Yeni Üyelik
2.
Bölüm

BİRİNCİ BÖLÜM ‘’HAFIZA’’

@dsyydiarss

Sinan Akçıl: Hafıza

Kıpkırmızı elbisesi içinde adeta bir kuğu gibiydi. Zarif ve incecik belini saran kumaşı ile tüm gözler onun üzerindeydi. Hafif dalgalar ile süzülen saçları adeta dans ediyordu vücudunda. Parmakları ile piyanonun tuşlarına zarif dokunuşlar bırakıyordu genç kadın. Salon suspus ve tek bir ses yankılanıyordu duvarlarda. Onun sesi. Onun eşsiz melodisi.

Son tuşa bastığında salonda kocaman alkış sesleri ile kalktı ayağa ve iki elini karnına koyarak eğildi, selamını verdi salona. Binlerce seyirci, onun için gelen binlerce seyirci. Kafasını kaldırdı ve onlara kocaman bir gülümseme ile baktı. Gözleri tüm salonu dolaşırken tek bir yere odaklandı bakışları. Ona. Onun bakışları ile buluştu gözleri. İfadesiz yüzdeki o gülümseyen gözlere takıldı. Dakikalarca…

İki kalp hem birbirine bu kadar yakın hem de bu kadar uzak kalabilir miydi?

Zaman çarkını çevirirken onlar bu zamanın içinde kayboldular.

Bu yalan ve aşkın dansı. Tutkusuyla ve ateşiyle.

Ya yanacaklar ya da yakacaklar.

********

Benimkisi sevgiden fazlasıydı. Bir tutkuydu. Vazgeçmekten korktuğum bir tutku. Bütün hikayelerin bir başlangıcı vardır. Benim asıl hikayemde burada başlamıştı. Yaşadığım ve daha yaşayacağım binlerce an gibi. Sahi bu hikâye de mutlu son var mı? Şimdi oturduğum bu masada bundan önceki binlerce gösteri sonu gibi yine aynı saatte bekliyorum onu. Bir ümit. Ama yok. Ses yok. İz yok. Ondan bana kalan bir anı bile yok. Neredesin? Kaybettiğim çocukluğum neredesin? Şimdi sana her zamankinden çok ihtiyacım var…

Sonbahar-Kış koleksiyonu sunulan bir defilenin kutlama lansmanındaki gösteri de yer almak için davet almıştım. Uzun saatler süren etkinlikten sonra şükür ki kulisime geçebilme fırsatım olmuştu. Bir ayın yorgunluğunu atmak ve sadece eve gidip duş almak istiyordum. Odanın içi her zamanki gibi tebrik kartları ve çiçekler ile doluydu. Ne güzel. Ama hala eksik olan bir şeyler var. Gerçek gelmeyen bir şeyler var. Derin bir nefes aldım ve aklımdakileri yapmaya koyuldum. Tek istediğim bir an önce eve gitmekti. Üstümü değişmek için soyunma kabinine geçtim. Elbisemi fermuarını indirdim ve üstüme bol kesim beyaz tişörtümü ve mavi kot pantolonumu giydim. Makyajımı geldiğimde sildirdiğim için rahattım. En azından bununla uğraşmayacaktım. Takılarımı çıkarıp üstümü düzeltirken kapı tıklatıldı. Gelen asistanım Jale idi. Eğer şu an buralara gelebildiysem onun desteği sayesindendi. "Gel Jale ’cim gel." dedim tebessüm ile karışık buruk bir tonla.

"Ben olduğumu nasıl bildin?" diyerek tamamladı kapının eşiğinden başını uzattı ve hızlıca içeri adım attı.

'' Ben bilmeyeceğim de kim bilecek? Kaç yıllık dostumsun bilmez miyim?"

"Eee! Var bizim de meziyetlerimiz." güldük öyle sessizce birbirimize bakarak.

Daha sonra otoparka inmek için asansöre yöneldik. Kapı açıldığında sanki içeri karanlık girmişti. Siyah takımlı üç adam. Tabi biri içine beyaz gömlek giymiş o ayrı. Sert bakışlar ve donuk ifadeler. Sanki biri onların canına kastetmiş ve sert bir kavgadan çıkmış gibilerdi. Zira üstleri per perişandı. Gerçi bundan bana neyse. Biz sanki hiç yokmuşçasına öylece yanımızdan geçip gittiler. Ama içlerinde biri vardı ki garip bir şekilde salise süren bir selam vermiş olacak ki Jale’nin kolumdan çekmesi ile asansöre bindim. Ama ben bu selamı alamayacak kadar yorgun ve bitkin olduğum için bunun farkına varamamıştım. Asansöre bindik ve otoparka indiğimde şoför Cemil abi bize karşıladı. Babamın sağ kolu ve can dostunun biricik oğluydu.

Hiç yanımdan ayrılmamıştı. Jale ve ikisi olmasa bunca zaman ayakta nasıl dayanırdım bilmiyorum. Arabayı bindik ve gözlerim saniyeler içinde kepenklerini indirdi.

********

Bir rüya ile başlamıştı hikayem. Hayatta tek arkadaşım olmuştu dans ve müzik benim. Babamdan bana kalan en güzel hediyeydi. Onunla aynı hayali paylaşmak, onun hayalini yaşatmak. Ben Alina Efsun Demirer. Ünlü keman virtüözü Kemal Akif Demirer’in kızıyım. Yani mesleğine aşık sanat için yaşamış bir adamın. Evet babam mesleğine aşıktı ben ona. Ama o bunu görebildi mi dersiniz, hayır. O yılın hatta son 10 yılın en büyük senfoni gösterisi için hazırlanıyordu. Günlerce hatta gecelerce süren provalar yüzünden eve gelemez olmuştu. Annem onu her akşam aynı saate aynı camın önünde beklerken bende piyanosunun başında beklerdim. O gece çok şiddetli bir yağmur yağıyordu. Saatler geçti babam gelmedi. Birkaç saat sonra kapı çaldı. Annem koşarak kapıya gitti, bende peşinden tabi. Kapıda koca koca adamlar. Boyları hayli uzun. Bir anneme baktım bir onlara. Yüzleri karanlıkta kaldığı için öndeki kişiyi çok seçemiyordum. Sonra bir adım öne geldiğinde fark ettim. Bu babamın arkadaşı Ali amcaydı. O da sanat yönetmeniydi. Ama yüzü neden öyleydi? Neden nefes nefeseydi. Neden telaşlı konuşuyordu. Neden... Ned... Babam... Baba... O.… gitmişti... Gidemezdi... Geri dönmeliydi...

 

Bu neydi? Ben neredeydim. Neden etraf karanlıktı. Ses yoktu. Koşuyordum. Durmadan koşuyordum. Sonra…

‘Efsun. Uyan Efsun’. Bu ses çok tanıdıktı. Hava neden bu kadar boğucuydu. Etraf neden bu kadar bulanık. Hafif bir sarsıntı oldu. Yavaşça gözlerimi açtığımda Jale karşımdaydı. Endişeli gözlerle bana bakıyordu. Kocaman açılmış gözlerini kısmış ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ter içinde kalmıştım. Derin bir nefes verdim. Ağır hareketlerle uzandığım yerden kalkmaya çalıştım. Omuzlarımdan tutarak bana destek verdi ve sırtımı yatağın başlığına yasladım.

‘İyi misin? Kâbus mu gördün?’

‘Sayılır. Ama iyiyim merak etme. Geçti zaten çok da önemli değil.’

‘Nasıl önemli olmaz Efsun. Uzun zamandır olmamıştı. Peki bir şey hatırladın mı?’

Hatırlayamamıştım. Her zaman olduğu gibi hatırlayamamıştım. Ne o gece konuşulanları ne de o günden sonrasını. O gece babamın yanına giderken kaza geçirmişiz. Sonra hastanede geçmiş günlerim. Dayımın anlattığına göre günlerce uyanmamışım. Nedenini kimse bilmiyormuş. Daha doğrusu ben o günden beri kimim onu bile bilmiyorum. Kaza geçirdiğimde 10 yaşındaydım. Hayatımın son 12 yılını dayımın yanında geçirmiştim. Yıllarca tedavi görmüştüm. Bir süre sonra bazı anıları hatırlasam da eksik olan kısımlar vardı. Mesela o gece arabaya bindikten sonra ne olmuştu? Hastanede uyandıktan sonra kaldığım o günleri. Sonra tekrar uyumuştum. Günler sonra uyandığımda ise annemi ve babamı sormuştum. Ama nereden bilebilirdim ki kazadan sonraki 5 yılın hafızamda yerinin olamayacağını.

O gece hem annem hem babam gitmişti. İnsan bir gece de hem evsiz hem yurtsuz kalır mıydı? Ben kalmıştım. İnsan bir gecede büyür müydü? Ben büyümüştüm. Toprağında koparılan bir çiçek misali solmuştu çocukluğum. Yaşayan bir ölüydüm sanki. Adımı da gömmüştüm onlarla toprağa ta ki yeniden yeşertene kadar.

‘‘Yok. Hayır’’. Dudağıma buruk bir tebessüm bıraktım ve arkadaşımın yardımı ile kalktım. Bugün uzun süre sonra ebeveynlerimin anılarının olduğu yere, eski evimize gidecektim.

Çocukluğum çok güzel bir yerde geçmişti. Büyükada da bahçeli çok güzel bir evimiz vardı. Annem ve babamın uzun uğraşlar sonrası aldıkları bir evdi. İkisinin tanışmasına vesile olan o güzel yerde aile kurmak istemişlerdi. Zamanla oturtmuştular her şeyi ta ki o acı güne kadar. Sonra ne bir daha kapısını açan olmuştu evin ne de adım atan. İlk ben yapacaktım bunu. Hem heyecanlıydım hem de korkuyordum. Ama doktorum hatırlamam için bunun gerekli olduğunu söylemişti. Anılarımı çağrıştıracak bir şeylere ihtiyacım vardı.

Dissosiyatif amnezi hastalığımdan dolayı o gece olanlar dahil son 5 yılını hatırlamıyorum. Birkaç anım gelir gibi olmuştu ama kazadan sonrası tabi. Ama o geceye dair bir iz yok. Ebeveynlerimin kaybını öğrendiğimde üzülmüştüm. Ama dayım tekrar bana bir şey olmasın diye doktorlar eşliğinde açıklamıştı. Tabi hafızam etkilenmişti. Hastane de yatsam da neyse ki çok kötü bir şey olmamıştı.

Şu an 25 yaşındayım. On beş sene oldu. Koskocam on beş sene. Bir asır gibi geliyor bana, zamanla gelen anılarım sayesinde bazı sorularıma cevap bulabildim. Ama hala çözmem gereken bilmeceler var.

Eşyalarımı hazırlamadan önce ılık bir duş aldım. Üstüme giymek için odamın sağında kalan giyinme odasına geçtim ve dolabıma yöneldim. Kapağını açtığımda beyaz halter yaka cropumu ve lacivert bol keten kumaş mavi pantolonumu aldım. Mickey Mouse desenli pijamalarımı çıkardım ve hazırladığım kıyafetlerimi giydim. Çizgi karakterli kıyafetleri ayrı severim. Tabii bunu bilen kişi sayısı da az hatta neredeyse hiç diyebilirim. Dışarıdan baktıklarında ben bunun zıttı bir karakterdeki kadınmışım gibi geliyor insanlara. Sosyal medya öyle diyor yani. Ben onu yalancısıyım. Yalan… Beni kendine esir eden yalan…

Yatak Odamın içinde bir giyinme odam var. Kapıdan girildiğinde solda tarafta kalıyor. Hemen karşıda yatak karşılıyor. Odanın ortasında gibi dursa da odam çok fazla büyük değildi aslında. Bir yatak iki komidin ve dolabım var. Makyaj masam bile yok. Genelde banyo da ya da kuliste yapmayı tercih ettiğim için gerek duymamıştım. Odamın hemen yanında banyo vardı. İki katlı bir daireydi. Yukarıda sadece benim odam vardı. Aşağıda bir o da varken salon ve mutfağı ayıran minik bir koridor vardı. Kapı hemen salona yakındı. Arada bir yemek masası vardı. Asla dolmamış yemek masası. Genelde ekip ile kutlama yaparken kullanırdık onun dışında bir tabak bile koyulmamış ahşap masa. Salonda L koltuk tercih etmiştim. Hemen karşıda kitaplar ve plaklar ile dolu bir ünitesi ile televizyon bulunuyordu. Anılar köşem derim buraya, çocukluğum hatta geçmişim. Ailemden kalanlar ile dolu.

Hazırlanıp aşağı indiğimde daldığım noktadan çıkmam çok uzun sürmemişti. Kapıyı çekip aşağı inmek için asansöre doğru yöneldiğimde arızalı yazısını gördüğümde içimden sesli bir of çektim. ‘’ Sırası mıydı şimdi!’’. Bekleyecek vaktim olmadığı için merdivenleri kullanmam gerekliydi. Allah’tan oturduğum bina 6 katlıydı. Eski gibi duran ama restore edilmiş bir binaydı. Galata’nın en güzel dairelerinden biriydi bana göre.

Aşağıya indiğimde nefes nefese kalmıştım. Kendimi binanın giriş kapısına yasladım ve hızlıca atan kalbimin sakinleşmesini bekledim. Ben kendime gelmeye çalışırken kalın bir ses tonu, o sırada yerdeki taşları saymaya başlayan gözlerimi kaldırmamı sağladı. Sorgularcasına bakan bir çift yeşil göz ile karşı karşıyaydım.

‘’İyi misiniz?’’ sorusunu sorana kadar yüzüne odaklandığımı fark etmemiştim. Hem bir o kadar tanıdık hem de bir o kadar yabancı olan bir çift göz. Cevap vermek için ağzımı hareket ettirdiğim sırada çalan korna sesi ile soluma döndüm. Gelen Cemil abiydi. Hızlıca arabaya doğru hareketlendim. Elim arabanın kapı kolundayken arkamdan gelen ses ile bir anda durdum. ‘’En azından şu suyu alın.’’. Yüzüme yayılan o hafif tebessümü düzelterek arkamı döndüm. Ve işte yine o tanıdık his vardı tenimde. Sahi nereden geliyordu bu his? Yoksa yine hafızam beni mi yanıltmıştı?’’.

Daldığım düşüncelerden beni çıkaran Cemil abinin tok sesi oldu.

‘’ Efsun, kızım hadi. Geç kalacaksın. ‘’ yüzümde nasıl bir ifade vardı ki bana endişeli bir ton ile ‘’ Bir şey mi oldu?’’ diye sordu. Bense hala karşımdaki adama takılı kalmıştım. Çok uzattığımı fark edince iki adımda yanına ulaştım.

Boyu düşündüğümden uzun çıkmıştı. 1,90 olabilir miydi? Yoksa 2,00 metre. Yok canım abartma kızım sende olsa olsa en azından 1,85. Onun altında olamayacağı kesindi. Ben 1.65’tim ve aramızdaki boy farkına bakılırsa baya bir fark vardı.

‘’Teşekkür ederim.’’ dedim sadece, elindeki suya uzanarak. O an bir cümle kurmamamın verdiği mahcubiyetten midir bilinmez, reddedemedim niyeyse. Evet canım cümle kuramamaktan başka neden olacak. Yüzüme yerleştirdiğim sahici gülümsemem ile uzaklaştım yanından ve arabaya bindim. Çünkü artık daha büyük problemlerim ve önceliklerim vardı. Kapımdaki yabancıyı düşünmekse şu an benim en son isteyeceğim bir şeydi. Tabi hayat siz isteyince sürprizlerini devreye sokmuyor olsaydı.

********

Kapalı akıllardan, kapalı kapılardan korkulacak daha çok şey vardır.

Frank Tyger

Kendinizi bazen kaybolmuş hissettiğiniz oldu mu? Ya da kafanızın karıştığını düşündüğünüz zamanlar yaşadınız mı? Zihin bazen insanlara oyun oynar. Gerçek ve yalan birbirine karışır. Bir oyun oynar sanki seninle. Sen o oyundaki acemi iken bir yandan da ustasındır. Zihnimde bana bir oyun oynuyordu. Birbirinden farklı renklerde kapılar vardı açılmayı bekleyen. Solumda ilkinde kırmızı bir ışık yansıyordu. Acil durum alarmı gibi yanıp yanıp sönüyordu. Hemen sağında kalan mavi kapı ise eski ama sağlam duruyordu. Çığlık sesleri geliyordu. Yaklaşmaya çalıştım ama adım atamıyordum sanki biri beni olduğum yere çivilemişti. Sakinleşmem gerekiyordu. Hemen sol çaprazımda duran yeşil kapıya döndüm. Nefesim düzelmeye başlamıştı ve daha iyiydim sanki. Bir ferahlık gelmişti. Sol elimi kapı kulpuna uzattım ama açamadım. Sağ yanağıma doğru düşen bir damla yaş yere çarptığında çıkan ses yüreğimde hissettiğim o his hepsi aynanda birbirine çarpmıştı. Sağımda boşluk vardı ve tam karşımda siyah bir kapı vardı içinden beyaz bir ışık ayaklarıma doğru yansıyan.

Dur… Yapma... Buradan gitmek zorundayız…

Sağımdan gelen sesler ile kapıdan gözlerimi çekmek zorunda kalmıştım. Sese doğru koşmaya çalıştım. Ama bir duvara toslamıştım sanki. Ama bir duvar yoktu cam gibi şeffaf bir duvar vardı. Peki ben neden göremiyorum? Neden ulaşamıyorum? Buradan çıkmalıydım çıkmak zorundaydım.

‘’Efsun. Uyan geldik.’’

Eve varmış olmalıydık. Jale beni uyandırdığında çoktan evin önündeydik. Hava serinlemeye başlamıştı. Kot ceketimi üstüme geçirdim ve araban indim. Jale de benle birlikte indi. Beyaz demir bir büyük kapı bizi karşılıyordu. Eski köşklerdeki gibi tarihi dokuya sahip bir kapıydı. Yavaş ve tedirgin adımlarla ona doğru yaklaştım. İki elimi kapının kulplarına yerleştirdim ve ileri doğru ittirdim. Uzun ve taşlı bir yoldan geçtikten sonra eve varmıştık. Eski tip iki katlı bir evdi. Geniş bir verandaya sahip kocaman bahçesi bulunan tam bir tarihi eserdi. Beyaz kenarlı pembe renklerin hâkim olduğu duvarları ile şirin bir hava veriyordu insana. Eve bakarken durakladım ve yüzümde gülümsemem ile öylece bakakaldım. Bu bahçede bu evde her bir tarafında anım vardı. Anneme dair bir iz babama dair bir anı. Annem çiçek ekmeyi çok severdi. Kocaman bir bahçesi vardı evin arkasında. Doğru ya onun serası hala duruyor olmalıydı. Hemen evin arkasına geçtim koşarak. Jale arkamdan bağırsa da onu duyamayacak kadar uzaklaşmıştım. Yavaş ol! Diyordu her zamanki gibi. Seraya vardığımda donup kaldım. Her yer ot ile kaplıydı. Tüm çiçekler solmuş tüm sera böcekle sarmaşıkla ot ile dolmuştu. Kimsenin bakmak aklına gelmemiş miydi?

Kızı öldü diye günlerce ağlayan beni suçlayan anneannem bile mi? Hani kızı onun canından bir parçaydı. Hani ondan her bir parçayı canı gibi korurdu. Peki bu sera… Peki ya ben… O candan değil miydik? Tabi babamın dahil olduğu hiçbir şey onunla bağlantılı hiçbir şeye elini sürmez arkasını dönüp bakmazdı öyle değil mi?

Aklımı gereksiz meşgul eden bu düşünce ordusunu silip attım hızlıca. Elimle önümdeki otları kopardım. Canım acısa da umurumda değildi. Asıl ben buraya sahip çıkmazsam canım acırdı. Seranın içerisine ulaştığımda arkamdaki otlar ile bir yol açmış oldum. Yavaş yavaş solan her bir çiçeği elledim. Solda yerde olanlara sağ tarafta masada olanlara göz ucuyla baktım. Önce masalara yöneldim. İlk elime aldığım zambak çiçeği oldu. Diğer adı ile Lityum olan bu çiçek yeniden doğuş saflık ve güven anlamlarına geliyordu. Özenle hazırlanmış saksının içinde yaprakları dökülmüş haldeydi. Hepsinin toprakları susuz kalmıştı. Tıpkı benim gibi. Tıpkı zihnim gibi. Bir damla suya muhtaçlardı. Susuz bir toprakta solmaya mahkumdur çiçekler. Ya toprağını değiştirmen gerekir ya da su bulman. İkisi de zordur ama imkânsız değil. İkinci seçeneği bilmem ama ilkini gerçekleştirebilirim. En azından onlar için.

Zambağı saksısı ile alıp masanın kenarına ayırdım. Diğer çiçekleri dolaşmaya devam ettim. Her birine teker teker parmak uçlarımı değdirirken annemin dokunuşlarını hissediyordum. Topraklarına dokunuyordum tıpkı yıllar önce mezarına attığım toprakları tuttuğum gibi sımsıkı tuttum avucumun içindeki toprağı. Burnuma doğru kaldırdım ve kokladım. Anne kokuyordu. Sımsıcak ve huzur gibi. Ev gibi kokuyordu. İlk defa isteyerek bıraktığım gözyaşlarıma izin verdim toprak ile buluşsun diye. Gözlerimi kapadım ve hissettim. Kendimi o ana bıraktım.

‘’ ‘ Pekiiii. Bunlay nasıy büyücek anneycim? Yani bu suyu ekince büyüycek mi?’. ‘Büyüycek ama bir anda değil. Zaman gerekir bir de çaba. Azcık da sevgi. ‘diyordu annem. Masada saksıya çiçeği ekerken. Bende yanındaydım. Evet, annem ile serayı kurarken ki anım bu. Üstünde kırmızı beyaz ekoseli bir önlük vardı. Beyaz ince uzun kollu tişörtünün kollarını kıvırmış ve toprak rengi saçlarının ön tutamlarını arkadan bit roka ile toplamıştı. Yüzündeki o iç ısıtan gülümsemesi yemyeşil gözlerine de yansıyordu. Annemin en içten güldüğü anlardan biriydi. Tek mutlu olduğu anlardan biri. Kafasını bana doğru çevirdi.

‘Sende yapmak ister misin?’. Evet anlamında kafamı salladım ve kocaman bir gülümseme bıraktım yüzüme tıpkı onun gibi. Beni kucağına aldı ve iki elimden tutarak beni önümüzdeki saksıya doğru yönlendirdi. Bir elimle toprağı düzeltirken diğeri ile de su döküyordum. Ellerim kirlense de umurumda değildi çünkü annemleydim. O ve en mutlu olduğu andaydım. Onun canı olan yerdeydim. Diğer canı olarak.’’

Gözlerimi açtığımda çoktan yaşlara boğulmuştum. O kadar gerçekçiydi ki. Yeniden yaşamış gibiydim adeta. Etrafta bir poşet aradım. Kafamı çevirip dururken arka da sol köşede bir masa vardı. Üstünde duran bir kutu, çizimler ve bez parçaları vardı. Alt tarafında bir çekmece vardı. Açmaya çalıştım ama açılmadı. Zorladım ama biraz daha devam edersem elimi kesecektim. Bunu yapmam şu an için iyi olmazdı hele ki yarınki konserden önce iyi olmazdı. Ama bunu açmanın bir yolunu bulmalıydım. Kıracak bir cisim aradım etrafta. Masanın arkasına geldiğimde demir bir çubuk buldum. Neden orada olduğunu sorgulamayı pas geçip çekmeceye yöneldim. Vurabildiğim kadar hızlı vurdum. En sonunda kilidi kırmayı başardım. Tabi bu çok ses yaptığı için Jale ve Cemil abi sesi duymuş olacak ki koşarak geldi.

‘’Efsun iyi misin? Bir şey mi oldu?’’

‘’ Hayır iyiyim. Masanın üstünde birşeyler arıyordum. Yanlışlıkla devirdim.’’ Onlara şu an buradaki hiçbir şeyi açıklayamazdım. En azından şimdilik.

‘’Peki. Tamam ama dikkatli ol biz hemen dışarıdayız. Cemil abi etrafı kolaçan ediyor ve geç olmadan eve girmeliyiz yoksa çok geç olacak.’’’

‘’Tamammm. Buradaki işim bitmek üzere. Hemen geliyorum.’’,

Çekmeceyi açtım ve hızlıca kurcalamaya başladım. Bir sürü dosya, çizimler ve notlar vardı. En altta kırmızı mühürlü bir zarf vardı. Elim ona gitti ve uzanıp aldım. Arkasını çevirdiğimde Sevgili Kızım Alize’ye yazıyordu. Annem’e gelmişti. Mektubu aldım ve çantama koydum. Evde okumaya karar vermiştim. Kalktım ve masanın üstünü de kurcaladım. Elim bir fotoğrafta durdu. Annem ve benim olduğumuz fotoğraf. Onu da çantama yerleştirdim. Odamın en güzel köşesine koyacaktım. Bir çerçeve almam şarttı. Bunu da kafama not edip. Kenara ayırdığım zambağı da alarak seradan çıktım. Eve doğru yöneldiğimde benimkiler çoktan içeri girmişti. Bende verandaya çıktım ve etrafa göz gezdirdim. Sağ tarafta bahçe takımı vardı. Beyaz üzerine çiçek desenli minderleri ile bir tekli bir de üçlü takım yola doğru bakıyordu. Üstlerinde beyaz çarşaf yarıya kadar inmişti. Kalanını da ben indirdim. Sol tarafta ise üstü örtülü dikine duran bir şey vardı. Örtüyü indirdim ve kenara doğru attım. Gözlerim şaşkınlıkla büyürken elim tabloya gitmişti. Bu annemin resmiydi. Peki kim çizmişti? Ne annem ne de babam resim çizmezdi. Peki kimdi? Sol alt tarafta bir isim vardı Gabriel yazıyordu. Gabriel… Gabriel... kimdi bu Gabriel? Ne hafızamda yeri vardı ne de bana anlatılanlarda hatta hiçbir yerde izi yoktu. Cebimden telefonumu çıkardım ve daha sonra araştırmak üzere fotoğrafını çektim.

Evin içine girdiğimde beni uzun bir hol karşıladı. Sağ tarafta değişik sembollerin yer aldığı motifli mini tablolar. Holün sonuna gelindiğinde sağ tarafta kocaman bir salon vardı. İçeri girildiğinde sağ tarafta bir şömine ve koltuk takımı karşılıyordu. Sol çapraz kocaman bir üç bölmeli pencere ve siyah bir Steinway & Sons marka piyano vardı.

Yavaş ve tedirgin adımlar ile yaklaştım. Üstündeki örtüyü yavaşça kaldırdım ve kenara attım. Kapağını kaldırmak istedim ama cesaret edemedim. Bir ses duyuyordum. Etrafıma baktım.

‘Dur kızım, düşeceksin.’

‘Anneni dinlesen iyi olacak, küçük hanım.’

‘Ama ben durmak istemiyoyum. Piyano çalmak istiyoyum. Bale yapmak deyil!’

Bak sen küçük hanıma, demek piyano çalmak istiyorsun. Daha düne kadar bale diye başımın etini yiyen kimdi acaba? Babama sahte sinirli bir bakış atıyordu annem. Babamsa bozulmuş numarası yapıyordu ama içten içe o da gülüyordu.

Valla bana bakma ben hiçbir şey demedim o kendi çalarken beni izlemek istedi bende itiraz etmedim. Sonuçta sanat aşkı ile doğmuş bir çocuğumuz var.

Annem tabi tabi kesin öyledir der gibi baktı babama. Babam beni kucağına alıp oturtuyordu. Sağ yanağıma bir öpücük bıraktı. Ve elindeki kitabı açarak ilk satırlarını okudu.

Bir kızı olmalı insanın.

Canını emanet ettiğin, elin, ayağın, gözün, kulağın, her şeyin.

Bir kızı olmalı insanın.

Canıyla canlandığın, varlığıyla anlamlandığın.

Bir kızı olmalı insanın.

"Dünya bir yana, kızım bir yana" diyebildiğin...

Kapağını kapattı ve bana bakarak saçlarımı okşadı ve üstlerine bir öpücük bıraktı.’’

Ne kadar kaldım öyle saatlerce bilmiyorum. Farkına vardığımda hava kararmıştı. Jale mutfaktan salona geldi ve dönmemiz gerektiğini söyledi. Ne olduğunu sorsa da şimdilik anlatmamayı tercih ettim. En azından kendimi iyi hissedene kadar.

Her odaya kısa kısa göz gezdirdim. Daha sonra tekrar gelecektim. En son annemlerin yatak odasına girmiştim. Ev en son cenazeden sonra toparlanmıştı. Kimse düzene elini sürmemişti. Zaten sürülecek bir durumda yoktu. Ev hep toplu olurdu. Fakat ebeveynlerimin odasında bir tuhaflık vardı. Normalden fazla dağınıktı. Yatak dağılmış, iki yanındaki komodinin üzerindeki eşyalar sağa sola dağılmıştı. Burada ne olmuştu böyle?

Makyaj masasına yanaştım. Annemin beyaz işleme desenli tarağı aynaya çapraz vaziyetteydi. Kaldırdığımda üstündeki saçlarını gördüm. Bir tutamı kalmıştı.

Anne ben tarayabilir miyim saçını? O günün sabahı. Annemin saçlarını ben taramıştım. Evet evet o sabahtı ama annem mutlu değildi neden değildi?

Masanın çekmecelerini karıştırdım. Bomboştu. Garip bir şekilde bomboştu. Kurcaladım. İçine baktım. En sonunda elime minik bir şey geldi. Pembe-beyaz bir haptı. Ne için kullanılıyordu bilmiyordum. Araştırmak için saklamalıydım bu yüzden kaybetmemek için çantama koydum.

İçimden bir ses etrafı incelemem gerektiğini söylüyordu. Belki de hafızamı tetikleyecek başka bir şey bulabilirdim. Hızlıca komodinleri kurcaladım. Soldakinde bir şey yoktu daha doğrusu işe yara bir şey. Babamın müzik notlarının olduğu bir defter vardı sadece. Eski sanatçılardan kalan notalar. Birkaç da kalem.

Sağ taraftakine geçtim ve açıp karıştırmaya başladım. Annemin kıyafetleri ve bakım malzemeleri vardı. Çekmeceyi kurcalarken sallandığını fark ettim. Sanırım ayağı yerinden çıkmıştı. Aşağıya eğildiğimde düzeltmeye çalıştım. Tam kalkmaya yönelmiştim ki o da ne, yatağın altında bir kolye vardı. Uzanıp onu aldım. Annemindi bu. Açtım ve içinde resmim vardı. Resme dokunurken elime bir nokta geldi. Üstüne dokunduğumda dolaptan kilk sesi geldi. Bir şey açılmıştı. Endişeli gözler ile gardolaba doğru bakarken sesin nereden geldiğini bulmak için oraya yöneldim. Hızlı adımlar ile kıyafetleri karıştırdım. Ve donakaldım.

Bir bölme mi? Neden böyle bir şey vardı? Neler oluyordu?

Bölmeyi yavaşça açtım ve öylece kalakaldım. Bu inanılmazdı…

Umut bazen bitti dediğin anda tekrardan başlar. Tıpkı susuz kalmış bir çiçeği tekrar yeşertmek gibi…

 

 

******

Geçmiş Zaman

Karanlık onun diğer adıydı. Öfke ise sığındığı bir liman. Geçmişin külleri her yere saçılmış. Şimdi kendi gibi karanlık bu uzun koridorda attığı her bir adımda tehlike çanları çalıyordu boş duvarlarda. Soğuk ve bomboş duvarlarda.

Karşısında demirden yapılmış üstünde otantik işlemeleri bulunan büyük siyah bir kapı karşılıyordu. Kapının iki yanında devasa boyutlarda iki aslan heykeli koyulmuştu. Aslanların her ikisinin de gözünde mavi renkte lazerler vardı. Sanırım bunlar normal bir heykelden daha fazlasıydı. Aslanlar yetmemiş olacak ki iri vücutlu iki koruma da sağ ve sol köşelerdeydi.

Kapıya vardığında korumalardan biri iki adımda yanına vararak o tek sesi ile neredeyse her gün duymaktan bıktığı ama mecbur kaldığı o soruyu sordu. ‘’Hoş geldiniz! Giriş kartınızı görebilir miyim?’’. Yüzündeki ifadesizliği bozmamaya çalışarak ceketinin sol iç cebindeki kırmızı ve siyah işlemleri P.I harflerinin yazılı olduğu bir VIP kartı çıkardı. Kartın etrafı uzun dallar ile sarılıydı.

Önündeki korumaya kartı verdikten sonra demir kapı kocaman bir gıcırtı ile yavaş t-yavaş açıldı. O da kapı ile beraber ağır adımlarla içeriye girdi. Dışarıya göre zıt olan kocaman mumlar ile çevrili bu odada çok fazla eşya yoktu. Dışarının aksine burası ışıltılı dünyanın ta kendisiydi. Sanki karanlıktan aydınlığa çıkarıyordu. Ama bu karanlığın çıktığı yer aydınlık değil kan gölüydü. Karşısında duran bu adam ise aydınlığı kan gölüne çevirenin ta kendisiydi. Koskoca salonun ortasında karşılıklı duran dört sandalye vardı. Deri kaplama olan kenarları altın varaklarla işlenmişti. Orta da ise aynı renkte olan ve genişçe kaplayan bir sehpa bulunmaktaydı.

Bu ihtişamlı odanın sahibi Andrey Sakharov. Rus iş adamı Samuel Sakharov’un babası. Görüşü oğlunun aksine sert ve soğuk. Ruslar hakkında yıllarca söylenmiş olan sözlerden biridir. Hatta şakası bile yapılmıştır. Ama hiç gerçek olarak şahit olmamıştı. Bu donuk bakışlı adam onu buraya davet ederek açık bir savaş ilanı veriyordu besbelli.

Sert ifadesi aksine İngiliz aksanını yumuşak kullanmayı tercih etmişti. ‘’Hoş geldin! Ogon.’’ Ve eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret ederek oturması için yönlendirdi.

Başını hafifçe hoş bulduk dercesine sallayarak Andrey’in karşısındaki yerini aldı. Yüzünde sert bakışlarında yakıcı bir ifade vardı. İkisi de biliyordu bu görüşmenin dostça bir görüşme olmadığını. İlk o söze girdi.

‘’Beni buraya davet ettiğine göre mesajımı almış olmalısın. Ama görüyorum ki yanlış anlamışsın.’’ Sağ ayak bileğini sol dizine getirerek oturma pozisyonunu aldı. Ellerini ise iki kola yasladı. Adeta karşısındaki adama kendine güvenen, baskın ve hâkim olduğunu gösteriyordu.

‘’ Bak dostum!’’ sesindeki alaycılık hala devam ediyordu. ‘’Sende bilirsin ki iş anlaşmalarında birtakım yanlışlıklar olabiliyor. Sonuçta bu sadece bir iş öyle değil mi?’’ Onun aksine yüzünde alaycı bir gülümseme yoktu. Anlık denebilecek bir gülümseme takıntı ve iki bacağı yerde olmak üzere, iki kolunu da dizlerinin üstüne getirerek öne doğru eğildi.

‘’Hayır DOSTUM!’’ son kelimeyi söylerken yüzünde tiksindirici bir ifade vardı. ‘’Bu sıradan bir iş değil! Yapılan ise basit bir yanlış da değil! Bu bir ihanet!’’ Hem de telafisi olmayan. ‘’Ve bu hayatta affedilemeyen iki şey vardır. İhanet ve aldatma.’’ Karşısında gördüğü bu adam her ikisi de mevcuttu. Kendi oğluna bile acımayan ilk olayda ona ihanet edebilecek biriydi. Ve bunu o odadaki herkes çok iyi biliyordu.

Andrey Sakharov için bu söylenenler bir şey ifade etmiyor değildi aksine zedelenen gurunu bu tarz konuşmalara dahil etmek en nefret ettiği şeydi. Gerilen yüzü ve kasılan bedeni ile oturduğu sandalye de kendini dikleştirdi. İçinde fırtınalara kopsa da bunu dışarıya yansıtmak zayıflık olurdu.

‘’Haklısın Bozbey!’’ Ona ilk defa soyadı ile seslenmişti. Bu açık açık tehdit mesajıydı. Çünkü yıllardır içinde bulundukları bu konseyde aslan gerçek isimler kullanılmazdı. Andrey ise ‘’LEV’’ lakabını tercih ediyordu. Bunu odasının ve mekanının her yerinde belli ediyordu. Hatta üstündeki takım bile bunu yansıtıyordu. Kendinin aksine.

‘’Affedilemez ancak ortada affedilmeye dair bir şey söz konusu olduğunu düşünmüyorum. Senin aksine.’’ Sondaki sözü canını acıtmak için söylemişti halbuki. Ama unuttuğu bir şey vardı. Ogon, Lev’den daha tehlikeliydi. Ve kendini bile bile o ateşin içine atıyordu.

Yüzünde alaycı ve aşağılayıcı bir gülümseme ile geriye doğru yaslandı. Burun kemerini baş ve işaret parmağı ile sıkarak kendini sakinleştirdi. Ve bu sefer gülümsemesi daha da büyümüştü. Çünkü birazdan karşısındaki bu adamın yüzünün alacağı ifadeyi görmek için sabırsızlanıyordu. ‘’’Bence bu kadar emin olmasan iyi olur? Zira bir anlaşma yapacaksan sonucu ve bedelini de hesaba katmalısın. Koyulan şartlara uymazsan ne olacağını sende bende hatta bu konseydeki her bir üye çok iyi biliyor.’’ Evet ödenmesi gereken bir bedel vardı. Ve Andrey bu bedeli çok ağır şekilde ödeyecekti.

Ve o ses. Beklenen telefon gelmişti.

Sakharov çatık kaşları ile bir çalan telefonuna bir de karşısındaki adama bakıyordu. Başlardaki cesaretinden eser yoktu. Çünkü o da biliyordu. Onun telefonları kolay kolay çalmazdı. Eğer, konu Samuel değilse. Ürkek ve titreyen eli ile önündeki sehpadan telefonunu hızlıca aldı ve açtı.

‘’ Da! Vu verine?’’ Sona doğru sesi endişeli ve gergin hal alamaya başlamıştı. ‘’ Net vremeni. Delay vse, chto neobkhodimo, i zhdi menya. ‘’ dedi ve telefonu kapadı. Hızlıca ayağa kalktı. Bozbey de onunla tabi.

‘’Şimdi anladın mı Sakharov?’’ onun gibi gerçek ismi ile hitap etmişti. Ve arkasını dönerek kapıya doğru ilerledi. Eşiğe doğru geldiğinde aklına bir şey gelmiş gibi arkasında bıraktığı adama döndü. ‘’ Ha bu arada bir Türk atasözü vardır. Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar. Yani bu ışıltılı dünyaya çok aldanma çünkü eninde sonunda sende o karanlığa hapsolursun.’’ Kapıyı çarpıp çıktı ve ardında öfkesi gurunu hapsetmiş bir baba bıraktı. Evet oğlu büyük bir yanlış yapmıştı. Ve bunun bedelini gururunu kaybederek itibarı zedelenerek ödemişti. Ama Sakharov’un vazgeçmediği iki huyu vardı. Biri para ikincisi kandı. Peki bu adam hangisini seçecekti?

Bir rus atasözü der ki; Şeytanlar sessiz sularda yaşar. Unuttuğu şey buydu Sakharov’un. Hafife almıştı onu, çok hafife almıştı. Ve bilmeliydi. Tek bir kurala dokunulmazdı. Aile. Çünkü bedeli ölümdü. Konseydeki tek kural buydu. Aileye dokunan ölümün kapılarını açardı. Maalesef bunun bedelini her iki tarafta ödeyecekti.

Ve o an kartlar yeniden dağıtıldı.

Geçmişin kanlı elleri iki masum yüreğe değmek üzereydi...

Loading...
0%