlemekten memnun değildim.

 

 

“Hadi eve gidelim.” Diyerek eliyle yürümem gerektiğini işaret etti. Ona ayak uydurarak yürüdüm.

 

 

 

 

 

Turgut, Özgür ve Yağız; köy yolundan dönüyorlardı. Turgut, çilek suyunu aramaya giderken iki de kurban seçmişti. İkisi de bu durumdan memnun değillerdi. Sessizce mırıldanarak düşüncelerini içten bir şekilde dile döküyorlardı.

 

 

Sesli bir nefes verdiğinde “Başkan, niye marketten alıp, suyunu sıkmadık?” diyerek bıkkınlıkla sordu Özgür.

 

 

Direksiyondaki elleri direksiyona daha sıkı sarıldı, Turgut’un. “Oğlum sen dinlemedin mi? Hormon mu ne yapıyormuş, markettekiler.” Dediğinde dikiz aynasından Özgür’e baktı Yağız.

 

 

“Hormon yapıyorsa, sen yandın Kızıl Fırtına. Yediğin çilekli pastaların haddi hesabı yok. Senin hormonlar nanay, artık.” Dedi Özgür. Eğlendiğini sesine yansıtıyordu. Onun aksine önünde oturan iki iri cüsse, bu durumdan hiç memnun değilmişçesine derin bir iç çekmişlerdi.

 

 

Yağız dikiz aynasından arka koltuğa bakarak “Bana bak lan, döverim seni. Yollarda ıssız. Döver, araba çarptı der, hayatıma devam ederim.” Dedi. Sabrının son demlerinin de bittiğini belli etmişti.

 

 

Özgür, kafasını iki koltuğun arasından çıkartarak Yağız’a döndü. “Seni eve almam. Kapı önlerinden yatarsın. Aklındakiler sadece aklında kalsın.” Dedi.

 

 

Yağız, içinden sövmekle yetinmek istemedi. “Ulan, bana bak!” dediğinde ikisinin de sesini kesmişti Turgut.

 

 

“Kesin lan! Sizi yanında götüren beni siksinler.” Dediğinde sesleri kesilmiş ama alayla sırıtış belirmişti yüzlerinde. Özgür aklına gelenleri dile getiremese de Yağız onu anlamışçasına gülüşünü büyütmüştü. Bunların hepsi hormonlardandı.

 

 

Bakışlarını karşıdaki pastaneye kenetleyen Özgür “Arabayı durdursana Başkan.” Diyerek eliyle işaret etmişti. Arabayı sağa çekerek, durdurmuştu. İkisi de kafasını arkaya çevirerek Özgür’ü göz odağını almışlardı. “Pınar’ı gördüm. Bir selam versem iyi olur. Ayıp olmuştu, geçenlerde.” Dediğinde hızlıca arabadan inmişti. Turgut ve Yağız’ın bakışları birbirine dönmüştü. İkisi de aynı anda aklındakileri dile getirmişti.

 

 

“Asu değil miydi?”

 

 

“Ece değil miydi?” Bu çocuk da adam olur mu acaba, bakışları atarak yola devam ettiler.

 

 

Özgür ise tüm heybetiyle ve emin duruşu ile pastaneye girmişti. Tam tezgâhın önünde pasta seçen kıza odaklamıştı bakışlarını. Usulca yanaştı yanına. Kız yanında beliren hareketlilik ile bakışlarını sağına çevirdiğinde, Özgür’de bakışlarını yanındaki kıza çevirmişti. Rastlantı gibi, düşünüyordu kız. Ancak rastlantı değildi. Kız tam konuşacakken, bir teyzenin konuşması ile araları buz kesmişti.

 

 

“Oğlum, yavuklun dışarıdaki başka bir delikanlı ile masada oturuyor.” Bunu diyen geçen markette karşılaştığı teyzelerdendi. Cümleyi söyleyip, çıkmıştı. Yavuklu… Bal peteğiydi. Sarışın felaket burada mıydı, diye geçirdi içinden. Gerilmişti. O kızı ne zaman görse olur olmadık belalar açılıyordu başına. Bugün bir ceza daha yemek istemiyordu. Başka bir delikanlı da kimdi? Merak sarmıştı içini. Ancak önünde bir çift kahverengi göz, öfkesini ateşle harmanlamış bir şekilde kendisine bakıyordu. Önceliği bu gözlerdi. Bal peteği, ilgi kulvarın da değildi.

 

 

“Eski yavu-, eski sevgili” dediğinde kızın bakışlarındaki öfke azalsa da şüphe hala oradaydı. “ Biraz çalkantılı bir ayrılık süreci yaşadı, kendisi.” Demişti Özgür. Bol keseden atıyordu. Ayağına dolanacağını düşünmüyordu. Ta ki bahçe kapısından çıkan beden ile. Gözleri dolu dolu olan kız, etrafına bakmıyordu. Başına önüne eğerek, lavaboya adımladı. Görmemişti Petek. Kaşları çatılmış, içindeki şüphe kalbini tırmalamıştı Özgür’ün. “Aslında hala bir şansımız var. Bende onun için gelmiştim buraya. Son bir şans içindi adımlarım.” Dediğinde karşısındaki kız yüzünü memnuniyetsizce buruşturdu.

 

 

Katı bir sesle “Sen!” demişti kız. Özgür devamını daha önceleri duymuştu. Ezbere biliyordu ve sikinde de değildi.

 

 

Çift dikiş olsun istemedi. “Ben aşığım işte.” Dediğinde kız alacaklarını da unutup, tüm siniriyle kapı dışarı çıktı. Umursamadı Özgür. Aklına takılan gereksiz başka şeyler vardı şu an. Neden gözleri doluydu, neden onu görmemişti? Bu kadar mı silik bir tip olmuştu?

 

 

Adımları bahçe kapısına yöneldiğinde, bahçede oturan iki çift, bir genç kız, bir de esmer bir adam vardı. Esmer adamın önündeki sandalye boştu ancak çantadaki çiçekli toka hafızasında yer edinmişti. Bu Petek’indi. Onun oturduğu sandalyenin arkasına masaya adımladı. Sandalyeyi çekerek, oturdu. Sandalyede gerilerek bedenini biraz yaklaştırdı, Petek’in sandalyesine. Gelen garsona bir çay söyledi.

 

 

Bekledi. Saat 18.02’yi gösteriyordu. Petek lavaboya adımladığında ise saat 17. 56 idi. Yaklaşık altı dakikadır yoktu. Oturduğu masada bacağını sallamaya başladı. Gergin ve öfkeliydi. Sebebini bilmiyordu ama gözlerinin dolması onu rahatsız etmişti. Netice de o da Yıldırım Timi’nin ailesinden biriydi. Kafasını sağa sola salladı, kendine gelmek istercesine. Bana neydi, diye düşündü. Ayaklanmak istediğinde arkasındaki sandalye çekilmişti. Gelmişti. Saat 18.12’ ye gösterirken gelmişti. Koca bir sessizlik hâkimdi, karşısındaki adamla aralarında. Bu sessizliği bölen masasına gelen çay olmuştu. Çayı bırakıp, onların masasına yönelmişti, garson.

 

 

Garson “Abi, çayları tazeleme mi ister misiniz?” diye sormuştu.

 

 

Esmer adam ise sırıtıyor olmalıydı. “Bilmem. İster misin, Petek?” dediğinde adamın sesindeki bariz alayı fark etmişti Özgür.

 

 

İğrenircesine “İstemez.” Dedi, Petek.

 

 

Zıt yöne gitti, adam. “İstermiş. İki demli çay getir.” Diyerek garsonu göndermişti. “ Kızdın mı, kırıldın mı, incindin mi? Ya da boş ver zerre sikimde değil.” dediğinde Özgür’ün çatık olan kaşları daha da çatılmıştı. Elinde tuttuğu çay bardağını sıkmıştı. “ E! Ben çok bekletilmeyi sevmem. Karar verdin mi? İzlerimi yenilememi ister misin yoksa…”

 

 

Kısık bir sesle, “Sus!” Dediğinde sesine yansıyan korku titrek ve ürkek çıkarmıştı sesini.

 

 

Adam ise su gibi zarif olan o sesi, dinlemedi. “Neden? Piç babanın izni var. Hem gayet mutluyduk, sen buraya gelmeden önce. Söylesene, izlerim kabuk bağladı mı?” dediğinde Özgür ayağa kalkacakken Petek’in cümlesi ile yerinde mıhlanmıştı.

 

 

Bir hızla, “Hiçbir yaram kabuk bağlamadı. Bana tekrar dokunmazsın.” Diye diretti.

 

 

Adamın sesi git gide boğuklaşıyordu. “Bilerek kanatıyorsun değil mi? Ama böyle olmaz, ben sende yara açmak için yaşıyorum. Babanın anneme yaptıklarını henüz bünyem sindiremedi.” Dediğinde elini sert bir şekilde masaya vurarak “ eğer sen olmazsan…” dediğinde Petek devamını biliyordu.

 

 

Aniden atıldı.“ Hayır olmaz. O, olmaz. Ablam hamile.” Sesi titriyordu. Özgür’ün karşısındaki hazır cevap kız değildi bu. Korkuyordu, çok korkuyordu. Özgür ise ne yapacağını bilemedi. Ayağa kalksa ne diyecekti. Kalkmasa onun karşısındaki gevşek adamı daha fazla duyacaktı.

 

 

“Baksana ablana! Evlendi bir askerle. Kurtardı kendini babandan, benden. Sahi ablanın haberi var mı benden?” dediğinde duraksamıştı. “ Yok değil mi? Tüh bak. Onu da evimde canlı canlı yakmak isterdim. Yanık izlerini güzel kapatmışsın sende. Görünmüyor. Ya da çok yakın olmadığımız için göremiyorum.” Sesindeki kin ve nefret ateşi hissedilmeyecek gibi değildi. “ Cık. Asla sana o şekilde yaklaşmam.” Dediğinde Petek’in büyüyen gözlerine yanıttı, bu. “Şerefsiz babanın evlatlarını sikmek bu şefkatli ruhuma zıt...” Dediğinde Özgür’ün elindeki sıcak çay bardağı parçalanmıştı. Tuzla buz olmuştu. Arkasında oturan kızın kalbi gibiydi, paramparçaydı.

 

 

Özgür kanayan elini umursamadan bir hızla arkasını dönerek Petek’in karşısındaki adama ilerledi. Yüzü öyle gergin ve korkunçtu ki… Gözleri sadece gereksiz nefes aldığını düşündüğü adamı gördü. İki yakasından tutarak, ayağa kaldırıp, kafa attı. Yere düşen adamı tekrar kaldırdı. Bir daha kafa attı. Adamın yere düşmesiyle üzerine eğilip, hiç vicdan azabı duymadan vurmaya devam etti. “Sana öyle bir koyarım ki, aklından düşünce dahi geçiremeyecek vaziyete gelirsin.” Dediğinde kısa bir soluk aldı. “ Sen kimsin de kimi yakıp yıkacaksın, cenaze namazında ön sırasını siktiğimin piçi.” Dedi ve ellerindeki kanı adamın gömleğine silerek devam etti. Kimse yaklaşmaya cesaret edemedi. Petek’ de öylece izliyordu, adamı. Belki de mutluydu. Birisi ona dokunuyor ve canını yakıyordu. Akın Acar’ a da birileri yara açabiliyordu. Bir şeyler mırıldanıyordu Akın ancak Özgür’ün sesi onu bastırıyordu. Petek ne dediğini anlamasa da Özgür onun tüm söylediklerini işitiyordu. Ve duydukları hoşuna gitmiyor olacak ki daha hiddetli bir şekilde vurmaya başladı. “ O zihnindeki düşünceleri dilinin ucuna dahi gelmeden siker, geri tıkarım yerine. Siktiğimin piçi. Kimsin lan sen?” O kadar keskindi ki sesi herkesi ürkütmesine rağmen, Petek’e saf bir şefkat gibi gelmişti. O an adama sadece, kalbinin gözüyle baktı adama. İçinde kopan parçaları, farkında olmadan toplamaya çalışan, hoşlanmadığı asker olmuştu.

 

 

Özgür, tuhaf bir ciddiyetle, yerdeki adamın yakasından tutup, ayağa kaldırdığında, Petek ile göz göze geldi. Kahvenin güzel bir tonu olan ıslak gözlerini Özgür’e kenetlemişti. Ne tuttuğu adama bakıyordu, ne de etrafa. Gördüğü sadece Özgür’dü. Islak kirpiklerinden süzülen yaşlara rağmen gözlerinde derin bir memnuniyet ve hayranlık vardı. Bu ışıltıyı saklamadı. Özgür ise bir elinde yakasından tuttuğu adam, diğer elini çekingen bir tavırla boynuna götürmüştü. Onun burada olduğu bir anlık silinmişti, zihninden. Yaklaşan siren sesleri ile Petek’in kaşları çatılmıştı. Özgür’e adımlayarak, yakasından tuttuğu adamdan kopardı onu.

 

 

“Git buradan, bundan sonrasını ben halledebilirim.” Dediğinde sesindeki tınıyı daha önce Özgür’e göstermediği aşikârdı. Nasıl halledeceğini bilmiyordu ama ona zarar gelmesini istemedi. İçine biraz da olsa su serpmiş, yüreğindeki yangını hafifletmesi yetmişti, Petek’e. Özgür ise onun aksine oldukça düz bir ifadeyle bakıyordu ona. Az önce adamı öldürecek raddeye getirmemiş gibiydi. Etrafta gezindi bakışları. Daha sonra önündeki yersiz yurtsuz olan ona, yer yurt vatanmış gibi gelen gözlere kenetledi bakışlarını.

 

 

“Halledememişsin ki, yaraların kabuk bağlayamamış.” Dediğinde Petek’in cümlelerini boğazında düğümledi. “ Sakın bir kelime dahi etme. Bunu daha sonra bana yapacağın çaya sakla Sarı şeker.” Dedi göz kırparak. İçeriye giren polisler ile bakışları oraya çevrildi ikisinin de. Özgür ilk defa asker kimliğini çıkartmıştı. Normalde gider paşa paşa azarını işitirdi. Ama durum farklıydı ve bunun duyulmasını karşısındaki kızın istemediği belliydi. Adamı ters kelepçelediklerinden “ Bizzat ben ilgileneceğim.” Dedi onu tutan polislere. Yine bir ceza yolu gözükse de, bu defa pişmanlık hissetmemişti.

 

 

Etrafta kimse kalmadığında sandalyeyi çekip, gözleriyle işaret etti Petek’e. Oturmasını ve anlatmasını istiyordu. Petek[Mh1] , bahçe kapısına adımladığında kaşlarını çattı. Kapıdan çıktığında birkaç dakika sonra elindeki sağlık malzemeleri ile geri dönmüştü. Özgür’ün pozisyonunu bozmadan ellerinin üzerinde olduğu sandalyeye oturarak yanı başına çektiği sandalyeye yavaşça vurdu. Usulca oturdu Özgür. Yaralı eline gitti elleri. Dizlerini birleştirerek, cam parçalarının battığı elini dizinin üstüne koydu. Avuç içindeki camları çıkartıp, kanı temizlemeye başladı.

 

 

“Sen doktordun değil mi?” cevap vermedi Petek. Tüm ilgisi avuç içindeydi. Kaşlarını çatabildiği kadar çatmış ve işine odaklanmıştı. “Beni bir abi gibi düşün.” Dediğinde duraksadı Petek. Yutkundu. Bakışları birkaç saniye Özgür’ün yüzüne kaydı. “ Anlat bana, abim.” Dediğinde yarasına bastırdı. “Ah, kızım! Biraz daha yavaş olsana? Senin hastan olacak yanar vallahi!” Sesli bir soluk sesi işitti. Özgür huyuna gitmeye çalışıyordu ama tüm öfkesini kendisine kusacak gibi hissettiriyordu Petek. “ Abim bak… Bana anlatmazsan eğer her şeyi anlatırım, Süheyla Sultan’a.”

 

 

“Ona bir şey anlatmayacağını biliyorum.” Dedi kendinden emin bir şekilde. Haklıydı da. Ona bir şey anlatamazdı.

 

 

Diretti. “Turgut abiye, anlatırım.” Dedi.

 

 

Laf almaya çalıştığını biliyordu. “Neden anlatmadın o zaman? Şu an telefonda olman gerekti.” Dedi, Petek.

 

 

Özgür ise bir hızla “Sen hep böyle hazır cevap mısın?” diyerek yüzünü buruşturdu.

 

 

Petek ise üstte kalmakta inatçıydı. “Sen hep böyle cevabını bildiğin soruları yine de sorar mısın?” dediğinde Özgür sesli bir şekilde soludu. O soluduğunda, Petek başını kaldırarak, önüne gelen saçlarını çantasına takılı olan toka ile sıkı bir topuz yaptı. Daha sonra masanın üzerindeki pamuk ve sargıya gitti elleri. Sargıyı alarak tekrar Özgür’ün ellerini sıkıca kavradı. Özgür’ün bakışları ikisinin ellerine kaydı. Elleri soğuktu kızın. Soğuk olan eller genelde kendi olurdu. Ama Petek’in elleri çok soğuktu. Sıcak yüzüne rağmen buz gibiydi teni.

 

 

Sıkıca tutuyordu ellerini. Daha sıkı tutsun, ısınsın istedi, soğuk elleri. Gözlerine düşen boynu ile aklına gelen yanık izlerini kapatmışsın, sözü kulaklarında bir bomba etkisi yarattı. Kapatamadığı izi vardı. Eğildiği için net bir şekilde gözünün önündeydi. Hemen sıkıca topuz olan sarı saçlarından dolayı açıkta kalan boynundaydı. Yer yer kesik ve yanık izi vardı. Gözleri titredi. Afalladı. Buna işkencelerde çoğu kez rastlardı. Vazgeçilmez bir işkence yöntemiydi; yakmak. Ama o bile bazen dayanmakta güçlük çekerken bu zarif vücut nasıl göğüs germişti buna? Kalbini tırmalayan garip bir duygu yine ben buradayım dercesine pençesini geçirdi, kalbine.

 

 

Mırıldanır gibi, “Bana anlatmanı istiyorum.” Dediğinde bakışları kararmıştı.

 

 

Kafasını hafifçe kaldırdığında, onu izleyen adama baktı. “Neden?” dedi.

 

 

“Kaplumbağa deden, abim.” Dediğinde bakışlarını ciddi misin dercesine Özgür’e çevirdi. Ciddiyim dercesine kafasını salladı. “ Anlat, yardım edeyim.”

 

 

“Neden yardım edeceksin ki?” doladığı sargıyı bantlayarak dizinde olan ellerini Özgür’ün dizine koydu. Yarasını sarmıştı. Gözlerini Özgür’e çevirerek cevap bekledi.

 

 

Göğüs kafesi içine aldığı solukla taşmıştı. “Askerim ben. Vatandaşın güvenliğini sağlamak zorundayım.” Diyerek güvendesin dedi.

 

 

“Ben kendimi koruyabilirim. Teşekkür ederim.” Demişti Petek. Sesindeki tını kısık ve zarifti. Karşısındaki adama mahcuptu. Ve bu mahcupluğu arka plana atacak değildi. Kırmamaya çalışıyordu, karşısındaki adamı. Aksi takdirde sana ne der, geçerdi.

 

 

Bir çocuk azarlar gibi “Yalan söyleme, bana. Kendini bu yaşına kadar koruyabilseydin, yaraların görünmezdi.” Dediğinde sesini ilk defa bu kadar sert işitmişti Petek. Hep alaylı bir tını ya da düz bir ifade ile konuşuyordu onunla.

 

 

Omuz silkeledi. “Anlatmak istemiyorum.” Diyerek mırıldandı.

 

 

Sabır çemberi daralıyordu ama onun için esnetebilirdi. “Ben kendi çabalarım ile öğrenirsem eğer izin verir misin elinden tutmama?” dedi Özgür. Bunu beklemiyordu. Şaşkınlıkla eli Özgür’ün avuç içinde mıhlanmıştı. Birkaç saniye nutku tutulmuş gibi, hareketsiz kalmıştı. Ona güveniyordu. Aynı zamanda korkuyordu da. Ya izin verdiğin de daha önceleri olduğu gibi o da onu sırtından bıçaklarsa? Hep öyle olmuştu. Kime kapısını açtıysa, ardından bir bıçak yarası. Sırtındaki kanayan yaraların haddi hesabı yoktu, artık. Anne, baba, abla, arkadaş… Hepsinden bir iz vardı, bu sırtta.

 

 

“Ben, istemiyorum. Bir şeyler öğrenme hakkımda. Hem bana yardım edecek birileri var.” Dediğinde Özgür’ün kaşları havalandı.

 

 

Yazgı ve Efe vardı. Onlarla, Akın Acar denen adam sayesinde tanışmıştı. Yazgı da Petek gibi ondan nasibini almıştı. Efe ise onları bu cehennemden çıkarmaya çabalamıştı. Rastlantı bir karşılaşma ile sonsuz sırrın basamaklarını atmışlardı. Birbirlerine sırtını yaslamaktan başka çareleri de yoktu.

 

 

“Benim seni dinlemeye hiç niyetim yok. Bilgin olsun, sonra kızma bana.” Dedi Özgür. Kaşlarını çatarak sert bir soluk sesi işitti, Özgür. “ Hiç öyle sinirlenme. Ben, on beş yaşımdan beri vatandaşın can güvenliği için yetiştirildim. Aklıma takılı kalırsın ve bu da uykularımı kaçırır. Ve ben uykusuz ve açken hiç çekilmiyorum.” Ayağa kalkarak, Petek’in de ayağa kalkmasını bekledi. Bir şey demedi Petek. İnatlaşmak istemedi. Belki de sırtını yaslayacak birini istedi o an. Her ne kadar kendisi abi dese de. Bir an etkilenmişti, kalbi. Anlık olan hisleri, tekrar alaylı konuşmasıyla buz tutmayı başarmıştı. “ Yani sarışın felaket, başka seçeneğin yok gibi. Dert etme, benim tip kulvarım da olacak bir kız değilsin. Listede adın yok” dediğinde daha önce böyle bir cümle kurduğunda başına geleni hatırlamış gibi aniden geriye adımladı. Yalancı bir öksürükle bakışlarını kaçırdı.

 

 

Petek neden geriye adımladığını anlamış gibi gözlerini devirdi. “ “Sana şunu yapma dedim.” Dedi Özgür. Anlamsızca baktı, Özgür’e. Bir şey yapmamasına rağmen sürekli sana şunu yapma dedim demesi garibine gidiyordu, Petek’in. Bir şeyler diyecekken, Özgür müsaade etmedi ve konuyu bambaşka bir yere çekti. “ Ayrıca o arkadaşın Efe denen herifse çok da ümit bağlama derim. Dönek o herif. Sen kendini Türk Silahlı Kuvvetlerinin kollarına bırak, gerisini düşünme.”

 

 

“Keko musun sen? O ne öyle kollarına bırak, başka seçeneğin yok, tek çıkış yolun benim. Ağır abi edaları…” diyerek yüzünü buruşturdu Petek. Merak da etmiyor değildi? Bu sakin asker bedenin arkasında yatan sert ve intikamcı ruhunu. İçinde kaynayan bir volkan vardı, emindi artık. Az önce olanlar gözünün önüne geldiğinde, merakı daha da katlanmıştı. Bedeninde, görünen aksine çok daha farklı birini saklıyor gibiydi.

 

 

“O an hangisi lazımsa,” dediğinde sesinde de ela gözlerinde de en ufak bir şüphe yoktu. Böyle yetişmişlerdi. “Devlet hangisine ihtiyaç duyarsa.” Diyerek tamamladı. Ama değişmeyen gerçekte kurt sadece tüyünü değiştirir derlerdi, huyunu asla. İçindeki saklı intikam duyguları, öfkeleriyle her gün daha da harlanıyordu.

 

 

Ve yine sarışın felaketi görmüş, bir belayla yüz göz olmuştu. Ama bu durumdan rahatsız değildi. Aksine içini yiyen şüpheler bir an önce açığa kavuşsun istiyordu.

 

 

Petek anladım dercesine kafasını sallayarak bahçe kapısına adımladığında, Özgür’ de masada unuttuğu çantasını eline alarak ardından küçük adımlarla Petek’in ardından onu takip etti.

 

 

*

 

Demir başını kaldırmış gözlerini kısarak karşısındaki lojman binasına bakıyordu. Ben ise kollarımı birbirine bağlamış, arabanın kaputuna yaslanmıştım. Dünyadan bir haber önümdeki manzarayı izliyordum. Biraz patlamaya hazır volkanı andırsa da bu durumdan pişmanlık duymadım. Demir kafasını bir sağa bir sola çevirerek kendinden emin olmaya çalışıyordu.

 

 

Şu an K- 9’ un önündeydik. Dosyayı sakladığım evin olduğu binaydı. Her ne kadar yüzünü göremesem de, buraya nasıl girdiğimi düşünüyor olabilirdi. Ya da hangi eve sakladığımı? Belki de dışarıya gömdüğümü bile düşünüyor olabilirdi? Aslında kulağa kötü gelmiyordu ama zaman kaybıydı. Beni yanılttı. Belki de ben onun asker olduğunu unutmuştum. “Ülkü’nün evinde…!” dediğinde bedeni bana dönmüştü.

 

 

Karanlığı delen yeşil gözlerinden ürksem de kaçırmadım gözlerimi. Kenetledim, yeşillerine. “Tek de anladın. Bravo asker!” dediğimde gözleri kısılmış, çenesi gerilmişti. Sinirlenmiş olabilirdi. Ama bu durumdan rahatsız değildim. Hep ben gerilecek değildim. Kısasa kısastı.

 

 

“Sen!” dedi dişlerini birbirine bastırarak. Bir yılan gibi tıslarcasına çıkmıştı sesi. Bana doğru hızlıca adımladı. Ayakucumda durduğunda, üzerime eğilerek bir elini arabanın kaputuna koydu. Çenesi kaskatıydı. Beni yerle bir etmeye hazır pozisyondaydı. “ Senin başına buyrukluğun yüzünden askerime bir zarar gelseydi…” diyerek gözlerini kapatıp açtı. Kendini dizginlemeye çalışır gibi bir hali vardı.

 

 

“Gelmedi. Bende olsaydı, o dosyayı alabilirlerdi. Başka seçim şansım yoktu.” dediğimde yutkunarak mırıldandım “ bana da zarar gelebilirdi.” Gelmişti de.

 

 

Gözlerindeki karanlık, bütün bütün nefrete itiyordu bedenini. Bana duyduğu kin ve nefreti, görmemi istiyordu. “Onu göz göre göre tehlikeye attın. Onun için ne kadar büyük bir tehlike aklın alıyor mu bunu?” diyerek bağırmamasına rağmen bedenime hükmetmişti. Sözlerini zihnime çivi gibi saplanmaya devam etti. “ Sen alışkınsın yara almaya. Burnunun dikine gitmek huyun değil mi?” dediğinde kısa bir an duraksadı. Kırdığını görmüş müydü? Hayır, aksine içindekileri dökememenin gerginliği vardı bedeninde. “ Sana ne olduğu sikim de değil.” dediğinde tükürürcesine dile getirdi cümlelerini. “ Şimdi elini eteğini çekip, def oluyorsun bu davadan. Aksi takdirde sana Mardin’de yaşamadığın bir cehennem yaşatırım.” Diyerek arabadan elini çekip, uzaklaştı benden. Kalbimde, gözlerimde kırılmıştı. Alışkındı… Sert ve soğuk bakışları karşısında küçüldüğümü düşünüyordum. Beni elinden tutup ateşe iten birine ilgi duyuyordum. İçimde yanan ateşi her geçen dakika daha da büyütüyordu. Bazen bana gösterdiği yersiz ilgisi, bazense tüm nefretiyle…

 

 

Bana öyle derin bir acıyla bakıyordu ki… Gözleri fırtına altındaki kopmaya çalışan yapraklar gibi dalgalıydı. Bir an koyu yeşil, bir an ateşin lavları gibi… Susmuştu. Ancak zihnini susturamıyor gibiydi. Belki de çok daha fazlasını kusması gerekti. Ama bunu ben kaldıramazdım. Şu an olmazdı daha fazlası. Titreyen ellerimi kollarımı birbirine dolayarak saklamaya çalıştım. O benden uzaklaşmasına rağmen aramızdaki mesafeyi tekrar kapatarak adım attım. “Asıl sen bana bak, kaba herif! Ne elimi ne de eteğimi çekeceğim. Gözün iyi alışsın bana. Her an o cehennemi tatmak için yaktığın her ateş çemberinin ortasında olacağımdan emin ol, Yüzbaşı.”

 

 

Yüzünde beliren zehirli bir öfke… Bana katlanamadığının göstergesi gibiydi. Arabaya doğru adımladığımda, açtığım kapıyı hızlıca geri kapattı. Arkamda yer alan iri bedeni, soluk alış verişleri ile geriliyordu. Ona döndüğümde burun buruna gelmiştik. “ Yine ne var? Bu sefer ne sayıklayacaksın bana?” dediğimde sesim yüksek çıkmıştı.

 

 

Gözlerini kapatıp, kafasını geriye attı. Dilini ağzının içinde yuvarladı. “Bir de bu evi dağıtamam. Dosyanın tam yerini söyle.” Dedi sert sesine eşlik eden öfke dolu ifadesiyle.

 

 

Aramızda kalan bir dudak mesafesiydi. Nefesimin dudağını sıyırdığını biliyordum. Derin nefeste, “Bana ne, ara bul. Daha demin atıp tutuyordun.” Diyerek ittirmeye çalıştım ancak yerinden oynamadı. Kollarını arabanın kenarına koyarak beni çemberine almıştı.

 

 

Tam bir şeyler diyecekken, gelen sesle cümlesi dilinde kalmıştı. “Aaa! Ayıp komutanım. Çoluk çocuk oynuyor, buralarda. Evinize gidin, ne yapıyorsanız orada yapın.” Diyen Nebahat Teyze ile birbirine kenetlenen bakışlarımız ona çevrilmişti. Önümdeki adamı ittirdim tüm gücümle. Ama yine milim kımıldamamıştı.

 

 

Sertçe yutkundum. “Çekilsene, kaba herif! Laf söz olacak.” Diyerek fısıldarcasına konuştum.

 

 

Bakışları birkaç saniye Nebahat teyzeden bana kaydı. İnat edercesine, çekilmiyordu.

 

“Dosyayı söyle! Ya da vazgeçtim. Bizzat sen bana vereceksin.” Diyerek sayıklamaya devam etse de odağım da o yoktu.

 

 

Bize yaklaşan Nebahat teyze ile vücudum gerilmişti. “Tamam, vereceğim! Çekil şimdi.” Geriye adımlayarak, uzaklaştı benden.

 

 

Yanımıza gelen Nebahat Teyzeye gergince gülümsedim. Demir benim aksime donuk olan suratını Nebahat teyzeye de gösteriyordu. “Demek sendin, gönlüne düşen. Pek ihtimal verememiştim. Zıtsınız diye. Gerçi şimdiki nesilde zıtlar birbiri ile daha iyi anlaşıyor.” Dediğinde anlamsızca çattım kaşlarımı. Demir ise hala soğuk nevale olan surat ifadesiyle kollarını birbirine bağlayarak Nebahat teyzeyi izliyordu. “Bende komutanıma Sıla’yı demiştim. Beğenmiş bizim delikanlıyı. Ama gönlüme düşen biri var deyince…” Dediğinde beni baştan aşağı süzdü. Gönlüne düşen ben değildim. Ben, bu saatten sonra ancak onun kâbuslarına düşerdim. “ Aferin, vurmuş turnayı gözünden. Yine de böyle ortalık yerde ayıp. Laf olur, söz olur.” Dedi.

 

 

Ben değildim, o. Tekrar tekrar önüme çıkmak zorunda mıydı?

 

 

Bakışlarım, Demir’e kaydığında sanki bunları daha önce dinlemiş gibi umursamaz bir ifadeye bürünmüştü. Nebahat Teyze, ağzımı açmama izin vermeden, çalan telefonu ile uzaklaşmıştı yanımızdan.

 

 

Gözlerimi ona çevirdiğimde “Neden bana her şekilde açılan o ağzını açmadın?” dedim tüm sinirimle.

 

 

“Sana cehennemi tattırırım, dediğimi hatırlıyorum. Görünen o ki adımızın yan yana geçmesi oldukça rahatsız etmiş seni. Bu da ilk defa sana bakarken, yüzündeki ifadeden keyif almama neden oldu.” Dediğinde sağlam ve karanlık yüzü eşlik etti cümlelerine. Takıldığımız yerler çok farklıydı. Beni rahatsız eden ikinci bir kadın olmamdı. Şu saate kadar. Artık onunla yüz yüze gelmek için de kalbimin kanayan yaralarını sarmasına ihtiyacı vardı. Yorgun bitap düşmüştü, sözleri karşısında. Ama yine onda hayat bulacaktı. Değişmeyecekti. Yıkılacak, kırılacak, kanayacak ama onda nefes alacaktı. Gurursuz bir kalbe sahiptim. Kim istemese sıkıca sarılırdı ona. Sonrasında koca bir hiçlik ile baş başa kalırdı.

 

 

“Beni rahatsız eden, kalbine düşen biri olan adamla anılmam.” Soğuk ve ezici bakışları bir an afallar gibi olmuştu. Belki de yine bir sanrıydı. Bana düşman olan ruhu, tekrar hükmetmişti gözlerine. Korku vardı, kalbimde. Biliyordum, yine kalbim kaybedecekti. Kaybetmenin acısını, kalpteki rengini, insanı nasıl değiştirdiğini, tüm zerresini biliyordum. Şakaklarımda hissettiğim soğuk terlere, ellerimdeki titremeler eşlik ediyordu. Kollarımı birbirinden çözmeye cesaret edemiyordum. Boşta kalan kalbim bekliyordu, hangi yöne evirileceğini.

 

 

“İkinci biri olman için, kalpte yerin olmalı. Kalbimde de tanımadığım birinin yeri yok.” dediğinde binaya doğru adımlamıştı. Bu cümleyi dinlerken, sarardığımı düşündüm. İşte şimdi cehennemi andırıyordu… Ayakta gördüğüm kâbusun karanlığı yayılıyordu etrafa. Yanmıştım. Ve yine yine yenik düşmüştüm içimdeki ona…

 

 

Ruhum bedenime uyguladığı acı baskıyı artırarak, nefes almamı zorlaştırıyordu. Gitmem gerekti. Titreyen ellerime eşlik eden soğuk terlerim, toprakla buluşmuştu. Gözlerim yanmaya hazırdı. Gitmem gerekti. Sanıyordum ki bana söylediği sözler karşısında boyun eğmeden duracaktım. Yavaş yavaş çekildiğim derin karanlığı unutmuştum. Derin derin nefes almaya çalıştım. Sakinleşip, kendime gelmem gerekti. Arabayı açarak çantamdaki ilaçlardan alarak, su şişesine gitti titrek ellerim. Kafama diktiğim yarım şişe su ile ilaçları yutmuştum.

 

 

Arabanın kapısından tutunarak yere çökmemeye çalıştım. Elimi kalbime götürerek nefes almaya çalıştım. Soğuk havanın tenime değmesini hissetmemle, suratım da manasız bir tebessüm oluştu. Kendimi olabildiğince toparlayarak binaya yöneldim.

 

 

Üçüncü kata çıkarak, sesli bir soluk verdim. Kapıda gördüğüm bedenle kaşlarım havalanmıştı. “Ne bekliyorsun burada?”

 

 

“Teşrif edip, gül cemalini bana göstermeni.” Dediğinde gözlerimi devirdim. “ Evde yok, aradım açmadı.” Diyerek ağzının içinde geveledi.

 

 

Umursamaz bir ifadeyle yan dairenin kapısını çaldım. Kapıyı açan yaşlı teyze, önce beni daha sonra Demir’i süzdü. Bakışları Demir’i süzmesiyle yumuşayıvermişti. Arkasından çıkan genç kız da şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Bana değildi şaşkınlığı, Demir’eydi. “Demir oğlum, nasılsın?” demişti kadın beni hiçe sayarak.

 

 

“Gördüğünüz gibiyim, Aysel hanım.” Dedi Demir buzdan örülen duvarlarını belli ederek. Bu Aysel Hanım, Hüseyin amcanın bahsettiği kadındı. Arkasındaki Demir’i süzen kız ise Sıla olmalıydı. Beğendiği belliydi. Güzel kızdı. Bir şeyler düşünmeye hakkım yoktu. Önüme bakıp, gitmeliydim.

 

 

“Ben balkonunuzu kullanabilir miyim?” dedim arlarındaki anlamsız bakışmaya son vermek adına. Tüm bakışların odağıydım. Demir hızlıca yanıma adımladığında kaşlarını çattığında konuşmasına izin vermeden elimi havaya kaldırdım. “Kullanabilir miyim, hanımefendi?” kafasını sallayarak onayladı. Eliyle geçmemi istedi. Topuklularımı çıkartıp, içeriye adımladığımda, Demir’de sinirle soluyarak arkamdan geliyordu.

 

 

Balkona çıktığımda, kafamı eğerek yan balkona baktım. Kapısı yarım açıktı. Ayağımı demir korkulukların ardına atacağım sırada, Demir’in beni kendine çekmesiyle sendeledim. Kollarına tutundu ellerim. “ Ne yapıyorsun, sen?” dedim ellerimi kollarından çekerek.

 

 

“Asıl sen ne yapıyorsun? Deli misin? Ya düşersen?” dediğinde sesinde herhangi bir duyguya yer vermemişti. Ama ben, daha çok kırılmıştım. Bakışlarımdaki kırgınlığı görmüştü. Ve neye kırıldığımı biliyordu. Sikimde bile değil, demişti.

 

 

Ellerini çekti benden. “Ben giderim sen burada bekle.” Özür dilemedi. Kırdım, incittim, demedi.

 

 

Önümdeki demir korkuluğun ardında boşluğa bakarak, “sence ayakların buradaki boşluğa sığar mı? Yoksa bende müptelası değilim balkondan balkona atlamanın.” Dediğimde gergince soludu. İçimi yiyen duygu karmaşasını bir köşeye bırakarak “Hem dosyanın yerini de bilmiyorsun zaten.” Dediğimde ağzını açıp, bir şeyler diyecekken, araya tiz bir ses girdi.

 

 

“Sen deli misin, Demir? Üçüncü kattayız.” Dediğinde bakışlarımı adının Sıla olduğunu varsaydığım kıza çevirdim.

 

 

Demir’inde bakışları birkaç saniye Sıla’ya çevrildi. Tekrar bana döndüğünü hissettim.

 

“Ben askerim.” Demekle yetindi. Buz gibi sesi ortamı daha da soğutmuştu. “ Ayrıca aramızdaki özel meseleye dâhil olmamanızı öneririm.” Dediğinde kaşlarım havalandı, bakışlarımı ona çevirdim. Yüzündeki sertlikten zerre ödün vermiyordu. Sıla’nın kızardığını ve memnuniyetsiz bakışlarını üzerimde hissetmiştim. Daha fazla buradaki soğukluğu hissetmek istemedim.

 

 

Tekrar adımladığımda, yine tuttu beni. “Yine ne var?dedim bıkkınlıkla.

 

 

“Gerek yok buradan atlamaya. Hadi, bekleyelim biraz.” Dediğinde gözleri demir korkuluklar ve benim aramda gidip geliyordu. “ Tehlikeli!” buna beni inandırmaya çalışır gibi üzerini çizercesine konuşmuştu. “Ve sen belayı çeken bir tipsin.” Diyerek onu onaylamamı istiyordu. Bu kan ve acı arasında, hala kalp ritimlerimi değiştiriyordu.

 

 

Cesaretliliğin verdiği sarhoşluk ile ona meydan okurcasına baktım. “ Sana ne!” Kısa ve özdü. Tekrar korkuluklara tutunup, ayağımı kaldırmaya çalıştığımda bıkkınlıkla karışık sert bir şekilde solumuştu.

 

 

Aniden beni kucaklayarak, omzuna atmıştı. “Yok sen yola gelecek biri değilsin, Bayan çok bilmiş!” dediğinde kendiyle konuşur gibiydi. Çırpınmaya çalıştığımda elinin üzerinde olduğu bacaklarıma baskısını arttırmıştı. Ellerimle sırtına vurduğumda, hiçbir tepki vermiyordu.

 

 

Başım aşağıda, sırtıyla göz göze geliyordum. “O zaman yoluma çıkma sende! Çekil yolumdan, bıraksana beni hayvan herif!”

 

 

Kendinden ödün vermeden balkondan içeriye adımladı. “Ben birlikte yoldan çıkma taraftarıyım.” Dediğinde sırtındaki ellerim kısa bir an darbelerini ara vermişti.

 

 

Ani bir sinirle“ Dönek herif. Ne istediğin bile belli değil.” dedim. Cümlemin zihnine işlemesiyle vücudunun gerildiğini hissetmiştim. Ellerinin bacaklarımdaki baskısı daha da artmıştı. “Bıraksana beni! Bana izin almadan dokunamazsın! Millet ne düşünecek.” Dediğimde bizi şaşkınlıkla izleyen Sıla ve Aysel Hanım ile göz göze geldiğimde, bedenim gerilmişti.

 

 

Demir ise kısa bir teşekkür ile kapıya doğru ilerlemeye devam ettiğinde, bedenim karıncalanıyordu. Rahatsız hissettiğimi anlamış gibi beni biraz omzuna çıkardı. “Bir daha seni kucaklarken, sana haberini iletirim.” Diyerek kapıyı açtı.

 

 

Pes etmedim. “ Yüzbaşı! Bırak beni, diyorum sana.” Diye çırpınırken duraksayarak yere eğildiğinde beni bırakacağını düşünmüştüm. Düşüncelerimin aksini yaparak düşmemem için daha sıkı sardı kolunu. Yere eğilerek, ayakkabılarımı boşta kalan ellerinin arasına alarak, tekrar doğruldu. “Dışarıdayız artık, bırak beni!” diyerek yakınmaya devam ettiğim sırada sinirle soludu.

 

 

“Ne bakıyorsun lan! Aç kapıyı.” Dedi hiddetle. Kafamı kaldırmaya çalıştığımda bana sınırlarını açmıştı. Ellerimi, usulca boynuna doladığımda kime dediğine bakmak istemiştim. Kapıyı açmaya çalışanın Albayın odasına birkaç kez çay getiren asker Türkdoğan idi.

 

 

Gözlerim parıldadı. “Türkdoğan!” diye hafif neşeli sesimle ona seslenmiştim. Demir’in derince yutkunduğunu, gerildiğini hissetmişti, kucağındaki bedenim. Bakışlarını kapıdan birkaç saniye bile olsa çekmemişti, Türkdoğan. Kapıyı açmaya çalışıyordu. “ Bana baksana! Sana diyorum.” Desem de bir an bile bana dönmeyi düşünmedi

 

 

“Bir asker sadece verilen görev ile ilgilenir.” Diyerek kendi kitabından bir nasihat okumuştu bana. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, askerin açmaya çalıştığı kapıya pür dikkat odaklıydı. Boynundaki ellerimi omzuna çıkartarak, kolundan kurtulmayı dendim. En ufak bir boşluk tanımamıştı. Bana açtığı sınırında, izin verdiği kadar hareket edebilmiştim.

 

 

“ Süründüreceğim seni, Yüzbaşı!” dedim bağırarak. Bir an kafasını bana doğru çevirir gibi olmuştu. Vazgeçmişti. Kalbimdeki heyecan, sırtımdaki acıyla karışıyordu. Acı bir mutluluktu…

 

 

“Burası aile apartmanı, ayıp Çakma Savcı!” dediğinde düz ifadesini koruyordu. İfadesiz suratına rağmen benimle kafa bulduğunu düşünmüyor değildim. Artık son demlerdeydim. Normal şartlarda kucağında bu şekilde dursaydım muhtemelen kekelemekten öteye gidemezdim. Ancak şartlar ve ortam normal değildi. Benim kalbim parçalanmış, sırtımdaki kanlarda vücuduma işliyordu.

 

 

“Başlarım senin ayıbına da, ailene de…!” dediğimde benden özenle kaçırdığı bakışları beni bulmuştu. Beni belimden tuttuğu için ondan hafif yüksek de kalıyordum. Bu yüzden başını biraz yukarıya kaldırmak zorunda kalmıştı. Yeşil gözleri bundan yarım saat önce vatanı andırıyorken, şimdi ise hiç hoşlanmadığım mezarlıktaki ağaçların yeşillikleriydi.

 

Kafamı ne var dercesine salladım.

 

 

“Önce ağzın, sonra elin, son olarak da bacakların, rahat durabilir mi?” diye bir sır verircesine kısık bir sesle mırıldandı. Kaşlarımı çatarak, gözlerimi devirdim. Gözlerim; saçlarını avuçlayan ellerime, sonra ise iki bacak arasına baskı uygulayan bacaklarıma kaydı. Gözlerim irileşerek, hızlıca bacağımı, bacağını arasından çektim. Hangi ara saçlarına gittiğini bilmediğim ellerimi de usulca boynuna doğru indirdim.

 

 

“Kapı açıldı, komutanım!” dediğinde bakışlarımı ondan çekip, karşımda gözlerini bir an olsun Demir’den ayırmayan askere yönelttim. Demir, gidebileceğini söyleyerek askeri göndermişti.

 

 

Ayakkabılarımı eğilerek usulca yere bıraktı. Doğrularak, kapıyı araladı ve içeriye adımladı. Hala beni bırakmaya niyeti yok gibiydi. Vücudunun bu baskıya nasıl dayandığını da sorgulamıyor değildim? Belki canı acıyordu. Umuyorum ki, acıyordur. Kendi istemişti, katlansındı.

 

 

“Beni bıraksan mı, artık?” diyerek bıkkınlıkla konuştuğumda adımları salonda durmuştu. Beni usulca yere indirdiğinde omzundaki ellerimi, dokunmamın yasak olduğu bir tabloya dokunurmuşçasına ürkerek çekmiştim. Kucağındaki özgüvenim yerle bir olmuştu, beni bırakmasıyla. Keskin bakışlarını bana kenetlemiş, istediğini vermemi istiyordu.

 

 

“Orada,” diyerek vitrinli aynayı gösterdi işaret parmağım. Geniş adımlarıyla vitrinli aynanın önüne gelerek birkaç saniye baktığında, elleri yolunu biliyormuşçasına aynanın arkasına gitti. Bulduğu dosyayı çıkartarak kendinden uzaklaştırdığında, tozlarını silkeledi. Çıkan tozlara yüzünü buruşturduğunda gözlerimi devirmekle yetindim.

 

 

Daha sonra adımlarım kapıya doğru yöneldiğinde bana yönelttiği soru ile kısa bir an duraksadım. “Nereye?” Sorusunu hiç duymamışçasına yürümeye devam ettiğimde, hızlıca önümdeki salon kapısı ile arama geçmişti. Keskin bakışlarına karşın başımı kaldırarak, onu itmeye çalıştım. Sendelemişti. Onu itmeme müsaade etmişti. Ama yine de yolumdan çekilmemişti.

 

 

“Senin amacın ne ya?” diyerek tüm öfkemi kusmak için bu anı bekliyormuşçasına bağırdım. İşaret parmağım ile göğsüne bastırarak ittirdiğimde sendeleyerek geriye adımlamıştı. “ Bir öylesin, bir böyle! Ne istiyorsun tam olarak? Kırıp dökmek mi?” dediğimde avuç içlerimle ittirdim onu. “ Başarıyorsun. Kırıp, döküp, kanatıyorsun.” Dediğimde ifadesizliğinden ödün vermiyordu. Hiçbir duygu belirmiyordu gözlerinde. Bomboş öfkemi kusmamı bekliyordu. Ona kırıldığımı, kızdığımı hatta belki âşık olduğumu bile biliyor olabilirdi bana buzdan duvarlar ören bu adam. Sesim çatallanmıştı. Gözlerimden akmasını istemediğim yaşlar sınırdaydı. Karşımdaki adamdan duyacağı cümle yolunu biliyormuşçasına damlayacaklardı.

 

 

“Soğuk nevale…! Ruhsuz, kaba herif! Bir şeyler söylesene. Ne diye dikiliyorsun karşımda?” diyerek daha sert çıkıştım.

 

 

Ne olduğunu anlamama fırsat tanımadan göğüs kafesine bastırdığım avuç içlerime, avuç içlerini bastırarak arkasındaki kapının pervazına yasladı beni. Avuç içlerime incitmeden bastırarak, ellerimi ellerime kenetlemişti. Afallamış, dilim lal olmuştu. Bakışlarındaki karanlığa, eklediği derin sessizlikle kafasını hafifçe sola eğerek tüm yüzümde gezdirdi, bakışlarını. “Basit bir amaç…” Dediğinde bakışlarımı bir an kâkülüme kaydı. “ geçmişin bir an gözümün önüne geliyor.” Demişti her bir kelimeye bastırarak. Buzdan duvarlarına kat çıkmıştı. Zihnime kazımak istiyordu, söylediklerini. Ellerini ellerimden hızlıca çekerek “ Gülen yüzünün arkasındaki ceset için acıdım sana, hepsi bu.” Dediğinde soğukluğun içinde kalmış havayı buz kestiren kelime darbeleri…

 

 

Nasılım biliyor musun? Elim tetikte son nefeslerim hissediyorum

 

 

Vücudum kaskatı kesilmişti. Tırnaklarımın yolu; avuç içlerimde kabuk bağlayan yaralarımdı. Ancak oraya ulaşamıyordu. Acıyordu. Her zerrem, acıyordu. Buna rağmen, gözlerinden bir an olsun ayırmadım bakışlarımı. Akıtmadım karşısında gözyaşlarımı. Zayıf noktamı asla bilmemesi gerekti, karşımdaki bana hep yabancı kalan adamın. Yüreğimi en ince yerinden parçalamasına rağmen dayanmaya çalıştım. İçimde akıttığım kan yine gizli kaldı. Kabahatli benmişim gibi sustum sadece. Yapabildiğim tek şeydi. Dil lal olur, kalp haykırırdı.

 

Kalbim, bugünü yarına bağlayan sabaha kadar haykırdı.

 

 

O bana öfkeyle, ben ona acıyla bakmaya devam ettim.

 

 

Bana duyduğu öfkenin bir yerlerde yeşermişti, gördüm. Bir zamanlar zorbalıkta bulunduğum, Kuleli’ den atılmasına ramak kalan Demir, beni hiç unutmamıştı. Ben demiştim ona; Bazı insanlara kıymet bilmeyi aşılayamazsın. Sen gibi… Annenin aşılamadığı duyguyu bir başkasında mı arayacaksın? Annen bile esirgemiş senden, kim sever ki seni? Benim annem beni sevmiş miydi, aşılamış mıydı bana bu acı duyguları? Hayır. Bunu bilseydi, o da bana kıyardı. O gün yalnızca kısasa kısas, olmuştu.

 

 

Yutkundum. Tüylerimi diken diken yapan bu duyguya baş kaldırdım. “ Ceset…” diyerek ona bir adım attım. “ Aklına kazı, cesetler gömülmediğinde pis kokarlar…” dediğimde gözlerindeki öfkeye bir de seğiren çenesini ekledi. Beni hala içinde diri tutuyordu. Ancak ne kadar diri tutarsa o kadar canı yanmaz mıydı? Ona acı verdiğimi hissediyordum.

Bana bir adım atan bu defa o oldu. Biraz üzerime eğildiğinde, çenemi sıyıran nefesiyle, “Cık. Çakma Savcı…” dediğinde yüzümde gezinen gözleri gözlerimde sabit kaldı. Bende nasıl koktuğunu bilseydin… Yüzüme dahi bakmazdın.” Dediğinde elindeki dosyayı sıkmış olmalıydı ki sesi loş odanın duvarlarında yankılanmıştı.

Buzdan duvarları görüyordum. Eritmeye de niyetim yoktu. “Biliyor musun? Zerre ilgilendirmiyor, sende nasıl bir kokuya sahip olduğum.” Diyerek geriye adımladım. Bedenini baştan aşağı süzdüğümde, yıkılmaz bir duvar gibi görünüyordu ancak her duvar bir gün enkaz olmaya mahkûmdu. “ ve kısasa kısas…” diye konuştuğumda gelecek olanı bildiğini hissettim. Öylece bekledi beni. “ Anne, hala sevgisini esirgiyor olmalı ki yontulamayacak kadar kaba bir adamsın. Böyle…” dediğimde

Sakin bir tınıyla, “ esirgeyecek değil mi?” dediğinde onu ikna etmemi bekliyordu. Çünkü cevabı zaten biliyordu. Acı bir alaydı, yüzündeki ifade. “ Esirgeyecek değil mi?” diye yeniledi.

“ Senin gibi kaba bir adamın elleri arasına kim kalbini koyar ki?” dediğimde kalbinin etrafındaki buzdan duvarlar daha da kalınlaştı. Kendimi bile yaktığım her an intihar etmeye meyilli zihnimde onu da yakmaya niyetlenmiştim.

Tapınağımın benden sakındığı kalbi… Acıyor muydu?

Karanlığa yüz tutmuş sesiyle, “Siktir git o zaman, seni tutan mı var bu kaba herifin yanında?” dediğinde beni dört duvar arasında bıraktı.

 

Loading...
0%