
Her biri birbirinden takılarak şen muhabbete koyuldu, kimisi sağa kimisi sola doğru ilerledi. Göktürk, Kağan’ın omzuna attığı eli ile “ duydum ki bir mektup almışsın,” diyerek alaylı sesi ile şenliğinden vazgeçmedi. Kurt, yanı başlarında elleri cebinde ilerliyordu ki Kağan’ın kendisine dönmesi ile ne var lan, dercesine kafasını salladı. “ Ondan öğrenmedim. Bundan çıkacak sır hayra yorulmaz zaten, oğlum,” dedi Göktürk. Güldü, Kurt’a değen gözleriyle. “ Ona da takılırım, aldığı otuz üç mektupta takıldığım gibi. Dert etme, oğlum. Hepsi sırasıyla.” Dedi hinlik dolu sesiyle.
“Lan bir de mektupları mı saydın,” dedi Kağan ciddi ifadesinde az buçuk beliren şaşkınlığı siliverdi.
Göktürk, Kağan’ın omzundaki eli birkaç kez vurdu. “ Oğlum geleni odaya almayınca. El mahkum göz ilişiyor, sayıyoruz,” dediğinde Kurt’a baktı yeniden. “ Lan, hiçbir tanesini de açmadın değil mi?” Dedi sorgularcasına. “ Bizden gizli belli mi olur,” diyerek hayatı be kadar hızlı yaşadığını gözler önüne seriyordu, gülen yüzüyle.
Kurt, içine çektiği derin soluk ile adımlarını duraksattı. “ hayat bu kadar hızlı yaşanmaz, oğlum. Bir anda kapanır gözlerin,” dedi, Kurt. Her biri tebessüm etti. Hangisi yavaş yavaş yaşıyordu, ömrünü? Her birinin altında yatan acıların nedeniydi, yaşamları. Bundandı, vatanın akıllarından çıkmayışı. Kimsenin uzatmadığı eldi, vatan. Kimsenin bakmadığı gözdü, vatan. Kimsenin hissetmediği kalpleri vardı, vatana.
“Bana diyene bak, seni de duyuyoruz oğlum.” Dedi Göktürk. “ Kuleli burası. Sırların duvarları sarar,” dediğinde yüzü donuyordu anbean. “ Gücü yetmez, bir başkasına değmeye.” Güvende sırrın, demişti, Kendi çapında.
Kağan’a ters ters baktı, Kağan. Senin gelmişini geçmişini sikmeyene adam demesinler diyordu, konuşmadan. Umursamazca. “Ötsem, fazlasıyla gelirdi üstüne.” Diyerek sinsilikle sırıttı, Kağan.
Göktürk, ciddi bir ifade ile ikisi arasında gözlerini gezdirdi. “Lan benden gizli ne boklar yiyorsunuz,” diyerek elini Kağan’ın omzundan indirdi.
Kurt, öfkeyle;
“Hiçbir şey.” Dedi.
Kağan hinliğiyle;
“Çok şey.” Dedi.
Göktürk’ün içine çektiği nefes sıkıntıdandı. Sabır diledi, başını sola eğerek. “Ulan gerzek herifler,” dedi ikisinin de omzuna vurarak. “ Hani bir arada… Diri olacaktık.” Diyerek sahte bir yakınma seremonisi gerçekleştirdi.
Kağan, düz bir ifadeyle. “Diriyiz, işte. Türk.” Dedi. Gözleri bomboş, aklı neredeydi kimsenin tahmin edemeyeceği kadar içine kapanıktı.
Sinire dayanmış sesiyle, “bir arada… Sikip attın mı?” diyerek çenesini ovuşturdu. “Diri olmak marifet değil, hepimiz bir gün yetiştiğimiz bu vatana sırt üstü yatacağız,” diyerek devam etti. “ Allah şahidim, şeref benim için böyle bir ayrıcalık,” dediğinde kendini açıklamıştı, şehit olmak için can attığını. “ Hatta sizden önce sarsınlar beni bu toprağa.” Kağan ve Kurt, kaşlarını öyle bir çatmıştı ki her an Göktürk’ü dövmek için an kollamaya hazır bir vaziyete gelmişlerdi. “ Ne var, oğlum. Ben sizden bir yaş büyüğüm. Benim hakkımdır, vatanımın toprağına değen kanım.”
Kurt, içindeki koruma içgüdüsüyle rahatsızlığını dile getirdi, kibar olmayan bir şekilde. “Sikim sikim konuşup, ortamın amına koyma.” Dediğinde Kağan, kafasını salladı ve nadir olan bir andı. Kurt’u sorgusuzca onaylamıştı. Buzları fark etmeden eriyordu. Zaten tipini beğenmediği içindi, tüm nefreti. Birde Muharrem Kılıç’ın her alıştırmada sorduğu beden olduğundandı. Ancak anlıyordu ki Kurt, sandığından daha derin bir hayat geçiriyordu. Her gün bir az daha hoşlanmadığı Kurt’un hayatına el değdirmek zorunda kalıyordu.
Göktürk birkaç adım ileriye yürüdü ve tekrar Kurt’a döndü. “Demir, hepimiz sevdik sevdalandık. Utanma!” diyerek alayla sırıttığında Kurt, üzerine doğru yürüdüğünde koşar adım kaçar gibi çıktı, Kuleli kapısından. Ardından geleceğini bildiği adamdan kısa sürede olsa paçayı kurtarmıştı.
Bir ağaç köşesinde, cebine tıkıştırdığı kavrulmuş fıstıkları gelen arkadaşlarını beklerken yemeye başladı. Osmaniyelinin bir vatana bir de fıstığa olağan düşkünlüğü başka olur, der dururdu arkadaşlarına. Şehitler Diyarı, denirdi memleketine. Her sene şehidine kan ağlayan vatan yanında, memleketinde her sene acısına kan kusan analar görerek büyümüştü, Göktürk. Yanı başında abisi gibi gördüğü adamın bedenini bir arada toplayamadan kapılarına kadar geldiğinde, anlamıştı. Her biri ne kadar acı bir ölüm olduğunu seslice dillendirmişlerdi. Elini tutacağın bir bütün… Saçını okşayacağın bir beden. Olmadı ve bir bomba pimi daha çekilmişti o gün. Yürekleri yangına yerine dönen ana, babaydı. Yanan, yakılan gözlerine kurşun sıkılan. Görseydi asker adam, saç teli acırdı abisi gibi gördüğü adamın. Borcu vardı, ödevlerini yardım eden abiye. Kısırlarından mahrum bırakmayan acılı anaya. Bisikletini tamir eden, babaya. Elinden tutup, ona nasihat veren ablaya.
O vatanı hep borçlu omuzlarla sırtlanacaktı. Günü gelene kadar. Göktürk Kınık, bir gün yüreklere ateşe düşürecekti.
“Ne diye çıktık şimdi,” diyerek söylenen Kağan’a karşı Göktürk, yüz ekşiterek fıstık yemeye devam ediyordu. “Bir hafta sonumuz var, onda da bit gibi tepeden ayrılmıyorsunuz,” dediğinde Göktürk fıstığı onlara doğru uzattığında hayır demeden almışlardı birer parça.
“Beleşe fıstık yiyorsun lan, daha ne!” diyerek ters ters baktı, Göktürk.
Kağan, anlamadığı için gözlerini kıstı. “Bedavaya,” dedi, Kurt. “Birde vatan dersin, öğren oğlum her yöreyi.” Diyerek yalandan yadırgar gibi yaptı. Göktürk, gülümsediğinde Kağan’da tebessüm etti.
“Vatan’ın silinmez parçalarıdır bunlar,” dedi Göktürk devam ederek. Kağan, İstanbul beyefendisiydi. Görünüşü, gülüş, telaffuzu… Bazen ikisi de sorguluyordu nedendir diye? Onca varlığın arasında yüzmek varken, seçtiği toprakların aşılmaz duvarı olmak istiyordu? Bir an insan nefsiydi, sorgular gibi olduklarında kendilerini toparlıyorlardı. Vatanından ayrı, gayrısı müşkül düşerdi. “ Sende olacaksın, bende göreceğim be… Kısmetim vurursa.” Diyerek gülümsemesinden zerre ödün vermedi. Şen şakrak genç, göçüp gidecekti. İli sessiz, kardeşleri yaralı… Geride kısmeti kalacaktı.
Yükseldi, bir anda. “Ne varmış lan bende,” dedi Kağan suratını büzerek. “ İyice zibidi bellediniz, beni.”
Kurt ve Göktürk birbirine baktı. Gözleri ışıl ışıl oldu.
Kurt’un dudakları aralandı;
“Oldu Olacak,”
Göktürk tekrarladı;
“Oldu olacak.” Diyerek yürümeye başladılar. “ İstanbul Beyefendisi derler hani. Tam ondansın, oğlum.” Dedi devamında.
Kağan elindeki fıstıkları bir bir ağzına atmaya devam ediyordu. “O nasıl oluyor, Türk?”
Göktürk’ün tebessümü soluyordu. Ama yine de şenliğinden vazgeçmek istemiyordu. Suratsız insanlar hep sorgulanırdı. Bu yaşına kadar kaç defa sorgulanmıştı, ailesi tarafından. Babası ölmüş, herkesin dilinde bir anda annesi, kardeşi kendisi peydahlanmıştı. Aile demişlerdi, ardından yadırgayanlara. Baba olmayınca da olmuyordu, yaşamıştı. Farklıydı, işte.
Babası, gurur duymuştu ama. Benim oğlum Kuleli’ de der dururdu, mahalle esnafına. Asker adam, der dururdu her telefon çağrılarında. Üniforması ile görmesini dilerdi. Olmadı. Giden, gelmedi.. Yeni bir eşyada annesine dokundurulan laflar, yeni bir kitapta kardeşine edilen sözler… Hep aile dediklerinden gelmişti. Bilmezlerdi neleri feda ettiğini. Sorguları hiç bitmedi. Bir daha olsun, istemiyordu. Cevap verebilir miydi, bilmiyordu. Çünkü babası yoktu, Göktürk’ün kalbi de yarımdı artık. “Ne bileyim, hacı? Daha önce bu kadar zengin mi gördük? Bizim oralarda zengine öyle derler diye diyoruz, işte.” Diyerek başını eğdiğinde, elleri ceplerinden çıkmadı.
Kurt, anladı. Ve ona doğru baktığında, “ bizim oralarda da farklı konuşulmaz, bebe derler.” Diyerek dile geldiğinde Göktürk güldü.
“Adanalıyık demesen de olur be, Kurt…” dediğinde duraksadı. Kaşları havalandı. “Demir, unuttum lan.” Diyerek düzeltti. Kurt ve Kağan, güldü kahkahayla. “ Bizlere de delikanlı adam derler oralarda, değil mi, hacı?” diye onay istedi.
Kafasını salladı, Kurt. Öyle demeselerdi bile Göktürk’ü gördüğü ilk an kendisi derdi. Yiğit adamdı. Gözü bir vatan, gönlü bir bayrak ile dolup taşan genç… Delikanlıydı, topraklarda.
“Kurt,” dedi Kağan. Ne var dercesine ters ters baktı, Kağan’a. “ Seninki…” dediği an gözlerini takip ederek, Gül’e ulaştı. Üzerinde, mavi gömleği altında pileli siyah eteği babetleri ile oldukça şık olduğu gözlerine çarpıyordu. Sanki bir etkinlik için süslenmiş gibiydi. Çalıştıkları kafeden içeriye giriyordu, arkadaşları ile. Kaderin ağları nasıl örülürdü, bilmiyordu. Ta ki onu görmek için tutuştuğu her an karşısına çıktığında düğümlerine sıkı sıkı sarılarak, inanıyordu kaderin bedenini saran ağlarına.
“Seninki… Ciddisiniz.” Dedi, Göktürk. İnanmazcasına.
Kurt, derin bir nefes aldığında itiraz edeceğini düşünmüşlerdi. Öyle olmadı. Aksine bu yola beraber çıktıklarından saklamadı. “ Çocukluk arkadaşımdı.” Dedi gözleri kaldırıma değdi.
“Sonra…” dedi, Göktürk ve Kağan.
“İkimizden biri, vatana bağışlandı.” Diye başladığı cümlede yatan gerçeği ikisi de biliyordu. Kurt’u babası eğitmişti, belli bir yaşa kadar. Neden öğrendiğini bilmediği onlarca şey yapmıştı. Asker olacaksın, demişti babası. Gurur duymuştu kendiyle. İstediği buydu, çocuğun. Şanlı şerefli bir Türk Askeri. Bir gün göğsünde bir bıçak yarası açtı, babası. Olamazsın, dedi. Şafak’ta görev için asker olamazsın, dedi. Gözlerinin içine bakan babasının gittiği gün… Görevi okunmuştu, kulaklarına. Sen olmazsan eğer o kız çocuğu demişti. Halit Alkan. Sonu ölüm olana, kendini layık gördü. Gül’ün kalbi küçük, zihni buruktu. Canının yandığını izlediğinde zaten canı yanacaktı. Ben, dedi ve atıldı babasının izine. O gün izi kapanmıştı kulelideydi, artık. “O küçüktü, canı yanar dedim.” dediğinde sert bir nefes göğsünü kabarttı.
Göktürk, kaşlarını çattığında dudakları aralandı, yaşadığı şaşkınlıkla. “Bir dakika. Bir dakika. Halit Alkan’ın kızı.” Dediğinde Kurt, başını yerden kaldırmadı. Göktürk ile ikisi bir giderdi başlarda eğitimlere. Kağan, sonrasında dahil olmuştu Şafak’ın Çemberi için. O zamanlarda bir kez Halit Bey, gelmiş ve kendisi ile de yersiz bir münasebet kurmuştu. Ve adım atmak için Gül’ün adını verdiğinde beynindeki damarlara kan gitmediğini hissetti ve ne olduğunu anlamadan üzerine yürümüştü. O gün Demir değil de hala küçük bir çocuk olmuş, Gül’ü ölümü göze alarak kalbindeki yerinde özenle saklamıştı. Bir kez daha kol kanat germişti Gül’e. Canı yanacağını bilerek. O gün, sorgulamasa da birkaç gün sonrasında Göktürk, sorgulamıştı durumu. “Biz varken, neden hiçbir bilgisi olmayanı çemberin tam ortasına koyalım,” diyerek geçiştirmiş ve inandırmıştı. “Bende diyorum ne kadar düşünceli adam. Aşkından kör olmuş, lavuk.” Diyerek Kurt’a bakmaya devam etti.
“Kes lan ne aşkı, bizi bekleyen vatan varken.” Dediğinde gevelemeye devam etti. “Eskiler işte.”
“O kadar eski ki. Cüzdanda fotoğraf bile var, seksenlerde yaşadı, abi. ” Diyen Kağan’a karşı başını kaldırdı. Gözlerini kıstı. “ Arkadaşınmış sonuçta, insan arkadaşına yamuk yapmaz.” Diyerek Kurt’u tartıya koymuşlar, tartıyorlardı.
Savunmaya geçti, bir hızla. “Eskiden dedik. Şimdi tanımam etmem.” Diye yükseldi.
“Yürümek mubah kılınsın, diye çabalıyorsun ama…” dedi Göktürk.
Kurt, öfkeyle bir nefes aldığında, “oğlum sınamayın, boğaz köpründe siktiririm gelen geçen izler.” Dediğinde dişlerini sıkmıştı sinirden. Gül’ü anlatması dahi onun için bir adımken. Daha fazlası zarardı, Gül için. Hislerine sahip çıkması doğru olandı. Kendinden kaçan kıza ne derdi, sonrasında. Bıçak yarasından sonra köşe bucak kaçmıştı, öğrendiğini biliyordu maddeleri. Ama kullanmadığını da biliyordu, Kurt. İlk kez yolu kesişmişti, o adamlarla. Ve son olmayacağını anlıyordu, telaşlı gözlerinden. Müsaade etmemek için burun ucu kadar yakınında, bir ömür kadar uzağında olmalıydı, ürkütmemek için.
“ Başka yer,” dedi Kağan. “Başka zamanda, kaderin gül dikenine batar.” diyerek Kurt’a göz ucuyla baktı. Hisleri görülmeyecek gibi değildi. Kaç sigara söndürdüğünü biliyordu, o kızı gördükten sonra.
Göktürk, derin düşüncelere dalmıştı, “ hayat bu, neleri ayağına getirir neleri ellerinde alır,” dedi bir hızla. “ En iyi bizler bileceğiz, birilerimiz olmayacak günün birinde. Omuzlarımız eksilecek. Çemberimiz daralacak.” Dediğinde ortama çöken sessizlik, hediye olmuştu geleceğe. “ Geç kalma, Kurt. Sakın geç kalma, yanık kalbinin küllerine su dökseler de.” Dedi omzuna değdi, Kurt’un. “ Giden, gelmiyormuş.” Diyerek anılarını yaşadı iki kelimede.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |