Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm

@dokuzdiyebiri

19 Mayıs 2017, Cuma 07:34


Her yer karanlıktı. Etrafta tek ışık bile yoktu. Bir boşlukta, hiçliğin ortasındaydım sanki. Keman ile çalınan çok güzel, çok duygusal bir müzik duyuyordum. Ve bir kadın kemana eşlik ediyordu. Sesi çok güzel, çok hoştu. "Hiçliğin ortasındaydım sanki.!" dedim ama bana hiçliği sorarsanız, ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Bilincim vardı ama sadece bilimcim vardı. Nerede olduğumu bilmiyordum. Hiçbir şey göremiyordum. Ellerimle bedenimi yoklamaya çalıştım. Ama ne bedenimi yoklayacak ellerim vardı, ne de yoklanacak bir bedenim. Ne gördüğüm bir şey vardı, ne de görebilecek gözlerim. Bilincimden başka hiçbir şeyim yoktu. Zifiri karanlığın içinde o an ailemi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi bile düşünemiyordum. Nereden geldiğini bilmediğim keman sesi çok güzel geliyordu. Kulaklarım olmadan duyabiliyordum. Nefes almakta zorlanıyordum.


Sonra her günkü gibi çığlıklarla uyandım. Yatağımın üstünde, odamdaydım. Betonda yatmış gibi her yerim kaskatı kesilmişti. Rüyalar sizin için neyi ifade ediyor? Mesela rüyaların kutsal bir şey olduğuna inanır mısınız? Onların bize bir şeyler anlatmaya çalıştığına inanır mısınız? Yoksa onların başka bir hayatın belirtisi olduğunu mu düşünürsünüz? Rüyalar, hayatımızda yaşadıklarımızın bir yansıması, psikolojik bir hastalık mı yoksa başka diyarlara açılan bir kapı mı? Sanırım bu konuda spesifik bir tanım yok. Çoğu insan gibi, rüyalar benim için de sıradan bir şeydi. Rüyaların; yaşadığımız hayattaki stresin, hayallerin, umutların, planların, gelecek kaygısının, binbir çeşit sorunların ve daha birçok şeyin yansıması olduğunu düşünürdüm. Ancak gerçek bambaşkaydı. Rüyaların psikolojik bir rahatsızlık olması dışında başka bir şey olacağını hiç düşünmedim, hiç farketmedim. Ta ki, aynı rüyayı defalarca kez görünceye kadar! İki yıldır her gece gördüğüm kabusu, bugün de görmüştüm. Her uyandığımda nefes nefese kalıyordum. Sanki bu rüyayı, bu kâbusu gördüğümde nefes alamıyordum ve nefessizlikten uyanıyor gibi hissediyordum. Göğüs kafesimi şişmiş ve içten sıkışmış gibi hissediyordum sürekli.!


Tam iki yıldır bu kabustan kurtulamıyordum. Bazen sırf bu kâbusu görmemek için uyumamaya inat ediyordum. Ama maalesef uykuya savaş açılmaz. Açmak isteseniz bile açamazsınız. Asla kazanamayacağınız bir savaş olur bu. Bütün bunlara rağmen hâlâ rüyaların yaşadığımız hayattaki şeylerin psikolojik bir yansıması olduğunu düşünüyordum.


Delirdiğimi söyleyebilirdim fakat gayet sağlıklıydım. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. Gördüğüm bu kâbustan başka hiçbir psikolojik sıkıntım yoktu. Ve iki yıldır bu kâbusla yaşıyor olmama rağmen psikolojik olarak çok daha iyi dayanıyordum. Yıllarca gördüğüm bu kâbusu, sıradan bir kâbus sanıyordum. Ancak bu kâbus, benim lanetim, kehanetimdi. Ben ise evrenin bir parçasıydım. Sıradan gibi görünen bu kâbusun, bir şeylerin habercisi olacağı veya hayatımı mahvedeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Hayatımı mahvedecek olan bu kâbusu, sıradan bir kâbus sanıp sıradan hayatıma devam ediyordum. Bu tarihten itibaren ise gördüğüm kâbus dışında başka sorunlarım ortaya çıkıyordu. Birbiriyle bağlantılı mıydı, bilmiyordum. Ancak benim için durum gittikçe kötüleşiyordu.


Odamda, yatağımın karşısında duvara asılı bir analog saat vardı. Saat, 21:05'i gösteriyordu. Saatin pili dün gece bitmiş ve durmuştu. Ama ben saatin durmuş olduğunu fark etmediğim için okula geç kaldığımı sandım. Çünkü saat dijital olmadığı için dünden beri durduğunun farkında değildim. Hazırlanmak için yatağımdan kalktım ve gözüm masanın üstünde duran telefonuma ilişti. Telefonumu çalışma masasının üstünde aldım. Saat, 07:34'tü. Duvardaki saatin durduğunu yeni fark etmiştim. Dersin başlamasına daha yarım saat vardı. Perdeyi çektim ve içeriye güneş ışığı girmişti. Pencereyi açtığımda bahar kuşlarının sesleri cıvıl cıvıl geliyordu.


Pencerenin ötesinde, sokakta bir adam duruyordu. Uzaktan kim olduğunu kestiremiyordum. Ama daha önce hiç böyle birini mahallede görmemiştim. Tuhaf bir şekilde etrafına bakıp duruyordu. Sanki bir şeyler arıyordu. Belki de bu mahalleden değildi ve birilerini arıyordu, bilemem. Kısa bir süre sonra beni fark etti ve bana baktı. Bahçenin duvarına yanaşıp bana birşeyler soracağını düşündüm. Ancak adam, iki eliyle saçlarını yüzünden çekti ve yürüyüp gitti.


Odanın havalanması için pencereyi açık bıraktım ve telefonumu tekrar masanın üstüne koyup lavaboya gittim. Aynadan kendime baktım, biraz yorgun hissediyordum. Yüzümü yıkamak için suyu açtım ve ellerimle yüzüme su çarpmaya başladım. Suyu her yüzüme çarptığımda kendimden geçiyor gibi hissediyordum. Sanki bir anda yok olacakmışım gibi hissediyordum ve bu muazzam bir duyguydu. İlk kez böyle bir şey hissettiğim için normal bir şey sandım ve bu durumun verdiği haz ile birkaç defa daha suyu yüzüme çarptım. Gözlerim kapalı bir şekilde suyu yüzüme çarparken suyu sesi, koca bir şelalede olduğumu hissettiriyordu. Sıcak suyun akmasıyla musluğun üstünde asılı duran ayna buğulanmıştı. Yüzümü yıkadıktan sonra başımı kaldırdım. Buğulanan aynanın karşısında kendime bakarken bir an kendimi ve etrafımı tanıyamadım.


Ben, kısa saçlıyım ve sakalım ise yeni yeni çıkıyordu. Çok seyrek sakalım var. Ama buğulu ayna beni, arkada bağlanabilecek kadar uzun saçlı ve sakallı biri gibi gösteriyordu ve göğsümün tam ortası kızarmış gibiydi. Arkamda ise duvardaki seramikler yerine siyah, kırmızı ve sarı tonlarında renkler vardı. Korkmuyor değildim açıkçası. İçten içe korkuyordum. Gördüğüm illüzyon gibi bir şeydi. İki yıldır gördüğüm bu kâbustan sonra ayna beni korkutuyordu. Elimi yavaşça aynanın üstüne koydup buğuyu temizledim. Yüzümün yıkanmasıyla ıslanan saçlarım, buğulu aynada sanki uzunmuş gibi görünüyordu. Yüzümü yıkadıktan sonra salona geçtim. Evde her zamanki gibi kimse yoktu. Babam (Oktay) ek iş aramaya çıkmıştı. Avir Abim, babamın yerine şehir içi dolmuşuna şoförlük için gitmişti. Annem (Elisa) de müzeleri gezmek için sabah erkenden evden çıkmıştı ve kardeşim (Asteng) ise okula gitmişti. Ben de daha fazla okula geç kalmamak için yemek yemeden hızlıca hazırlanarak evden çıkıp dolmuş durağının yolunu tuttum.


Yıl 2017. Benim adım Abel. 20 yaşında, 1,85 boyunda, 80 kilo, sarı veya çok açık kahverengi (hafif kızıl dalgalarla) gözlere sahip esmer ve %95 yakışıklı denilebilecek bir görünüşe sahip, spor yapan kaslı ve yapılı biriyim. Üç çocuktan oluşan, her akşam kadın cinayetleri, tecavüz, taciz, şiddet, hayvan ve çocuk istismarı haberlerini kınayıp ben bilmem eşim bilir, arka sokaklar, cennet mahallesi, affet beni gibi bir asır süren dizileri izleyen, gırgır şamatanın bitmediği beş kişilik çekirdek bir ailenin ortanca çocuğuyum. Beni en çok annem seviyor. Küçüklüğümden beridir hep bana, çok özel bir çocuk olduğumu, içimde merhametin eksik olmamasını söylerdi. Bilime ve teknolojiye düşkün, meraklı biriyim. En büyük hayalim, okulu bitirdikten sonra DDB Endüstriyel'de bir mühendis olmaktı. Çoğu insanın nefret ettiği DDB Endüstriyel'in sahibi olan Turay'a ve onun hayat hikayesine hayrandım (Mekatron kitabından). Ve bir hayalim daha vardı. O da sevdiğim kıza, onu sevdiğimi söylemekti.


Babam (Oktay), hiç hasta olmamasına rağmen çalıştığı kurumu arayıp "Hastayım, bugün işe benim yerime oğlum gelecek!" diyen 50 yaşında, 1,76 boyunda, 90 kilolu, kafasının tepesi seyrek saçları olan, göbeği bağımsızlığını ilan etmiş, sakalsız, bıyıklı ve dayak atmayı kendine felsefe edinmiş, dayağa meyilli, öfkeli bir şehir içi dolmuş şoförü. Dayağa meyilliydi ama bir kere bile annemi bırakın dövmeyi, kötü bir söz dahi söylediği duyulmamıştır. Onun dayak felsefesi sadece çocuklarında geçerliydi. Her gün dolmuşun bağlı olduğu kurumu arayıp hasta olduğunu söylüyordu. Kurumdan bir kişi de çıkıp "Hastane mi sana çalışıyor, eczane mi sana çalışıyor?" demeden dinlenmesi için izin veriyordu. Ve hazır işi olmasına rağmen bazen yerine Avir Abimi işe gönderip kendisi sabahtan akşama kadar ek iş aramaya çıkıyordu. Ya da biz bu güne kadar öyle sanıyorduk.!


Annem (Elisa), 1,78 boyunda, 70 kiloda, ela gözlü, kumral ve kafayı tarihi eserler ile bozmuş bir ev hanımı. Her gün sabahın şafağında dışarı çıkar akşama kadar müzeleri, koleksiyoncuları gezer, tanıdığı - tanımadığı insanların aksesuarlarını satın almak isterdi. Ancak şuan'a kadar tek bir tane bile satın almış değildi. Eski -püskü, tarihi değeri olan aksesuarlara merakı çok fazlaydı. Ya da biz bu güne kadar öyle sanıyorduk.


Abim (Avir), görme engelli bir serseriydi. 27 yaşında, 1,77 boyunda, 76 kiloda, kıvırcık saçlı, kalın camlı gözlük takan, gözlüğünün camına sinek konsa göremeyen biriydi. 8 yıldır gözleri doğru düzgün göremiyordu. Bazen uzağı göremiyor, bazen de yakını göremiyordu. Biz de miyop mu yoksa katarakt mı olduğunu bilmiyorduk. İnadından dolayı doktora da hiç görünmüyordu. Doktor kelimesi duyunca deliye dönüyordu. Hiç doktora gitmek istemiyordu. Ya da biz bu güne kadar öyle sanıyorduk.


Avir Abim, lise yıllarında (sekiz yıl önce) Sude adlı bir kızı seviyordu ama Sude'yi seven tek kişi Avir Abim değildi. Bekir adlı bir çocuk da Sude'yi seviyordu. Bekir, bizim oturduğumuz evden iki mahalle ötemizdeydi. Babalarımız tanışmıyordu fakat biz çok az birbirlerimizi tanıyorduk ama samimi değildik. Ben ise Avir Abim aracılığıyla onları tanıyordum ama birbirimizle muhabbetimiz yoktu. Hatta birbirimize selam bile vermezdik. Sude ile de aynı şekilde. Avir Abim, Bekir'in Sude ile konuşacağını duyunca sınıfa gidip (Sınıfı 3. Katta) pencereden gözleri iyi göremediği için Bekir sanıp Sude'nin üzerine işemişti. Daha sonra da Sude ve Sude'nin babası şikayetçi olunca Avir Abim okuldan atıldı. Ve atıldığı ilk gün babamdan dayak yemişti. Öyle bir dayak yemişti ki, insan düşmanını bile böyle dövmez denilecek cinstendi. Ama Avir Abim, o dayağı okuldan atıldığı için yememişti. Babamın, okulun müdürü tarafından okula çağrıldığı ve hem bütün öğrencilerin hem bütün öğretmenlerin hem de Sude'nin babasının yanında, müdürün "Oğlunuz bir öğrencinin üzerine işemiş!" demesi ve babamın hayatı boyunca bu kadar utanmamış olduğu için bu dayağı yemişti. O yüzden olayın üstünden sekiz yıl da geçmiş olsa, Avir Abim, hâlâ Sude'ye de Bekir'e de çok öfkeliydi. İkisini de nerde görse üzerlerine saldırırdı. Biliyorum, bu Avir Abim ile ilgili anlattığım şeyler, oldukça çocukça şeyler.! Ancak gerçek bu.! Ve evet, yirmi yaşındayım ve bu yaşıma kadar, daha doğrusu bugüne kadar hep çocukça davranmış olabilirim. Ama benim için hazırlanan kehanetler, çocukça hataları kabul etmeyen şeylerdi. Şimdilik bunların farkında değildim ve açık konuşmak gerekirse çocukça davranmaya devam ediyordum.


Bir de kardeşim var. Benden bir yaş küçük kardeşim Asteng. Asteng, 19 yaşında, lise son sınıfa gidiyordu. 1,83 boyunda, 76 kilolu kavruk tenli, siyah saçlı yakışıklı bir çocuktu. Kardeşimi çok severim. Çok zeki biridir. Küçükken çok daha zekiydi ve doktor olmak istiyordu. Aynı zamanda mahalle maçlarında çok hızlı koşabildiği için babam, hep "Oğlum futbolcu olacak, babasını gururlandıracak, abilerine benzemeyecek. Bütün insanlara kendini gösterecek. Kim olduğunu herkes öğrenecek..!" diyordu. Hatta o yıllarda küçük bir futbol kulübü, Asteng iyi oynuyor diye söylemişlerdi babama. Babam bunun etkisiyle de Asteng'in futbolcu olmasını istiyordu. Ama çok talihsiz, dikkatsiz bir kaza oldu. Üç yıl önce Asteng, ağaçtan bacağının üzerine çok kötü düştü ve babamın bütün hayalleri yıkılmıştı. Çünkü artık bırakın koşmayı doğru düzgün yürüyemiyordu bile. Sol ayağı aksıyor ve topallıyordu. Ya da biz bu güne kadar öyle sanıyorduk.


İsimlerimiz gibi garip bir aileyiz. İsimlerimizi annem Elisa, özellikle koymuştu. Babam, bu isimleri çok değişik ve alışılmadık bulsa da yine de anneme saygı duymuştu. Annem de bir şeylerin habercisiydi ve bu isimler o yüzdendi. Sıradan bir hayat gibi görünen karmaşık bir kehanet..! Herkesin yalanları olur. Bizim ailemizde de yalanlar vardı. Sadece bunlar açığa çıkmış değildi. Herkes uydurduğu yalanlarla yaşamanın mutluluk verici olduğunu düşünür. Sahte bir mutluluk..! Ama gerçekler, er ya da geç ortaya çıkar. Hiçbir sır sonsuza kadar saklı kalamaz. Bizim yalanlarımız ve sahte mutluluğumuz için de aynı şey geçerliydi. İsimlerimiz sadece kehanetin bir parçasıydı. Babamın bilmediği bir kehanet. Babam, anneme çok değer verir, onun kararlarına asla karşı çıkmazdı. Annemi hep sıradışı bir kadın olarak görürdü. Ona hâlâ ilk günkü gibi aşıktı ve anneme karşı çok romantik biri olabiliyordu ama konu bize gelince işler değişiyordu. Daha sert biri haline geliyordu. Bizi sevdiğinden emindim ama sevgisini hiçbir zaman gösteremedi. Bize hep mesafeli davranıyordu.


Önceden maddi olarak çok da iyi durumda olmadığımızı söyleyebilirim. İki yıl önce (2015'te) vefat eden dedem, 40 dönümlük tarlasını ve 500 bin ₺'lik birikimini bize bıraktı. Dedemin kimsesi bizden başka kimsesi yoktu ve köyde yaşamak istediği için bizimle kalmıyordu. Dedemin mirasıyla durumumuz iyi hale geldi. Ama yine de evde sadece gider değil aynı zamanda bir gelirimiz de olsun diye abim ile babam çalışıyor. Hatta babam ek iş bile arıyor. Dedemin mirasından önce maddi durumumuz ortadaydı. O günlere tekrar dönmek istemiyorduk. O yüzden babam ve abim çalışıyordu. Ben de üniversiteyi bitirdikten sonra istediğim yerde çalışmayı umuyordum.


Yaşadığım o kadar psikolojik soruna rağmen önümüzde çok güzel bir hayatın olduğunu düşünürken, bu günlerimin son günlerim olduğundan habersizdim. Hayatımın son günleri ve kehanetlerin başlangıcı..!!


________________________________________


19 Mayıs 2017, Cuma


ArGen Üniversitesi


Yıl 2017... İki bin on yedi'nin (2017) ilkbahar aylarından Mayıs'tı. Havanın normalinden biraz daha sıcak olduğu bir İlkbahar günüydü. Normalinden biraz daha sıcak, diyorum çünkü bir gün içinde sıcaklık kırk iki dereceye çıkmıştı. Bir şeylerin ters gittiğini düşünebilirdik ama meteoroloji uzmanları bunun bir güneş patlamasından kaynaklı olabileceğini söylüyorlardı. Daha önce de güneş patlaması yaşandı. Ancak hiç bu kadar etkili olmamıştı. Ama aslında bu güneş patlamasının etkisi değildi. O geliyordu..!! Kehanetin sebebi geliyordu..!!


Üniversitenin bitmesine son bir ay kalmıştı. Ondan sonra üç aylık tatil olacaktı. Üniversitede bizim yan sınıfından Murat adlı biri, abisi Salih'in evleneceğini söyleyerek arkadaşlarını davet ediyordu. Murat, benim samimi olmadığım biriydi. Arkadaşlarını Abisinin düğününe davet ederken ben de orada bulunduğum için beni de davet etmişti. Yani ortak arkadaşlarımız sayesinde davet etmişti.


Benim okuldaki en yakın arkadaşım Ardil'di. Ardil, "Seni araba ile evden alırım, ordan birlikte gideriz!" dedi ve "Güzel olur, eğleniriz biraz, kafa dağıtırız!" diye ekledi. Ben "Tanışmadığım, tanımadığım birinin düğününe niye gideyim ki? Üstelik sırf orada bulundum diye davet edildim!" diye düşünerek gitmek istemiyordum. Ardil'in ısrarıyla gitmeyi kabul etmiştim. Ama asıl büyük bir heyecanla gitmemin nedeni ne düğündü, ne kafa dağıtmaktı, ne eğlenmekti. Asıl neden, Murat'ın bizi davet ettikten hemen sonra sınıftaki kızları da davet etmesiydi. Çünkü sevdiğim kızı da davet etmişti. İşte o zaman "Kimse tutamaz beni, kimse engel olamaz bana. Çocuk, bana "gelme" dese bile giderim.!"" diye düşündüm. Orada en azından onunla vakit geçirirdim.


Elvin, 1,80 boyunda, yaklaşık 70 kiloda, cennet bahçesi renginde yeşil gözlü, beyaz tenli, dalgalı kumral saçlı ve çenesi hafif sivri, yüzünde tebessüm eksik olmayan kısacası benim hayallerimi süsleyen mis kokulu cennet çiçeği gibi bir kızdı. Fiziği de kendisi kadar güzeldi. Elvin, okulun kapısından içeri girer girmez bütün gözler ona çevrilirdi. O kadar güzel ki; ona bakanın donup kalmaması elinde değildi. Yoldan geçerken onu gören kişi, bir daha bakmak için yolunu değiştirmek ister. Onun yeşil gözlerine baktığımda kendimi cennette sanıyorum. Ses tonu, konuşma tarzı, duruşu, gülüşü... Her yönüyle beni büyüler, kendine bağlamayı başarırdı.


İki yıldır Elvin ile aynı okuldaydık. Elvin, annesi Buğlem'i henüz bir yaşındayken kaybetmişti. Belki de kaybettiğini sanıyordu. Annesine ne olduğunu bir tek babası biliyordu. Gerçeği babası dışında bilen hiç kimse yoktu. Elvin, anne sevgisinin ne olduğunu bilmezdi. Eski bir gök bilimci olan babası Sadık ile yaşıyordu. Ben Sadık Bey'i daha önce hiç görmemiştim. Sadık, Buğlem'den sonra hiç evlenmemiş, hatta evlenmek bile istememişti. "Ondan başkasını sevmedim, bundan sonra da sevmem, sevemem!" düşüncesiyle hiç evlenmemişti. Gerçekten de ismi gibi eşine sadık kalmış bir adamdı. Yirmi yıldır Elvin'e hem annelik hem de babalık yapıyordu. Dışarıdan bir gözle bakıldığında "Nasıl doğru bir eş ve düzgün bir baba olunur?" sorusunun cevabı gidiydi. Aslında herkes, herşeyi sadece "Sanıyordu!". Herkesin kendince sırları vardı. Babamın, annemin, abimin, kardeşimin, Elvin'in annesinin, babasının ve hatta Elvin'in..! Herkesin sakladığı bir şeyler vardı.


Elvin ile ailelerimiz tanışmıyordu. Birlikte okulda sürekli olarak fotoğraf çekerlerdik ama Elvin, benim onu sevdiğimi bilmiyordu. Hiç söylememiştim. Onu sevdiğimi belli edip etmediğimi dahi bilmiyorum. Elvin, düğün davetine ilk başta özel sorunlarından ve kiralanan salondan dolayı gelmek istemediğini söyledi. Ben daha yeni ikna olmuşken bu sefer de Elvin düğüne gitmek istemiyordu. Ama onun da arkadaşları ısrar edince ısrarlara dayanamayıp gelmeyi kabul etmişti. Elvin'in geleceğine en çok ben sevinmiştim. Çünkü benim gitme sebebim Elvindi zaten..!


"Elvin ile konuşmak için bir fırsat bu!" diye düşündüm ve kafamda planımı yapmıştım artık. "Şık giyinmem lazım..!" dedim kendi kendime. İki yıl aradan sonra açılmanın vakti gelmişti. Bu fırsat bir daha elime geçmezdi. Çünkü bir ay sonra okul bitecekti ve tatil olacaktı. "Dünya bu! Belki de bir daha asla onu göremeyeceğim! Belli mi olur?" diye düşünüyordum. O yüzden bu fırsat benim gözümde hayatımın dönüm noktası niteliğindeydi. Ama bir yandan da işler ters giderse, Elvin, beni sevmediğini söylerse, utancımdan Elvin'in yüzüne bakamazdım, hatta artık okula bile gidemezdim. Ve Elvin'e karşı rezil olacağımı düşünüyordum. Konu Elvin olunca çok utangaç oluyordum. Sorun da tam olarak buydu. O yüzden beni kabul etmezse bir daha okula gidemeyeceğimi düşünüyordum.


Babama da "Sevdiğim kıza çıkma teklifinde bulundum, kız kabul etmedi ve rezil oldum. Kızın yüzüne bakamadığım için okula gidemiyorum!" demek zorundaydım ama diyemezdim. Ki zaten dememe gerek kalmazdı. Çünkü babam, okula gitmediğimi öğrendiği anda açıklama yapmama izin vermeden Abim Avir'e attığı dayağın aynısını bana da atardı. Babam, "Biz bu kadar masrafı boşuna mı yapıyoruz? Sen karı kız peşinde koş diye mi uğraşıyoruz?" diye söylenip döverdi. Sonuçta abim gibi babamın utanmasına, itibarına saygısızlık yapmış olurdum. Ama yapabildiğim kadar anne ve babamı üzmemeye çalıyordum. Aslında babam, gerçekte kim olduğumu bilse benim kılıma bile dokunamazdı. Ancak bu son günlere kadar kim olduğumu ben bile bilmiyordum. Ve evet, düğün, kızlar, kıza teklifte bulunma... Hâlâ çocuk gibi davranıyordum. Ama bütün bunlara son vermeme çok az bir süre kalmıştı.


Okul çıkışı herkes gibi Ardil da evine gitti. Murat'ın abisi Salih de arabayla okulun kapısına gelmişti. Onu okuldan aldı ve böylelikle ilk kez abisini de görmüştüm. Ben de evime doğru yol aldım. Normalde Ardil ile birlikte eve giderdim ama Elvin'e şık görünmek için eve gitmeden takım elbise almayı düşünüyordum. O yüzden Ardil ile birlikte gitmemiştim. Acele bir şekilde eve doğru gittim. Takım elbise alacaktım ama o kadar param yoktu. Babamdan istesem "Okul ne alemde? Sınavlar nasıl gidiyor? Alttan derslerin var mı?" diye sorular sorup konuyu uzatacak ve sonunda da o kadar parayı vermeyecek diye düşünüyordum. O yüzden "En iyisi parayı annemden isteyeyim..!" dedim. "Sürekli müzelerde gezeceğine biraz da oğlunun imdadına yetişsin!" diye düşündüm. Her işe bir kadın eli değmeliydi sonuçta. Boşuna dememişler "Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır..!" diye. Ben de annem sayesinde yarın o düğünde başarılı erkek olmak istiyordum.


Annemin yanına gidip miktar vermeden "Anne bana para lazım..!" dedim. Kadın hiç sorgulamadan 700 ₺'yi çıkarıp verdi ve "Sakın babana ve kardeşlerine söyleme..!" dedi. Annem, hepimize para veriyor ve "Sakın diğerlerine söyleme!" diye uyarıyordu. Anneler her zaman çocukları için gizli bir kahramandır. Normalde babasımın aylık olarak verdiği parayı, annem günlük olarak beklenmedik zamanda vermesi beni oldukça şaşırtmıştı. Hepimize ayrı ayrı para veriyordu ama hiç bu kadar fazla vermemişti. Benim alışık olmadığım bir şeydi bu! Ben, "Ben bu kadının hakkını nasıl öderim..!" dedim kendi kendime.


Anneler, babalardan çok daha fazla sever. O yüzden erkek çocukları anneye düşkün oluyor. Ama ben galiba kız olsaydım yine aynı şekilde annemi daha çok severdim. Çünkü "Annelerin çocukları için verdiği emeği hayatınızdaki hiçbir insan size vermez, veremez!" diye düşünüyor ve Elvin'in babası, Sadık'ı bunun dışında tutuyordum. Bana göre Sadık Bey, bir istisnaydı. Ama yine de annem, bizi, babamdan daha çok seviyordu. Çünkü bizi hep babama karşı savunuyordu. Biz bu kadının hakkını hiçbir zaman, hiçbir şekilde ve hiçbir dünyada ödeyemeyiz, özellikle de ben! Hiç bir annenin hakkı ödenmez. Sizi dokuz ay boyunca karnında taşıyor. Bunu nasıl ödeyebilirsiniz mesela? Siz de onu dokuz ay karnınızda taşıyabilir misiniz? Öyle bir şansınız var mı? Tabi ki de yok. Siz onu en fazla sırtınızda taşıyabilirsiniz. Elden, ayaktan düştüğünde..! İşte o zaman hayırlı evlat iseniz cennetin kapısı size her daim açıktır.


Annemden aldım parayı ve çarşıya gittim. Mağazaları tek tek gezip kendime uygun bir takım elbise bakıyor ama bir türlü istediğim gibi bir tane bulamıyordum. Bulduklarımın rengini şeklini beğenmiyordum. Beğendiklerimin fiyatını beğenmiyordum. Ben hem çok zor beğenen hem de çok zor karar veren biriyimdir.


Takım elbise ararken o kadar çok gezmiştim ki farkında olmadan kan - ter içinde kalmıştım. Sadece biraz zarif ve ekonomik bir şey arıyordum. Uzun gezmeler sonucunda tam istediğim gibi simsiyah bir tane takım elbise bulmuştum "Kesinlikle bundan daha iyisini bulamam!" diye düşünüyordum. Ancak bu takım elbise Bin yüz tl'ydi. Orada çalışan tezgahtar bin yüz ₺ olduğunu söylemişti. Benim ise yedi yüz tl vardı ama yetmezdi. Lakin artık takım elbise arayamazdım. Çünkü çok yorulmuştum. Üstelik bunu da çok beğenmiştim. Mağaza müdürü, "İsterseniz deneyin, eğer beğenirseniz size bir şeyler yaparız!" dedi. Bir şeyler'den kastı biraz indirim yapmaktı.


Loading...
0%