Yeni Üyelik
10.
Bölüm
@dnzkzgb

 

Hava yağmurdan sonra açılmış buram buram toprak kokuyordu. Yavaş yavaş ötmeye başlayan kuşlar gün içine çıkıyorlardı, saklandıkları yağmur damlalarının ardından. Güzel, şen bir hava hâkimdi Mardin kapılarında.

Bu güzel havanın her zamanki gibi tadını en çok çıkaran yine çocuklardı.

Kurt ve Gül, bu tadı çıkaran çocuklardan da güzel havadan da oldukça uzak kalmayı tercih etmişlerdi. Şimdi, Huysuz Amca’nın bahçesinde ikisi de birbirine kaçamak bakışlar atıyordu; birisi çatık kaşlarıyla, birisi gülen suratıyla. Kimsenin adım atamadığı yere, Huysuz Amcalarını pes ettirerek girmişler, karşılarına da oturmuşlardı.

Bakışları karşısındaki yaşlı orta yaşlı adamı tartıyorken, “Huysuz amca! Şimdi sen babamdan da iyi askersin o zaman!” dediğinde merak içeren sesine eşlik eden kaşları garip bir biçime bürünmüştü. Muharrem Bey, karşısında ellerinde gül demetiyle oturan Gül’ü sadece izledi. Bir cevap vermedi. “ Huysuz amca, dedim ya sana… Kalbin acırsa, bir daha huysuz amca demem. Söyle olur mu?” dedi bilmiş bir tavırla, bir yandan da saçlarını savurdu, sol elini gül demetinden çekerek. Babası kızdığı için söylemişti. Belki gerçekten üzülüyordur diye düşündü.

“ Huysuz…” diyen Kurt anlık refleksle gözlerini kapatarak, burnunu kırıştırdı. “Yani Muharrem Komutanım!” diye devam etti, gerginlikle. Ellerini ovalıyor, dizlerini titremesine engel olmak için direniyordu. Gül’ün rahat tavrının aksine hiç rahat değildi. Ara ara Gül’e sert bir bakış atıyordu. “kusura bakmayın. Gül, kendimi gül dikenlerinin içine atarım deyince, gelmek zorunda kaldım.” Karşılarında oturdukları andan bu yana yüz ifadesi değişmeyen adam, bir anda kahkahaya boğulmuştu.

Tebessüme bürünene kız çocuğu, “Böyle güleceğini bilseydim çok önceden atardım kendimi, Huysuz amca…” dediğinde Kurt’a da cevap vermeyi ihmal etmedi. “ Sen de dedin, sen atarsan bende ardından atarım dedin…” diyerek kendine hak payı çıkarmaya çalıştı.

“O öyle değil ki gül, sana zarar gelmesin diye demiştim. Buraya gelelim diye demedim.” Diye tıslarcasına konuştuğunda Gül, gözlerini devirerek tekrar Muharrem Bey’e döndü.

Muharrem Bey, sevecen bir tavırla “ Gül, turnayı gözünden vurmuşsun.” Diyerek Gül’e göz kırptı. “ Hakiki arkadaş, böyle olur. Beklediğine değmiş.”

“Şimdi senin arkadaşın Kerim Bey gibi mi. Ama biz asker değiliz.” Diye afallamış bir surat ifadesine bürünerek, Kurt’a kaydı bir an bakışları. Kaşları havalanmıştı. Kerim Bey’de kimdi? Nasıl her olaya bu kadar hakim olabiliyor diye düşündü, Kurt.

Kurt duraksamadı. “ Ben asker olacağım ama…” dedi ani bir hızla.

Onu reddederek, “Ben olmayacağım ama…” dediğinde yine inada binecekmiş gibi bir hava verdi, Gül. “ öyle olursa hakiki arkadaş olamayız…” diye eklediğinde sesi çıkmaza doğru yol alıyordu.

Kurt, Gül’e gözlerini kısarak baktı. “O zaman arkadaş olmayız bizde…” dedi. Hiç düşünmeden cevapladığında, Gül’ün gözünde beliren hayal kırıklığını fark ettiği anda cümleleri zihninde yankılanmaya başlamıştı. “ başka şeyler oluruz, hemen üzülme…”

Gül, fısıldarcasına “Nasıl yani?” dedi.

“Ömür boyu sırdaş olursunuz, bence çok daha fazlası da olursunuz.” Dedi Muharrem Bey, ikili çatışmayı bölerek. “ İlla asker olmaya gerek yok. Hakiki arkadaşların ikisi de yakar.”

Kurt araya girdi. “Biri yakar, biri toplarsa?” diye ilk kez gergin değildi, Muharrem Bey’in karşısında.

Muharrem Bey, kafasını aşağı yukarı sallayarak, “Onun cevabını çok uzun zaman sonra alacaksın, asker!” dediğinde Kurt’un gözlerindeki ışıltıya daha önce Gül bile rastlamamıştı.

Gül halinden keyif alıyordu. “Gördün mü akıllım. Koskoca orgeneral, sana asker dedi.” Diye sol tarafında oturan Kurt’un koluna girdi.

Kurt, birbirine dolanan kollara baktı. İçine aldığı nefesiyle, “Duydum, bende yanı başındayım ya…” dediğinde “ elmayı yediniz mi?” diye bir soru geldi, birbirine sataşan ikiliye.

“Güzeldi, dediğin gibi yaptım hem de. Yarısı Kurt’un yarısı benimdi…” diye Kurt’a kaçamak bir bakış atarak, kıvırdı dudağını. Sert soluklarıyla dinlemeye devam ediyordu Kurt. Sanki bir söz söylediğinde, tüm meslek hayatı başlamadan bitecekmiş gibi hissediyordu. Heyecanı doruklarda yaşıyordu, yanındaki minik kız yüzünden.

“Aferin söz de dinliyormuşsun bazen!” diyerek kafasını aşağı yukarı sallayarak, bıyığının altında sırıttı.

Gül, yanağına elini koyduğunda, başını sola eğdi. Birazdan söyleyeceği cümlenin ön hazırlığıydı. Kurt bu hallerine alışkındı. “İşime gelirse, dinlerim huysuz amca.” Dedi, Muharrem Bey’e dönen bakışlarında bir kendini beğenmişlik hâkimdi.

Gözlerinden geçen kurnaz bir parıltıyla, tekrar Kurt’a döndü.“ Gül…” diye yakınan Kurt ile gözlerindeki kurnazlık yerine tatlı bir tebessüm belirdi.

“Hım…” diyerekten cevapladı.

Sahte bir tebessümle, “Biraz dinlensin mi o ağzın, abicim…”dedi, Kurt.

Kafasını sağa sola sallayarak, durumu reddetti, Gül.“Ağzım yorgun değil kine benim!”

Dişleri arasından, “Neden yorgun değil, sen bilmiyorsundur yorgundur ağzın!” dedi her bir kelimeye bastırarak.

“Dönek misin sen? Önce de ağzın yorulsa da susma dedin. Hangi dediğini yapacağım?” dediği anda bu hararetli atışmayı bölen zil sesi ile Muharrem Bey ayağa kalkarak kapıya adımladığında, Gül ve kurt birbirilerini dürtüyordu sadece.

Çekingen bir tavırla içeriye giren Halit Bey ile arkasından ona eşlik eden Muharrem Bey ve Atilla Bey’in yana yana içeriye girmesiyle, ortada gerici bir sessizlik hükmetti. Hepsi sırasıyla koltuklara kurulduğunda, babaları ile göz temasından kaçan ikili, Muharrem Bey’in dikkatinden kaçmamıştı.

“Ben rica ettim, iki afacandan. Yalnız yemek yemeyi sevmem, eşlik edin dedim.” Dedi, Muharrem Bey iki adam da kafalarını aşağı yukarı sallayarak sadece onayladılar karşısındaki adamı. “ siz, hayırdır?”

“Biz kayboldular sanmıştık, komutanım” dediğinde sesinde yersiz bir mahcubiyet vardı, Halit Beyin. Gül babasının sesindeki tınıyı hissettiğinde, afallamıştı. Dik omuzları yoktu mesela. Sert çıkan kelimeleri de. Babasının karşısında kendisi nasıl korkuyorsa, babası da Huysuz Muharrem’in karşısında öyle korkuyordu. Bu düşünce garip bir şekilde onu memnun etmişti.

Muharrem Bey, öksürdü. “Çocuklar buraya geleli, iki buçuk saat olmuş!” dedi keskin bir tonda. “ çocuğunu benimsemeyen adamın vatanına fayda sağladığını düşünür müsün asker?” dediğinde biraz sinirlenmiş olduğu aşikârdı. “ ya benimsenmediği için ektiği nefret tohumları ile ileride başa çıkabilir mi insan? Nesil değişiyor, her biri bizden daha zeki…” diyerek, gördüğünüz gibi dercesine karşısındaki çocukları gösterdi. Oyun üzerine kurulmuş dünyadan kopmuşçasına birbirlerine topladıkları güllerden pay ediyorlardı.

“Tamam, bu sefer sen fazla al ama sonraki sefere ben daha fazla alırım,” dediğinde tüm bakışlar onlarda olmasına rağmen fark etmiyorlardı. Dünyaları birbirinde durmuştu.

Kurt, mızıkçılık yapmaktan hoşlanmazdı ama nazı da bir Gül’e bir de annesine geçiyordu. “Sen zaten Gül’sün ki... Bir tane eksik al, ne olacak?” dediğinde suratı ifadesinde beliren yakınmayla karışık bıkkınlık hâkimdi.

Ve Bayan Çokbilmiş lakabının hakkını verdi. “Benim adım Gülce. Gül değil. Olmaz yani…” diyerek dudaklarını birbirine bastırdı.

Kurt, birkaç saniye öylece izledi, Gül’ü. “Bende Gül’sün. Ve gülleri benimle paylaşıyorsun!” dediğinde kısa bir an duraksayarak, derin bir solukla “ Gül…” dedi, bakışlarını güllere çevirerek, “ gülleri ben eksik alırsam senin gibi kokmayız biz...”dediğinde bir yanıt bekledi.

Ve aradan geçen hafta sonunda ikisi de birbirini görmeye an kollasa bile babaları izin vermemişti.

Bir Çarşamba sabahında güneşin yavaş yavaş kızmasıyla, elinde fotoğraf salına salına parka ait olan bankta tek başına oturan Kurt’a ilerliyordu. Derin düşüncelere dalmış olan Kurt, paytak adım seslerini duymuyordu. Gül bir Kurt’a bir elindeki fotoğrafa bakıyordu. Abisinden Kurt’u çektiği fotoğrafı bastırmasını istemişti. Hayır, yakarmıştı. Elindeki fotoğrafa memnuniyet dolu bir bakış atarak, onu fark etmeyen Kurt’un yanı başına sokuldu. Kurt daldığı kuyudan çıktı, Gül tebessüm etmeye devam etti.

“Hayırdır, çiçeklerin kraliçesi… Sabah sabah, ne bu neşe?” dediğinde bir an kaşlarını çattı. Gözleri Gül’ün arkasına sakladığı ellerindeydi. Kısa bir iç geçirdi.

Bir nefes alımı kadar bekleyerek, “Seni gördüm… Yetmez mi?” diyerek devam etti otuz iki diş göstererek sırıtmaya. Mutluydu, çekinmiyordu da bunu yansıtmaktan. Belki de çekinmediği tek kişiydi, Kurt…

“Hadi yaa… Bak sen şu işe?” diyerek yarım ağız bir gülüşle, kaşlarını gevşetti. “ bunu niye yaptığını biliyorum!” dedi, itiraf edercesine. Neşeli nidasında, meraka rastladı.

Meraklı kehribarların hapsolduğu yeşillere karşı, “Niye kine?” dedi tek kaşını kaldırmaya çalışarak. Başını usulca sola eğmiş, kaşları ile uğraşmaya çalışıyordu. Başaramayışına iç çekerek, bakışlarını önüne çevirdi.

Tek kaşını tek celse de kaldırdı, Gül’e nispet yapar gibi. “Daha kötü seçeneklere, ikna etmek için…” diyerek, aklına düğün günü Gül’ü iteleyen çocukların ailesini bularak, arabaların tekerlerini patlatmaları gelmişti. Fikir kendinden çıksa da Gül’ün sorgulamadan onaylaması, ona güvenmesi bir abi gibi hissettiriyordu.

“Hah!” dedi keyifsiz bir ifadeyle. Kaşları moralini bozmuştu. Sessizliğini inceleyen Kurt’a, “İkna etmek istediğim sen misin kine?” dedi. Sözlerini ilgiyle dinleyen Kurt, güçlükle soludu. Nasıl yani başkaları da mı vardı, dercesine sorguluyordu kendini.

“Benden iyi seçenek mi var?” dediğinde yüzünü buruşturan Gül’e, “Var mı, Gül?” diye masum, saf bir ifadeyle yakınmıştı aslında. Ya varsa? Unutur muydu kendisini? Gül, birisine sevgi nasıl gösterilir, ona öğretiyordu. Yol gösterendi, Gül. Sevgiyi belki de nefreti bile o öğretecekti, Kurt’a.

Göz süzerek, “Olsun mu kine, bilemedim biliyor musun?” dediğinde tatlı bir kahkaha koptu dudakları arasından. Eğleniyordu, Kurt’un kızgın haliyle. Hoşuna gidiyordu, kendine sinirlenmesi sonrasında bir şey diyememesi.

Biraz bekledi, düşündü. Huzursuz bir tavırla, “Ben senin için neyim, Gül?”

Dudak bükerek, boynunu sol eğdi usulca. “Yarasının sarılmasını bekleyen Kurt…”dedi tereddüt etmeden. “ ama aynı zamanda hayattaki tek şansımsın.” Diye ekledi, zarif bir sesle.

Bir kız kardeş gibi, önce sebepsizce saçma cümleler kuruyor ardından tek bir kelimeyle sizi sevmekten vazgeçmeyeceğini dile getiriyordu.

Suratına çocuksu bir sırıtış ekleyerek, “Şans… Ve ben?” dedi burnunu kırıştırarak.

Kaşlarını çatarak, “Evet, şans ve sen!” dedi ateş saçan gözlerinden kaçırdığı yeşiller ile temas kurmaya çalışarak. “ Senin odaklanman gereken şans değil! Yaranı sarmamış olman.” Diye isyan etti, sert bir tonda.

Yaşadığı duygunun bir tarifi yoktu ama kanıtı yanı başındaydı. “Seni görünce yaram sarılmıştı benim.” Dedi sekteye dahi uğramadı, ifadesi. Yan yan Gül’e bakmaya devam etti.

“Hah… Yalancı!” dedi gözlerini belerterek.

Ayağa kalkarak savsak adımlar ile Gül’ün ayakucuna oturdu. “Onu bunu boş ver de nasıl şans olmuşum ben sana, anlatsana biraz…” tembelce yukarı kıvrıldı dudakları.

Tepelerinde yükselen sabah güneşi ile ikisi de gözlerini kısmıştı. Derin bir solukla, bakışlarını Kurt’tan alarak gökyüzüne dikti.

Kurt’a çevrilen kehribar gözleri, güneşin altında altın gibi parlıyordu. Yutkunarak, “Onu bunu mu, yara bu yara. Boş veremezsin, acır.” İçindeki çığlık atma dürtüsünü, bastırmaya çalışıyordu. Ne diye önceliği yara alan bedeni değildi?

“Burada doktor mu bulayım Gül?” diye isyan ederek.

Dişlerinin arasından sinirle bir nefes aldı. “Geçen ki teyzeye gidelim, bak bana elimde yara yok!” demesine rağmen avuç içini açmadı. Tenine geçirdiği tırnaklarının izi hala avuç içindeydi. Yarasını saklamak, zaten yaralı olan birine bela olmak istemedi.

“Olmaz!” dedi, aniden. Yanakları kızarmış, başını öne doğru hafifçe eğmişti.

Gül, gülmemeye gayret ederek, “sen utanıyor musun, tıpta ayıp olmaz kine akıllım.” Dediğinde kısık bir kahkaha koptu, dudağından.

“Ne alakası var!” diye çıkıştığında, Gül, sol elinden tutarak sürüklemeye başladı. Elindeki fotoğrafı göbeğini çekerek, çekiştirdiği bedenin görüş açısına girmemesine özen gösteriyordu.

İç geçirerek, “Gül… Ben kendi yaramı kendim sarabilirim, babamdan öğrendim. Yaraların nasıl sarılacağını…”

Babaların yolları, ıstıraptı. Daima çocuklarını yetişkin olarak görürler, ona göre terbiye vermeye çalışırlardı. Buna rağmen çocuklar için daimi kahraman olan babalardı, işte.

“Bende babamdan öğrendim.” Dediğinde gözlerinde beliren hüznüne, “ Yapmamam gereken her şeyi…” diyerek eklediğinde sesi cılız ve kısıktı. Duymadı, sürüklediği beden. İçinde kalmalıydı acısı, babasından öğrendiği ama uygulayınca canın yakan bir şeydi acıyı içine atmak.

Adımları duraksadı. Önünde durdukları ev, Orgeneral Muharrem Kılıç’a aitti. Kurt’un elini bırakarak, zile basmak için parmak uçlarında yükseldi. Minik beden. Zile basamadan, elbisesinden çekilmesiyle, gözlerini devirdi.

“Olmaz, Gül. Adam yaram olduğunu düşünürse, asker olamazsın der bana. Düş önüme!” dedi Gül’ün çiçekli elbisesinden tutarak. Aniden açılan kapıyla, açılan ağzını geri kapadı Gül.

Şaşırmamıştı. “Ne iş, afacanlar yine mi beceriksiz babalarınızdan kaçtınız?”

“Hayır!” dedi Gül.

“Evet!” dedi Kurt. Gözlerinde bir şey vardı? Belki onaylanma isteği…

Gül sola, Kurt sağına dönerek göz teması kurdular. Yeşil gözler, söyleme diye haykırırken, kehribar gözleri çevreleyen altın sarıları söylerim, diye haykırdı.

Ellerini önünde birbirine kenetleyerek, olabilecek en yumuşak ses tonuyla, “Canı acıyor, canım acıyor…” dedi aniden göz temasını keserek. “Onun yarası var Huysuz amca, göğsünde. Kalbimi acıtıyor benim.” İnceden bir haykırıştı aslında. Ateşe atılan çocuklara kör olan gözlerin biri açılsa bile yeterliydi.

Gayri ihtiyarı bir şekilde, “Bana mı geldiniz… Yarayı sarmam için.” Dedi, ifadesini toplamaya çalışarak, Muharrem Bey.

Bu kez ağzından aldığı nefesle, baştan aşağı süzdü Muharrem Bey’i. “Sen asker değil miydin? Asker yarası nasıl sarılır bilirsin.” Dediğinde Kurt’a dönen bakışları ile birkaç saniye de onu baştan aşağı süzdü. Tekrar Muharrem Bey’e dönerek, “ o da asker olacak, asker yarası nasıl sarılır öğrenmiş olur. Bir kuşla iki taş, işte.” Dedi altını çizerek. Asker olması, hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu. Öyle olursa Kurt’un her daim güleceğini düşünüyordu, minik kalbi.

“Bir kuşla iki taşı öğrenmek ister mi ki bu delikanlı, sordun mu ona?” diye sorduğunda kollarını göğsünde birleştirdiğinde heybeti daha bir belli olmuştu. Emekli olmasına rağmen hala dinç ve genç bir bedene sahipti.

Bu kez bıkkınca iç geçirdi. Bugün kendinden daha çok birisi vardı karşısında. “Şimdi sormuş oldum, işte…” dedi. Kapı pervazına yaslanarak, göz kırpmaya çalıştı.

İki kısık kahkaha sesi eşlik etti, sesine.

Damak şaklatarak, “Kurt ve Gül…” dediğinde düşünürcesine dile getirdi, zihnindekileri. “İçeriye gelin, bakalım yaranın ne kadar derin olduğuna.”

Kurt ayakkabısını çıkartırken, Gül hala kısa topukları olan pembe babet ayakkabılarını çıkarmaya çalışıyordu. Kafasını iki yana sallayarak, Gül’ün ayakucuna doğru eğilerek, “ ne diye bu kadar süslü giyiniyorsun ki?” dedi, sesli bir soluk vererek, “her şekilde çiçeklerin en güzelisin, zaten.”

“Süslü değil!” dedi sinirle. Sadece diğer ayakkabılarına göre daha güzeldi, o kadar.

Saçlarını karıştırdı, boşta kalan eliyle. “Pembe işte daha ne olsun?” dediğinde Gül’ün sol ayağından çıkardığı ayakkabıyı usulca kenara koydu.

“Pembe süs değil renk!” dediğinde ağzına fermuar çekiyor gibi yaparak, diğer ayakkabıyı da usulca yere koyduğunda, Gül’e geçmesi için işaret etti.

Kapıyı kapatarak, daha önce geldikleri evin salonun doğru ilerlediler. İkisi de yine aynı köşeye oturarak, kapıdan giren adama hayret edercesine baktılar. Kurt, bu manzaraya karşı Gül’ün susmayacağını bildiği için gözlerini kapatarak yüzünü buruşturdu.

Ki yanılmamıştı. Gül’üydü işte.

Dudağını büzdü, iki kaşını da kaldırarak, “Huysuz amca sende mi süt içiyorsun?” diye şaşkın ifadesine ekledi sorusunu.

Muharrem Bey’in, elinde tepsi ve tepsinin içinde üç bardak süt, iki kâse de cici bebe vardı. Tebessüm etti, Gül’ün sorusuna. Önlerine koyduğu kahverengi sehpanın üzerine bardaktaki sütleri ve cici bebeyi koyduğunda, kaçınılmaz bir soru daha geldi. “ Hadi canım! Huysuz amca, cici bebe var. Sen de mi seviyorsun? Öyleyse ben buraya hep gelirim kine.” Dediğinde bakışlarını Muharrem Bey’e yöneltti. Gözlerini kıstı, dudakları bir çizgi gibi dümdüz bir hal aldı. Annesi bir kız çocuğu için fazla kilolu olduğunu dile getirir, izin vermezdi yemesine. En son abisi göreve gitmeden önce almış, gittiğinde de annesi bahçede kendini dışlayan çocuklara ikram etmişti.

“Kurt ve Gül’e kapım açık.” Dedi tebessüm etmeye devam ederek. “Severim de ben, sütü de cici bebeyi de. Sizinle birlikte yerim, artık” dediğinde aklına ailesi geldi. Kızı da eşi de severdi, yaşları kaç olursa olsun. Son kez yemişlerdi, birlikte. Yıllar sonra bu çocuklarla tekrar yiyecekti.

Bu neşe dolu kız çocuğunun başına gelenleri az çok biliyordu. Kapısına dayanan abisinden. Ya Kurt? Babasının mükemmeliyetçiliğini bu çocuğunun üstünde de uyguladığı aşikârdı. Bir asker gibi yetiştirildiği vücudundan da düşünce yapısından da belliydi. Düşüncelerine alaylı bir tebessüm etti, sadece. Ailesi burada olsaydı… Daha da sıkı sarardı, gördüğü dehşet verici manzara karşısında; Ebeveynleri için feda edilen iki çocuk… Kurt, sığındığı Gül için harcanacaktı. Gül, dikenlerini çıkardığı Kurt için harcayacaktı, kendini.

“ Kurt, önce sütünü iç evlat.” Dediğinde bakışları çatık kaşları ile kendine bakan Gül’e döndü. “ sonra da saralım acıyan, acıtan yaranı.” Diyerek oldu mu dercesine havalandı kaşları.

Tebessüm ederek, “Sende iyi dede olur, ha Huysuz Amca…” diye aniden aklından geçirdiğini sohbet ortamına döküverdi, Gül.

Başını sallayarak, “Sen dediysen net olacaktır, Gül” dedi, tebessümü gülümsemeye dönerek. O sırada sütü kafasına dikerek hızla içip bitiren Kurt, bunu bir emir gibi algılamıştı.

“Sütü bitti yarasına baksak mı, artık?” dediği an Muharrem Bey’de elindeki sütü bitirerek ayağa kalktığında, Kurt’un ayakucunda durarak, yere çömeldi. Üzerindeki turkuaz mavisi gömleğinin iki düğmesini açarak, yarasına baktığında, omzuna tutunan el ile duraksadı. Kısa bir tebessüm ettiğinde, belki de çoktan dede olmuştu. Tekrar döndü, Kurt’un yarasına.

Yaraya bakan gözleri bir an titrer gibi olduğunda, kaşları çatıldı. Omzuna tutunan ellerde sıkılaşmıştı. Sadece kendi gözlerinin titremediğine emindi. Bu sadece bıçak yarası değildi, bu izdi. Kasıtlı olarak, bırakılan bir izdi. Asker olamaması için bırakılan bir izdi. Gözleri karardı, öfkesinden. Gözünün gördüğüyle bu çocuk asker olmak için bu yaşta bu kadar hevesli iken, nasıl böyle bir yara layık görülürdü. Bu çocuğun içindeki vatan sevdasını söndürmelerine izin vermeyecekti.

“Geçecek mi?” dedi tiz kırılgan bir ses. Bakışlarında sessiz bir yakarış vardı; geçsindi.

“Yarayı saran bir Gül ise geçecektir.” Dedi sert bir sesle Muharrem Bey.

Gülün yaprakları yarayı sardı, dikenleri ömürlük iz bıraktı

Yarası kabuk bağlayarak solmuştu. Yıllar sonra aynı yerde mesleğiyle yeniden iz açılmıştı.

 

*

 

Eller arkada, komutan önde Yıldırım Timi hazırdaydı.

“ Bu kadar çok merak ettiğinize göre paslandığınız biliyorum.” Diyen Demir’e emredersiniz komutanım diyerek cevap verdiklerinde yapmaları gerekeni biliyorlardı. “ Yıldırım hevesinizin kursağınızdan geçmesini isterim!” dediğinde askerler eğitim için hazırmışçasına başları dik, omuzları kalkık hazır ol pozisyonunda emiri beklediler.

“Albay tam arkanızda bizi sevecenlikle kabul etmeyi bekliyor.” Dediğinde askerler eş adımlarla, toprağı inletircesine yolu tuttu.

Yıldırım Timi, eğitime başlamıştı.

“ Özgür, koş! ” diyen Albay, ara ara da Gürkan’a bakıyordu. Her ne kadar işinde toleransa yer olmasa da kontrolü de bırakmıyordu. İkiletmeden emre uyarak, parkurda ilk turlarını koşmuşlardı.

Her biri, bir orduya bedel olacak gibi kin ve öfkeyle, karşılarında vatana ihanet ile yargılanması gereken birine saha da hesap sormak istercesine hayaller kurarak; yürüdü, koştu, asıldı, süründü…

“ On beş, on altı…” dediğinde Albay, duraksadı. Göğe baktı. Alayla dudağını kıvırdı. “ Kaç oldu, Kurt!” Diyerek hemen ayakucunda şınav çeken askere değdi, bakışları.

Demir, bundan memnunmuşçasına “Etkisiz komutanım!” dedi.

Albay devam etti. Sesindeki tını, bir bıçağın bilenmiş ucu kadar keskindi. “Acıyor mu asker!” diyerek yerdeki toprakla hayat bulan askerlerin önlerinde, ellerini arkasında birleştirerek ileri geri adımlamaya devam etti.

Hep bir ağızdan, “Hayır komutanım!” dediler. Öyle derin bir sesti ki… Tüyleri diken diken etmeye yetmişti. Yılmaya niyeti yoktu, Timin. Albay, alaylı bir ifadeye büründü. “ Yoruldun mu nişancı!” diyerek kısa bir an duraksayan Serdar’a doğru haykırdı bu defa.

Serdar, bekletilmeyi sevmeyen Albay’ı bekletmeden, “ Hayır komutanım. Toprağımdaki, vatanımın böceğini nefesimle korkutmak istemedim.” diyerek gözleri önüne değen kısa bir sürede uçan kelebeği göz çizgilerinden kaybolana kadar takip etti.

Bu defa da Özgür’e değdi bakışları. “Yoruldun mu Özgür! Kaç oldu senin sayılar ile aran iyidir” diyerek hiddetle konuşmaya devam etti.

“Ben bir tek dağlarda profesörüm, komutanım!” dediğinde sırıttı. “ Hem daha yeni başlıyoruz, ısınmadık bile!” diye de hiddetli bir ses tonuyla da ekledi. Baştan saymaya başladığında, Özgür içinden saydığı mekik sayısını 234 diye dile getirmek istedi. Her biri yeniden başladı. Yeniden keskin bir ifadeye büründü. “Demir!” dediğinde hazır ol pozisyonuna geçmesi saniyeler sürmüştü. Anlamıştı.

Görev sırası ondaydı. Albay, adımladı. Yüzbaşı, bayrağı teslim aldı.

“Yıldırım!” dedi katı sesiyle, adeta kulakları deldi. “Neymiş asker!” diye sert bir solukta Özgür’ün dibine kadar adımladı. “Korkuyu yanındaki adam için bileceksin, Özgür” diyerek bağırdı. Ardından Serdar’a adımladı. “Bu seni dimdik ayakta tutacak Serdar. Vatan söz konusu.” Dediğinde Gürkan’a adımladı. İzledi. Alnından akan kan terlerini, içten içe sızlayan kemiklerini hiçe sayan en geç çocuğun vatan aşkının kalbine nasıl kazındığını gördü. Buydu, vatanı yaşatan. Buydu bayrağın yeni sahibi. Buydu ataların izi… “Sende yanlış yapacaksın, Gürkan! Bu uğurda hatanın var olmadığını yaşayacaksın!” dediğinde Yağız’a doğru yöneldi. On altı yaşında devleti için yeniden doğmayı bilen, yaşamayı bu topraklarla öğrenen kimsesiz olan soyun rağmen arkasında bir vatan olan o delikanlıya, “can mı canan mı diyecekler, Yağız! Birinin canını kendinden öte tutacaksın, asker!” dediğinde Özgür’ün yüzünde alaylı bir sırıtış oldu. Her işte kendine pay çıkarmayı biliyorsun, adi herif diye mırıldandı, Yağız.

Demir’in postal sesleri bir daha toprağı dile getirdi. “ Aldığın her nefeste attığın her adımda benim de hakkım olacak, Kağan!” diyerek[Mh1] Kağan’ın önünde, elleri arkasında bağlı bir şekilde durdu. Son on dört yılını omuz omuza geçirdiği bu adamla aldığı her nefese ortak olduklarını biliyorlardı. Ölüm ölüme, dirim dirime diyerek giderlerdi, göreve.

Son durağı Ülkü oldu. Disiplin kelimesinin karşılığıydı, Ülkü. “ Duygularına yenik düşeceksin. Uçurumun kenarına sen adımlayacaksın, Ülkü!” diyerek diğer askerlere göz değdirdi. Serdar’da birkaç saniye oyalanan gözleri, Ülkü’ye değdiğinde, “ yalnız olmayacaksın, bir hilal uğruna o uçurumdan dönmesini öğreneceksin.” Dediğinde başını topraktan kaldırdı.

“Asker!” dediğinde hepsi eş zamanlı hazır ol pozisyonuna geçmişti. Karşısındaki gözler, intikam aruzuyla çevriliyken bu Demir’i gururlandırmıştı.

“Korku nedir bilmeyiz!” Sesi tüm surları inletirken, karşısındaki vatanın her bir karış toprağına can vermeye ant içmiş askerlerde ona eşlik ettiğinde, omuzlarını daha da dikleştirdiğinde dudakları yeniden aralandı; Biz dağların erleri

Yuva yaptık göklere

Baş döndüren yerlere

 

Engel tanımaz aşarız

Yüce engin dağları, dediğinde ağzından şarapnel parçasıyla eş şiddete sahip kelimeleri, kulaklarında askerlerin sesleriyle yeniden yankılandı. Alınlarından akan terleri, izledi. Gözleri delicesine bir duyguyla çehrelinmişçesine gelecek olanı bekliyorlardı.

 

El verir uzanırız mor siyah bulutlara

Ben Türk komandosuyum

 

Düşmanı çelik pençemle ezer

Her yerde ben varım, diyerek daha şiddetli bağırdı. Daha şiddetli karşılık buldu.

 

Havada, karada, denizde, çölde,

Batakta, çatak da

Nusaybin’de…

Nusaybin’de

 

Her zaman ve her yerde

Hazır

Daima hazır

Tek tek karşısındaki vatanın kınalı evlatlarına baktı. Daha da içten bir bağırışla devam etti.

Kim; Komando

Kim; Komando

Kim; Komando

Olamazsın, dediğinde kendine değen gözler bir bir kısıldı. Hoşuna gitti.

Yahh!

Olmazsın!

Yahh! 

 

Komando

Allah!

Allah Türk komandosunu korusun.

 

Aldıkları emir ile her biri ayrı bir köşeye oturdu. Taşan soluklarını dizginlemek için geriye doğru saydılar. Kimisi çimlere uzandı, kimisi ağaca sırtını dayadı. Kimisi ise mırıldanarak söylenmeye an kolladı. “ Hem dramatik, hem felaket bir manzara” diyerek fısıldayan Özgür’e karşı Serdar da kısık bir sesle;

“o niye oğlum!” dediğinde kaşları havalanmıştı.

Özgür ise bıkkın bir halde, “ komutanımın hayatına dişi bir varlık sokması güzel. Bizim için kötü. Her tartışmasını bizden çıkarırsa, hem dramatik hem felaket bir manzara çıkacak karargâhtakilere.” Dediğinde komutanının inişli çıkışlı birine tutulduğu öngörüsünde bulundu.

Serdar ise başını sağa sola sallayarak, “Ne alakası var! Aşk adamı inletir diye şarkı bile yapmışlar.” Dediğinde gözleri komutanlarında takılı kaldı. “ Ben tezini çürütüyorum hacı.” Diyerek tekrar Özgür’e baktı. “Bak şimdi! Ben kimse için deliye dönmem, derse eğer kesin kalbini teslim etmiş demektir. Eğer itiraz etmezse hala çukurda debeleniyor demektir.” dediğinde kısa bir öksürüğün ardından “Komutanım…” diyerek daha yüksek bir sesle dile geldi. Demir’den bir cevap gelmedi. Sırdan bir bakış atmakla yetindi. “ Geçenlerde Savcı Hanım hastanedeyken gecenin bir yarısı deliye dön-” diyerek devam etmek istediğinde istediğini almıştı.

“Ben kimse için deliye dönmem. Hem de boktan bir sebep için gecenin bir yarısı kimse beni uykumdan edemez. “ diyerek cevapladığında timde birbirine kaçamak bakışlar atan Özgür ve Serdar’a eşlik eden diğer timin kalanı da ister istemez göz kısmışlardı.

Komutanla gurbetin, Komutansız gıybetin alası makbuldür;

Özgürgüler; kim komutanıma gerçeği söylemek ister?

Serdaryıldırım; has taşaklı biri ve girişi yaptı.

Kağan yaslandığı ağaçtan ayrılmadan, alayla sırıttı. “ Komutanım bir söz var bilir misiniz?” dediğinde Demir, tip tip bakmaya devam etti. “Eğer izniniz olursa…” diyerek devam ettiğinde Demir herhangi olumsuz yanıt vermedi. Verse bile Kağan’ın o cümleyi er ya da geç kuracağını biliyordu. “ At yalanı, sikeyim inanı derler bizim oralarda!” diyerek konuştuğunda emir gelmişti.

Kağan sakin bir şekilde ayağa kalkarak, beş tur daha parkurda söverek ter döktü.

Yıldırım Timi kısa bir antrenmanın ardından dinç bedenleri ile sözleştikleri maç için sahadaydı.

Kağan, omzuna elini koyan Demir’e, “Ulan senin attığın adımın am…” diyecekken ardında döndüğünde komutanı ile göz göze gelince, “ Komutanım ben Özgür, sandım.” Diyerek açıklama gereği duydu.

Özgür ise duyulmadığını düşünerek mırıldandı. “ Adımız çıkmış dokuza inmez sekize anasını sattığımın Özgür’ü.” Kısa bir isyan bayrağı çekti.

Yağız ise, “Buraların fiyakalı adamı sensin, Özgür olamayan Özgür!” diyerek halı sahadaki çimlere oturdu. Diğerleri de ona eşlik ederek, çimin üzerine kurulduğunda, ayakta yalnızca Demir kalmıştı.

Gözleri etrafta gezinirken, ileride Turgut’un eşi Süheyla ve baldızı Petek’in kolundan çekiştirerek getirdiği Gül’ün arkadaşını gördü. O yoktu. Onca lafından sonra gelir miydi ki zaten? İleri… Hayır. Fazlasıyla aşmıştı o sınırları. Kabahatliydi, Demir.

Turgut, oturduğu çimlerden hızla kalkarak, eşi ve doğacak çocuğuna doğru ilerlediğinde Ülkü’de ona eşlik etti. Tel örgü dışına çıkarak, eşinin oturmasına yardımcı oldu. Demir, timinde göz gezdirerek, “Ulan sizin önerdiğiniz adamın, teklif ettiğiniz isminde şahsiyetine sokayım. Dallama…” diyerek cümlelerini sırlamaya devam ederken, Efe bu anı kolluyormuşçasına saha girişinde belirdi.

Adımları büyük ve hızlıydı. Timin oturduğu köşeye geldiğinde, “Komutanım.” Diyerek başını saygı göstergesi olarak biraz eğdi.

Yağız ayağa kalkarak, “Gelmeseydin, kardeş. Biz gelirdik seni almaya.” Dediğinde kaleye doğru adımladığında diğerleri de yavaş yavaş ayaklandı. Demir, burnundan soluyarak saha ortasına doğru adımlarken, bir an önce bitmesini istiyordu.

Hepsi hazırda, düdüğü çalan Ülkü olmuştu.

Sakin bir tempoda başlayan maç, Demir’e pas atan Efe ile sahaya doğru yol alan Demir’in kaşları çatık, şakağından göğsüne sızan ter damlaları güneş ile gölgelenen hırslı bir Demir, Gül’ün manzarasındaydı artık. Kızarmış kumral teni, yarıya kadar tere bulanmış siyah tişörtünü aşarak sarkan künyesi, siyah şortu ile kaleye doğru tüm hırsını toptan çıkarırmışçasına ilerliyordu.

Çatık kaşlarından bir an olsun ödün vermeden gol attığında, sahanın içinde de dışında da çığlıklar yükseldi. Hiç kimsenin yapamadığını Efe yaptı. Demir’in sırtına binerek, boynuna sıkıca sarıldı. “Komutanım… Siz… Bunun için doğmuşsunuz.” Diyerek sırtından mutluluk naralarıyla indiğinde, Demir’in çene kası önünde biriken kalabalığın önünde seğirdi. Omuzlarından tutan o elleri göz temasını kesmeden indirdi. Başını hafif sola çevirerek bir şeyler mırıldandı.

Tim birbirine garip bakışlar atarken, Özgür aksine Efenin bu hamlesine karşı ona sıkıca sarıldığında saha dışından yükselen çığlık seslerine döndü tüm kafalar. Süheyla hamile olmasına rağmen eşinin adını haykırıyordu. Ve kaşlarını çatarak izleyen Petek’te ona dâhil olmuştu. Gülümsedi. Adımları sahaya gitmek istese de bedenini iteleyemedi.

Sahaya sırtını döndüğünde, kolundan tutulmasıyla irkildi. Bakışları kolundan tutan bedeni baştan aşağı süzdü. “ Sözüme gelmişsin…” diyen Efe’ye göz devirdi. “Senin ki nasıl attı ama… Gerçi ben olmasam zordu da…” diyerek kendine pay çıkardı. Ardından Gül’e geçmesi için yol verdiğinde, sahaya döndü bakışları.

“ Sen git. Ben buradan izlemeye devam edeceğim.” Buradan görülmüyordu ve rahatlıkla izleyebiliyordu. Uzaktan maç izlemeye alışkındı. Kurt’u da böyle izlerdi ama Kurt onun izlediğini hissederdi. Gözleri etrafta onu ararcasına tavaf ederdi. Ama şimdi hayal kırıklığıydı.

Maç düdüğünü çalan Ülkü ile maç daha ataklı başlamıştı. Top Turgut’tan soyadının Soyder olduğu askerin ayağına geldiğinde, ayağıma top verdiğiniz anın amına koyayım dercesine kaşlarını çatmış, bıkkın bir ifadeyle de kaleye gol atmıştı. Tim, ani atakla Soyder’ in üzerine çullandığında, sesli küfürleri ortamı kesiyordu.

Adımları tel örgüye kadar geldiğinde, üzerine ışık düşmediği için hala silik bir görüntüydü.

Maçın hararetli dakikalarında, terden vücutlarına yapışan tişörtlerini kimisi çıkartmış, kimisi devam etmişti. Top Özgür’e geldiğinde güzel bir pas ile karşı takımdan Teğmen Selçuk’u atlatarak, Yağız’ın ayağına vermişti. Hemen önünde bulanan bedeni atik bir manevrayla aşarak, Gürkan’a doğru attı. Gürkan kaleye kadar sürerek, kalenin köşesinde topu bana atmayın dercesine bakan Demir’e attığında olduğun yerde kısa bir süre pişmanlık yaşadı. Ve ardından topun kaleye girmesiyle, tim birbiri üzerine çullanması çok sürmedi. Demir’ in yanına adımlamak, çok da göze alınacak bir durum değildi. Efe’yi takmaması gibi timi takmaması çok da mümkün değildi.

Süheyla tel örgü ardından kocasına övgüler yağdırıyor, Petek ablasına göz devirirken, Umay Efe’ye tebessüm ediyordu.

Ardında kalanları umursamayarak, üzerindeki siyah tişörtü çıkartarak avucuna alan Demir, su şişesini almak için saha köşesine doğru adımladı. Yay gibi gerilen kaşları altında kehribar gözleri ile melankolik bir ifadeye büründüğünde, bir adamın göğsündeki izde bir yeşil harelerinde mekik döşedi. Bir bıçak iziydi. Göğsündeki bıçak yarası… Yutkunarak geriye adımladığında bu iz hatıraları gözünün önünden acı bir hisle kavrularak geçiyordu. Tanıdık hatırasına mezar kazılmıştı.

Gül, saha dışında kendinden geçmemeye çalışarak destek vermeye çalışan cici kızlara doğru daha fazlasını isteyerek adımladı. Umay’ın yanı başında durduğunda bakışların odağı haline geldi. Umursamadan kollarını göğsünde bağlayarak, sahayı izlemeye başladı.

Herkesin odağı yeniden maç olduğunda, top karşı takımdan sarışın uzun boylu asker Ufuk’un ayağına gelmişti. Tüm hızıyla sahaya sürdüğü topu, Efe’nin ani atağı ile top yeniden Yıldırım Timi’nin ayaklarında sürünmeye devam etti.

Yağız, gururlu bakışlarını Efe’ye çevirerek, “topu alan ayağına koysunlar, aferin lan dönek herif…” diyerek hem koşuyor hem alkış tutuyordu.

Kağan, “ İlerle, ilerle…” dediğinde ona atılan topu Turgut’a atarak, topun kaleyi sıyırmasına kısa bir küfür saydırdı.

“Ayağını si…” dediğinde Süheyla ve çocuğu bir an gözünün önüne gelerek, cümlelerini boğazında tıkalı bıraktı. Sert soluklar eşliğinde sövemese de yerin dibine giriyordu.

“ Çocuk var, çocuk..” diyerek araya girdi, Özgür.

Ayaklarında top varken, gevezeliği de ihmal etmeyi umursamıyorlardı. Garip bir şekilde ikisini de aynı anda yürütebiliyorlardı. Ve Efe’de sanki onlarla yıllar geçirmiş gibi eşlik ediyordu. “ Asker adamın oğlu, sert sözlere alışkın olur…” dediğinde gözleri iri çakıl taşlarını andırırcasına büyüdü.

Turgut farkına varmayarak “Tabi, oğlum olacak...” dediğinde yeni yeni beyninde işleyen fonksiyonlarına karşı ağzı açık kaldı. Gözleri kırpıştı. Yüreği hopladı. “Benim lan benim…” dedi ve Efe’ye doğru döndüğünde, “ Oğlum olacak!” diye bağırdığında ayağında topu süren Kağan bile durmuş, topu akışına bırakmıştı. Turgut, heyecan ile Demir’e bakarak, “komutanım benim… Benim oğlum olacak.” Diye gözleriyle çiçek açtı. Demir’de buna karşı Turgut’a sarılarak belli belirsiz tebessüm etti. Efe hariç hepsi gülümseye başlamışken, Süheyla ile göz göze gelmeden buradan nasıl çıkabileceği hakkında planlar kuran, Efe’nin gözleri etrafta dört dönüyordu.

Turgut, nefes nefese tel örgülerin dışına koşarken, tim daha yavaş adımlarla ona eşlik etti. Turgut Süheyla’yı kucağına aldığında, kahkahası ile etrafında döndürdü. Süheyla’nın Efe’ye öfkelene gözleri huzur ile kapanıverdi o an.

Bu anı bozmaya ant içmişçesine araya giren Petek, “ enişte, yeğenime bir şey olacak şimdi!” diyerek çemkirircesine konuştuğunda eniştesinin elleri sakinlikle çözüldü. Umay ile Gül tatlı tebessümleri ile manzarayı izlemeye devam ettiler.

Turgut Süheyla’yı yere indirdiğinde, tekrar sarıldı. İncitmeden, “ ben babayım, biliyor musun?” diye saçma bir soru sordu.

Petek göz devirerek, “söylemesen bilemeyecektik. Ben de bir haftadır bu bebeğin babası kim diye soruyorum ablama.” Diye iğreti bir sesle konuştuğunda, timin üyeleri de saha dışındaydı artık.

Efe hariç hepsi bariz bir şekilde tebessüme ederken, Efe ortalıkta yoktu. Umay’ın kısık kahkahası Demir’e değdiğinde, ona bakan gözlere donuk bakmaya devam etti.

Petek araya girerek, “ Efe ayakların hala görünürde...” dediğinde Demir’in ardından usulca kafasını çıkardığında, öfkeli bir soluk kulağını doldurdu, Efe’nin.

Zor da olsa sırıtmaya çalışarak, “ ne haber mümin kardeşlerim…” dediğinde kendisine yanda ters bakışlar adama bakmamaya özen gösterirken, Gül’e değen bakışlarıyla beni bunlardan kurtar dercesine dileniyordu. Ancak beklediği etkiyi göremedi. Yavru köpek bakışlarıyla tam anlamıyla Demir’in ardından çıkarak, “ Süheyla Sultan… Şimdi maazallah bana sinirlenirsin küçük Efecan etkilenir. Hiç gerek yok.” diyerek ağzının içinden konuştuğunda Gül’e doğru adımlamak istediğinde terli tişörtünden onu tutan Demir ile duraksadı.

Dişleri arasından, “Sabit dur!” diyerek hırladı, Demir.

“Emredin komutanım.” Diyerek yanıt aldı.

Bir et yeriz, artık.” Diyen Gürkan ile tüm gözler onda son bulduğunda, “ Efecan’ı kast etmedim komutanım.” Diyerek masum bir edayla savunma yaptı.

Turgut sanki ölüm haberi verilmiş gibi isyan edercesine, “Efecan deme oğluma…” diyerek gözlerini Efe’ye çevirdi. Baştan aşağı süzdüğünde, Efe’nin sol kulağındaki küpede, ardından sol kolunun açıkta kalan kolundan göründüğü kadarıyla, bir kanat dövmesinde takılı kalan bakışlarıyla, “ yeni yetme bebeler gibi o ne öyle!” diyerek devam ettiğinde Efe’nin onu umursadığı muammaydı.

Petek ellerini bel boşluğuna koyarak, konuşmaya hazırladığında Yağız Özgür’ü dürterek seninki yine terör estirecek, diyerek fısıldadığında Özgür herhangi bir cümle kurmadan Petek’i izlemeye devam etti. Ağzından çıkan her cümleyi merak ediyordu, yersizce. “Niye Efecan ablamla benim seçeneklerimin arasında. Hazırlık ol, enişte.” dediğinde Turgut’un kaşları çatıldı.

Süheyla Turgut’a fırsat vermeden, “Ne olsun Turgut, dedenin adı maşallah mı?” dediği an Özgür’de bir fırtına koptu. Hepsi kaçamak bakışlarla sırıtırken, Özgür ve Efe haykırarak gülmeye devam ediyordu.

Efe kahkahasını bastırmaya çalışarak, “Maşallah mı?” diyerek tekrarladı.

Petek, “Mutlu, mesut, maşallah.” Diye ekledi. Gözlerini devirerek, “Allah bilir hangisini koyacaktın, yeğenime…” diyerek yakındı.

Turgut net bir cevap verdi. “ Hiçbirini.” Dedi. “ Hep bir kız olur dedim. Asena koyacaktım. Belki Gökçe de olurdu.” Dediğinde bakışları daldı. “ Kız çocuğuna nasıl bakılır, öğrenmiştik.” Diyerek kısa bir an Petek’e tebessümle baktı. Erken evlenmişti, Turgut. Süheyla, benimle evlen Turgut dediği an bir kez bile sorgulamadan nikâh masasına oturmuştu. Süheyla ile Petek’e bir kez bile oflamamıştı. Yara sarmasını bilemese de incitmeden onlar için öğrenmiş, çabalamıştı. Bir kız babası nasıl olunur, öğrenmişti. Ama oğlan çocuğu yetiştirmek, hem de vatana bir evlat yetiştirmek zor gelmişti bir an gözüne. Afallatmıştı onu. “Oğlum olursa,” dedi Süheyla’ya değen gözleri aşk ve şefkatten çok daha fazlasıyım diye dile geliyordu. “ Bunu da şimdi düşündüm.” Dediğinde öksürdü. “ Kurt olacak… Süheyla’yı da kırmamak için Kurt Efe yaparız.” Dediğinde Süheyla’nın hoşuna gideceğini biliyordu ama Petek’in beğeneceğini beklemiyordu. Herkes tebessüm ederken kalplerinin derinine bağlanan kuyuya dalan iki çift göz vardı.

Kurt ve Gül olarak hatıralarına kondular. Birisi Kurt’unu gül bahçesinde gömmüş, diğeri ise Gül’ün kalbine batan dikenlerine dahi kıyamamıştı.

*

Ne garipti, yaşamak?

Bir anda var olduğumuz anlıyor hemen ardından tepetaklak giriyorduk, yaşama. Hayata girişlerimiz hepimiz de farklılık da gösteriyordu. Kaybetmeyi anladığında, kendine direndiğin zamanlarda, kalbin ilk kez yandığında, yalnız kaldığında… Ve insanların hayat girişlerinde unutamayacağı günler vardı.

Kurt’u tanıdığım ilk gündü. Damdan düşer gibi, düşmüştüm hayatına. Belki de o benim hayatıma düşmüştü… İçimdeki hesaplaşmanın cevabını ancak yanına kazdığım mezara girdiğimde öğrenecektim. Nefes aldığımı fark etmiş, iki elimle sıkıca sarılmıştım hayata. İlk defa yaşamak kavramını tatmış ve sevmiştim.

Kurt, kayıp bir mezardı…

Etrafa kayan bakışlarım ile düşüncelerimden kopmam mümkün olmamıştı. Bir aralık gözüm Süheyla abladan, Demir’e kaydığında tişörtünün altındaki o iz geldi, gözlerimin önüne. Huysuz Amca olarak aklımda kalan adam ile birlikte sardığımız yaraya benziyordu. Kurt Sungur’un kalbindeki bıçak yarası… Bu isim… Bu isim; mezardı artık. Bir gündüz ansızın yeşerttiği hayatımda bir gece ansızın soldurmuştu. Hiç unutamayacağımı sağlayacak kadar, hayatıma dokunmuştu sadece. Neden bunları anımsamak için direniyordum? Bu ne Gül’ün, ne de Kurt’un karşılaşmasıydı.

Gözlerimi hızla kapatıp açarak, tekrar Süheyla ablaya çevirdiğimde Kurt ismini beğendiği yüzünden okunabiliyordu.

“Kurt…” dedi sarışın bir çocuk. Alaycı bir ses tonuyla, “ Başkan, Kurt güzel isim de…” dediğinde bakışları Demir’i buldu. “ komutanın lakabını tutup çocuğuna koyarsan el gün yerinde gözü varmış der, haberin olsun!” dedi ciddiyete bürümeye çalıştığı sesiyle.

İstemsiz çatılan kaşlarıma, sert bir soluk sesi karıştı ansızın. Dönemedim, kulaklarımı çınlatan sese. Onun lakabı Kurt’ tu, adı değil. Ki bu mümkün olamazdı; Kurt, dikenli Gül’üne kıyamazdı.

“ Bana bak!” diye yükseldi bir an Turgut abi. Bakışları Süheyla Abla’nın karnına koyduğu eline kaydığında, dişlerini sıkarak “ Oğluma minnet duy!” dedi karısının karnını okşayarak. “ komutan-”

Seğiren çenesine rağmen sesini kontrol ederek, “Kurt… Güzel isim, Turgut.” Diyerek son noktayı koydu Demir. Sanırım cümlesine devam etmek istemişti ancak dudaklarını kapatan telefon sesim ile bakışları bana kaydı. Bir özür tebessümü sunarak telefonumu çantamdan çıkardığımda, ekranda gördüğüm bilinmeyen numara yazısıyla olağan bir şekilde tebessüm etmeye devam ettim. Aklımdaki tek isim, telefon sapığı olan Ölümdü.

Baş selamı vererek sahadan uzaklaşmaya başladığımda telefonu açarak, kulağıma doğru götürdüğümde yanılmamıştım. “Sayın Savcım, hala hayattayım diye haber vermek istedim!” dedi güldüğü belli olan bir ses tonuyla. Gözlerimi devirerek, derin bir soluk verdim. Yanılmamıştım, bilinmeyen numara ölümdü. Benden istediğinin de ne olduğunu bilmediğim halde, garip bir şekilde benden hiçbir şey istemediğini düşünüyordum artık. Keyfince beni arayan bir telefon sapığı olarak düşünmeye başlıyordum. Ancak hoşuma giden bir şey vardı bu adamda. Benim Savcı olacağıma, benden çok inanıyor gibiydi. Net bir ses tonuyla vurgulayarak dile getiriyordu; Sayın Savcım… “ Endişeli sesinize o an cevap veremedim, bu seferlik mazur görün…” dedi keskin bir sesle. Edebi kelimeler, tuhaf geliyordu kulağıma.

Sakin kalmaya özen göstererek, “Sen telefon sapığı olmadığına emin misin?” diye bir soru yönelttim telefondaki adama. Derin bir nefes soluduğumda, kâküllerimi okşadı sıcaklığı.

“Eğer öyle olsaydı, ben olduğumu bilmene rağmen açmazdın!” Haklıydı.

Sağ elim ile gözlerimi ovarak, “ o zaman sonuca gel!” diye bıkkınlıkla konuştum.

“Biliyor musun?” dediğinde içimdeki sesi susturmak için mücadele verdim; nereden bilebilirim asalak! “Yaklaşık bir saat önce yırtıcı birkaç kuş kulağıma bir şeyler fısıldadı.” Dediğinde ona kulak vermem gerektiğini anladım. “ Dosya!” dediği an sözünü kestim.

“Dosya artık güvende…” dedim ani bir hızla. Gür bir kahkaha sesi yükseldi, telefondan.

“Güvende! Ya sen güven de misin, artık!” diye tehdit dolu bir ses ile “ Dosyayı kime teslim ettiğini söyleyecek kadar cesur musun, Sayın Savcım!” dediği an başımdan aşağı dökülen kaynar su hissi yaktı geçti bedenimi. Dayımın dediği gibi, korkaktım. “ Cevap ver bana, söylerim de hadi…” benden beklediği cevap oldukça netti; Söylerim…

Gözlerimi kapatarak, kuruyan dudaklarımı yaladım. Sert bir soluk alarak, “ Söylemem! Öleceğimi hissetsem dahi söylemem…” dedim net bir tavırla. Telefondan kulaklarımı dolduran ses, sessiz bir mırıldanıştı.

“Zaten biliyorsam?” dedi keskin sesiyle, vücuduma bir titreme hükmetti. Korkuyordum.

“ Blöf…” dememe rağmen her zerrem biliyordu, gerçek olduğunu. Derin bir yutkunuş, içli bir soluk sesiyle doldu, korkudan kızaran kulaklarım.

“Haklısın, blöftü…” diye konuştuğu anda yalan söylediğini düşünüyordum. Aklımda, kalbimde ilk defa aynı kelimeyi sayıklıyordu; Biliyor… “ Seni denedim! Netliğin beni ürküttü.” Diye devam etti. “ Uhh! Buz kestim, çatılan kaşlarınla.” Diyerek devam etti. Benimle oynamak için ekstra mesai harcıyordu. Ve bundan zevk aldığı kesindi.

“ Gerçekten benden ne istiyorsun? Vasıfsızım…” dediğimde bir şeyler homurdandı.

Ani bir şekilde “ Seni istiyorum desem…” dediğinde gözbebeklerim yuvalarını terk edecek kadar irileşmişti. Ne saçmalıyordu, bu adam? “ Saçma saçma şeyler düşünme. Ben senden büyüğüm.” Diye endişeme su serptiğini düşünüyordu. Adımlarım boş bir bankın önünde durduğunda, usulca oturdum. “Siyah sayfaya kazınan altın rengi kelimeler…” dediği an nutkum tutulmuştu. Dosyayı bana getiren Efe’ye dahi söylememiştim. Ne diye şaşırıyordum ki, dosyanın her belgesinde bizzat mührü yok muydu? Ama belgeyi aldığımı nereden biliyordu? Bir ajan vardı ve şu andan itibaren Demir bile ihtimallerimin arasındaydı.

Tek bir kelime tek bir cevap bekledim. “Kimsin?”

Derince bir soluk sesi işittim. “Sende değil mi?” dediği an hızla oturduğum bankta doğrularak ayağa kalktım.

Kelimemin ciddiyetini kavramamakta inat ediyordu. “Kimsin!” diye yeniledim sorumu.

Beni yine kaideye almadan,“ Anahtarsın. Yalnızca Şah’ın sahibi olman gerekti!” dediğinde emin olmak istiyor gibiydi. Aklından geçenleri bilmek istemiyordum. Yeteri kadar karışıklığın içindeyken bir de telefon sapığının yarattığı hikâyeyi benimsemek için yorgundum. “ Sen!” dedi dişlerini sıkıyor gibiydi. Kesik kesikti cümleleri. “ Kendini nasıl anahtar yapmayı başardın?” dedi. Ben, anlamıyordum. İçimde yükselen krizi bastırmaya çalışırken, başım dönmeye başlamıştı.

Kendi kendine endişeye karışan öfkesi ile bir şeyler sayıklıyordu. “ Anahtarsın! Aynı zamanda büyük bir tehlikedesin Sayın Savcım.” Dedi fısıldar gibi. “ Boyundan büyük işlere kalkışmadan önce neden düşünmüyorsun?” dedi ani bir sinirle. Bir cam kırılma sesi geldi, kulaklarıma.

Soluk sesleriydi kulaklarımızı dolduran. Endişelendiği ben miydim, yoksa dosyadan kopardığım siyah sayfa mıydı? “Her an her saniye ensende olacak nefesim… Sayın Savcım!” diyerek suratıma kapattı telefonu. Sanırım istediğini almıştı, dosyadaki siyah sayfa hala bendeydi… Ya anahtar? Neydi bu siyah kâğıt parçasının olayı? Ve nasıl öğrenmişti?

Titrek ellerim ile arkamı döndüğüm de burun ucumda biten bir beden ile tökezledim. Ne zamandır buradaydı? Her şeyi duymuş muydu? Soramazdım. Göz göze geldiğim an, kenardan sıyrılarak gitmek istediğim de önüme geçen bedeni engeldi. Git demişti bana, Siktir git, demişti. Şimdi ne diye burun ucunda istenmeyen ot gibi bitmemi sağlıyordu? Tahammülsüz bir ifadeye bürünen suratım ile göğüs kafesindeki bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde,“ Sen ne yaptın?” dedi, boş duvar bakışı ile. Canı yanan her insanın yapabileceği, sıradan bir şey yaptım. Etrafımı da benimle birlikte ateşe sürükledim.

Bu durum artık can sıkıcı olmaya başlıyordu. Bu benim hayatımdı, hesap vermem gereken tek kişi de benliğimdi. “Seni hiç alakadar etmez!” dediğimde adımları, adımlarımı tekrar sekteye uğrattı. Öfke ve bıkkınlıkla karışık bir soluk verdiğimde, kollarını göğsünde kenetledi. Kısa bir an bakışlarım kollarındaki belirginleşen hatlara kaydı. Gerilen çenesi gözlerimin önünde seğirdiğinde yutkunmamak için savaş verdim. Keskin çene hattı dikkatimi dağıtmaya yeterdi. Ancak beden özür dilemediği gerçeği yeniden yüzüme bir çığ gibi vurduğunda, öfkem katlanarak çoğaldı.

Gözleriyle keşfetti yüzümü. “ Asıl benden başka kimseyi alakadar etmez!” dedi, otoriter bir sesle. Burnundan nefes verirken, gözlerimi devirmemek için direndim.

Ya kıracaktım, ya kırılacaktım! Buradan başka türlü gitmeme fırsat yoktu.

Umursamaz bir tavırla baştan aşağı süzdüm onu. “Senin içsel çatışmaların umurumda değil, kaba herif.” pür dikkat yüzüme bakıyordu halen. Bakışlarım birer kor parçası gibi alev almıştı.

Kısa bir an dudağıma kayan bakışları göz açıp kapamayla tekrar gözlerime odaklandı. “İçsel çatışmaları an itibari ile si-, silip attım.” Dediğinde kıvırdığı kelime bünyemde şaşkınlığa neden oldu. Benim şaşkın bakışlarımın aksine yüzünü çevreleyen öfkesi kendine gibiydi. “ Adliyedeki üst mevkiler bana verdiğin dosyanın maddelerini tek tek okuyor şu an, neler olabileceğini aklın alıyor mu? Sana Mardin’ de-” sıralayacağı tehdit cümlelerini dinlemek yerine, böldüm cümlelilerini.

Benim aklım senden başka bir şey almıyordu, almakta istemiyordu dengesiz herif.

Dosyayı ona teslim ettiğimde kalp kırıcı cümlelerini sıralamasaydı ya da beni biraz tanısaydı ona özel kalacaktı. “Beni böyle tehdit edemezsin!” diyerek ona doğru bir adım attığımda, “ Ben bu davanın tek söz sahibiyim!” diye kalbinin üzerine bastırdığım işaret parmağım ile itelemeye çalıştım. İfadesi buz keserken, milim oynamadı. “ Sizin sözünüzü ikiletmeyecek bir kadın da yok karşınızda!” diyerek biraz daha bastırdım parmak ucumu. Kalbindeki izi hissettiğimde, gerildi parmaklarım. Bu iz, geçmişimi gözümün önüne seriyordu. Duraksayan dudaklarımı yaladım ardından kaşlarımı çatarak, “ Şimdi… Her zaman ki gibi iki adım geriye git, izle. O dosya da dava da benim hakkım!” dediğimde kenetlenen kollarını çözerek, bir adım attı bana doğru. Aramızda sadece işaret parmağım vardı. Görünmeyen ise tuğlalarla örülmüş bir de duvar…

Galibiyet edasıyla, “ Eğer beni dosyadan çekmeyi aklınızdan dahi geçirirseniz sadece adliye değil tüm ülke tek tek okur o maddeleri!” dediğimde gözlerinde beliren tuhaf bir gerginlik hâkimiyet yer edindi. “ Üstelik benim gözümün önünde beliren bir geçmişimiz de yok. Cesedine dahi acımam, Yüzbaşı Demir Karan Kılıç!” diyerek her bir kelimemin üstüne basarak sıraladım cümlelerimi. Omzuna değmemeye özen göstererek, kayıp gitmek istedim gözlerinden…

“Siktir…” diye mırıldandığında önünde kalan boşluğumdaydı bakışları. “Bu görev pek beklenildiği gibi gitmiyor, şahsi olarak...” diye fısıldarcasına konuştu, omuz hizasına denk düştüğümde. Gözlerim omuz hizasında bana çevrilen haki yeşillerini bulduğunda, daha önce sayamadığım kadar çok attığı o histerik bakışı attım; boş duvara bakar gibi…

Emin adımlar ile yürümeye devam ettim. Burnuma dolan baruta karışmış kokusu, sert adım sesleri ile ardımdan geliyordu.

Duraksadım, duraksadı. Hızlandım, hızlandı. Ardından kısık bir gülme sesi ile kulaklarımı tuhaf bir sıcaklık sardı. Onu denemem hoşuna mı gitmişti. Umurumda olmamalıydı. “ Özür dilerim…” diye bağırırcasına dile geldiğinde dikkatimi dağıttı. Kayboldum yine boşluğunda. “Özür dilerim Gül…” diye tekrarladığında ses tınısı naif bir şekilde kalbime kadar dokunmayı başarmıştı. Ancak duramazdım. Hala kalbimin parçalarını onarabilmiş değildim. Omzumu tutarak durdurdu beni. Beni savurduğu kalbimden ayırdı, önümdeki çukura tepetaklak düşmeme izin vermedi. “ Önüne baksana, ya bir şey olsaydı?” dedi hiddetli bir sesle arkamda kalan beden. Bir an vücudum kasıldığında, omzumdaki ellerini hızla çekerek, “ İyi misin?” dedi kısılan sesiyle.

Onu iteleyerek, ona doğru döndüğümde, “Seni görene kadar mükemmeldim!” dedim duygusuz bir ifadeyle.“ Ama sen azimle yıllar sonra yine karşıma çıkıp iç huzurumu kaçırıyorsun. Çıkma karşıma bozma sinirimi. Anlatabiliyor muyum?” Sıktığı çenesi ile yanakları içe doğru çökmüştü. Kaskatı kesilmiş bedenini umursamadım. “ Uzak dur gözlerimden!” diye yüzüne tükürürcesine konuştum.

Soğuk ifadesinden sıyrılmadan, “Bu sefer de adliyedeki panolara geçmişte çantasında esrar bulunmuştu, tehlikeli bu adam yazısı as. Bu sayede yalnızlığıma zincirlenir, ömür boyu mahkûm olurum, sana.” dediği an şakaklarıma kadar titredim.

Esrar, duvar yazıları… Bana ait olan, ona ait olmuştu. Hayır geçmişti. O görevi başında, ben görevim başındaydım.

Kirpiklerimi kırpıştırarak, “Beni suçlayamazsın.” Dediğimde sesim cılız olduğu kadar kısıktı.

Histerik bir şekilde başını sola eğerek, “Nefes aldığım tek bir saniye de bile seni suçlamadım!” diye konuştuğunda keskin bir sese karışan hüzün vardı. Neden suçlamadın beni, diye sormak isterdim sana karşı kırılmaktan korkmasaydım. Yüzüne düşen sokak lambasının ışığı kesildiğinde gözlerimin kapandığını düşündüm. Belli belirsiz bile göremiyordum, onu.

Bana doğru adım atarak, tekrar aydınlığa kavuştum.

Lafı değiştirmek istemiş olacak ki, “Senin için değil TSK ya bağlı her bir askerin bu vatan için yapması gereken görevlerden birisi olduğu için düş önüme, Çakma Savcı!” dediği an kan beynime sıçramıştı.

Yüzümü iğretiyle buruşturarak “Dosyayı teslim ettim, görev bitti. Parazit gibi yapıştın yakama!” Benim bile midem bulanmıştı, bu sözlere. Acımıyor değil mi… Acımasındı. Gözlerinde koca bir boşluk ile sadece histerik bir şekilde güldü. Ellerini şortunun cebine koyduğunda, gözlerime bakmaya devam etti.

Buraya yalnızca dosya için gelmişti. Benden özür dilemek bahaneydi. O zaman ne diye öyle içten bir Gül diye sayıklamıştın beni? Yüzüme çarpan ılık hava ile soluklandım. “ Bir şey demeyeceksen şöyle bakmayı kes!” dedim, rahatsızlığımı söylenerek dile getirdim.

Onun iğrenmiş bir tavrı yoktu. Cümlelerim bir kulağından girmiş diğerinden çıkmış gibiydi, ifadesi. “ Eksik bir şeyler dedin!” dediği an gözlerim şüpheyle kısıldı. Ceplerinden çıkardı ellerini. Kollarını usulca göğsünde bağlayarak, “ Dosyadaki değişiklik dikkat çekici, Çakma Savcı!” diye devam ettiğinde yırtılan sayfayı kast ettiğini anlamama rağmen ele vermemeye özen gösterdim. İş başka, hayat başkaydı neticede.

Kollarımı belimde birbirine bağladığımda, başını eğerek usulca kıvırdı dudağını. Nesi komikti bunun? Öğretileni uyguluyordum. Parmaklarımı birbirine geçirerek, “ Anlamadım… Ne gibi bir değişiklik sezdiniz Yüzbaşı?” dediğimde bakışları omuzlarımdan kollarımın görünen kısımlarında gezindi. Yalan söyleyeceğimi biliyor muydu? Bu benim sırrımdı. Bilemezdi.

Başını geriye atarak, sabır dileniyordu. Tekrar göz bebeklerinde yer edinen, gözlerime bakarak “Biliyor musun?” dedi kısa bir an duraksadı, cümleleri “Önce yaklaşıp sonra planladım. Bunu ilk kez sende deniyorum. Plan yapar, sonra da yaklaşırdım. Sayende dengesiz bir adam olup çıktım, Çakma Savcı!” dediğinde aptal numarası yaptığını düşündüm birkaç saniye. Ama donuk olan ifadesinde ne bir alaycılık ne de bir tereddüt yer edinmişti.

“Bilmek istediğimi söylememiştim!” diyerek sırtımı döndüm ona. Devam ettim ilerlemeye. Anladığım kadarıyla evime kadar takip edecekti. Kesilmeyen adım seslerine, oflamaktan başka bir şey yapmadım.

İlerlemeye devam ederken git gide yükselen çığlık seslerinden dolayı koluma doladığı parmakları ile beni bedeninin arkasına çekti. Oldukça geniş ve heybetli olan sırtıyla yüz göz oldum, kısa bir an. Geçmek istediğim de adımlarımı tahmin ediyormuşçasına önüme geçerek, köşe kapmaca oynadı bedenlerimiz.

Aptal Herif, bu ilk kavga izleyişim değildi.

Kafasını omzuna doğru eğerek, göz ucuyla arkasında kalan bana baktı. “Beni Bekle! Gelme!” dedi itiraz istemeyen sert bir sesle. Geniş adımlar ile kayboldu gözlerimden.

Neden onu dinliyordum ki? Âşık olduğum adam dışında kimdi?

Kayıp gittiği yola adımladım. Adımlarım hızlandıkça ses şiddeti artıyordu. Gözümün önünde bulanık bir şekilde beliren kalabalık ile devam ettim yürümeye. Ta ki kolumdan çekilip, bel boşluğum avuç içiyle buluşana kadar. Dudaklarımı ısırarak, ağzımdan firar etmeye hazır olan cümlelerimi yuttum. “ Ne yapacağım?” diye fısıldadım. Beni duvara yaslamış ancak çıkıntı dolu duvar canımı yakmasın diye avuç içini bastırmıştı bel boşluğuma.

Gözlerimden dudaklarına kayan bakışını kısa bir sürede toparlayarak, “Onu buraya gelmeden önce düşünecektin!” dediğinde derin bir soluk aldığında, “ sen neden hep tersten başlıyorsun bu işlere?” gözlerini kapatarak, başını geriye attığında, boynundaki belirgin bir şekilde yer alan bene kaydı bakışlarım. Anlık bir dürtüyle, dokunmak istedim.

Bakışlarımı kaçırarak, derin bir nefes aldığımda, “Kim bunlar?” dedim yüzümü buruşturarak. Kafama çarpan sarmaşığın dalları, canımı yakıyordu. Bunu fark ederek, dalları kenara iteledi.

Çenesindeki belli olan kaslardan kızdığı ortadaydı. Buna rağmen ukala bakışlarımdan ödün vermedim. “Sana ne dedim?” diye söylenmesiyle, gözünün önüne gelen sarmaşık dallarını, onun gibi kibar davranarak itelemedim.

Hazırda olan cevabımı dile getirdim, umursamaz bir tavırla. “Beni bekle dedin, bekledim!” dediğimde daha fazla dalların alnını çizmesine müsaade etmedim. Onun gibi homurdanarak, kenara iteledim dalları. İçli bir soluk verdiğinde tekrar haki yeşil gözlerini odağıma aldım.

Dudağımın üstünde takılı kalan bakışlarıyla karşı karşıya geldiğimde, “ Sen her denileni yapar mısın böyle?” dedi, fısıldar gibi. İşime gelen her şeyi yapardım, ben.

Ciddi bir ifadeyle,“ Kim bunlar?” diye yeniledim sorumu. Bakışlarını gözlerime çevirdiğinde, birkaç saniye bir şeyler arıyormuşçasına gezindi gözlerimde. Ne arıyordu, hiçbir fikrim yoktu.

Bakışlarını etrafta gezdirerek, “Bir ara halkın nabzını tutuyordun.” Diye birkaç gün önceye atıfta bulunmuştu.

Gözlerimi devirerek, “Komik şey seni.” Diye homurdandığımda kafamı köşeden çıkarmak istediğimde bel boşluğumdaki eli sıkılaştı. Ancak canımı yakmıyordu aksine kalp atışlarımı arttırıyordu. Nutkum tutuluyordu, böyle ani hareketlerinde. Kesik bir nefes verdiğimde, “ Korkuyor musun sende?” dedim saklanmamızı kast etmiştim. Gidip neden bakmıyorduk? Ya da neden kimse gelmiyordu, onların bu gürültüsüne?

Biraz daha yaklaşarak, “Dikenden korksaydık, Gül’ü saklamazdık göğsümüzde…” dediği an zihnim buğulanmıştı. Kalbim resetlendi. Kuruyan dudağımı yalayarak, nefes almaya çalıştım. Kafasını boynuma doğru götürdüğünde, arkamızda kalan topluluğu izlediğini biliyordum. Ama buna rağmen hâkim olamıyordum, kalbimdeki dengesiz atışları. Yutkunduğumda, kulaklarımı dolduran kesik bir nefes sesi ile ellerim kollarına tutundu. Geriye gitmesi gerekti.

Yutkunarak geriye çekildiğinde, karşılaştığım gözlerinde hiçbir ifadeye yer yoktu. “ Ne o buradan görünen yakışıklı oğlan tavırlarına karışan adana kekosu hallerin?” diye dile getirdiğim cümlelerim dudağını bariz bir şekilde kıvırmasına yol açmıştı.

Gözleri kısıldı, yıllar sonra yeniden gördüm o duyguyu; büyük bir neşeydi yeşilleri çevreleyip aydınlatan. “ Yakışıklı oğlan, ha…” diye mırıldandı.

Aniden, “Lafın gelişi…” dedim savunmaya geçen bir tavırla. Ellerim önce kâküllerimi ardından boynumu bulduğunda, “ hepsi bu!”

Belli belirsiz güldü. Yüzümü zihnine kazırcasına içten bir bakışla “Buradan görünen de bana kalsın o zaman,” diye kısık bir sesle mırıldandı. “ Hepsi bu değil, bende…” dedi, kesik ve boğuk bir ses. Ben bu anların hiç bitmemesini dilerken, aynı şekilde onun da bunu dilediğini hissettim. Saçma bir dürtüydü.

Bel boşluğumdaki teması kaybolduğunda, çukurdaymışım hissi doldurdu içimi. Bakışları etrafta gezindiğinde, güvenli olduğundan emin olmuş olmalıydı. Eliyle önüne geçmem için işaret etti. Sesimi çıkarmadan, adımladım. Bu sefer adımları hemen yanı başımdaydı. Ellerini şortunun cebine koyarak, ilerledi benimle.

“Kimdi onlar?” dedim içimdeki merakı susturamayarak.

Yolumuzda olan bakışları ile “Bilmem kimdi onlar?” diye sorumu farklı şekilde yöneltti bana. Gözlerimi devirerek, tahammülsüz bir soluk verdim. Oyun oynama zamanı değildi. Ben telefon olayından sonra etraftaki herkesi dikkatle izlemeliydim. Sen bile azılı bir suçlu konumdaydın gözümde. “Öğrendiğinde ne yapacaksın?”

Hepsini öldüreceğim, alacakaranlıkta bizi böldükleri için.

“Onu söylediğin zaman konuşuruz.” Diyerek hafifçe soluma dönerek göz ucuyla ona baktığımda, dudağını memnuniyetsizce büzdü. “ Şimdi susma hakkımı kullanıyorum.”

“ Öyle bir hak verdiğimi hatırlamıyor-” Ani bir şekilde bölerek, aralık olan dudaklarının kapanmasını sağladım.

Sesimde zerre şüphe olmadan, “Ben kendime o hakkı tanıdım. Zahmete girip yorma kendini.” Dedim, netliğimi ortaya koydum. “ Hem bir cesede vakit ayırman, zaman kaybı olur!” diyerek söylediği cümleye atıfta bulunmaktan geri kalmadım.

Gülen yüzünün arkasındaki ceset için acıdım sana, hepsi bu…

Yine yankılandı kulaklarımda, kalın sesi. Beni bir ceset olarak gördüğünü hatırladı kalbim. Beni hiç göremeyeceğini anladı zihnim.

Denedi. Dudakları aralandı bir şeyler demek için. Tekrar kapandı aralanan dudakları. Görüyordu kalbimi ama yapamıyordu. Umutsuz bir soğukluk ile lafı değiştirdi. “İstihbarat her yerde seni arıyormuş gibi konuşuyorsun, Çakma Savcı!” dedi yanı başımda yer edinmişken. Ellerini ceplerine yerleştirmiş yolumuzu izleyerek adımlıyordu. Her ne kadar soğuk olsa da, derin düşüncelerle boğuştuğunu hissediyorum. Tuhaftı işte, belki de ölüm daha da tuhaf kılıyordu etrafımı bana.

Bu yüzden şüphe var olmalıydı, her bir detayın altında.

Yüzümdeki endişe çizgilerini özenle gizleyerek, “Arıyorlardır belki, sen nereden bileceksin, askersin ajan değil!” dedim.

Yanımızdan kayıp giden birkaç arabaya kaydı bakışları. Bakışlarım yüzünde gezindi kısa bir süre daha. Dolu bir öfke ve kin vardı, çehresinde. Öfke, kin ile birleştiğinde beraberinde sadece yangını harlardı. Aralandı dudakları, “ Ben bir bordo bereliyim.” Dedi keskin bir tonda. Adımlarıma kaydı bakışları, “ Devletim ne derse!” diye kestirip atmak istedi.

Sen siyah kâğıt parçasının üzerine ekleyeceğim ilk isimdin, Yüzbaşı Demir Karan Kılıç.

 *

Haykırırcasına, “Enişte şunu ayağımın altında al! Aksi takdirde arkadaşın falan demem…” diye yakınan Petek’i çevik bir şekilde bölen kalın bir ses girdi araya.

“Deme zaten, Abicim. Keçi kılıklı herifle arkadaş değilim ben!” diye hızla konuştuğunda, Turgut ile kısa bir bakışma sonrası, “ Bu saatten sonra yeğenimin babası o kadar, sarı şeker…” diyerek göz kırptı.

Bir an oflayarak, “Yeğenin, benim çocuğum!” dedi Turgut, çocuğu doğuracak olan oymuşçasına.

Umursamadı. Bunu da belli etmekten kaçınmadı. “Olabilir. Bu yeğenim olacağını değiştirmez.” Diyen Özgür, ayağındaki topu sektirmeye devam etti.

Sinirle başını sağa doğru eğdi, Turgut. “ Benim tansiyonum çıkıyor gibi, Süheyla!” diye homurdandı.

“Çıktı mı, çıkacak mı hayatım?” dedi Süheyla gergin bir ses tonuyla. Bir eli karnında, ellindeki mısırı yiyordu.

Petek gözlerini açabildiği kadar derin açarak, “ Abla! Adam ölüyorum diyor sen ne zaman diyorsun!” diye yakınırcasına konuştu.

“Üzülmemem gerek, çocuğum da üzülür…” dedi aynı vurdumduymazlık ile Süheyla.

İtiraz edercesine “Abla o öyle bir şey değ-“ diyecekken Turgut ayağa kalkarak, Süheyla’nın yanı başında dikilerek, “ karımdan iyi mi bileceksin baldız.” dediğinde Petek hayret edercesine kaşlarını kaldırdığında ortayı şen kahkaha sesleri doldurdu.

“Anlık Özgür, lük atağı geçirdi, olan bu…” diyen Efe ile timin keskin bakışlarının odağıydı artık.

“Komik mi?” dedi Özgür ciddi bir ifadeyle.

Petek ve Ülkü eş zamanda “Komikti...” Dediğinde Kağan dışında, timin Efe’de olan bakışları Ülkü’ye çevrildi. Umay ile eş bir şekilde ayağa kalkan Kağan kısa bir baş selamı verdi. Yolu Umay ile aynı olmasına rağmen ters yönden gitmeyi tercih etti. Kimse ile yüz göz olmak tercihi değildi.

Serdar bakışmayı bölerek, “ seni daha önce görmüş gibiyim.” Diye ortaya bir laf attı. Yakından daha da tanıdık bir yüz ifadesine sahipti, Efe.

Efe oldukça sakin bir tavırla, “ Adliye olabilir.” Dedi. Hayır, adliye değildi karargâhtı Efe’yi gördüğü yer. Serdar oldukça emindi. Ama bunu dillendirmedi, bulundukları ortamda. Komutanları ile konuşması daha iyi olacaktı. Sadece başını sallayarak, onayladı Efe’yi.

“Her neyse daha fazla burada durmayalım biz, ne de olsa can taşıyoruz,” diyen Turgut’tu.

Özgür ayağındaki topu sektirmeyi bırakarak, “Başkan, biz cansız manken miyiz?” dedi histerik bir ifadeyle, “ gerçi ben manken kısmına tamamım.” Diye sonlandırdı cümlesini.

Yanı başındaki Yağız ensesine yavaşça vurarak, “ her olayda nasibini zorlama lan!”

Yağız’ın omzuna attığı sol kolu ile gülümsemeye devam etti, Özgür. “ Asu muydu ece miydi o nasip?” diyen Turgut ile gülüşü tebessüme döndüğünde bakışları etrafta gezindi.

Kendini toparladığında Yağız’ kalın bir ses ile , “ Pınar’dı.” Dedi. Sebepsizce gerilmiş, tedirgin hissetmişti. Sağ elini boynuna götürerek, kısa bir an vücudunu rahatlatmaktı amacı. Ancak o ortamda dikkatini çeken tek bakış ile bu mümkün olmadı. Ela gözleriyle, daha da ezilmiş gibi hissettiriyordu bu kız.

Yalancı bir öksürük çıktı boğazından. Dudaklarını aralamaya fırsatı olmadan, “ Sarışın olduğunu biliyorum bende.” Diye konuştu Süheyla. “ Nebahat Hanım gün grubunda haftalık özetlerde Özgür’e sarışın birisi var demiş,” diye açıklamaya çalıştı kendini.

Tedirgin bir sesle Özgür:

“SARIŞIN MI?”

Tedirgin bir sesle tekrarladı Petek:

“SARIŞIN MI?”

Tüm bakışların odağında birbirine tedirgin bir ifadeyle bakan iki çift beden vardı. “Siz… Siz…” diye sayıkladı Turgut. “ Şaka yaptınız!” dediğinde aklından geçenleri yalanlanmasını istedi.

“Saçma bir şeyler demeden açıkla!” diye mırıldandı yanındaki iri cüsseye, Petek.

Kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı, Özgür. Sol tarafında bulunan Petek’e doğru bir adım daha kayarak, “Sarışın felaket, benim…” dedi gözlerini Turgut’tan bir an olsun ayırmadan. Sırıttı yarım ağız, Turgut’un karşısında.

“Hassiktir!” dedi Serdar.

Ülkü, yarım ağız sırıttı.

Yağız ise öylece izliyordu. Özgür’ün, annesini anımsatan bu kızdan hoşlanmayacağını biliyordu. Boynundan aşağı süzülen sarı saçları, ela gözleri, yanağındaki belli belirsiz çilleri ile Feride Hanım’ın gençlik hali gibiydi. Hele ki şu anda çatık kaşları ile tam olarak Feride Hanım’dı.

Efe oturduğu yerde efor sarf etmemeye özen göstererek,“ ben demiştim ama bizim kız etkilenmişti!” dediği an Özgür’ün kaşları havalanarak, Petek’e döndüğünde, öldürücü bakışlarını Efe’ye çevirmişti Petek. Öyle bir şey olmadığı halde Efe yine ortalığı kıyamet yerine çevirmeyi istiyordu. Yanındaki adamın dilinden kırk yıl düşmeyecek gibi hissediyordu, bu cümlenin.

Özgür bir anda sol eliyle Petek’in saçlarını karıştırır gibi yaparak, “ kız kardeşim gibi demek istedim siz ne anladınız ki?” diye konuştuğunda Petek’in ifadesi buz kesmişti. Saçlarının üzerindeki eli sebepsizce itmeye cesaret edemedi. Ardından saçlarında bulunan o el, omzuna dokunarak bir ahbabının motive eder gibi okşadı. “ Geçenlerde Pınar’ın gönlünü almak için hediye seçiyordum, yardımcı oldu sarı şeker.” Dediğinde Petek’in omzundaki elini çektiğinde Petek’in donuk bakışları bir an olsun Özgür’e kaymadı. Efe’nin yalanları ile kıyaslanacak kadar ustaydı, yanındaki adam.

Dudakları arasında derin bir soluk vererek, gözlerini eniştesine dikti. “ sana daha önce de dedim, bir asker!” gergin sesi sözcüklerini zehre bürürcesine, “ benim son seçeneğim dahi olmayacak!” dedi istikrarlı bir şekilde. Çünkü o ablası kadar yürekli değildi. Asker eşi olmak, her kişinin harcı değildi.

Tüm keskin bakışları üzerinde hissetse de pişman değildi. İnsanın kendini bilmesi kadar rahatlatıcı bir duygu yoktu.

Göğsü yükseldi gerginlikle, aralandı sert soluklarla dudağı:

“ Aşk, bir askerin esiri bile yapar.” Diyen Özgür’dü. Gözleriyle yanındaki kadını tartıyordu.

Nidasına karşılık, belli belirsiz kıvrıldı dudağı;

“Aşk, bir mahkûmu bile özgür kılar. Biz senin dediğine asalaklık diyoruz.

Loading...
0%