@dsyydiarss
|
Sibel Can ft. Halil Sezai- Galata Geçer sanıyoruz zamanla. Bir bahar. Bir yaz. Bir kışla geçer. Ama kim bilir ki bazı anların zamanla tekrar tekrar hatırlandığını… Hasret olduk kalabalık sofralara. Hasret kaldık mutlu, huzurlu insanlara. Güldüren, gülen yüzlere… Zaman çarkı dönerken savurup duruyor zihnin her bir parçasını. Tekrar bir araya gelir mi mutluluğun kaynakları… Çocukluğumun en güzel anlarının geçtiği, ev dediğim bu yerde şimdi bir bilinmezlik ile baş başaydım. Bir elimde eskimiş bir fotoğraf diğerinde sararmış bir mektup tutuyordum. Korku bir ağ gibi etrafımı sararken çırpınamıyordum bile. Sadece nefes alamadığımı hissediyordum. Ağlamak istiyordum ama eğer ağlarsam düşerdim. Ne kaldıracak biri vardı yanımda ne de elimden tutacak. Kimsesizdim ben. Babası toprak olmuş bir kız çocuğu. Annesi yıldız olmuş gökyüzüne aşık bir kız çocuğuydum ben. Bir gecede büyümek zorunda kalmış bir kız çocuğuydum. Şimdi elinde geleceğini değiştirecek geçmişini tutan bir kadındım. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya şimdi olduğum gibi kalacaktım ya da geçmiş denen bu tozlu defteri son kez açıp hesapları kapatacaktım. Geleceğe rağmen… Fotoğrafa döndü gözlerim ve arkasını çevirdiğimde bir tarih yazıyordu. 12 Nisan 2004. Mardin- Midyat. Annem ve babamın olduğu bir kareydi bu. Annemin kucağında 5 yaşındaki ben ve arkamızda eşsiz manzarası ile Mardin şehri. Akşamın güzel ışıkları tüm şehri kaplıyordu. Babam sağ koluna ikimizi almış ve uçuşan gece ile birbirine karışan simsiyah gözleri ve yüzünde o harika gülümsemesi ile poz veriyordu. Annem ise beni sol dizine almış iki kolu ile sımsıkı tutuyorken bir yıldız gibi parlayan bir çift ela gözleri ile bakıyordu kareye ama buruk bir tebessüm vardı yüzünde. Kafasında yöresel stilinde bağlanmış yeşil renkli üstünde kırmızı ve sarı renk üzerine işlenmiş desenli bir şal vardı. Ve hiç çıkarmadığı o kolyesi. Zümrüdüanka motifli kolye. Ben ise belki de son kez en sahici gülümsemem ile poz veriyordum. Son aile pozu. Son gülümse. Ne çok son vardı böyle. Ağlamak istiyordum ama ağlamamalıydım. Eski Efsun olsa ağlardı belki ama şimdiki Efsun değil ağlamak cümle bile kuramaz oldu artık. İçeriden gelen tıkırtı sesleri ile hemen kendimi toparladım ve mektup ile resmi çantama koydum. Uygun bir zamanda okuyacaktım. Öyle bir zaman gelir mi bilemeden. Hızlıca dolabı karıştırdım başka bir ize rastlarım umudu ile tüm odayı taradım durdum. Ama başka hiçbir şeye rastlamadım. Yüzümü kaplayan hayal kırıklığı ile terk ettim odayı. Derin bir nefes verdim ve dikleştirdim başımı. Artık adım atma vaktiydi. Asıl savaşım şimdi başlıyordu. Hafızamdaki boşlukları doldurmalıydım. ***** YİĞİT MİRZA BOZBEY Ben Yiğit Mirza Bozbey. Karşımda karanlığı ile şehr-i İstanbul. Bir elimde geçmiş diğerinde gelecek. Zihnimde bilmeceleri ile dolu bir kadın. Arka fonda Müzeyyen Senar’ın sesi. ‘’Akşam oldu Hüzünlendim Ben yine’’ Kafamı sola doğru yatırdım. Yüzümde hafif bir tebessüm ile bekledim, o kısmı. ‘’Hasret kaldım Gözlerinin rengine ah …. Gel mehtabım Gel sevgilim Gel yine…’’ İçli bir nefes çıktı dudaklarımdan. Yüreğimde bir sızı vardı. Dilime vurmayan kelimler aktı zihnimden kalbime doğru. Kanıma karışan kanı zihnimi allak bulak eden o yüzü unutamamak. Ve kaybettiğim ama bulamadığım o cesaret. Bulmak istiyor muydum? Emin değilim. Kapı tıklaması ile çıkıverdim derin düşüncelerimden. ‘’Gir!’’. Sesime yansıtmıştım istemeden içimdeki hüznünü. Gelen Akif’ti. Sağ kolum, çocukluk arkadaşım ve can dostum. Adımı öğrendiğim gün bildim onu. Kendimi bildim bileli o vardı yanımda. ‘’Usta, yine efkarlanmışız. Aynı mevzular galiba?’’ imalı bir gülüşle sormuştu bunu yüzüne yansıtmasa da. Karanlık şehre sırtımı döndüm daha öncekiler gibi ve sandalyeme kuruldum ona doğru. Gömleğimin iki kolunu da sıvadım yukarı doğru. Başımı koltuğa doğru ve sola yasladım iki kaşım havada. ‘’Aynı ya da değil, bir şey fark eder mi sence?’’. Gülümsedi bu söylediğime öyle olsun der gibi baktı yüzüme. Ama benden alabildiği tek şey sessizlik oldu. Gerildi yüzü bir anda. Söyleyip söylememek arasında gidip gelen bir ifade vardı. Kötü bir durum vardı. Evet kötü bir şey olmuştu. Ama bana söyleyebilecek cesaretinin olmadığı pek görülmemişti. Yoksa. ‘’O mu?’’ dedim. Onaylarcasına baktı gözlerime. ‘’Ne zaman?’’ sessizlik. Tekrar ettim. Hafif yüksek çıkmıştı sesim. ‘’Ne zaman, dedim Akif?’’ Hafif öne eğildi ve iki dizini bacaklarına koydu bana doğru baktı. ‘’Dün, sabah. Ali söyledi. Hastanede görmüş. Kontrole geldiğini düşünüyor ama bence tam aksine emin olmaya çalışıyor hala.’’ ‘’Belli ki hala emin olamamış. Onca uyarıya rağmen hala cesareti var demek.’’ Ne kadar kaçarsan kaç geçmişin bırakmaz peşini ta ki senden alacağı bir gelecek olana kadar. Ben her bir geçmiş izime bir geleceğimi feda ettim. Ensemde geçmişin izi kalbimde geleceğim ile yaşadım. Son bir parça son bir iz kaldı geriye. Onu da veremezdim. Bu yüzdendi ya korkularım. Araftaydım şimdi. Bir tarafımda geçmiş bir tarafımda gelecek. Birinde karanlık var birinde ateş. Ya yanacaktım ya da hapsolacak. Sahi hangisi daha iyi? ‘’Seni bekliyormuş:’’ diye devam etti Akif. ‘’Ya. Demek öyle’’ sakindim, fazla sakin. ‘’Sence şu an dalga geçmenin sırası mı? ‘’Dalga geçmiyorum. Sadece bu ilk kez yaşadığım bir durum değil.’’ Bana inanamayan gözler ile bakıyordu. Alışkın değildi tabi bu halime. Ben sakinlikten çok uzak biriyim. Kilometrelerce hatta asırlarca uzak. Ama bugün başkaydı. Özeldi. Güzeldi. Bir çift tanıdık ela göz görmüştüm bugün. Tanıdık ama bir o kadar yabancı bir çift ela göz. İlk gün ki gibi taze ilk gün ki gibi baki. Ya içimde ne vardı ona karşı hangisi gerçekti nefret mi aşk mı? Tıpkı o anda aynısını hissetmişti. Aynı duygular farklı zaman. Kalbe saplanmış bir hançer. Ya derine inecek ya da çıkıp gidecek. ***** 10 Eylül 2018 Alara Efsun Demirer ilk kez sahneye çıkmak üzereydi. Konservatuar da ilk senesinin sonuydu. KEMAL AKİF DEMİRER 10. YIL ANMA TÖRENİ. Yazılı koca afişin önünde duruyordu babasını izleyerek. Üstünde kırmızı saten, düşük omuzlu bir elbise. Yerlere kadar uzanıyordu. Kuyruğu orta uzunluktaydı. Boynunda inci kolye annesinden kalan. Hafif dalgalı sağ omzuna aldığı kestane rengi saçları ile tıpkı bir peri gibi. Ve uzaktan onu izleyen gözler. Yüzünde hafif bir tebessüm ile bakıyor ona Yiğit. Hayranlıkla. Baştan aşağı süzüyor onu. Bir renk bir insana bu kadar mı yakışır. Bu zaman kadar nefret ettiği rengi nasıl sevdirmişti bu kadın. İçinde tuhaf bir his vardı. Adını koyamadığı. Tam bir adım atacağı sırada yanına gelen kişi ile duruyor adımları. Şaşkın ama bir o kadar da öfke ile bakıyor bu adama. Ömer Soykan. Bu ismin onda bıraktığı tek şey acı ve öfke. Peki neden peri kızı ile birlikteydi? Yoksa… Ona doğru döndü Alara, bir iz gibi peşini bırakmayan geçmişine döndü. Ömer… Ömer Soykan. Babası öldükten sonra sanat merkezini devralan adamın oğlu. Artık ta kendisi. Yüzünde en kibirli gülümsemesi ile selam veriyordu. Ne kadar çabalarsa çabalasın kalbindeki o nefreti silemeyecekti. Bir amacı vardı. Onun içindi bu sessizlik. Alması gereken bir geçmişi vardı. Hak ettiği bir gelecek. Ama bunun için bir şansa ihtiyacı var. Tek bir şansa. Ömer başını hafif sağa doğru yatırarak ona doğru adım attığında otomatikman geriye doğru gitti adımları Alara’nın. ‘’Ne oldu prenses: Kaçıyor musun benden?’’ Böyle güzel bir kelime onu pis ağzına hiç yakışmıyordu. Hele ki kan kokan o ağzı. Aldığı onlarca canın kanıyla kazandığı paralar ile boğazında geçenler. Kandan ibaretti sadece kan. Başını dikleştirdi ve kafalarını aynı hizaya getirdi. Ömer elini sol yanağına dokundurmaya çalışsa da elinin tersi ile ittirdi. ‘’Çek o pis ellerini benden.’’ Bir adım attı ona doğru. Gözlerini kitledi gözlerine ‘’ Ne korkusundan bahsediyorsun sen ya. Ha. Ne korkusu. İyi bak bu gözlere.’’ Dedi sağ işaret ve orta parmağını iki gözüne doğru tutarak. ‘’Bu gözlerde nefretten başka hiçbir şey göremeyeceksin. Anlıyor musun beni? Ne korku ne aşk ne de merhamet. Sadece nefret. O yüzden şunu aklından çıkarmasan iyi olur ÖMER SOYKAN.’’ Adını hece hece üstüne basa basa söyledi ezberletircesine. ‘’Benden alabileceğin tek şey bu. Bende kalan da tek şey bu. Bir daha karşıma çıkmasan iyi edersin.’’ Dedi ve onu arkasında bırakarak kulise doğru adım atıyordu ki durdu. ‘’Bence bu kadar emin olma prenses. İstemiyor musun?’’ Neyi dercesine kafasını ona çevirdi Alara. Sol omzunun üstünde ona bir bakış attı. Ömer gözleri ile onu ve salonu işaret ettim. Biliyordu. Almak için her şeyini vereceği şeyin ne olduğunu biliyordu. Kahretsin ki öğrenmişti. En olmaması gereken insan en sevdiği için yapabileceği fedakarlığı öğrenmişti. ‘’Bunun için ne olursa yapacaktın öyle değil mi? Yanlış mıyım?’’ doğru diyordu aşağılık herif. Kahretsin ki doğruyu söylüyordu. Ve o can alıcı soru döküldü dilinden. İki hayatı mahveden o soru. ‘’Sana bir teklifim var?’’ ve o an zaman durdu. Çark tersine döndü. İki kalp ilk kez o an aynı şey için çarptı. Aynı anda. Tek bir duygu için. İntikam. Ama bilmiyorlardı. Dost olmuştu intikama yalan. Kardeşti öfke yolun sonuna kadar. Düşmandı aşk en çaresizliği ile. Yalan esir etmişti bir kalbi. Aşksa en masum hali ile kurtuluş aradı esaretten. Birbirlerinin kurtuluşu olabilecek miydiler? Yoksa esarete teslim mi olacaklardı? GÜNÜMÜZ Eve geldiğimde hava kararmak üzereydi. Galata’nın en sevdiğim saatleriydi bu saatler. Işıl ışıl parlayan görüntüsü ile hayran ediyordu kendine. Önümde kahvem elimde kitabım masamda o mektup. Galata’yı izliyorduk öylece. Hep hayran kalmışımdır Galata ve Kız Kulesi’nin hikâyesine. Kız kulesi yıllarca onu izleyen aşık çiftlere şahit olmuş. Yıllarca bu aşkları gördükçe kendi yalnızlığını hissetmeye başlamış. Bir gün karşısında Galata kulesi tüm büyüleyici duruşu ile yükselmeye başlamış. İşte o an âşık olmuşlar birbirlerine. Ancak bir engel varmış. Aralarındaki koskoca İstanbul Boğazı. Aşkları imkansızlaşmış ondan sonra. Bu imkânsızlık günden güne eritmiş Kız Kulesini. Solmuş Kız Kulesi. Galata Kulesi onu gördükçe kahrolmuş. Duygularını duyurmak için mektuplar ve şiirler yazmış. Tonlarca. Zamanın birinde bir gün Ahmet Çelebi çıkıvermiş tepesine Galata’nın. Uçmayı hedefleyen Ahmet Çelebi’den bir ricası varmış. Uçmadan önce aşkını dile getirmiş ve yazdıklarını vermiş Galata Kulesi. Öylece çaresizmiş ki dayanamamış Çelebi bu aşkın çaresizliğine ve kabul etmiş. Ve atlamış Galata Kulesi’nden. O kadar kuvvetli bir rüzgâr esmiş ki dağılmış İstanbul Boğazı’nın her bir tarafına mektuplar ve şiirler. Ama buna rağmen anlamış Kız Kulesi, Galata’nın aşkını. O da martılarla birlikte şarkı söyleyerek şarkılar ile dile getirmiş aşkını. İşte o an imkânsız olan aşk, artık karşılığını bir şekilde gördüğü için iki kulede parlamış İstanbul’da günden güne. Ah be ‘’İstanbul’ ’sen değil misin bir boğaz uğruna koca şehri ayıran, Kim bilir me sevdaların ahı var üzerinde ki kavuşamıyor iki yakan!’’ ‘’Ah İstanbul ne çok şey biriktirmişsin içinde…’’ diye tekrar ettim içimden. Kahvemden bir yudum aldım ve sıradaki sayfaya geçtim. Bu gecede elime almadım onu. ****** Kayboldum. Yönünü kaybetmiş bir pusula misali. Önce endişe aralıyor kapıyı sonra korku çekiyor beni içine. Nefesim daralıyor ama açamıyorum gözlerimi. Ya beni çekerse içine ya hapsederse beni yine. Mektubu okumayalı üç gün geçmişti. Üç koca gün. Korkudan mı yoksa endişeden mi bilmiyorum bir türlü elim gitmedi okumaya. Üstünde sadece tek bir adres vardı. Ne bir isim ne de gönderilen kişi. Annem miydi? Yoksa babam mıydı alıcı? Kafamda dönen bir sürü soru varken bir yandan da hazırlanmam gereken bir gösteri vardı. Paris’in en ünlü senfoni orkestrası ile ortak yapılacak dostluk yemeği için düzenlenen gösteride yer alacaktım. Türk-Rus dostluk yemeğiydi. Pek bu ortamların insanı olduğumu söyleyemem ancak dayımı kıramadığım için yer almayı kabul etmiştim. Üzerimde çok hakkı olan bir insandı. Ona borçlu olduğum bir can vardı. Sabah saat 6:30’ta kalkmıştım ve aşırı derecede uykum vardı. Tüm gece zihnimi esir etmiş düşüncelerden ancak başka şeylerle meşgul ederek kurtulabilmiştim. Şimdi organizasyonun yapılacağı mekandaydık. Jale bir yanımda bana organizasyon hakkında bilgilendirmeler yaparken diğer tarafımda asistanım Canan gün içinde yapılacak etkinliklerden bahsediyordu. Canan ile üç yıldır çalışıyordum ve işinde çok iyiydi. Ancak ona güvenebileceğim kadar da değildi. Yani henüz. Güven zor bulunan ve kolay kaybedilen bir duygu. Ve benim şu an en son isteyeceğim şeydi onu kaybetmek. Provalar, kontroller derken sonunda kendime vakit ayırabilmiştim. Dinlenmek için kulise geçerken içimi kaplayan bu garip histe bütün gün olduğu gibi benimleydi. Duygu mu? Hayır içimde herhangi bir duygunun hissine rastlayamazsınız. Çünkü şu anki bende bulabileceğiniz tek şey minnet. Bana bıraktıkları için babama duyduğum minnet. Kazadan sonra içimde değişen bir şeyler oldu. Ben sadece hafızam sanırdım oysaki değişen sadece o değilmiş. Aynadaki yansımama bakarken yine aynı şeyi söylüyor bana, ‘’Korkuyor musun?’’ ‘’Neden korkacakmışım? Senden mi?’’ ‘’Hayır hayır korkman gereken biz değiliz. O. Bir türlü cesaret edemediğin o histen bahsediyorum.’’ ‘’Yok…Hiçbir his yok içimde. Paramparça her şey anlamıyor musun?’’ Gözlerimde bir ıslaklık hissetmeye başlamıştım. Onda da vardı aynısından. Sesimdeki o titremeyi bastırmaya çalışıyordum. Ne kadar başarılı olabilsem de geçmiyordu. ‘’Batıyor her bir cam parçası. Kanattıkça kanatıyor. Acıttıkça acıtıyor canımı. Susmuş dilim. Lal olmuş. Gözümden dökülen bir iki damla yaş. Yok ondan daha fazlası. Sanki tükenmiş bütün gözyaşı barajlarım. Kelimelerim… Önümde bir yol var. Taşlı engebeli. Çıplak ayakla yürüyorum o yolu. Sanki ayağımda bir şey giysem, ben olmayacakmışım gibi. Acıyor... canım yavaş yavaş… Ama vazgeçemiyorum. Eğer geçersem kaybederim. Kendimi. Benliğimi. Ya kanata kanata yürüyeceğim bu yolu ya da kaybedeceğim her şeyimi. Ruhumu ve hiçbir zaman benim olmayan zihnimi.’’ İşte ilk kez o an döküldü gözümden bir damla yaş ve karıştı tüm zamanın içine. Göz kapaklarımı indirdiğimde bastırmak istedim tüm o hisleri. Yoktu çünkü olamazdı. Hakkım değildi biliyordum. Çünkü ben bunun bedelini ödedim. Tüm güzel duyguların. İkinciye hakkım bile yok. ‘’Zor değil mi? Tek başına mücadele etmek zor.’’ Devamını getiremedi çünkü kapı tıklama sesi gelmişti. İçeri Jale ve makyöz girdiğinde vaktin geldiğini anlamıştım. Çıkmam gereken bir sahnem vardı. Yüzümde varla yok arası bir tebessüm belirdi. Mutluluktan olmadığı kesin olan bir tebessüm. Hemen kendimi toparladım ve en sahici gülümsememi koydum yüzüme. ‘’Oo gelmişsiniz. Bende bir an vazgeçtiniz sandım.’’ Jale bu tavrıma göz devirerek tepki vermeyi tercih ederken makyöz çoktan ekipmanlarını kurmuştu bile. Şaşkınlık ile ona dönerken yüzünde bundan memnun bir gülümseme vardı. Ona çok takılmadan tekrar Jale’ye döndüm. ‘’Evet içerde durumlar nasıl? Büyük an geldi mi?’’ ‘’Gelmesin mi dersin? İnan ki o günün gelmesini istemeyi yıllar önce bıraktım ben Jale. ‘’O günün bugün olmadığı kesin de.’’ İkimiz de güldük bu söylediğime. Sadece gülebildik. Uzun bir hazırlık sonrası aynadaki kendime bakarken yine o kadın olmuştum. Herkesin hayranlık ile baktığı, sessiz ve duygularını melodilere aktaran kadın. Yerinde olmak için can atan binlerce kişi olan ama aslında olmak istediği yer başka olan o kadın. İçi başka dışı başka olan. Sadece Efsun olmak isteyen. Şimdi karşımda duran Alara Efsun Demirer. Hafif aşağıdan yapılmış topuz. Bordo bir ruj ve onu tamamlayan zümrüt yeşili düşük omuz bir elbise. Tüm bu kombinasyonu tamamlayan inci kolye. Annemin kolyesi. İşte şimdi hazırdım o olmaya. ****** Sahne ışıkları parlak. Herkes sessiz, bir tek onun sesi. Piyanonun tuşlarına hafif bırakılan dokunuşlar. Adeta rüzgarla dans ediyor. Bu müziğin sesi bu tutkunun nefesi. Ve orada sadece ikisi aşk ve nefret. Hayranlıkla izliyor Yiğit onu. Sol elinin parmakları dudaklarına gelecek şekilde duruşu ile ona kitledeği gözlerinde tek bir duygu var hayranlık. Ama hangisine nefrete mi aşka mı yoksa tutkuya mı? Her an her sahnesinde onu izliyordu. Kafasındaki cevapsız sorulara bir çözüm ararken onun yanında buluyordu kendini. Ne düşünürse düşünsün gitmiyordu bu his. Adına her ne derseniz. Ama aşk değildi? Çünkü biliyordu âşık olursa vazgeçemezdi. Hele ki onun gibi birine imkansızdı. Yıllar önce babasına bir söz vermişti ve bu sözü tutması gerektiğini çok iyi biliyordu. Eğer tutamazsa neler olacağını da. Karanlık bir dünyada ışığı arayan bir adamdı. Ama onun dünyasında ışığa yer yoktu. Sadece karanlık vardı ve o karanlıkta tek bir duygu parlıyordu nefret. Bunları hatırladıkça içindeki hisler gibi değişmeye başladı bakışları. Hayranlık yerini ifadesizliğe bıraktı. Dikleştirdi vücudunu ve yanında duran Akın’a kısa bir bakış attı. ‘’Her şey hazır mı? ‘’Hazır. İstediğin gibi paket teslim edildi.’’ ‘’Güzel. Bakalım şimdi ne yapacak?’’ Şimdi oyun vaktiydi. Bu oyunun bir kazananı var mıydı? Bunu kimse bilmiyordu o bile. Belki de yoktu. Sadece iki oyuncu bir oyun kurucu vardı. ‘’Ne düşünüyorsun?’’ bu soru solunda oturan Yaseminden gelmişti. Yıllardır asistanlığını yapıyordu. Her adımlarını bilirdi. Ama aklından geçenleri asla. Çünkü Yiğit Mirza Bozbey’i okumak zordur. Zihni adeta bir duvar kapısı mühürlü ve onu açabilecek kimse yok kendinden başka. Olamaz da. Sesi soğuk ve tedirgin ediciydi. ‘’Yok bir şey’’. Yasemin anlamış olacak ki suratını düşürerek önüne döndü. Yiğit’in gözleri ise sahnedeki kadındaydı. Piyanodan son seste duyulunca yavaşça ayaklandı Efsun. Bitmişti ve onunla tüm seyirci ayağa kalktı. Alkış sesleri koparcasına tüm salonu hapsederken o sadece gülümsedi ve selam vermek ile yetindi. Daha sonra perde kapandı ve gösteri araya girmişti. Koltuğundan hızlıca kalkan Yiğit salondan çıktı ve kulisin olduğu yere doğru yürümeye başladı. Beraberinde Akın ve Yasemin de vardı. Yavaş ve tehditkâr adımlar atıyordu. Sanki etrafa korku salmak ister gibi. Odanın önüne geldiğinde kapıdaki korumalar ilk başta içeri almasalar da duyduklarından sonra izin vermeye karar vermişlerdi. Kapı tıklama sesi ‘’Alara Hanım. Bir misafiriniz var.’’ İçeriden sorgulama sesleri duyulsa da dinlemedi Yiğit ve adımlarını odaya doğru yönlendirdi. Bir hışım ile kalkan Efsun’un kaşları çatıktı. Tam da istediği gibi. ‘’Pardon ama ben girebileceğiniz konusunda izin verdiğimi hatırlamıyorum.’’ Sesi tehditkâr ama hafif ürkek çıkıyordu. ‘’Bende izin istemiş falan değilim zaten.’’ Olabilecek en aşağılayıcı ifadesi ile. ‘’Siz kim oluyorsunuz da bana saygısızlık yapma cüretinde bulunuyorsunuz? Bakın kimsiniz bilmiyorum ama bu çok yanlış. Farkında mısınız?’’ ‘’Ha tanısanız izi vereceksiniz yani?’’ Bu iş düşündüğünden de zevkliydi. Onu sinir etme. Sinir olamaya başlayan Efsun artık daha fazla dayanamıyordu. ‘’Ne münasebet! Cümlemi başka bir tarafa çekmekten vazgeçip bana ne için geldiğinizi söylerseniz bu gereksiz muhabbette en kısa sürede bitebilir. Ne dersiniz?’’ tek kaşını havaya kaldırarak. Yiğit onu tek tek ezberliyordu adeta. Önce gözlerini ezberledi sonra o dolgun dudaklarını. Alt dudağı üstten biraz daha büyüktü. Ve burnunun hemen yanındaki çilleri ona tatlı bir hava veriyordu. Sanırım makyajını temizlemişti. Sonra boynuna indi gözleri. Sol omzunun üstündeki o minik ben dikkatini çekti önce sonra boynundaki kolye. Birkaç dakika önce inci ile dizili olan sembol şimdi zincirle asılı duruyordu. Zümrüdüanka motifi. Ona çok tanıdık gelen bu tasarıma takılı kalan gözlerini oradan ayıran Efsun’un sesi oldu. ‘’Size diyorum beyefendi. Siz nere... Bir dakika’’ Yakalanmıştı. Hemen çektiğini zannetse de o kısacık anda bile yakalanmıştı. Ama başka hiçbir şeye izin veremezdi asla. ‘’Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?’’ hemen bir açıklama yapması gerekliydi. Ve o kibirli haline büründü tekrar. Alaylı sesiyle ‘’Ne olmasını isterdiniz?’’ bu çok sertti ama o buydu herkese karşı böyle biriydi. ‘’Pardon ama çizgiyi aşıyorsunuz. Böyle saygısızca davranmanız hiç hoş değil.’’ Bu kadın daha da ilgi çekici olmaya başlıyordu. ‘’Bakın ben buraya sizi tebrik etmek için ve hediye mi bizzat kendim vermek için geldim.’’ Eli ile asistanına işaret verdi. Ve kadife uzun siyah bir kutuyu ona uzattı. Tedirginlik ile kutuyu aldı Efsun açmak için yeltendiğinde ise Yiğit çoktan odayı terk etmişti son cümlesinden sonra. ‘’Ha bu arada Efsun. Bu benim en kibar halim tabi size karşı.’’ Ve kapı arkasından kapandı. Efsun şaşkınlık ile bir kapıya bir elindeki kutuya bakıyordu. Kimdi bu adam ne istiyordu ondan. İçinden bir ses bu işin bitmediğini söylüyordu. Onu nelerin beklediğinden habersizken. ****** O günden sonra kafamı kurcalayıp durdu. Kimdi bu adam? Benden ne istiyordu? Hem o hediye de neyin nesiydi? İnce taşlı bir bileklik çıkmıştı kutudan. Ortasında aynı kolyemdeki motif vardı. Bunu sadece annem ve babam bilirdi. Bir de ben. Özel bir yapımdı. Eşi ve benzeri yoktu. Zümrüdüanka kuşunun etrafı kiraz çiçekleri ile çember haline getirilmişti. Ortasından bir ok geçiyordu. Aşk, huzur ve yeniden doğmak anlamında geldiğini söylemişti babam. Anneme âşık olduğunda yeniden kendini bulduğunu, sonunda hayatındaki o huzura kavuştuğunu söylemişti. Dört mevsim hayatına ilk kez baharın geldiğini söylemişti. Ama nereden bilebilirdi ki o bahara kışı getirdiğini. Hep onlarınki gibi bir aşk hayal etmiştim. Sadece birini sevmek değil ona güvenmek istemiştim. Onunlayken sadece ben olayım isterdim. Bir dokunsa bir sarılsa geçsin tüm her şey isterdim. Ama ben imkansızı istemiştim. Yalandı benim aşkımda aynı hayatım gibi. Kim bir yalana âşık olurdu ki. Ben birini sevemezdim seversem ölümü getirirdim. Tıpkı geçmişteki gibi. Bir kış günü başladı benim hikayem bir bahar sabahı son buldu. Ağaçtan dökülen çiçek yaprakları ardında masmavi gökyüzü. Dökülüyor üstüme. Kana bulanmış. Beyazlık yerini kırmızıya teslim etmiş. ****** Nefes nefese ve terli kalktığım bir sabaha daha uyanmıştım. Kabuslar azalmak yerine daha da sıklaşmaya başlamıştı. O günden beri. Nasıl bir etkisi vardı asla çözemiyordum. Ama bu geceki rüyamda bir terslik vardı. Onu görmüştüm. O adamı. Kuliste yaşadığımız o andan beri bir tuhaflık hissediyordum ama bu kadar etki edeceğini düşünmemiştim. Sadece ukala ve kendini beğenmiş biri diye düşünmüştüm. Ki öyleydi de. Ne haddineydi odaya öylece dalıp ukalalık taslayıp elime kutu tutuşturarak gitmek. Kimdi o? Her kutuyu gördükçe aklıma gelen soru buydu. Ve nasıl oluyordu da bu motifi bilebiliyordu anlamıyordum. Yarım saatti yaslı durduğum yatak başlığından yavaşça kalktım ve kendimi duşa attım. Rahatlamaya ihtiyacım vardı. Önce üst sonra alt pijamı ardından da iç çamaşırlarımı çıkarak kendimi sıcak su ile dolu jakuziye bıraktım. Üşüyordum. Her yerim buz gibiydi. Elim, kolum, dizlerim ve ayaklarım. Tüm vücudum kaskatı olmuştu. Sıcaktı su ama ben hala üşüyordum. Gözlerimi kapadım ve daha derine indim. Kendimi serin sulara bıraktım. Issız ve sığ sulara. Kaç dakika öyle kaldım bilmiyorum. Ama omzumda bir el hissettim. İrkilme ile göz kapaklarım bir anda açıldı ve sağ tarafımda duran metal duş başlığını aldım ve hamle ile solumdaki eli kavradım ve tam darbe atmak üzereydim ki karşımdaki kişiyi görmem ile hızlı nefes alışverişlerim sakinleşmeye başlamıştı. ‘’Sen miydin?’’ sakinleştirmeye çalıştığım sesim ile. ‘’Korkuttun beni!’’ Gelen Jale’ydi. Kenarda asılı olan havluyu bana uzattı. Alıp uzandım bende bedenimi havluya sarıp jakuziden çıktım. Kapının girişinde duran ve iki kolunu birbirine bağlamış olan çatık kaşlı arkadaşıma döndüm. Gülümseyerek yumuşatmaya çalışsam da pek başaramamıştım sanırım. ‘’Sence bu durum komik mi?’’ evet nutuk vakti gelmişti. Nasıl unuturum. Her gün en az bir saat almam gerekiyordu. Yoksa nasıl geçerdi tüm günüm. ‘’Ne olmuş ki?’’ diye sakinleştirmeye çalıştım ve elimi koluna sararak odanın içine doğru ilerledik beraber. Giyinme odasına doğru giderken Jale’de peşimden geliyordu. Tabi söylenmeyi de ihmal etmiyordu. ‘’Efsun. Farkında mısın bilmiyorum ama durumun ciddileşmeye başladı. Nereye kadar böyle devam edeceksin.’’ Bir bilsem. Beni en çok da korkutan şey buydu. Ben hayatımla bir kumar masasına oturmuştum. Şimdi kazanıp kazanmayacağımı bile bilmediğim bu masada tüm kartları açık oynamalıydım. Ama önce kendimi garantiye almalıydım. Bunu içinde geçmişime ihtiyacım vardı. Derin bir nefes aldım ve dolaptan aldığım kıyafetlerim ile odanın içine doğru geri döndüm. ‘’Farkındayım Jale. Her şeyin farkındayım ama kolay olmadığını sende biliyorsun. Şu an elim kolum bağlı ve önce bu düğümleri çözmem lazım.’’ Büyük bir yumru vardı boğazımda ve yutkunamıyordum. Çabaladım ama sanki daha da acıtıyordu. Devam etmem lazımdı biliyorum ama nasıl olacaktı işte onu bilmiyordum. Jale yavaşça elini omzuma yasladı ve sıvazladı. Beni rahatlatmak istercesine. Biliyordum çünkü hep böyle yapardı. Elinden bir şey gelmese de de yanımda olduğunu hissettirdi. ‘’O zaman ben çıkayım da sen giyin. Daha çok işimiz var. Unuttun mu? Sinem Şensoy’un davetine icabet etmek gerekir. Yoksa bir ömür başına kakar durur.’’ Göz kırptı ve odadan çıktı. Unutur muyum hiç. Sinem Şensoy’un davetine gitmek kolay değildir. Jet sosyetenin en zengin ve iddialı kadınıydı. Sanata düşkünlüğü ile bilinen biriydi ama kime göre. Sözde sanat sever biriydi ve hayatındaki tüm başarılarını da buna borçlu olduğunu söylerdi. Mehmet Şeref Şensoy’un karısıydı. Ünlü bir iş adamının eşi olmak da etkiliydi. Tabi eğer söylentiler doğru değilse. Karanlık bir adamdı Mehmet Şeref Şensoy. Yabancı ortaklar ve yurt dışı ithalat ihracatta bir numaraydı. Görünürde legaldi ancak geçenlerde basına yansıyan bir görüntüye göre karanlık ve mafyatik tiplerle takılıyordu. Tabi haber anında yalan olduğu ortaya çıksa da bunu unutturmak uzun zaman almıştı. Tabi kafasında soru işaretleri olanlar vardı hala. Bende bu tipleri çok iyi bilirdim. Hem geçmişten hem de şimdiden. Hızlıca bu düşüncelerden sıyrıldım ve üstümü değiştirmek için yataktaki kıyafetlerime yöneldim. Beyaz uzun kollu tişörtümün üstüne kahverengi yeleğimi giydim. Üstüne püsküllerle katılan hava çok hoşuma gidiyordu. Altıma giydiğim açık renkte dar paça kot pantolonum ile de cool bir hava veriyordu. Bu tarzımı seviyordum. Yeleğimle aynı renkteki kovboy çizmelerimi giydim ve aynanın karşısına geçtim. Uzun kahve saçlarımı sıkı atkuyruğu ile toplayarak kombinimi tamamladım. Makyajımı ise pastel tonlarda tercih ettim. İşte şimdi hazırdım. Evden çıktığımda kendimi caddeye attım. Güzel havalarda yürümek bana iyi geliyordu. Caddenin sonuna geldiğimde yolun sonunda beni siyah bir SUV bekliyordu. Cemal abinin yerine gönderdiği şoför olmalıydı. Arabaya doğru yaklaştığımda ön kapısı açıldı ve içinden uzun boylu, öne doğru bir tutum düşmüş siyah saçlar ve siyah deri ceketi ile de etkileyici bir aura saçıyordu. Yavaş adımlar ile arabaya vardığımda karşılıklı duruyorduk. Elini uzattı ve kendini tanıttı. ‘’Merhaba Alara Hanım. Ben Emre. Bugün Cemil abi yerine size ben eşlik edeceğim. ‘’ bende karşılık olarak elini sıktıktan sonra arabanının arka kapısını açtı ve geçmemi bekledi. Arabaya bindikten sonra navigasyonu çalıştırdı. Bütün yol boyunca sessiz ilerledi. Pek konuşkan birine benzemiyordu. Çok sohbeti sevdiğimden değildi ama bu kadar suspus olmasını da beklemiyordum. Bana neyse. Araba modaevinin önünde durduğunda inmek için hamle yaptığımda sesi ile beni durdurdu.’’ Bunu yanınızda bulundurun. Lazım olabilir.’’ Elindeki minik cihazı bana uzatmıştı. Bu bir sinyal verici miydi? Kafamda sorgulayıcı düşünceler dönüp dururken, bakışlarımdan anlamış olacak ki açıklama gereği duymuştu. ‘’Merak etmeyin! Kötü bir durum olduğunda değil! Bu yalnızca önlem amaçlı. ‘’ Önlem amaçlı. ‘’Nasıl bir önlem? Ben tehlike de olduğumu sanmıyorum?’’ Kaşlarımı çattım bu durumdan hoşlanmadığımı belli edercesine. Gergin bir nefes alıp bana döndü tekrar. ‘’Hayır beni yanlış anladınız. Bu benim çalışma prensibim. Günü birlikte olsa.’’ Son cümlesini üstüne basarak söylemişti. Peki, dercesine kafamı salladım. Uzattığı cihazı aldım ve arabadan hızlıca indim. Ne gerek vardı şimdi bu detaylara. Bunu sorgulamasını sonraya bırakarak mağazaya girdim. Yüzümdeki öfkeyi belli etmeden arka tarafa doğru geçtim. ‘’Ne bu şiddet bu celal!’’ bu ses. Bu alaycı, kendini beğenmiş ve ukala sese sahip sadece bir kişi olabilirdi. Derin bir nefes aldım ve arkamdaki her an laf sokmaya hazır bekleyen kadına döndüm. Düz kızıl saçlarını bir omzundan, kırmızı leopar tek kollu mini elbisesinden sarkıtmış duruyordu. İki kolu birbirine kilitlemiş ve bir ayağını yere vurup duruyordu. Ağzımdan laf almayı beklediği vücudunun her hareketinde belli oluyordu. Sabırsızdı. Hem de çok. Bunu tek bir sebebi olabilirdi. İki gün önce verdiği doğum günü partisine katılmamdı. Evet bu ona garipti. Aslında şaşırmakta haklıydı çünkü ben pek bu tarz etkinliklere katılmazdım. Ancak o gün orada olmamın tek sebebi abisiydi. Ömer Soykan. Aynı onun gibi durarak ifadesiz bir şekilde yüzüne baktım. Memnuniyetsizliğine karşılık vererek. ‘’Bunu da nereden çıkardın Alev. ‘’sesim normalden daha sert ve soğuk çıkmıştı. Ama umurumda değildi. ‘’Alaycı ifadesine bir de gülüş ekleyerek bir adım daha yaklaştı. ‘’Bana öyle geldi. Niyeyse.’’ Bende karşı bir adım atarak gözlerinin içine baktım. ‘’Alev!’’ gözlerindeki o bakış bu hareketimi beklemediğini gösteriyordu. ‘’Seni ilgilendirmeyen konularda bu kadar meraklı olma. Ayrıca benimle konuşurken üslubuna dikkat etsen iyi olur!’’ Yüzümde hiçbir mimik oynaması onu daha da tedirgin etmişti. Çünkü o birini aşağılamaya ve karşısındaki kişiye hakaret etmeyi seven biriydi. Bunun altında yatan bir sebep var mı bilemiyorum ama ailede genetik olduğunu biliyorum.’’ Sizin ailede genetik bu sanırım. Birini aşağılamaya çalışarak konuşmak.’’ Bunu sürekli duymuş gibi olmalı ki yüzünde mimik oynamadı. Sadece bir hıh sesi çıktı. Bir iki geri adım attım ve ona arkamı dönerek prova odasına doğru yöneldim. Arkamda ise birkaç mırıltı bırakmıştım. Odaya girdiğimde beni beyaz ve gri tonlar ile dizayn edilmiş bir oda karşılıyordu. Kapının sağında yuvarlak büyük bir platform ve perde vardı. İçerisinde ise devasa yana bulunmaktaydı. Sol tarafta ise C şeklinde açık gri bir koltuk ve yakın tonlarda sehpa vardı. Arka tarafında ise baskılarda yer alan abiyeler duruyordu. Gelen topuk sesleri ve şah kahkahaların sahibi de görünmeye başlamıştı. Konserlerde giydiğim elbiselerin sahibi ve modanın tanrıçası Şule Sönmez. Beni gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme ve açılan kollar ile bende karşılık verdim. ‘’Seni bugün görmeyi beklemiyordum. Bu ne sürpriz Alara’cığım.’’. ‘’Seni görmek istedim ve senden bir ricam olacaktı?’’ Yönlendirdiği koltuğa oturmuştum. Sehpada duran viskisi bardağını alarak çaprazımdaki berjere oturdu. Sağ bacağını da solun üstüne atarak oturuş pozisyonunu almayı ihmal etmedi.’’ Neymiş bu rican bakalım.’’ Viskiden yudumunu almayı ihmal etmedi. Gözlerim bardağa kaydığında sorumu anlamışçasına cevabını vermeyi es geçmedi. ‘’Sadece bir bardak. Bugün oldukça baş ağrıtıcı bir gündü.’’ Buruk bir tebessüm almıştı yüzünü. ‘’Bir şey içmek ister misin?’’. Kahve istediğimi söyleyince asistanını çağırdı. Gelen asistanına bir kahve söyledikten sonra tekrar bana döndü. Sanırım yakında gerçekleşecek davetin gerginliği bir tek onda vardı. ‘’Davet yüzünden mi?’’ Kahvemden bir yudum almayı ihmal etmedim. ‘’Sayılır.’’ Sesi tedirgin ve yorgundu. ‘’Ee. Beni boş ver. Sen ne için gelmiştin?’’ Hayırdı der gibi gözünü kırparak. ‘’Ben senden bir konuda yardım isteyecektim. Biliyorsun ben yıllar önce annemi ve babamı kaybettim. O zamandan beri de eski evimize uğramamıştım.’’ Bahsetmeye başladığımda gözlerimden anlam veremediğim bir his geçti. Ama ben o hissi yakalamıştım. Bazı hislerin tarifi olmazdı. Ne dil konuşur ne de yüz. Sadece gözler konuşur. Sadece tek bir bakış yeter aslında duyguyu anlatmaya. Aylar önce o eve gittiğim de benim de hissettiğim buydu. Özlem. Ama o evden ayrıldığımda yanına bir yenisi eklenmişti. Ayrıldığımda yanına bir yenisi eklenmişti. Şüphe. Şimdi o şüphenin tohumları yavaş yavaş büyüyordu içimde. Özlemin yağmurlarında. Ve cevaplanması gereken bir sürü soru vardı. Bunu içinde bazı cevapları ilk ağızdan duymam lazımdı. En baştan başlamalıydım. O yüzden buradaydım. Annemin en yakın arkadaşı ve sırdaşı olan insandan. Kaza günü en son konuştuğu insandan. Bunu bana söyleyen kendisiydi. Şule teyzem. ‘’ben geçenlerde orayı ziyaret etmiştim ve birkaç bir şey buldum. Anneme mı yoksa babama mı ait olduğunu bilmiyorum.’’ Önümde bir buğulanma vardı. Gözlerim dolmuştu. Yıllardır akıtmadığım yaşlar şimdi akmaya hazır bekliyordu. Ama şu an olmazdı. Kafamı kaldırdığımda benimle aynı ifadeye sahip kadını buldum. O da anlamıştı ve o da özlüyordu, biliyordum. ‘’Ve…’’ sesim titriyordu. İlk defa cümle kurmakta zorlanıyordum. Boğazım da kocaman bir yumru bir türlü yutamıyordum. ‘’Bir mektup ve fotoğraf buldum. Mektupta bir gönderenin ismi yoktu. Bir de… benim 5 yaşındaki halimin olduğu… Ayrıca…’’ kafama en çok takılan kısımda buydu. ‘’ Gabriel yazılı bir tablo.’’ Cümlemden sonra duyduğum tek şey şaşkınlık nidasıydı. ‘’Ne!’’ sanki bunu duymayı beklemiyor gibiydi. Göz göze geldiğimizde benim dolu gözlerime karşılık onunkiler ürkmüştü. Beklemiyordu evet bunu hiç ama hiç beklemiyordu. Bu sorumu dillendirmeden edemedim. ‘’ Beklemiyor muydun Şule Teyze? ‘’ düz çıkan sesime karşılık bile vermedi. Sadece gözlerini kaçırmayı tercih etmişti. Bir şeyler saklıyordu belli. Bu adam kimdi? Neden bu kadar gizemliydi’ ‘’Şule teyze’’ dedim bir cevap beklercesine. Bir ümitle. ’’ Ben şey…’’ zoraki yutkundu ve elindeki bardağı sehpaya bıraktı. Dizlerini indirerek bana döndü ve yaklaştı. Ellerime uzandı.’’ Bak! Ma fée. Bunu nereden örendiğini bilmiyorum?’’ yutkundu yine. Ma fee bunu ban sadece annem söylerdi. ‘’Peri kızım’’ demekti. O takmıştı bana. Bende ona Ma fleur derdim. ‘’Çiçeğim’’ birbirimize böyle seslenmeyi severdik. Basit ama kalbe bıraktığı his çok güzeldi. ‘’Annem gibi konuştun’’ dedim ona buruk bir tebessüm ile. ‘’Neden bu kadar tedirginsin Şuşu.’’ Bende ona takma ismi ile hitap ettim. Aramızdaki resmiyeti kaldırarak. Küçük Efsun ve Şuşu’su olmuştuk sadece. Bölük pörçük anılarla dolu olsa da hafızamda hala bir yerlerde anısı olan nadir insanlardan. Ama şimdi karşımda duran bu soğuk soğuk terleyen, gözlerinde endişe içinde bakan ve titreyen ellerini gizlemek için türlü çaba sarf eden başka biri. Birine güvenmek zordur. Ama o güveni kaybetmek kazanmaktan daha kolaydır. Peki hangisi daha can acıtır? Birinin güvenini kaybetmek mi? Yoksa birine olan güveni kaybetmek mi? Sanırım bunun cevabını herkes çok iyi biliyor. Söyleyemese de konuşamasa da anlatamasa da o acıyı çok iyi biliyor. Bıraktığı sızı ardından dökülen gözyaşı ve geride kalan hayal kırıklığı. Bir masa kuruldu her bir duygu bir sandalye çekti ve oturdu. En başta da güven yanında sadakat ve saygı. Sevgi baş köşede. Umut her zaman o masada. Hayal kırıklığı kapının ucunda bir boş bir sandalye peşinde. Güven her an terk edebilecekmiş gibi temkinli. Çünkü o da biliyor yerini alacak duygunun kim olduğunu. Şimdi hesap vakti. Her zaman olduğu gibi. Gerçekler yatırılmış o masaya. Kim kalacak kim gidecek. Peki gerçekleri söyleyecek? Hayal kırıklığı kimin yerini alacak? Ben kimin yerini aldığını çok iyi biliyorum. Kimin gideceğini gittiğinde bıraktığı acıyı da çok iyi biliyorum. Yerine geçen hayal kırıklığını da. Şimdi karşımda duran bu çaresiz kadın bana bir şeyler anlatmak isteyip sanki suskunluk ile mühürlemiş iki dudağını. Gözlerinin içine bakıyorum bir umut kırıntısı arıyorum. Bir adım bekliyorum. Çünkü şunu çok iyi biliyorum bu kapıdan çıkarsam, o da benim hayatımdan çıkar. Tanıdık bir yabancı olur. Çünkü benim bir cam gibi paramparça olan güvenin kalbimde bir çizik daha atmasına izin vermeyeceğim. Boğazımdaki yumru ile zorda olsa konuştum. ‘’Şimdi bana gerçeği söyler misin, Şule Teyze.?’’ Konuşmaya karar vermişti. Bunu derinden gelen nefes sesi de onaylıyordu. ‘’Gabriel…O, annenin çocukluk arkadaşıydı. Yani bir zamanlar…’’ Bir zamanlar. Ne kadar zaman önce ve tablo neyin nesiydi? Hiçbir şey söylemedim çünkü konuşursam vazgeçmesinden korkuyordum. ‘’ Annenlerin oturduğu yerde akrabası vardı. Her yaz onları ziyarete gelirlerdi O zamanlar ikisi de 16-17 yaşlarındaydı. ’’ Gelirlerdi? ’’Gelirlerdi derken?’’ Gözlerimin içine uzun uzun baktı. ‘’Kız kardeşi Sara ile. Sonra bir yaz ailecek otururlarken bir gürültü kopmuş ve annen ile Sara’yı yolda baygın bulmuşlar. Hastaneye gitmişler ikisi de bir süre uyanmamış. Uyandığında ise…’’ Uyandığında. Annem değilse… O zaman…’’ Evet, Sara uyanamamış. Beyin kanaması geçirmiş ama kurtulamamış. Annen o günden sonra çok başka biri oldu. Konuşması, duruşu ve bakışları. Sanki yaşayan bir ölü gibiydi. Ben işte o zamanlar annen ile daha da yakınlaştım. Pek konuşmazdı ama bakışlarından anlardın. İçindeki paramparça kalbi. Ölü çocuğu. Tabi bir de Gabriel’in annesi onu her gördüğünde katilmiş gibi muamele gösterince, annesi ve babası onu da alarak Mardin’e gitmişler. ‘’ Demek bu yüzden yıllarca buraya dönmek istememiş. ‘’Peki Gabriel bunun neresinde ve neden annemin bir tablosunu yapmış.’’ İşte o an ki bakış her şeyi özetliyordu aslında. ‘’Nedeni… Annene olan hisleri. Öfke ve aşk, nefret ve sevgi, affetmek ve affetmemek arasında gidip gelen kalbi, canım.’’ Adı koyulamamış duygular, cevapsız kalmış sorularla dolu bir zihin. ‘’Peki, neden anneme sebebini hiç sormadı? Yani o gerçekten suçlu muydu?’’ İçimdeki endişeyi bastırmaya çalışırken zorlanıyordum. Ama cümlemin ardından gelen itiraz, içimi bir nebze oksa da ferahlatmıştı. ‘’Hayır tabiki de! Annenin asla bir suçu yoktu. Sebep olan kişi yakalandı. Kazaymış ama bunu Sara’nın ailesine kabullendiremediler bir türlü. Neymiş gitmeseymiş başına böyle bir şey gelmezmiş. Kızları yaşarmış. Kazaya sebep olan adam yüzde yüz kusurluyken, hiçbir önlem bile almamışken iki gencecik insanın hayatını mahvederken suçlanan annendi. Adam nasıl olsa cezasını almışmış. Ya vicdan ya annenin hissettikleri. Hele ki hayatını borçluyken.’’ Sonra sustu. Sadece sustu. ‘’Ne borcu.’’ Kime? Yoksa annem. ‘’Annen onun hayatını kurtarmaya çalışmış ama başaramamış. Sara, onu… Onun hayatını kurtarmak isterken…Olan bu. Ama duramamışlar orada. Yıllar sonra Gabriel çıkıp gelmiş. Sen 4 yaşındayken. Gerçekleri öğrendiğini ve ona bir hediye vermek istediğini söylemiş. Uzunca konuşmuşlar ama çok detaylarını anlatmamıştı annen. Geçmişi deşmek istememiş ve baban öğrenirse yanlış anlar diye saklamış. ‘’ Babam. ‘’Peki, babam o biliyor muydu?’’ Evet, anlamında kafasını salladı. ‘’Ama kızmamış yani annen ona gerçekleri anlatınca. Babam anneni gerçekten çok seviyordu Efsun. Annen de babanı. Korktu çünkü birini daha kaybetmeye dayanamazdı. Bu travmayı tekrar yaşamak istemiyordu. Sana da bunu yansıtmamak için elinden geleni yaptı. Bak, Efsun…’’ uzandı ve iki elimi de sıkıca tuttu. ‘’ Bazen kelimeler yetmez hisleri anlatmaya. Kimse kimsenin içinde kopan fırtınayı bilmez. Ta ki o fırtınaya girmeyi göze alana kadar. Kaybolacağını da bilse, kaybedeceğini de bilse girer. Cesaret kolay kazanılan bir duygu değil. Baban, annenin en büyük cesaret kaynağıydı. Aşamadığı duygular. Annen de babanın kayıp çocukluğu. Kışın gelen baharı. O yüzden sakın gördüklerini yanlış anlama. Eğer geçmişi öğrenmek istiyorsan. Hatırlamadıklarını hatırlamak istiyorsan. Bırak zaman sana kendini hatırlatsın.’’ Sağ eli ile yüzümü yavaşça sevdi. Sevdi diyorum çünkü. Benim için anne sıcaklığı gibiydi. Anne sevgisi. Onun gibi olmazdı belki ama bir temas bile anımsatmaya yetiyordu bana. ‘’Teşekkür ederim Şuşu.’’ Gülümsedim ama bu sefer içtendi. İşte o an gözümden bir damla yaş süzüldü sağ yanağımdan aşağıya. Teşekkürdü bu. Minnet. Belki de çokça sevgi. Annem yoktu belki ama her daim yanımda hissettirdi kendini. Sen yalnız değilsin. Yıldızlara bak ben oradayım. Kalbine dokun ben oradayım. Kapa gözlerini ve hisset ben oradayım. Teşekkür ettim ve oradan ayrıldım. Kendimi caddeye attım. Yürümek istedim. Gökyüzüne bakmak ve onu hissetmek istedim. Sahile indim. Emre’de araba ile beni oraya bırakamayacağını anlayınca takip etti. O an reddetmedim. Hatta bir şey söylemedim. Sadece kafam ile onayladım. Yürüdüm uzunca. Kulağımda bir yandan gökyüzünde dans eden martıların sesi. Bir ahenk içinde. Yürüyen yüzlerce insan. Binlerce duygu. Milyonlarca düşünce. Kimisi stres atmak için gelmiş. Kimisi sevdiği insan ile anılar çizmek istemiş. Kimisi de benim gibi gökyüzüne bakıp özlem gidermek istemiş. Denize bakıp hasret dindirmek istemiş. Annem gökyüzümdü benim, babam ise denizim. İkisi de sonsuz. İkisi de huzur. İkisi de sığınak. Nice duygunun adı olmuş. Şimdi yanımda yoklar belki ama ben her gökyüzüne ve denize baktığımda kalbimdeki sesi duyuyorum yalnızca. Buradayız. Her zaman seninleyiz bizim küçük peri kızımız. Meleğimiz. Yüzümde buruk ama mutlu bir tebessüm ile yavaş yavaş ayrılırken, beni bekleyen arabaya doğru ilerledim. Apartman daireme doğru giderken zihnimi radyoda çalan şarkıya bıraktım. ‘’Eskiye dalıyor gözüm dalmasın da ne yapsın Yağmur usulca dokundu camlara. Sanki annesi saçlarını okşuyordu usulca. Ve yağmura karıştı göz yaşları. Kelimeler sustu yerini ana bıraktı. ‘’Bak güneş batıyor işte bir gün daha yakınız
***** Bir kum saati misali aktı tüm zaman. Yine kuruldu masa. Bu sefer sahnede bir tek onun adı. Başrol de o vardı. Yalan. Tüm benliği ile oradaydı. Vakit gelmişti. Artık görülmesi gereken hesaplar ve öğrenilmesi gereken gerçekler vardı. Bir taraf geçmişini öğrenmeye çalışırken diğer taraf açık tüm hesapları kapatma peşindeydi. Her masalın bir başlangıcı vardır. Bir varmış bir yokmuş. Prens çıkmış uzun bir yola. Yolun sonunda o. Hayallerinin prensesi. Dikenliymiş yollar. Fırtınalar çıkmış karşısına. Yılmamış ve devam etmiş yoluna. Bazen susuz kalmış bazen aç. Özleme ve ona. Ama en çok da şifaya ihtiyacı varmış. Çünkü ölüyormuş prens. Şifası da prensesmiş. Ama farkında değilmiş ikisi de. Zehirde oymuş panzehirde. Şimdi hesap vaktiydi. Herkes için. Açıldı tüm defterler. Bu hikâyenin sonunda ikisinden biri kaybedecekti. Ya yalan aşkı esaretine mahrum edecekti ya da aşk bu yıkımı göze alacaktı…. |
0% |