Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. BÖLÜM:" BURGONYA KIZI"

@durumavii

Öncelikle buraya izimizi bırakalım. 21.08.2024

 

Çok içime sinen, çok derin bir hikaye...

 

Yorumlarınız benim için motivasyon kaynağı. Lütfen eksik etmeyin olur mu?

 

Adamlar - Dal

 

Barış Diri - Derinden

 

Fatma Turgut - Mübadele Günleri

 

Keyifle okuyun.

 

🕯 🕯 🕯

 

Bazı hikayelerin girizgahı olmazdı.

 

🕯

 

Adımlarım çıkışa giderken, “Gidiyor musun?” diye sordu, adını öğrenmeye gerek duymadığım herif.

 

Kapı kulpunu indirdim. “Çıkış kapısı burası ise, evet.” Kapıyı açtım ve alaycılıkla, “İşte, burasıymış.” dedim.

 

Şaşkınlıkla gülümsedi. Kendinden emindi. Özgüveni yıkılmazdı. Muhtemelen ilk kez bir kadından bu muameleyi görüyordu. Neden olduğum ilk hayal kırıklığı değildi. “Anladım, numaranı vermeyeceksin. Bari adını söyle.”

 

Ona yandan bir bakış attım. Tümüyle çıplak olan kaslı bedeni yatakta dirseklerinin üzerinde duruyordu. Bana yavşarken rengini fark etmediğim gözleri yeşildi ve çekikti. Arka cebime uzandım. Pakette son kalan iki sigaradan birini alıp dudaklarımın arasına yerleştirdim, yaktım. Derin bir nefes çekerken, iyi günümde olduğum için “Deniz.” dedim.

 

Sonra iflah olmaz bedenimi Fransa’nın rüzgarlı havasına bıraktım. Sevdiğim birkaç şeyden biri olan bordo motoruma atladım ve karanlığın içinde bir yılan gibi kırılarak evime doğru yol aldım.

 

🕯

 

İnce topuklularımın beton zemini döverek çıkardığı tok sesleri ardıma alarak depoya ilerledim. Kapıda duran iki korumanın beni görmesiyle hazırola geçmesi bir oldu. İzbandut zevahirleri bana sökmezdi ve bu, buralarda iyi bilinirdi. İçeriye attığım ilk adımla birlikte bileğimde duran siyah lastiği işaret parmağımın ilk boğumu ile bir tur çevirdikten sonra çıkardım. Belime dökülen saçlarımı özensizce tepede topladım ve malların başında dikilen dayımın yanına ulaştım.

 

Beni görünce gülümsedi.

 

"Bu parti nasıl?" Gözlerim kutuların içine istiflenen paketlerin üzerinde dolaştı. "Bir yamuk yok değil mi?"

 

Dayımın bir eli hatırı sayılır büyüklükteki göbeğinde dolaştı, dudaklarının ortasında duran kürdanı diliyle sol tarafa hizaladıktan sonra konuştu. "Güzel. Gayet güzel. Yarın Türkiye sevkiyatı gerçekleşecek. Son parti malı getirmek için birazdan Bay Frank’in adamları burada olacak.”

 

Çenemi buruşturdum. Türkiye sınırları içindeki bir herif tarafından aldığımız son darbelerden sonra toparlayabilmek için ilk defa başka bir örgütle işbirliği yapmıştık. İlk ve sondu. İşime başka birinin karışmasından hoşlanmazdım ve camiada Bay Frank adıyla tanınan adamın burnu fazlasıyla uzundu.

 

Önce en az üç araca ait tekerlek, sonra fren sesi… Bahsi geçen şahıs içeri girdi. Yüzünde, onu ilk gördüğüm zamanki gibi bir katilin vardı. O ifadeyi nerede görsem tanırdım.

 

Çünkü ben de iyi bir katildim.

 

Arkasında bir yığın herifle birlikte yaklaşırken, doğrudan bana baktı. “Merhaba.” dedi kıytırık Türkçe’siyle. “Burgonya kızı da buradaymış.”

 

“Buradayım.” Sesim deponun boş duvarlarında yankı buldu. “Seni beklemiyorduk.”

 

“Bu, seni gördüğüme sevimdim anlamına mı geliyor?” diye sordu flörtöz bir tavırla.

 

“Yanlış anlam.”

 

Yanımda durdu. Otuzlu yaşlarda, hayatını karanlık işlere adamış biriydi. Uyuşturucu, beyaz kadın, suikast; her yol vardı. “Son parti mal dışarıda. En sevdiğim ülkeye gidecek, Turkiye’ye!”

 

Gözlerimi deponun gereksiz ayrıntılarında gezdirerek, “Sadede gel,” dedim. Anlamadı. “Neden buradasın Bay Frank?”

 

“Malları getirmek için.”

 

“Daha önceki partileri adamlarınla göndermiştin.”

 

Yüzünde pis bir gülümseme yer aldı. “Bu başka… Bu son, en büyük parti.”

 

“Her açıdan son olacak.” Özellikle her bir kelimenin üzerine vurgu yaptım. “Sonra herkes kendi yoluna gidecek.”

 

“Neden böyle söylüyorsun? Bana kalırsa bu işin kazancı iki tarafın da hoşuna gidecek. Senin de…”

 

“Bana kalırsa bugün söylediklerimden çıkardığın tüm anlamlar yanlış,” Kaşlarımdan biri havalandı. “Hatalı.”

 

“Ah, senin şu soğun tavrın. Anlamadım! Bu büyük işi kutlamayacak mıyız? Ayrıca artık ortak olduğumuza göre bana adını söylemen gerekiyor. Söz, bir sır gibi sakladığın adını kimseye söylemeyeceğim.”

 

“Gerekmiyor.” Başımı kaldırıp, “Hayatımda tekrar görmeyeceğim insanlarla kutlama yapmam.” dedim. “Zaten ben, genel olarak kutlama yapmam.”

 

Bay Frank’in hoşnut olamayan ifadesi aramızda katıldığında, dayım konuyu ele almak için sesli bir şekilde boğazını temizledi. Dayıma kalsa onunla devam edebilirdi ama bu konudaki net tavrımı bildiği için sesini çıkarmadı. Yalnızca adamlara malları bizim kamyona aktarmalarını işaret ettikten sonra purosunu yaktı. “Ayrıntıları sana iletmiştim, Frank. Sevkiyat sorunsuzca gerçekleşecek”.

 

Bay Frank de purosu yaktı. “Sinon, ce ne sera pas bon pour toi.”

 

(Aksi sizin için iyi olmaz.)

 

Ettiği tehditle gözlerim büyüdü. “Ne me menace jamais!”

 

(Beni sakın tehdit etme.)

 

Sözlerini aynı şekilde iade etmem Bay Frank’ın hoşuna gitmedi. Bu yüzden dayım ellerini birbirine vurarak, “Bay Frank!” dedi. “Neden yemekte bize katılmıyorsunuz?”

 

Bay Frank dayımın teklifini kendisine yakışır kalabalıkta reddetti ve “Yarın görüşeceğiz.” diyerek uzaklaştı.

 

“Nous nous rencontrerons.” Aynı karşılığı onun dilinde verdikten sonra attığı son tehditkar bakışları da karşılıksız bırakmadım.

 

Bay Frank’ın gitmesiyle dayımın tüm keyfi kaçtı. Bizim adamları da uzaklaştırdı. “Bak, iş ciddi. Bu sevkiyatta sorun olmamalı, biliyorsun. Bay Frank en az senin kadar tehlikeli. Bu sefe-"

 

"Bu sefer!" Hararetli bir sesle onu kesmeme eş zamanlı olarak işaret parmağım havaya kalktı. "Bu sefer o beceriksiz adamlarının işin içine sıçmalarına izin vermeyeceğim. Teslimatta bizzat ben olacağım."

 

“Sevkiyatlarla ilgili tecrüben yok. Sen bu departmanda değilsin.”

 

Kahkahamın yankısı kulaklarıma geri dönerken, “Böyle söyleyince çok kurumsal oldu be dayı!” dedim. Birdenbire onun kadar ciddileşip kaşlarımı çattım. “Doğru, ben bilet kesme depatmanındayım. Ama tek gidiş.”

 

Yarım yamalak gülümserken gözlerini devirdi. Haklıydı. Haklıydım. Ben işin sevkiyat kısmıyla ilgilenmezdim. Hiç ilgilenmemiştim. Annem öldükten sonra işleri kökten dayım devralmıştı.

 

Benim görevim hiç değişmemişti.

 

“Dalgayı bırak. Gidemezsin.”

 

“Gideceğim.” Doğrudan gözlerinin içine baktım. Bu bakışımı tanıyordu. “Beni vazgeçiremezsin.”

 

Şaşırmamıştı, beni iyi tanıyordu.

 

Parmakları kırlaşmış saçlarının arasında dolaştı, düşündü.

 

"Türkiye'ye gitmen iyi bir fikir olmayabilir." dedi mizacına uygun sert bir dille. "Şu sürekli işimize taş koyan şu herif… Neydi adı? Hah! Noyan Korkutel!" Eli çenesine giderken bir kaç saniye düşündü. "Fena halde sana takmış durumda. Türkiye'ye gitmen, bile bile lades olmakla eşdeğer."

 

Omuz silktim, öte yandan alaycı bir gülümseme peyda oldu dudaklarıma. "Siktirsin gitsin!"

 

"Ah kızım, bir kadının dudaklarına böyle kelimeler hiç yakışıyor mu?"

 

Kaşlarımdan biri hayretle havalandı ve gözlerine dik dik baktım. "Beni kız kardeşin Burgonya yetiştirdi, unuttun mu dayı? Hep söylediğin gibi… Tıpkı ona benziyorum. Hem o herif, ismimi cismimi bilmez, hakkımda bir bok bildiği yok." Başımı omzuma düşürüp tekrar mallara baktım. "Tek bildiği lakabım. Herkes gibi…"

 

"Yine de ayan beyaz duran bir gerçek var; senin annen onun babasını öldürdü."

 

Sözleriyle birlikte kan beynime sıçradı. "Onun babası da benim annemi öldürdü!"

 

Tam da böyle olmuştu. Ne bir eksik ne bir fazla. Annemin kızıydım ben, camiaya nam salmış örgüt lideri Burgonya'nın namına yakışır katil kızı Deniz. Fakat ismimi kimseler bilmezdi. Nitekim Burgonya Kızı, kafiydi beni anlatmaya.

 

On yıl önce… Tam tamına on beş yaşındayken almıştım annemin ölüm haberini. Üzülmüş müydüm, hatırlamıyordum.

 

Bir gece, bir çatışma, iki ölü.

 

Türkiye’ye yaptığı sevkiyat sırasında alıcı olan karşı örgütle anlaşmazlık yaşamıştı. Parasını almak üzere olduğu mal sahte çıkmıştı. Aslında annemin de suçu yoktu. Malı ilk temin eden kişi anneme kazık atmıştı. Nitekim çok sonra haini bulup dünyayla olan irtibatını kesmiştim ama olan olmuştu. O gece sevkiyatın gerçekleşeceği depoda iki taraf arasında başlayan çatışma, iki örgüt liderinin ölümüyle sonuçlanmıştı. Annem, göğsüne saplanan kurşunun emeline teslim olmadan hemen önce basmıştı tetiğe, kalan son takatiyle. Muhtemelen iki saniye arayla iki nefes sonsuza dek kesilmişti.

 

Annem, herkesin korktuğu o kadın kendisine kafayı takmış bir mafya lideri yüzünden ölmüştü ama giderken celladını da yanında götürmüştü. Bir süredir o liderin kafayı bana takmış yavşak oğluyla uğraşıyordum. Beni tanımasa da lakabımı biliyordu. Annemin izinden gittiğimi biliyordu. Her nereden haber alıyorsa Türkiye’ye giden sevkiyat kamyonlarımızı patlatıyor, altın değerindeki mallarımızı hiç ediyordu. Ben de karşılığında boş durmuyordum tabii. Son olarak naylon bir haber uçurup, aslı astarı olmayan büyük bir sevkiyatın peşinden gitmesini sağlamıştım. Böylece büyük bir ekip kurmuş, olanca imkanı seferber etmişti. Kamyonun kapılarını açtığında ise karşılaştığı bu kez biricik mallarımız değil, kasalarca domates olmuştu.

 

Adamlarının karşısında düştüğü durumu düşündükçe keyileniyordum!

 

Elini ceketinin iç cebine uzatmasıyla dikkatim dayıma kaydı tekrar, bir fotoğraf çıkardı. "Bu adam…” Daha önce de bana o herifin fotoğrafını göstermeye çalışmıştı ama göz ucuyla bile bakmamıştım. Ama bu kez durumlar farklıydı. Onun çöplüğüne gidiyordum. Bu yüzden fotoğrafı bu kez tereddüt etmeden aldım. Düşmanımdı, annemin katilinin oğluydu, inine kadar gitmişken çehresini bilip zihnimin kara listesine almam hiç fena olmazdı.

 

"Bence bu kadar lakayt olma. Onun gözü kara ve donanımlı biri olduğunu söylüyorlar. Seni tanımasa da Burgonya'nın kızı olduğunu ve Fransa’nın en büyük şebekesinin başında olduğunu biliyor. "

 

Fotoğrafı yavaşça çevirdiğim an buz gibi bir ifadeyle çarpıştı bakışlarım. Bir mekanın çıkışında çekilmişti. Fotoğrafta iri yarı üç adam vardı ama bir adım önde olanı hemen gözüme çarpmıştı. Esmer bir adamdı; fazla erkeksi ve çarpıcı bir çene hattına sahipti. Siyah bir gözlüğünden dolayı gözlerini görmüyordum ama kalın kaşları çatıktı. Gördüğüm tüm detaylardan anlamsızlık akıyordu. Sırf bu anlamsızlığa bile onlarca küfür sıralayabilirdim.

 

"Piç…" dedim ve içimden bir kelime daha ekledim son telaffuzumun yanına.

 

Yakışıklı piç!

 

Fotoğrafı ortadan ikiye yırttım ve yere attım. Siyah topuklu ayakkabımın burnuyla fotoğraftaki yüzünün orta yerine bastırırken, ceketimin fermuarını tek seferde yukarı çektim.

 

"Teferruatlarla uğraşacak vaktim yok. Adamlara söyle, son hazırlıkları bu gece tamamlasınlar. Yarın teslimat için Türkiye'ye ben gideceğim. Bu, iki örgütün de ciddi yatırımlar yaptığı büyük bir sevkiyat dayı, şansa bırakmam. İşi sonuca bağlayıp, Frank denen o adamı başımızdan def edeceğiz."

 

Deponun derinliklerinden gelen iniltilere kulak kesilerek soran bakışlarımı dayıma çevirdim.

 

Çenesini buruşturdu. Söylemeyi hiç istemiyordu ama benden kurtulamayacağını da biliyordu. “Köstebek adamlarımızdan biri çıktı.” dedi dilinin ucuyla. “Türkiye’ye haberi uçuran oymuş.”

 

Evet…. Evet! Günlerdir onu arıyordum!

 

Gözlerimi kapattım. Öfkenin tüm bedenimi ele geçirmesine izin verirken, yumruğumu avucuma geçirdim ve topuklu ayakkabılarımı sırayla ayağımdan fırlatıp sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Geçtiğim üç kapının ardından sandalyeye bağlı olan adamı karşımda buldum.

 

Beni gördüğü an gözleri büyüdü. Nefesini tuttu, “Hayır.” dedi. “Hayır! Beni ona vermeyin.”

 

Başındaki iki adam yerinden kıpırdamadı. Kim zaman öfkemden nasiplenmeyi ben bile istemezdim.

 

“Sen misin köstebek?”

 

Sakin sesime karşılık vermedi.

 

“Sen misin lan köstebek!”

 

Hızla başını salladı. Dişlerimi sıktım. Kasılan boynumu rahatlatmak için arkaya attığım başımı önce sağ, sonra sol omzum arasında çevirdim. Cebimden çıkardığım çakıyla adamın üzerine atladım, adam haykırdı. Ancak kestiğim sadece onu esir eden iplerdi.

 

Ben Burgonya Kızıydım. Kimseyi bağlıyken haklamazdım.

 

Adamın ayağa kalkmasıyla yeni bir hamle yaptım. Bileğini çevirip elini masanın üzerine yasladım. Acıyla inleyen sesini kulaklarıma bırakırken çakının sivri ucu avucunu delip geçti ve masaya saplandı. Onu öldürmeyecektim. Yalnızca köstebeklik yaptığını biliyordum ve bu sebep nefesini kesmem için yeterli değildi. Bıçağı avucunun içinde çevirirken, bir ninni gibi gelen haykırışları eşliğinde dudaklarımı kulağına yaklaştırdım. “O patronuna söyle, çok yakında anasını sikicem, çok yakında!”

 

Dayımın uzaktan gelen sesi yıkık dökük duvarlarda yankılandı.

 

"Bir kere de kan dökme şu siktiğimin yerinde be kızım!”

 

🕯

 

Üç saatlik sporun ardından bedenimi çivi gibi suyun altına bıraktım. Tenimin her karışında yer eden ter damlacıklarının buz gibi suyun karşısında yenik düşmesinden haz alıyordum. Tezatlık ben demekti. Ruhumun tezatlığa karşı garip bir zaafı vardı. Gözümün saate kaymasıyla suyu kapattım. Bornoz giymeyi hoşlanmazdım. El havlusuyla bedenimi kuruladıktan sonra siyah bir kot tulum giydim. Vakit gelmişti. Islak saçlarımı ensemde sabitledikten sonra motoruma atladım ve gecenin karanlığında son hızla deponun garajına ulaştım. İç silah kılıfıma iki silah takarken adımlarım depodan içeri girdi. Kimse yoktu. Ne dayım ne de adamlar…

 

“Lan.” Sesim boş deponun içinde yankılanırken, adamlardan biri “Geliyorum abla!” diye seslendi. Çok geçmeden de geldi ama halinde bir gariplik vardı.

 

“Sevkiyat kamyonu neden hala burada değil?” diye sordum, sustu. “Dayım nerede?” diye sordum. Yine sustu. “Dut mu yedin amına koyayım, konuşsana!”

 

Başını, birleştirdiği ellerine eğerek, “Abla,” dedi tekrar. “Kızacaksın ama…”

 

“Söyle.” Burnuma pis kokular gelmeye başlaması uzun sürmedi.

 

“Dayınız… Sevkiyatı daha erken bir saate alıp kendisi eşlik etti.” İç cebinden bir kağıt çıkarıp bana uzattı. “Bunu da size vermemi istedi.”

 

Öfkeden nevrim dönerken, kağıdı adamdan aldım. Dayı… Dayı!

 

“Sevgili kızım, şu an öfkeden için içini kemiriyordur muhtemelen. Sakin ol. Böyle olması gerekiyordu. Düşmanımız Noyan Korkutel’in babası kardeşim Burgonya’nın sonu oldu. Oğlunun da senin sonun olmasına izin vermeyeceğim. Bu yüzden sevkiyata ben çıkıyorum. Sorun çıkmayacak ama olurda başın sıkışırsa aşağıya bıraktığım numaraya ulaş. Kendisi bu hayatta güvendiğim tek kişidir. Sana gözü kapalı yardım eder. Tekrar ediyorum. Sakin ol ve dönüşümü bekle.”

 

Eğer dayımın bana attığı kazığı bir başkası atmış olsaydı, başını koparır eline verirdim. Ama konu dayımdı Tek yapabildiğim bir yerleri yumruklamak oldu. Götüme baka baka eve dönüp soyundum ve iç çamaşırlarımla kaldım. Sabaha kadar hiç durmadan spor yaptım. Parmak boğumlarım soyulana kadar kum torbasını yumrukladım. Noyan, denen karşıma çıktığını ve onu indirdiğimi hayal ettim.

 

Dayım yüzünden hepsi çöp olmuştu. Ah dayı!

 

Güneş tamamen doğduğunda suyun altından aldığım bedenimi yatağa bıraktım. Birkaç arama yapıp sevkiyatın durumunu öğrenmeye çalıştım ama nafile. Kimseye ulaşamadım. Göz kapaklarım ağırlaşırken telefon hala avucumdaydı. İtiraz etmedim. Uyurken beklemek daha kolay olacaktı.

 

Avucumdaki titremeyle gözlerimi açtım. Arayan baş adamımız Kazım’dı. Amcamın onu yanından ayırmadığını biliyordum Bu yüzden ayılmayı beklemeden telefonu açtım.

 

“Abla! Abla!”

 

Kazım’ın sesi beni şaşırttı. En güçlü, en acımasız adamımızın sesi şiddetli bir şekilde endişeli geliyordu.

 

“Ne oldu?”

 

Kesik kesik nefeslendi. “Abla, her şey bitti. Noyan Korkutel bize çok kötü bir tuzak kurdu! Kamyonu patlattı. Fransa’da da eş zamanlı baskın olmuş! Hem bizim hem Bay Frank’ın deposunu patlatmışlar. Abla! Bay Frank ölüm emrinizi vermiş. Derhal ülkeyi terk edin.”

 

Duyduklarım beynimin içinde çalkalandı. Dağıldı ve hiçbir yere sığamadı. Soğukkanlılıkla “Dayım?” diye sordum ancak. “Dayım nerede?”

 

Adam kuvvetle nefes verdi. Telefonun hoparlörünü cızırdatacak kadar kuvvetle. “Dayı Bey sizlere ömür.”

 

Telefon avucumun içinden kayıp ayaklarımın dibine düşerken, Kazım’ın “Kaçın!” diye bağıran sesini duyuyordu. “Sizi öldürecekler. Ülkeyi terk edin.”

 

Kaçmam mı gerekiyor? Sorun yok. Beni öldürmek mi istiyorlar? Yaklayabilirlerse boynum kıldan ince.

 

Ama yapmam gereken son bir şey vardı. Son bir cinayet. Ben bitmiştim. O halde bitirecektim.

 

Annem gibi!

 

Ben Burgonya kızıydım. Ölmeden önce celladımı yanımda götürecektim.

 

🕯

 

Uçaktan indiği an saatlerdir başımda olan şapkayı çıkardım. Saçlarım rüzgarın uğultulu ritmine ayak uydururken, ayak bastığım ülkenin havaalanından seri adımlarla çıktım.

 

Artık Türkiye’deydim.

 

Aceleyle yanıma ancak birkaç parça kıyafet, pasaport ve biraz da nakit alabilmiştim. Telefonum hala yanımdaydı ama izimi bulmamaları adına sim kartımı kırmıştım. Kırmadan önce aradığım bir kaç numara ya kapalıydı ya da hiç açılmamıştı. Bu durum Bay Frank’in beni bulmak için tüm kalelerimizi yakıp yıktığı anlamına geliyordu. Kaybının cezasını bana kesmek istiyordu. Bir an önce kıçımı kurtarmak için bana yakışmayacak şekilde kaçmıştım ama o it için muhakkak günün birinde geri dönecektim ya da beni bulmasını zevkle bekleyecektim.

 

Diğer yandan dayıma ait naylon şirketlerin polis baskını yediğini, banka hesaplarımızın patlatıldığını son dakika haberlerinden öğrenmiştim. Hiçbir yasal prosedürde adım geçmiyordu. Banka hesabım yoktu. Şimdi bir çöp kutusunun dibinde olan sim kartım bile benim adıma değildi.

 

Peşimde olan polis değil.

 

Peşimde olan iblisti.

 

Diğer yandan ne boyutta ifşa olduğumu bilmiyordum. Bu yüzden kimliğimi teslim edeceğim hiçbir nokta benim için güvenli değildi. Dayımdan bana miras kalan tek şey avucumun içinde buruşmuş not kağıdıydı. Ve üzerinde yazan numara; sıkılacak son bir kurşundu. Bir telefon kulübesi bulup numarayı tuşladım.

 

Üçüncü çalışından sonra olgun bir kadın sesi “Dinliyorum.” dedi.

 

“Burgonya kızı.”

 

Üç beş saniyelik sessizlik… “Takip ediliyor musun?”

 

“Hayır.”

 

“Emin misin?”

 

“Evet.”

 

Sessizlik, beş saniyeden daha uzun. “Adresi yaz. Bekliyorum.”

 

Söylediği adresi kafama not ettikten sonra şapkamı yeniden kafam geçirdim ve bir taksi çevirip, beni söylediğim adresteki izbe kenar mahalleye götürmesine izin verdim. Gecekondulardan oluşan mahalle dar ve dik yokuşluydu. Leş gibi kokuyordu. İnsanların önündeki fakir insanların gözlerini üzerimde hissediyordum. Burayı sevmemiştim. Soldan üçüncü beyaz gecekondu yaklaştım. Kadının söylediği ev tam olarak burasıydı. İçeriden varlığımın fark edilmesiyle önce evin kapısı açıldı. İçeriden yirmili yaşlarının sonlarında, kumral bir adam çıktı. Bakışlarını üzerimden ayırmadan yaklaştı ve bahçe kapısını da açarak geçmem için geri çekildi.

 

“Abla seni bekliyor.”

 

Bir şey söyleme gereği duymadan içeri geçtiğimden şaşırmadığımı söylesem doğru olmazdı. Evin içi, dışının aksine temiz ve lükstü. Fildişi duvarlar kadın figürü barındıran tablolarla bezenmişti. Attığım her adımda aldığım vanilya kokusu yoğunlaşıyordu. Geniş koridorun sonundaki odaya ulaştığımda beni beyaz mobilyalarla dekore edilmiş ferah bir salon ve orta yaşlarda, bakımlı bir kadın karşıladı. Koltuklardan birinde oturuyordu. Açıkça beni bekliyordu. Parmaklarının arasında filtreye takılmış, hala yanmakta olan bir sigara vardı. Yeşil gözleriyle beni kısaca süzdükten sonra eğildi ve orta cam sehpadaki sigara paketini alıp bana uzattı.

 

“Yak bir tane.”

 

Ayağımdaki siyah postalları çıkarmamıştım. Geçip çaprazındaki tekli koltuğa oturduktan sonra ciğerlerimin içmem için yalvardığı sigarayı aldım ve dudaklarımın arasına yerleştirdim. Kadın, bana kapıyı açan adama sigaramı yakmasını işaret etti. Yanan sigaramdan üst üste üç nefes çektikten sonra, “İçtiğimi nerden anladın?” diye sordum.

 

Gülümsedi. Boyalı sarı saçları dalgalı olarak fönlemişti ve üzerinde pudra rengi, döpiyes bir takım vardı. “Tiryaki tiryakiyi gözünden tanır.”

 

“Kimsin?”

 

“Evime gelen sensin.”

 

“Kimsin?”

 

Daha baskın çıkan sesim hoşuna gitmişti. Bir bacağını diğerinin üzerine atıp, “Monica” dedi.

 

“Dayımı nereden tanıyorsun?”

 

“Eski bir ahbaplık.”

 

“Ne kadar eski?”

 

Sigarasından derin bir nefes çekti, çevresindeki kırışıklıkları makyajın gizleyemediği gözlerini camdan dışarı dikti. “Belki otuz sene. Dayın Sezar başımı büyük bir dertten kurtardı.”

 

“Bu yüzden mi beni kabul ettin? Dayıma borcun olduğu için…”

 

“Seni kabul ettiğimi mi düşünüyorsun?”

 

Ağzımın içinden anlık olarak gülümsedim. “Buradaysam etmişsindir.” Sigaramdan derin bir nefes daha çektim. Konuşma sırası hala bendeydi. “Fransa da ipimi çekmek için bekleyen biri var.”

 

Ellerini iki yana açıp konumunu görmemi sağladı. “Burada seni kimse bulamaz.”

 

Tahmin ettiğim gibi, bu gece kondu mahallesi onların paravanıydı.

 

“Burada da var.” dedim. “Babası annemin katili.” Dişlerimi sıktım. “Kendisi de dayımın.”

 

Şaşırmadı. Dayımın öldüğünü zaten biliyordu. Çünkü burada oluşum, beni buraya gönderen kişinin artık hayatta olmadığının ıspatıydı.

 

“Kim?”

 

İsmini tükürür gibi söyledim. “Noyan Korkutel.”

 

“Onu öldürmek istiyorsun.” Bu bir soru değildi. Bu, kesin ve itiraz kabul etmeyen bir yargıydı.

 

“Onu öldürmek istiyorum.”

 

Monica yeni bir işaret verdiğinde adam aynalı konsola gitti ve oradan kalın, mavi kapaklı bir dosya çıkardı. Bir süre dosyanın sayfalarını kurcaladıktan sonra aradığını bularak dosyayı Monica’ya teslim etti.

 

“Öldürmek istediğim kişinin kim olduğunu biliyor musun?”

 

“Kısmen.”

 

Dilini damağına vurarak olumsuz bir nida çıkardı. “Hayır, hiç bilmiyorsun. Eğer bilseydin, dibinden bile geçmek istemezdin.”

 

Sigaramdan son bir nefes çektim. Sakindim. İzmariti sehpadaki küllüğe söndürmeden attıktan sonra hafifçe eğilip dirseklerimi dizime koydum. “Sen beni hiç tanımıyorsun.”

 

“Tanıyorum.” dedi başını sallayarak. “En azından anneni tanıyorum. Nasıl gözü kara bir katil olduğunu biliyorum.” Bakışlarıyla beni yeniden süzerken “Sen de onun gibisin.” dedi. “Ne bir eksik, ne bir fazla…”

 

“Öyleyse?”

 

Açık olan sayfayı bana çevirerek dosyayı önüme attı. “Önündeki bitmeyen liste, Noyan Korkutel’in sahip olduğu şirket ve kurumların listesi. Bu işin yasal yanı. Ünlü mafya babası Caner Korkutel’in ölümünden sonra yer altında yürütülen tüm işler de oğlundan sorulur. Neden Türkiye’ye sokmak istediğiniz tüm mallara çöktü? Annen babasını öldürdü, diye mi?” Kaşlarını kaldırdı. “Hayır! Ondan izinsiz, yer altına bir çöp bile sokulamayacağı için. Ne uyuşturucu, ne silah ne de tarihi eser. Birçok örgütün başını ezerek bulunduğu mertebeye geldi. Şimdi babasından bile daha kudretli. Öldürmek istediğin adam bir ilah. Bırak öldürmeyi, ona yaklaşamazsın bile!”

 

Ne söylemek istediğini anlamıştım. Ne söylemek istediğini çok iyi anlamıştım. “Sen istemezsen.”

 

Gülümsedi. Bu kez inci gibi dizilen beyaz dişlerini de gördüm. “Zeki kızsın.”

 

Ayağa kalktı. “Namını duydum. Temiz çalıştığını, elinden kurtulan olmadığını, arkanda hiç iz bırakmadığını duydum. Aradığımsın. Benim için çalış. Karşılığında seni Noyan Korkutel’in sınırlarından içeri sokayım.”

 

Söylediği her şey doğruydu. Ben buydum. Gözümü kırpmazdım. Bu zamana kadar yalnızca ailem için çalışmıştım. Annem Burgonya ve dayım Sezar için… Onlar kimi hedef gösterdiyse onun nefesini kesmiştim. Sorgulamamıştım. Sorgularsam cezalandırılırdım. Ben yalnızca bana söyleneni yapmakla yükümlüydüm. Annem beni can almam için doğurmuştu.

 

Ben azraildim.

 

Ayağa kalktım, karşında durdum. “Süre ver.”

 

“En fazla bir yıl.”

 

“Beş ay.” dedim. “En fazla beş ay içinde beni Korkutel’e ulaştıracaksın.”

 

Gözlerime bakarken düşündü. “Kabul.” Elini uzattı. “Şimdi bana ölüm meleğimizin adını söyle.”

 

Gülümsedim. Her zaman olduğu gibi; yarım yamalak, Dünya üzerinde varolan tüm duygulardan noktandı gülümseyişim. “Deniz. Adım bu.”

 

🕯

 

O çırpındıkça ben ipe asılmaya devam ettim. O tekmelerini savurdukça ben stabil durmaya devam ettim. Yere düşmüştük. Kafası karnıma vuruyordu. Suratıma vurmak için ellerini geriye atmaya çalışıyordu ama nafileydi. Onu iyi yakalamıştım. Çırpınmasını izlemenin verdiği keyif giderek azalırken, bacaklarımı omuzlarından aşağı uzattım ve boynunu daha fazla kendime çektim.

 

Boğulma sesi… Bunu belki bir şarkıdan daha fazla dinlemiştim.

 

Telin derisini delerek içeri girmesiyle kanı karşı duvara sıçradı ve kafası son kez karnıma düştü.

 

Elli iki. Bu beş ayında aldığım elli ikinci nefesti.

 

Teli boynundan çekip aldım. Baş ve işaret parmağımla üzerindeki kanı sıyırıp adamın üzerine akıttım. Pekala, bu kez bu kadar kanlı bir cinayet düşünmemiştim ama adam sandığımdan daha güçlü çıkmıştı. Yine de bir alkışı hak ediyordum.

 

Bir altmış bir boyla bir seksenlik herifleri gebertmek her yiğidin harcı değildi.

 

Sıra imzamı atmaya geldiğinde dizliğimdeki hançeri kabzasından çıkardım. Adamın kasıklarına oturup hançeri göğüs kafesine sapladım ve kırılma sesleri kanlı duvarlarda yankılanırken hançeri aşağı doğru çektim. Kalbi, bir dakikanın sonunda ellerimin arasındaydı.

 

Kurbanlarımdan çaldığım tek şey kapleri olurdu. Yaşamları boyunca binlerce kötülüğü sığdırdıkları kalplerinin ölü bile olsa bedenlerinde kalmasına izin vermezdim.

 

Kötülük dolu bir kalp toprağı hak etmiyordu.

 

Geldiğim gibi yarı açık olan camdan çıktım. Yangın merdivenlerini inerken maskemin tek açık bıraktığı tek yer olan gözlerim etrafı kolaçan ediyordu. Yaklaşık iki haftadır artık aramızda olmayan kurbanımın hayatını gözlemliyordum. Dersimi iyi çalışmıştım; rutinleri ezberimdeydi. Haftanın iki günü şehir dışındaki evine gelir; parayla tuttuğu kadınlarla seks yapar ve sadece iğrenç fantezisini doruklarda yaşamak için gecenin sonunda onları sebepsizce hırpalardı.

 

Bu kez evine aldığı kadının, hayatında gördüğü son kadın olacağını nereden bilebilirdi ki?

 

En azından beni ıssız bir yol kenarından alıp, evine getirip, elbisemin askılarını indirene kadar bu küçük detaydan habersizdi.

 

Motoruma atlayıp ıssız ve karanlık sokaktaki çöp kutusuna yaklaştığım saniyelerde Haydut yanıma geldi. Bana aç gözlerle bakarken elimdeki poşete doğru zıplayıp durdu.

 

Orada ne olduğunu biliyordu.

 

“Akşam yemeğin geldi.” Eğildim. Poşeti açıp kanlı kalbi Haydut’un önüne bıraktı. Pireli köpek kalbi açlıkla yemeye başlarken, onu sakince izledim. “Bu kez yemeğin biraz kart oldu. İdare et. Epeydir körpesi denk gelmiyor be, Haydut.”

 

Haydut. Ona ismini ben vermiştim ama kabul ettiği söylenemezdi. Zaten benden başkası da bilmiyordu. “Neyse. Ben gideyim. Bugün epey yoruldum.” Ayağa kalktım ve oralı olmadan yemeğini yiyen hayvana baktım. “Sonra yine görüşeceğiz nasılsa…”

 

Motorumu gizli garaja bıraktıktan sonra gecekondudan hallice olan motele sahte kimliğimle giriş yaptım, odama çıktım. Aslında Monica’nın gecekondusundan sonra gecekonduları o kadar da küçümsememem gerektiğini öğrenmiştim. Monica… Onu aramam gerekiyordu.

 

Banyoya geçip üzerimdeki siyah deri tulumu, topuklu ayakkabıları ve maskeyi çıkardım ve çöp poşetine doldurdum. Yakılmalarını yarın sağlayacaktım. Soğuk suyun altında uzun uzun kaldım. Kan bedenimin hiçbir noktasına bulaşmamasına rağmen böyle günlerde banyoda kendi normalimden daha fazla kalırdım.

 

Gecelik elbisemi giyindikten sonra aynalı konsolun karşısına oturdum. Havludan kurtardığım gür, kumral ve düz olan saçlarım omuzlarımdan karnımın üzerine akarken, neden hala kestirmediğimi bilmiyordum. Tahammül edebileceğimden daha fazla vaktimi alıyorlardı. Hiçbir işleme maruz kalmadıkları için kolay taranmaları onları bu noktaya kadar korumuştu ama her an makasla haşır neşir olabilirlerdi. Mavi gözlerimin etrafındaki kızarıklık, dün gece nöbetim olduğu için sabah ancak iki saat uyumamdan kaynaklanıyordu.

 

Saçlarımı tarama işlemini sonlandırırken, çalan telefonumda Monica’nın ismini gördüm. Aramamı bekleyememişti anlaşılan.

 

Monica Başaran, yeraltından önemli isimlere hizmet eden örgütün kollarından biriydi. O kollar devletin içine ve yurt dışını kadar uzanıyordu. Monica emirleri baştakilerden alıyordu ama kendisi de dahil kimse o isimleri kimse bilmiyordu. Ben önemsemezdim. Paramı alır, işime bakardım.

 

Tek bir şartım vardı; kadınların ve masumların kılına dokunmazdım.

 

Bu yüzden öldüreceğim kişiyi enine boyuna araştırırdım. Monica başta bu kararımı yadırgamıştı ama geri adım atmayacağımı anlayınca kabul etmişti.

 

Telefonu, “İş tamam.” diye açtım.

 

Gülümsemesini duydum. “Şüphem yoktu. Ben seni merak ettim.”

 

Ah… Bu kadın bazen gereksiz duygusal olabiliyor… “Bir sıkıntı yok. Yarın uğrayacağım.”

 

“Hiç gelme. Ben yarın hastaneye geleceğim. Benimle ilgilenecek vaktiniz var mı Doktor Deniz Asrınoğlu?”

 

Doktor Deniz Asrınoğlu.

 

Bu duruma alıştığımı söyleyemezdim. Hala hastane anonslarına bile geç dönüyordum. Monica, dikkat çekmemem için Türkiye de normal bir hayat sürmem gerektiğini söylediğinde ona doktor olduğumu söylemiştim. Çünkü annem de dikkat çekmemem için üniversite okumamı istemişti. Onun sayesinde doktor olmuştum.

 

“Senin ellerin kesip biçmek için mükemmeller Deniz!” diyen sesi hala kulaklarımdaydı.

 

Birkaç aydır Monica’nın ayarladığı küçük bir hastanede çalışıyordum. Benim için bir de ev ayarlamıştı ama o konuda dediği olmamıştı. Çünkü ben kabına sığamayan, uzun süre aynı yerde duramayan bir kadındım. Bu yüzden otel otel geziyordum. Bu yüzden evim yoktu.

 

Hiç olmayacaktı.

 

“Gel. Ayarlarım. Öncesinden Harun’u bana gönder.”

 

“Anlaşıldı.” dedi. “Yarın hastanede görüşürüz.”

 

Telefonu yatağa atıp yere uzandım ve karnıma ter damlacıkları doluşana kadar mekik çekmeye devam ettim. Yarın Monica’yla yaptığımız anlaşmanın son günüydü. Yarın, hedefime bir adım daha yakın olacaktım.

 

*

 

Sabahın erken saatlerinde odamın kapısının önünde istediğim gibi Harun’u buldum. Onu ilk kez Monica ile tanıştığım gün görmüştüm. O gün ve takip eden günlerde çok bir muhabbetimiz olmamıştı ama sonra… Sonra irtibatı hiç koparmamıştık. Öldürülmesi gereken adamların bilgilerini bana bizzat o ulaştırıyordu.İhtiyacım olanı karşılıyor, delilleri yok etmemde büyük rol oynuyordu.

 

Çöp torbasını ona uzattığımda sorgusuzca aldı. “Yeni kıyafetler istiyor musun?”

 

Omzumun üzerinden dolabıma baktım. Yalnızca iki adet deri tulum kalmıştı. Yetersizdi. “Evet.”

 

“Aynı beden mi?”

 

“Neden sordun?”

 

Gözleri bedenimde gezinirken, “Buraya geldin geleli zayıfladın.” dedi. “Belki bir beden küçüğüne ihtiyacın olur.”

 

“Kes tatavayı.”

 

Şaşırmadı. Benden bu çıkışı bekliyordu. Hatta gülümsedi. “Ne o? Beni de mi keseceksin?”

 

“Kesmeyeceğimin garantisini veremem.”

 

Başımın üzerinden dağınık odaya baktı. “Hala otellerde kalmaya devam mı edeceksin?” Durduğunu tozlu koridora bakıp yüzünü buruşturdu. “Bir de pis pis yerlerde kalıyorsun? Bırak da bir ev tutalım sana. Abla da böyle istiyor zaten.”

 

Pervaza yaslanırken bir ayağımı diğerinin önüne koydum. “Kaskafalı mısın sen amına koyayım? İstemiyorum dedim ya. Monica ablacağının ne istediği de umrumda değil.”

 

“Küfür etme be. İyiliğin için söylüyorum. Daha temiz bir yerde kal bari. Her imkanı sağlıyoruz sana.”

 

“Hayır. Büyük oteller güvenlik açısından donanımlı olur. Ayrıca her yer güvenlik kamerası.” Eğilip fısıldadım. “Adam öldürüp geliyorum buraya. Kasabım lan ben. Sence herhangi bir güvenlik kamerasına takılmak ister miyim?”

 

Ellerini cebine koydu ve derin bir nefes aldı. “İyiliğini düşünen de kabahat.”

 

“Düşünme koçum.” Elindeki çöp poşetini gösterip, “Şunları yok et yeter.” dedim. “Bir de yeni işi ilet.”

 

“Daha süresi var onun.”

 

“Üzerinde çalışmaya başlayacağım.”

 

Orta boylarda ama yapılı bir adamdı. Kumral saçları ve aynı renk gözleri ile sert görünmüyordu. Monica ona her konuda güveniyordu. Benim de güvenmem gerektiğini söylemişti. Kimseye güvenmeyeceğimi henüz bilmiyordu.

 

“Nasıl bir kana susamışlı bu! Daha yeni…” Etrafına bakıp sesini alçalttı. “Yeni hallettin. Bir dur. Yine tüm kanallar seni konuşuyor. Sana ne diyorlar biliyor musun?”

 

Kaşımı kaldırdım.

 

“Katil kalp hırsızı!”

 

Hiç güleceğim yoktu ama bir kahkaha attım. “Vay amına koyayım! Çok yaratıcı…”

 

“Gül sen. Bu hızla gidersen polis yakında kapını çalar.” Kaşımı tekrar çattığımda, “Tamam.” dedi. “Ben yakalanırım sen yakalanmazsın.” Geri çekilip bana tekrar baktı. “Fare gibisin zateni her delikten kaçarsın.”

 

“Doğru konuş, almayayım façanı aşağı.”

 

Teslim olur gibi ellerini yukarı kaldırdı. “Tamam, sensin. Ben gidiyorum. Acele et, öğleden sonra ablayı hastaneye geti-”

 

Kapıyı suratına kapattığım için gerisini duyamadım. Fena çocuk değildi ama fena halde boş konuşuyordu. Konuşmaya hevesli olmadığımı bir türlü anlayamamıştı.

 

Banyoya girdim. Yüzümü yıkayıp, beş dakika boyunca dişlerimi fırçaladım. Şimdi Burgonya Kızı’nın bu odada bırakıp, Doktor Deniz olma vaktim gelmişti. Diz hizasında biten, açık mavi renginde kalem etekli bir elbise giydim. Triko elbisemi, altın rengi küpe ve bilekliklerle tamamladıktan sonra katlı kesim olan saçlarımı hafif dalgalı olacak şekilde fönledim. Burgonya Kızı makyaj yapmaktan kesinlikle hoşlanmıyordu ama Doktor Deniz aynı fikirde değildi. Önce göz altlarımı kapattım. Şeftali rengi ruju dudaklarıma yedirip, yanaklarımı renklendirdim. Eyeliner denen mereti bir türlü çekemediğim için sadece rimel sürdüm ve doktorlara yakışan beyaz bir çantayla odadan ayrıldım.

 

Üç saatlik bir ameliyatın ardından beyaz stiletto ayakkabılarımı çıkarmış, yayıldığım koltuktan çıplak ayaklarımı sallandırarak filtre kahvemi içiyordum. Son yudumu aldığımda odanın kapısı çaldı ve hemşirelerden biri içeri girdi.

 

“Deniz Hanım, ablanız ziyaretinize geldi.”

 

Bu Monica’nın herkesin ablası olma sevdasını bir türlü anlayamamıştım. “Gelsin.”

 

Hemşire çıktı. Monica girdi. Her zamanki gibi makyajı abartılı, saçları yapılı ve elbisesi çantası ile ayakkabısına uygundu. Gülümseyerek karşımdaki koltuğa geçti. Aynı anda birer sigara yaktık.

 

“Yine arkanda tek bir iz bile bırakmamışsın. Aldığım duyumlara göre cinayet büro komiseri ve savcı çıldırıyormuş.”

 

“Çıldırsınlar.” dedim umursamazca. “Ben de tıpkı onlar gibi insanların arasından pislikleri ayıklıyorum. Sadece yöntemim farklı.”

 

“Tam tamına beş aydır birlikteyiz ve ben iyi bir gözlemciyimdir.”

 

“Yani?”

 

“Elli beş yaşındayım, Deniz. Elli beş yaşındayım ve ilk kez bir insanı çözemedim.”

 

Bu kez gülümsemiyordu. Sadece bakıyordu. Gözlemliyordu. Anlayamıyordu. “Nereden çıktı bu sözler?”

 

“Bilmem… Geçenlerde Arnavutluk’tan kızım geldi, Belinda . Ordan burdan konuşurken konu sana geldi… Bana nasıl biri olduğunu sordu.” Dudaklarını aşağı doğru büzdü. “Cevap veremedim. Sinirli, desem değilsin. Deli, desem değilsin. Mutlu, desem… Hiç değilsin. Hakkında bildiğim tek şey Burgonya’nın kızı, Sezar’ın yeğeni olduğun… Gel gör ki Burgonya seni nüfusuna bile almamış. Baban hayatta mı?”

 

Tepkisizce onu dinledikten sonra, “Hakkımda araştırma yaptın.” diye konuştum. “Sebep?”

 

“Birlikte çalışıyoruz.” Gözü kapıya kaydı. Kapalı olduğundan emin olduktan sonra yeniden bana baktı. “Ne iş yaptığımızın farkındasın, değil mi? Hançerin sırtındayız.”

 

“Seni hiç tehlikeye atmadım.”

 

“Atmadın. Yine de seni daha fazla tanımak iste-”

 

“Oğluna mı alacaksın?”

 

“Oğlum yok ama olsaydı seni almazdım. İlk kavgada… İşaret parmağını bıçak gibi boynundan geçirdi. “Her neyse. Bir gün bana daha açık olacağını umuyorum.” Başını arkaya atarak gülümsedi. Burada açık açık konuşabilse daha fazla şey söylerdi. “Neden burada olduğumu biliyor musun?”

 

“Anlaşmamızın süresi doldu.”

 

Arkasına yaslandı. “Çok zordu Deniz. Gerçekten çok zordu. Ama… Verdiğim her işi kılçıksız hallettin. Bize güzel paralar kazandırdın. Bu yüzden tüm uğraşlarıma değdin.” Pembe çantasını açtı ve içinden bir dosya çıkarıp bana uzattı. “İşte, istediğin adama giden yol burada.”

 

Aldım dosyada doktor kimliğime ait bir cv vardı. Sahte referanslarla desteklenmişti ve kişisel yaşantıma ait bilgilerin tamamı yalandı. Ancak önemli olan bu değildi. Önemli olan; cv'min Özel Korkutel Hastanesi tarafından onaylandığını gösteren kaşeydi.

 

“Tebrik ederim Doktor Deniz. Artık Türkiye’nin en donanımlı hastanesinin doktorlarından birisin.”

 

🕯

 

Kanlı ayak izlerim benim için açılan kapılardan zevkle geçiyordu.

 

Korkutel Hastanesinde dördüncü günümdü. Geride bıraktığım dört gün boyunca acil doktoru olarak iş görmüştüm. Birçok insanla muhatap olmuştum. Çalıştığım diğer hastanede olduğu gibi burada da benimle arkadaşlık kurmak isteyenler olmuştu ama tıpkı diğerleri gibi onlar da sessizliğimden ve soğuk bakışlarımdan hoşlanmayarak uzaklaşmışlardı. Biri hariç…

 

Beyin cerrahı Levent Başaran…

 

Kantinlerde sürekli karşıma çıkması, doktorlar odasına her girdiğimde peşimden damlaması ve tesadüfen! hastane terasındaki karşılaşmalarımız canımı sıkıyordu.

 

“Selam Deniz hocam!”

 

İti an çomağı hazırla. “Selam, Levent hocam.”

 

Yaslanıp kahve içtiğim beton korkuluğa doğru yürürken açık havayı içine çekti. “Oh… Hava bugün de mis gibi.”

 

Önüme dönüp,” Öyle.” dedim.

 

Yanıma ulaştığında benim gibi korkuluğa yaslandı. Elindeki kahvenin dumanı üzerindeydi. “Bu tesadüflerimiz de güzel.”

 

Bakışlarımı ona çevirdim. “Ülkenin en büyük özel hastanelerinden birinde sizce de bu tesadüfler fazla sık vuku bulmuyor mu, hocam?”

 

Gülümsedi. Dişleri, en az üzerimdeki önlük kadar beyazdı. Bir seksen boylarında, atletik bir adamdı. Kulaklarının ardına girebilecek uzunluktaki saçları orta kahve rengindeyken, çapkın bakan gözleri benimkilerden birkaç ton açık maviydi.

 

“Bilmem.” dedi flörtöz tınısıyla. “Hastanedeki tüm dişiler beyin cerrahı Levent Başaran ile sıkça karşılaşmaktan memnun olurdu.”

 

Beynini siktiğim. “Levent hocam, ne zamandır bu hastanede çalışıyorsunuz?” diye sordum sevimli görünmeye çalışarak. Gerektiğinde cici kız rolünü şahane yapardım.

 

“Nihayet hakkımda bir soru sorduğuna sevindim. Üç yıldır bu hastanedeyim.”

 

“Uzun bir süre…”

 

“Evet bir hayli uzun.”

 

“Burayı seviyor olmalısınız. Tam teşekküllü ve dahi doktorların yer aldığı bir kuruluş.”

 

Hadi… İstediğim konuya gel, hadi…

 

“Seviyorum. Bir arkadaşım vasıtasıyla Korkutel Hstanesine başvuru yapmıştım. Aksi halde benim gibi mükemmel bir doktor bile bu şahane hastanede kendine yer bulmakta zorlanabilirdi!”

 

Hayır, ben soramazdım. Henüz kimseyi istediğim ölçüde tanımıyordum. Sorarsam şüpheyi üzerime çekebilirdim. Bunu istemezdim.

 

“Durun tahmin edeyim hocam. O arkadaşınız başhekimin yakınlarından biri!”

 

Güzel gidiyorsunun, Deniz. Çemberin içine girmeden etrafında dolaşarak kendini kolluyorsun.

 

“Hayır, hayır. Arkadaşımın adı Kurt Soyar. Belki görmüşsündür onu… Hastanenin sahibi Noyan Korkutel’in yakın koruması ve dostu.”

 

Bingo!

 

Konuyu istediğim yere getirmenin zaferiyle gülümsedim. “Hayır, görmedim. Televizyon izleyen biri değilim. Ama hastane sahibinin ismini iş görüşmesi esnasında öğrenmiştim. Ne demiştiniz…”

 

“Noyan Korkutel.”

 

“Ah, evet… Arkadaşınız Kurt buraya sık geliyor mu?”

 

Sorunun altında yatan esas soru şuydu; Noyan denen o herif buraya ne sıklıkla geliyor?”

 

“Aslında hayır. Kendisi patronunun yanından yedi yirmi dört ayrılmıyor, desem yeridir. Bu hastane dışından birçok kuruluşun sahibi Noyan Korkutel. Sık uğradığı tek mekan gece kulübü.”

 

İlk bilgi cepte. “Ya…” dedim ilgili bir tonla. “İzmir de hiç gece kulübüne gitmedim.”

 

“Sever misin?”

 

Nefret ederim. “Çok.”

 

Kahvesinden yudumlarken gözleri bendeydi. “İstersen bir ara birlikte gidebili-” Çağrı cihazının çalmasıyla gözlerini devirdi. “Gitmem gerekiyor. Bu konuyu konuşalım.”

 

Adımları geriye giderken, ona dönüp gülümsedim. “Mutlaka konuşalım, hocam.”

 

Acil giderek sessizleşirken, mesaimin dolmak üzere olduğunu görerek soyunma odasına doğru ilerledim. Önlüğümü çıkarmak üzere yakalarından tuttum ama fark ettiğim koşuşturma beni durdurdu.

 

Hemşireler, doktorlar… Hepsi aynı yöne koşturuyordu. Önlüğümün yakalarını sertçe bırakıp onları takip ettiğimde acil girişinden sedyeyle birini getirdiklerini gördüm. Sedyenin başındaki personel ve koruma kalabalığından dolayı getirilen kişiyi göremiyordum ama sedyenin önünden ilerleyen ve eli belinde olan herif bana ufak bir ipucu veriyordu.

 

“Açılın!” diye buyurdu gür sesiyle. “Sadece işe yarayacak olanlar kalsın.”

 

“Emredersiniz Kurt Bey!” Baş hemşirenin uyarısıyla tüm hemşireler birer birer sedyenin başından ayrılırken, sedyede yatan esmer adamı gördüm. Üzerindeki açık mavi gömleğin bir kolu kan içindeydi. Gözüme ikinci çarpan ikinci detay ise sedyeden taşacak kadar iri olan bedeniydi. Sadece boyu değil, şişkin pozuları da sedyeden uzaklaşmıştı. Hareket etmiyordu, yalnızca yarasının olduğu noktayı tutuyordu. Kaşları çatık, bakışlar tek bir noktaya kilitlenmişti.

 

Sedye olması gereken noktaya ulaştığında onu görmek için topuklu ayakkabılarımı birkaç adım ileriye hareket ettirmeye başladım. Aynı saniyerlerde başını yana çevirdi, bakışları eliyle koymuş gibi tek seferde buldu beni. Durdum.

 

Bana baktı. Daha da baktı. Çatık kaşları usulca düzelirken, dudakları aralandı.

 

Tenimde ılık bir ürperti hissettim. Hızla soğuyan parmak uçlarımı bana kendini açıklayamadı.

 

Zamanın bir yerinden çatırdadığını hissettim. Zaman bir yerinden oluk oluk kanamaya başladı.

 

Bakışlarıyla beni köşeye sıkıştırıyordu, karanlık odalara hapsediyordu. Bakışlarıyla beni hiç bilmediğim diyarlara götürüyordu. Bakışlarıyla öldürüyordu ve diriltiyordu. Yüzümü istila eden bakışlarını neden hiç geri çekmiyordu?

 

Kendine gel Deniz! dedi Burgonya Kızı. Hiçbir şey yapmadan dikilmeye bir son ver. Şüpheyi üzerine çekiyorsun. Aptal! Bizi yakalatmak mı istiyorsun? Ne annenin ne dayının intikamını almadan yakayı ele mi vereceksin!

 

“Deniz hocam.” Başımı omzumdaki dokunuşa çevirdiğimde Levent’i gördüm. Şaşkın gözlerle bana bakıyordu. “İyi misiniz?”

 

“Evet.” Bakışlarımı yeniden o tarafa çevirdiğimde, Kurt denen adamın perdeyi çekmesi, Noyan Korkutel’in üzerimdeki bakışlarını çekip aldı. “Neler oluyor?”

 

“Bilemiyorum. Noyan Korkutel yaralanmış ama hayati bir durum yok.”

 

“Tamam. Ben de bir bakayım, belki yapabileceğim bir şey vardır.”

 

“Hiç zahmet etme.” derken yaklaşan başhekimi gösterdi. “Yarasıyla Turgut Bey ilgilenecek.”

 

“Basit bir yaralanmayı başhekim mi dikecek?”

 

Kaşlarıyla kaldırıp indirirken aynı anda başını omzuna düşürüp kaldırdı. Sorumun cevabı lanet bir evetti.

 

“O zaman ayak altında dolaşmayalım.” Ellerimi önlüğümün ceplerine koymamla Levent elin omzumdan çekti.

 

“Spor mu yapıyorsun?”

 

“Evet.”

 

“Belli, omuzların benimki kadar sert.”

 

Onu cevapsız bırakarak, “Mesaim bitti.” dedim. “Yarın görüşürüz.”

 

“Aslında…” Geri dönüp yürüyen adımlarıma eşlik etti. “Terasta bahsettiğimiz gece kulübüne gitmek için bu akşam uygunum.”

 

“Ben değilim.”

 

Gülümsemesi sona erdi. Ani bir reddedilişti. Elimi omzuna koyup bir kez vurdum. “Yanılıyorsun.”

 

“Ha?”

 

“Kaslar konusunda. Benimkiler daha sert.”

 

Afallamış ifadesini geride bırakarak hastaneden ayrıldım. Motele dönüp bir çantayı bile doldurmayan eşyalarımı topladım ve başka bir semtteki motele geçtim. Saatlerce spor yaptıktan sonra bu kez sıcak bir duş aldım. Uyumaya ihtiyacım vardı. Ancak dört saat uyuyabilmiştim. Gözlerimi açtığımda saat sabaha kadar beşti. Sert bir kahve yaptım. Son kahvaltımı sekiz yaşındayken yapmıştım. Sonra kahvaltımı anneminki kahve olmuştu. Sevgili annem beni daima bir yetişkin olarak görürdü. Bu yüzden kahvesini benimle paylaşmakta sakın görmemişti.

 

Saate baktım. Beş kırk beş.

 

Harun yeni kıyafetlerimi getirmek için sekiz sularında burada olacaktı ama uyanık halde iki saat dört duvar arasında kalamayacağımı biliyordum. Bu yüzden dünkü açık mavi elbisemi giydim. Saçlarım ve makyajımla en hızlı şekilde işimi bitirdikten sonra hastaneye geçtim. Hastanenin her bir köşesinden kalite ve zenginlik akıyordu. Gökyüzü desenli tavanından parlak beyaz zeminine; hastanenin her köşesinden sıkça rastlanabilecek iri heykellerden devasa büyüklükteki şık tablolara kadar özel olarak tasarlanmıştı.

 

Hastaneden içeri girerken hava tam olarak aydınlanmamıştı. Danışmadaki iki kişiden fazlasını görmemiştim. Çantamı ve ceketimi dolabıma bıraktım. Üzerime önlüğümü geçirdim. Sabo terliklerimi ararken, kalın bir erkek sesi işittim. Koridordan geliyordu. Stilettolarımın ince topukları üzerinde dönüp bana tahsis edilen odanın kapısına yürüdüğümde Kurt, denen o herifi gördüm. Söylene söylene yürüdüğü koridorda, rasgele odalara giriyor ve aradığını bulamadıkça daha fazla söyleniyordu.

 

“Nerden bulayım!” dediğini duydum. Sinirliydi. Fark ettirmeden arkasından ilerledikçe söyledikleri daha net olarak bana ulaştı. “İnsan pansuman yaptıracağı doktorun göz rengine bakar mı? Hayır, kahverengi gözlüler iyi pansuman yapamıyor mu amına koyayım!” Baktığı bir sonraki odadan da eli boş çıkınca daha hızlı yürümeye başladı. “İlla o doktora pansuma yaptıracakmış. Nereden bulayım sana pansuman yapacak mavi gözlü doktoru!”

 

Durdum. O da durdu. Başını sertçe bana çevirdiğinde gözlerinin gözlerimi bulması ile rahatlamış bir nefes verdiğini duydum. “Şükür be hocam. Şükür be.”

 

Sessizce yaklaşmasını bekledim. Yanıma geldiğinde rahatlamış ifadesinin yerini gözlemci ifadesi yer aldı. Koruma kimliği öne çıkmıştı. Başımı kaldırıp, ne kadar küçük ve savunmasız olduğum mesajını almasını istedim. Aldı da. “Hanımefendi bayan kadın doktor.” dedi bana. Garip bir şevesi vardı. “Hastamıza pansuman yapmanızı rica edecektim.”

 

“Hastanız?”

 

“Bizim haçlı.”

 

Anlayamamıştım. İfademden belli olmasını sağladım.

 

“Yani…” Elini kaldırıp yanında biri varmış gibi gösterdi. “Patron işte. Noyan Korkutel. Sen bilmiyon mu? Dün akşam getirildi.”

 

“Bilmiyorum.” dedim bir doktor sevecenliğinde. “Yeni başladım ben ama seve seve yardımcı olurum.”

 

“Allahını seveyim.” dedi gülerek. Aslında duvar gibi suratı vardı. Dün gece görmüştüm. Koskoca adam nasıl bıktıysa artık, teklifini kabul etmemle yüzü gülmüştü.

 

Geçmem için yol verdi. Dağ ayısı.

 

Koridorda yürürken, aklımdan geçenleri sormak için iki kez düşündüm. “Söylenirken duydum sizi. Bir sorun mu vardı?”

 

“He ya.” dedi boş bulunarak. Sonra boğazını temizledi. “Bizim haçlı, yani patron. Pansuman vakti geldi ama pansuman yapacak doktor için göz rengi tercihi oldu da.”

 

Haçlı. Kurbanımızın mahlası buydu.

 

“Nasıl?” Çattık şerefsizim.

 

“Yav bacım, boşver şimdi.” der demez yine boğazını temizledi. “Yani bayan hanımefendi doktor. Çok kan kaybetti patron, ondan zaar.”

 

Konuşmasa Biscolata erkeği olacak herif konuşunca Kibar Feyzo’ya dönüyordu.

 

“Anladım.

 

Asansöre bindik. On dokuzuncu kata bastı. Ellerini arkaya koyup beklemeye başladı. Neredeyse iki metreydi. Kolları o kadar şişti ki patlayacakmış gibi görünüyordu. Kısacık kahve saçları, sakallı yüzü ve kahverengi gözleri vardı. Teni koyu sayılmazdı ama beyaz da değildi. Üzerinde dar, siyah bir tişört ile koyu renk pantolon vardı. Yaklaşırsan yanarsın, mesajını açıkça veriyordu.

 

“Önemli bir şey değildir umarım.”

 

“Değil.”

 

Bu konuda konuşmak istemiyordu. Sessizlik.

 

On dokuzuncu kata ulaştık, koridor boyunca yürüdük. Hava hala alacakaranlıktı ve aşağı katların askine burada ışıklar yanmıyordu. Önünde iki adamın nöbet tuttuğu odaya yaklaştığımızda Kurt, “Oğlum.” dedi korumalardan birine. “Aşağıdan iki çay poğaça neyin aldır. Dilimiz damağımız kurudu burada.”

 

“Başüstüne abi.” Adam arkasını dönüp uzaklaşırken avucundaki telsizi siparişlerini bildirdi. Anlaşılan gördüğümden çok daha fazlalardı ve hastanenin dört bir köşesini sarmışlardı.

 

Bir hemşire elinde pansuman malzemeleriyle yaklaştı. Kurt, pansuman tepsisini alırken “Sağol bacım.” dedi ve kıza uzaklamasını işaret etti.

 

“De haydi girek.”

 

“Birlikte mi?”

 

Aksi mümkün değil, der gibi baktı. Kapıyı açtı. Önden o girdi. Peşinden girdiğim oda bembeyazdı, hastanenin en geniş odasıydı. Noyan Korkutel pence dibindeki yatakta yatıyordu. Yüzü pencereye dönüktü. Serumu bitmek üzereydi. Uyuyordu. Üzerindeki beyaz çarşaf, çıplak gövdesini ancak göğsünün altına kadar kapatmıştı. Sargılı kolu dışarıdaydı. Esmer teni, beyaz çarşafların içinde koca bir leke gibi duruyordu.

 

Kurt, patronunun yanına gitti. Pansuma tepsisini başucuna bıraktı, hemen yanına benim için bir sandalye çekti. “Hallet, hocam.”

 

“Ama uyuyor.” dedi. “Önce uyandırsanız mı?”

 

Yarım bir şekilde gülümsedi. “Fark yapmaz ona.”

 

Peki, dercesine salladım başımı. Benim için çektiği sandalyeye oturup, eldivenleri parmaklarıma geçirdim. Kurt bir noktada dikilip hareketsizce beni izlerken, patronunu tedavi etmemi bekledi.

 

Oysa asıl kurt bendim ve dibine kadar girdiğim kurbanıma içten bir merhaba, demiştim.

 

Makası aldım. Kurt tetikteydi ama merak etmesine gerek yoktu. Burgonya Kızı hiçbir ölümü aceleye getirmezdi. O, döktüğü her bir damla kanın tadını çıkarırdı.

 

Önümdeki iri kolu sargının üzerinden kavradım. Sargıyı dikkatle kesmeye başladım, Korkutel hareket etmedi. Sargıyı çıkardığımda önümde bir kurşun yarası vardı. Yakın mesafen ateş edilmişti. Sıyırmamıştı. Delip geçmişti. Çıkış yarasını parmaklarımın altında hissedebiliyordum.

 

Canına değen düşman değil, dost kurşunuydu.

 

Zira onun gibi korunan bir adamın bu denli yakından, dışarıdan birinin vurmasının imkanı yoktu.

 

“Ucuz kurtulmuş patronunuz.” dedim alçak sesle. “Kalbine çok yakın.”

 

Burgonya Kızı sevinç nidaları attı. Çünkü o kalp, uzun zamandır kendisine aitti. Yerinden çıkaracağı günü aç bir kaplan gibi bekliyordu.

 

Kurt sessiz kaldı. Aynı konuda ikinci sessizlik büyük bir yara, dedi Burgonya Kızı.

 

Tentürdiyotu boca ettiğim pamuğu yarasına dokundurdum. Hareket etmedi.

 

Hadi Korkutel, bana gözlerini göster.

 

Başımı biraz eğip, yarasını Kurt’un görüş açısından çıkardığımda, eldivenin altındaki sivri tırnağımı yarasına sapladım. Aynı anda Korkutel’in gözleri açıldı. Başı benden yana çevirdi ve çevik bir hamleyle yarasına müdahale eden bileğimi yakaladı.

 

Gözlerinin gözlerime çarpışı, gök gürültüsü ve yağmurlar doğurdu.

 

Bana bakarken, çatık kaşları yine düzeldi. Yine aralandı dudakları. Yutkundu. Adem elması ağır ağır boğazından geçip giderken, ilk kez gördüğüm sarıya çalan gözleri kısıldı.

 

“Sen misin?” diye fısıldadı. Birkez daha yutkundu. O gözlerindekiler, kırağı mıydı? “Sen misin?” Kalın ve karakteristik sesi açtı. Bu, duyduğum en büyük açlıktı. Tuttuğu bileğimi kendine çektiğinde ona itiraz etmedim, yaklaştım. “Maviş,” Sarıları yüzümün tüm köşelerini arşınladı. Sessizce onu izledim. Bir kapanıp bir aralanan dudaklarını; gerilen kömür karası kaşlarını, bakışlarında raks eden ifade karmaşasını izledim. Belki de yaşadığım en saçma andı. “Ben seni ararken, sen mi beni buldun?”

 

Aradığın kim? diye sordu Burgonya Kızı.

 

Aradığın kim, Korkutel. Bilmiyorum. Ama celladın benim. Yemin ederim, ben olacağım.

 

🕯🕯🕯

 

İlk bölümün sonundan merhaba!

 

Öncelikle nasıl bulduğunuzu sormak istiyorum!

 

Karakterlerimizi nasıl buldunuz?

 

Burgonya Kızı?

 

Noyan Korkutel?

 

Kurt?

 

Monica?

 

Yeni karakterle devam edeceğiz ve her bölüm daha uzun olacak.

 

Her çarşamba burada, anlaştık mı?

 

Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayın.

 

 

Loading...
0%