@dragras
|
Cesaret, kişinin içinden gelir. Hayatı boyunca cesaretli olduğuna inanan birisi, günün birinde başına gelen olaydan etkilenebilir. Cesareti kırılır ve düzelemez. Düzelmesi zaman alır. Düzelse bile, düzeldiğine inansa bile, eskisi gibi olamaz. Artık değişmiştir ve nelerin değiştiğini kendisi bile kestiremez. Bazen amaç değişir. Bazen yöntem değişir. Bazen de hisler değişir. Marcus'un bulunduğu durum tam da bundan ibaretti. Yelena'yı, işin ucunda kötü adam ilan edilecek olsa bile bırakamazdı. Bu kadar kolay değil. İki gün geçmişti. Belki üç gün olmuştu. Zaman algısını yitiren Marcus, bir kılıç ustası olmadan bunu başarabileceğini düşünmüyordu. Ya kiralayacak ya da kendisi kılıç ustası olacaktı. Yeterli parası yoktu. Gerçek bir savaşçı olmalıydı. Clorusy'e karşı durabilmesi için şövalyelerin şövalyesi olmalıydı. Kafasında öyle planlar kurmuştu ki, Yelena'yı kurtardıktan sonrasını bile düşünmeye başladı.
"Renn'e dönemeyiz. Üç Bayrak bizi yok edene kadar durmaz."
Üç Bayrak'ın hakimiyeti dışında iki yer vardı. Koca gezegende, sadece iki yer. Birisi Kristopolis'ti. Gezginler ve burjuva halkının yaşam merkezi Kristopolis. Soylular da tercih ederdi lâkin Kızıl Okyanus'a yakınlığı insanları tedirgin ediyordu. Kıyıda bir şehirdi. Diğeri ise Obsidyen Dağı'ydı. Deanon'a biat edip Karanlık Yol'u ölmeden geçebilirlerse tabii. Marcus uzun düşüncelerden, kurduğu planlardan ve verdiği kararlardan bir anlığına sıyrıldı. Önce güç kazanmalıydı. Teknik ve disiplin çalışmaları şarttı. Bir düzine şövalyenin arasında ayakta kalabilecek seviyeye gelmesi gerekiyordu. Babasının yanına uğramasını söylediğini hatırladı. Yattığı yataktan kalktı, üstüne çekidüzen verip dışarı çıktı. Babası güneşli günleri pek sevmezdi. Havanın kapalı, bulutların egemen olduğu gün ise evde duramazdı. Bugün de hava kapalıydı. Tahta kılıçları tezgahına yerleştiriyordu. Tanesini iki Üç Bayrak Altını'na ya da beş Üç Bayrak Gümüşü'ne satıyordu. Marcus'un yanına geldiğini görünce bakışlarını ona kaydırdı.
"Sonunda ayağa kalkabildin Marc."
Marcus gözlerini kısarak babasını izliyordu. İki gündür dışarı çıkmadığı için gözleri aydınlığa hassas olmuştu.
"Geciktim baba. Özür dilerim. Daha erken gelmeliydim."
"Hayır evlat. Tam vaktinde geldin. Kafanı toplamadan gelseydin bir işime yaramazdın."
Marcus'un eline bir kağıt parçası uzattı. Marcus kağıdı açtığında bir isim yazıyordu. Babası tahta kılıçları yerleştirirken sözüne devam etti.
"Bu adamı bul. Şehrin diğer yakasındaki köle pazarlarına bak."
"Bir işe yarayacağını sanmıyorum ama peki."
Yavaş adımlarla babasının yanından uzaklaşırken kağıttaki isme tekrar baktı: Sör Rodrick. Adını bir yerden anımsamıştı. Babasının çocukken anlattığı bir hikayede bu isim de geçiyordu. Sör Rodrick'in Sisler Savaşı'nda yaptığı ustalık işi taktikler, savaşın seyrini değiştirmişti. Marcus'un babası ile omuz omuza çarpışmıştı. Kronomorlar'ın ezici üstünlüğünü parçalara ayırmıştı. Marcus bunları hatırladığında daha hızlı yürüdü. Renn Köprüsü'nden geçerek şehrin diğer yakasına girdi. Bu yakada soylular, yarı soylulara göre çoğunluktalardı. Hizmetler ve bakım üst dereceydi. Diğer yakadan daha çok önem veriliyordu. Bu haksızlık ve kayırmacılığa karşı diğer yakadakilerin ellerinden hiçbir şey gelmemişti. Üç Bayrak bazen cumhuriyet gibi, bazen oligarşi gibi, bazen de diktatörlük gibi yönetiliyordu. Marcus, köle pazarlarına doğru yürürken yaklaşmakta olduğu surlar ile göz göze geldi. Yıkılamayan Surlar lakabı alan bu surlar, hâlâ gizemini koruyan bir dirence sahipti. Köle pazarlarına vardığında etrafı inceledi. Kafeslerin içindeki erkek köleler, kadın cariyelere göre daha ucuzlardı. Satıcı çevrede köle almak için göz gezdirenlere sesleniyordu.
"İki dişi alana, yanında bir erkek hediye."
Marcus satıcıya seslenince satıcı yanına yaklaştı.
"Hangisini istiyorsun genç?"
Marcus köle almaya gelmediğini, Rodrick'i aradığını açıkladı.
"Nerede bulabilirim, biliyor musunuz?"
"Pazarın sonuna git."
Marcus pazar boyunca yürüdü. Sonuna geldiğinde, etrafta tekerlekli sandalyede oturan zayıf bir adam dışında kimse yoktu. Adama seslendi.
"Sör Rodrick'i nerede bulabilirim?"
Adam başını kaldırıp Marcus'a baktı.
"Siz kimsiniz?"
Marcus elindeki kağıdı ona uzattı.
"Babam sizi bulmamı söyledi. Yarı soylu Jake derler ona. Tahta kılıç satıyor."
"Ah, Jake'i tanırım. Ne kadar da büyümüşsün. Seni son gördüğümde savaştan yeni dönmüştüm."
"Babam bana yardım edeceğinizi söyledi."
"Eğer Jake bunu söylediyse, durum vahimdir. Arkama geç ve beni evime götür."
Marcus arkasına geçip tekerlekli sandalyeyi sürerek oradan uzaklaştı.
"Siz burada ne yapıyordunuz?"
"Köle satıcısıyım ben. Her ay Başkent'ten ve Travna'dan yeni köleler gelir, biz de satarız. Alan da çok olur."
"Sizin gibi büyük bir elit şövalye neden bu işi yapar ki?"
"Tekerlekli sandalyeye oturursan yapabileceğin işlerin hiçliğini görürsün Marius. Marius'tu değil mi?"
"Marcus."
"Ha, evet. Baban nasıl?"
"Gayet iyi."
Bir yandan gösterdiği yollardan geçerken diğer yandan sohbet ediyordu. Evine vardıklarında Marcus yorulmuş, alnındaki terleri siliyordu. Rodrick:
"Çabuk yoruldun. Seni baştan eğitmeliyim."
"Ben iyiyim. Sadece biraz..."
Marcus, Rodrick'in karşısındaki koltuğa oturup bacaklarını dinlendirdi. Rodrick onu izleyerek sorular sormaya başladı.
"Kız meselesi. Değil mi?"
Marcus şaşırdı. Bileceğini tahmin etmemişti.
"Nerden anladınız?"
"Senin yaşında birisinin benden yardım istemesi. Kız meselesinden başka ne olabilir?"
"Ne yapacağımı da biliyorsunuz o zaman."
"Kızın adı neydi?"
"Yelena. Soylulardan."
"Sen de Carlex'in gelinini kaçıracaksın. Doğru mu?"
"Doğru. Aynen öyle yapacağım."
"O da seni seviyorsa, neden yanında değil?"
Marcus bakışlarını kaçırdı, kekeledi.
"Be-beni kurtarmak için evlenmeyi kabul etti."
Rodrick düşündü.
"Seni en iyi şekilde hazırlasam bile, coğrafyaya hâkim değilsen yolda ölürsün."
Marcus kendinden emin bir şekilde yanıtladı.
"Coğrafyam kötü değil."
"Kötü değil seviyesi de yetmez. Çok iyi olmalı. Yeşil Yol'un ince noktalarında Sonsuz Orman'a girebilirsin. Başkent'e vardığında gizlice içeri nasıl gireceksin? Girdin diyelim. Kristal Kule'ye nasıl gireceksin?"
Marcus'un motivasyonu gittikçe bozuluyordu.
"Öyleyse ne yapmamız gerekiyor?"
Rodrick güldü ve tekerlekli sandalyenin altına uzandı. Kulakları tırmalayan bir ses ile kılıcını ortaya çıkarttı. Tek eliyle kılıcı havaya attı, kılıç takla atarak avucuna geri düştü. Marcus etkilenmedi, tekrar sordu.
"Sirk gösterisi mi yapacağız?"
Rodrick biraz daha ciddileşerek konuştu.
"Söyle bana Mario. Kızıl Okyanus neden kızıldır?"
"Adım Marcus. Konumuzla ne alakası var okyanus renginin?"
"Coğrafya sınavındasın. Cevap ver."
Marcus bir anlığına düşündü ancak hiçbir fikri yoktu.
"Bilmiyorum. Neden kızıldır?"
Rodrick seri cevap verdi.
"İnsan kanıyla şekillendiği için."
Marcus hayatında hiç Kızıl Okyanus'u görmemişti. Sadece ders aldığı yerlerde, arkadaşlarının uydurduğu efsaneleri hatırlıyordu.
"Arkadaşım bana hep, Kızıl Okyanus'un bir gün tüm yerleri içine alacağını söylemişti. Ona da dedesi anlatıyormuş bunları."
Rodrick kılıcının sivri ucuna bakarken bir yandan Marcus'u dinliyordu.
"Doğru söylemiş. Okyanusun karnı aç. Kurban istiyor."
1123 yıl önce Dünya'da kıyamet kopmuş, okyanus tüm karaları yutarak içine almıştır. Milyonlarca insan boğularak can vermiştir. İmparatorluklar yıkılmış, krallıklar okyanus tabanına çökmüştür. Kıyamet sonrasında hayatta kalmayı başarabilenler, okyanus yüzeyine çıkan büyük kara parçalarına yüzmüşlerdir. Bu kara parçalarında yeni bir insanoğlu, yeni bir çağ, yeni bir dünya yükselecektir. Kızıl Okyanus'un bir gün yeniden kıyameti koparacağı, karaları içine alacağı söylenir.
Aradan iki saat geçti. Marcus mutfakta bulduğu yiyecekleri içeri getirmiş, bir kısmını Rodrick'e vermişti. Rodrick yiyecekleri iştahla yerken sorularına devam etti.
"Sonsuz Orman'ın yanından geçen yol?"
"Otuz kez sordun. Yeşil Yol."
"Kızıl Okyanus'a giden yol?"
"Ölüm Yolu."
"Kristal Kule'nin anahtar kelimesi?"
"Yaşasın Üç Bayrak."
"Başkent'te gidecek bir yer ararsan nereye gideceksin?"
"Senin eski evine. Doğu Bloku evleri, ikinci ev."
"Aferin. Peki, Kızıl Okyanus neden kızıldır?"
"Bunu sormaktan sıkılmadın mı? İnsan kanı."
Rodrick yiyeceklerini bitirip içeceğine geçmişti. Alkol şişesini kafasına dikti. Marcus hâlâ yiyeceklerini yiyordu. Rodrick öksürdü ve şişeyi kenara koydu.
"Şimdilik kaybolmazsın gibi geliyor Mayki. Sonsuz Orman'da kaybolursan neden çıkamayacağını anladın değil mi?"
"Evet. Sonu olmayan ormanlar çıkmama izin vermez. Adım Marcus bu arada."
Sonsuz Orman'ın gizemi de, kaybolanın asla dışarı çıkamamasıydı. Ağaçlar yönünü şaşıran ve gideceği yeri unutan birisinin üstüne gelir, yer değiştirerek ormanın içini değiştirirlerdi. Bu yüzden Sonsuz Orman'ın içini gösteren belli bir harita bulunmuyordu. Marcus'un zihninde Yelena vardı. Bu da öğrenmesini zorlaştırıyordu. Odak noktası alacağı eğitim olmalıydı. Evin duvarlarındaki kılıç ve kalkan koleksiyonuna baktı.
"Biraz siz konuşun. Neden Renn'desiniz? Size Kristal Kule'de özel olarak ilgilenmeliler."
Rodrick alçak ve basık bir ses tonuyla:
"Savaşın kazanılmasında önemli rol oynamak bir şeyi değiştirmez. İşimi yaptım. Ama Kral Baryus öldü. Onun birliklerindendim. Kralımızı koruyamadım."
"Savaş bu. İnsanlar ölür."
"Bana takılan isimleri biliyor musun evlat? Kronomor Fatihi, Sislerin Efendisi, Şövalyelerin Şövalyesi. Şimdi bu isimler ne işime yarıyor? Hiç."
Biraz soluklandı, ardından devam etti.
"Sana ne isim takacaklar biliyor musun? Hain. Belki Kraliçe Kaçıran. Başarabilirsen. Şövalye mi olmak istiyorsun? Şövalyelerin Şövalyesi olmakla Kraliçe Kaçıran olmak arasında bir şey değişmeyecek. Bunu unutma Marcus."
Marcus ona hak veriyordu. Yiyeceğini bitirdiğinde konuşmaya başladı.
"Ne zaman başlayacağız?"
Rodrick ufak bir sırıtışla cevapladı.
"Çoktan başladık."
Başkent'te insanlar, Yedinci Karargah'tan çıkan dumanları izliyorlardı. Yangın söndürülmüştü ancak karargah harabe olmuştu. Sorumlusu Rex, vücudu kanlar içinde özel bir zindana atılmıştı. Kral Carlex tek başına zindana iniyordu. Yanındaki yaveri durumu anlattı.
"Yakalanmadan önce bir elit şövalyeyi yakmış kralım."
Carlex yürürken sinirle elini duvara vurdu. Zindan yerin iki kat altında bir sığınaktaydı.
"Kılıç kimin yanında?"
"Altıncı Karargah'ın eski laboratuvarına götürmüşler kralım. Özel kimyagerlerimiz yanında."
Carlex zindana vardığında kapıyı açmalarını emretti. Kapı açıldı. Elleri zincirlenmiş vaziyetteki Rex'e baktı. Rex halsizce krala konuştu.
"Kralım. Yapmayın, lütfen. Beni kaçırdılar. Denek olarak kullandılar. Mimarım ben."
Carlex onu iyice süzdü.
"Kılıcı nasıl tutabildin?"
"Benim üzerime gelen deneyci beni kesecekti. Bileğinden yakaladım. O beni kesemeden ben onu kestim."
"Adın neydi senin? Çocukların var mı?"
"Rex. Evet. Magenta, Yelena ve Stefania."
Carlex şaşkına döndü. Saatler önce tanıştığı gelininin babasıydı. Karar vermekte zorlandı, zindandan dışarı çıktı. Rex'in sesleri kulaklarına yapışmıştı.
"Lütfen kralım! Merhamet edin!"
Carlex yaverine baktı.
"Bir süre daha burada kalacak. Dikkat etsinler."
Bir yandan aklı Clorusy'deydi. Torununu Sonsuz Orman'a göndermeyi hiç istememişti. Clorusy Yelena'nın yanındaydı. Bir eliyle elini kavradı ve yüzüne baktı.
"Çok yakında döneceğim leydim. Ben yokken tahtımı korur musun?"
Yelena sahte bir tebessüm ile cevap verdi.
"Tabii. Gözün arkada kalmasın."
Clorusy elini öptü, yanından çıkıp Başşövalye Ginnis'in ve sekiz elit şövalyenin yanına gitti. Haritalar, ekipmanlar ve erzaklar hazırlanmıştı. Ginnis planı anlatırken Clorusy pek takılmadı, haritaya odaklandı. Mesafe oldukça uzundu. Kendini kanıtlayarak döndüğünde hak ettiği tahta oturmayı istiyordu. İlk kez gerçek bir çarpışmaya gireceğinin farkında değildi. |
0% |