Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. BÖLÜM: "KORKUTEL"

@durumavii

Bölümü okuduğunuz tarihi buraya bırakır mısınız?

 

Yorumlarınız benim için ciddi anlamda motivasyon kaynağı. Lütfen eksik etmeyin olur mu?

 

Refugee~ Oi Va Voi

 

Thurisaz~ Endless

 

Ağnus Dei~ Vis a Vis

 

Keyifle okuyun.

 

🕯🕯🕯

 

İki Kasım.

 

Mavi'nin dördüncü yaş günüydü.

 

Babasının pasta almaya yetecek kadar parası yoktu ama Mavi'yi asıl üzen pastanın değil, Asil'in olmayışıydı.

 

Derya ve Akif, fındık toplamak için birkaç gün öncesinden köye gitmişlerdi. Derya, gitmeden önce çok sevdiği Mavi'ye, gözleri gibi mavi olan bir elbise hediye etmişti. Mavi'nin üzerinde şimdi açık mavi elbisesi vardı. Annesi makarna yapmıştı, reçel sürülmüş kızarmış ekmekler de vardı.

 

"Mum üfleme vakti!" Ahmet, yerde bebeğiyle oynayan kızını kucaklayıp masanın yanı başındaki sandalye ayaklarının üzerine bıraktı. Mavi, yayvan borcamdaki makarnaların arasından parlayan dört muma baktı. Dört yıllık hayatında hiç makarnaya mum dikildiğini görmemişti.

 

"Bunu mu üffiyim baba?" diye sordu işaret parmağıyla gösterirken.

 

Ahmet'in içi burkuldu. Genç adam yetiştirme yurdunda büyümüştü. Ailesini hiç tanımamıştı. Karısı Eleni'nin ailesi ise kendisiyle evlendiği için genç kadını gözden çıkarmıştı. Mavi doğduğunda çocuklarını da alıp Eleni'nin ailesinin Türkiye'deki yazlıklarına gitmişlerdi ama ışıklar yandığı halde kapıyı onlara açan olmamıştı. Işıklar yandığı halde...

 

Ahmet, birkaç aylık işsizliğin ardından bir hafta önce iş bulmuştu ama aldığı avans ancak birikmiş faturaları karşılamıştı. Kira için dostu Akif ona yardımcı olmuştu ama Ahmet, dostuna olan borcunu bir an önce ödeyebilmek için ek iş de arıyordu.

 

"Evet kızım." Kızının uzun saçlarını okşadı. "Aslında mumları reçelli ekmeğe batıracaktık ama makarnayı daha çok sevdiğin için annen makarnaya batırmayı uygun gördü."

 

Mavi alkışladı. "Makayna seveyim."

 

"O zaman üfleyelim mi benim güzel kizim!" Elena kızının diğer yanına geçti. "Hadi bir dilek tut bakalim."

 

Mavi düşündü. Sınırsız dondurma dileğini geçen seneki doğum gününde tutmuştu. Daha önceki doğum günlerini hatırlamıyordu. Gözlerini kapattı ve en çok istediği şeyi aklına getirip tüm gücüyle mumları üfledi. Annesi ve babası dördüncü yaşına basan kızlarını önce alkışlayıp sonra da sıkıca sarıldılar. Birlikte makarna ve reçelli ekmek yedikten sonra Ahmet kızını yere, oyuncaklarının yanına bıraktı ve masayı toplayan karısına yardım etmeye başladı. Eleni, onun yüzündeki mutsuzluğu hemen fark etti.

 

"Sikma canini. Düzelecek Ahmet."

 

Ahmet tabakları üst üste yığarken iç geçirdi. "Kızıma bir hediye bile alamadım."

 

"Baska zamana alirsin."

 

"En azından bir pastası olmasını hak ediyordu."

 

Eleni, elindekileri bırakıp kocasının beline sarıldı ve başını göğsüne koydu. "Sevgilim, pasta ve ekmek arasında seçim yapmak zorundaydin. Ekmeği seçtin. Baksana, Mavi çok mutlu." Elindeki iki bebeğini birbiriyle konuşturan kızlarını gösterdi. Evcilik oynamayı elleri bebek tuttuğu günden beri çok severdi. "Ama bu kadar çok üzülüyorsan birak da ben de bir ise gire-"

 

"Hayır." dedi Ahmet. "Bunu daha önce defalarca konuştuk. Kızımız henüz çok küçük. Hem biliyorsun, bazen tamamen içine kapanıyor, yabancılarla asla konuşmuyor. En azından okula başlayana kadar onunla ilgilenmeni istiyorum. O zaman kadar Mavi de biraz açılmış olur."

 

Eleni anlayışla başını salladı. "Dün parka gidelim, dedim. Kabul etmedi. Biraz israr edeyim dedim kıyameti kopardi. Kendini bir odasina kapattı Ahmet, uyuyana kadar da çikmadi."

 

"Küçük daha o, güzelim. Sendrom mu, ne diyorlar. Belki ondandır."

 

Elena sesini alçaltarak," Ahmet." dedi. "Bazen gözleri bir garip bakiyor. Anlamiyorum ben."

 

"Nasıl garip?"

 

"Bilmiyorum ki... Sanki beni tanimiyormuş gibi. O zamanlarda bebeklerini bile fırlatip atiyor. Bilirsin, normalde gözü gibi bakar."

 

Ahmet biraz düşündü. Konuştuğunda ise bir kez daha "Çocuk o." dedi. "Olur böyle şeyler. Sen sıkma canını." Karısının endişeli gözleri baktı. Sonra dudaklarını burnuna dokundurup, "Kızımız biraz nazlı, tıpkı annesi gibi." dedi.

 

Eleni gülümsemeden edemedi. "Öyle mi diyorsun?"

 

Ahmet başını sallarken zil çaldı. Eleni saate baktı. Epey geç olmuştu. "Kim geldi ki bu saatte?"

 

Ahmet bilmediğini anlatan bir ifade takındı. "Sen Mavi'nin yanına geç. Ben kapıyı açayım."

 

Eleni kızının yanına geçer geçmez Ahmet kapıyı açtı. Aynı anda Asil fırlayarak içeri girdi. Elinde bir pasta, pastanın üzerinde de yanan dört mum vardı.

 

"Oğlum yavaş ol düşeceksin!" diye bağırdı Akif oğlunun arkasından ama Asil çoktan yerde oynayan Mavi'nin yanına ulaşmıştı bile. Küçük adam dizlerinin üzerine çökerken, ela gözlerinde mumum yansıması parlıyordu.

 

"Sen mi geldin Asi?" diye sordu Mavi, uzun kirpiklerini kırpıştırırken. "Bana pasta mı getiydin?"

 

Asil pastayı Mavi'nin üfleyebileceği kadar yaklaştırdı. "Geldim tabii kızım. Sana ne dedim, hiçbir doğum gününün kaçırmayacağım."

 

Mavi kıkırdadı. "Bin yaşına gelsem bile mi?"

 

Asil başını salladı. "Bin yaşına gelsen bile."

 

Akif, karısına bakıp "Hal ortada." dedi. "Galiba yirmi yıl sonra kız istemek için çok da uzağa gitmeyeceğiz hanım."

 

Derya gülerek içeri girdi. "Hiç sormayın! Asil yıktı ortalığı mavişin doğum gününe gideceğim, diye. Oğlum yeni geldik, diyoruz, yok anacağım, dinlemiyor. Akif dayanamadı en son, apar topar çıktık evden. Size de böyle çat kapı oldu, kusura bakmayın artık."

 

"Onun lafı olmaz da ben kızımı otuzundan önce vermem." dedi Ahmet.

 

Akif kolunu dostunun omzuna koydu ve Mavi mumu üflerken, yanmasın diye saçlarını tutan Asil'i gösterdi. "Şu gördüğün uşak sırf senin kızın doğum günü için bizi binlerce kilometre yoldan getirdi. Sence senin kızın otuza girmesini bekler mi? Öyle bir soruyorum."

 

"Hadi ordan! Bakmayın benim kızımın öyle sessiz sakin olduğuna, büyüyünce kök söktürecek Asil'e kök!"

 

Asil ve Mavi'yi izledikçe daha fazla gülerek oturmaya geçtiler. Kısa bir sohbetin ardından Eleni ve Derya pastanın yanına çay koymak için mutfağa geçti, Akif ve Ahmet de tavlayı açtı.

 

Derya, "Hemen tavla mı!" diye söylendi çay bardaklarıyla dolu tepsiyi getirirken. "Vallahi küseceğim artık Akif."

 

"Küsme be güzelim. Siz çayları koyana kadar bir el atalım, dedik. Sonra film izleriz, olur mu?"

 

Eleni elinde dilimlenmiş pastayla içeri girdi. "Çocuklar uyuduktan sonra açalim! Pasta yiyip uyuyacaklar zaten."

 

Birlikte çay içip, pasta yiyip, sohbet ettiler. Ahmet ve Akif askerlik, Derya ve Eleni de doğum anılarını anlattı. Mavi ve Asil ara sıra kulak misafiri oldukları konuşmaları artık ezbere biliyorlardı. Eleni, kızına beyaz gecelik elbisesini giydirdi. Asil de mavi çizgili pijamalarını giydi. Sıcak bir yaz akşamıydı ama Mavi annesini dinlemeyip açık saçlarıyla uyumak istiyordu. Bu yüzden Eleni yatmadan önce kızının saçlarını tararken, Asil kapı aralığından onları izledi.

 

"Gel Asil'ciğim. Bak sana yine Mavi'nin yanına yer yataği yaptim."

 

Asil, Mavi'nin yatağının dibindeki yer yatağına girip oturdu. "Teşekkür ederim Eleni Teyze."

 

Eleni, tarağı komidinin üstüne bırakıp ayağa kalktı ve Mavi'yi yatağına yatırdı. Üzerini ince pikesiyle örttü ama amavi ayaklarını kaldırıp pikenin üzerine attı.

 

"İyi geceler çocuklar. Hemen uyuyun, anlaştik mi?

 

Çocuklar kafa salladı ama Eleni gece lambasının kırmızı ışığını açıp odadan çıktığında ve kapıyı kapattığında Mavi başını yataktan sarkıtıp Asi'ye baktı.

 

"Senin uykun vay mı Asi?"

 

Asil, karanlık tavanın yerini alan mavi gözlere baktı. "Yok, senin?"

 

"Yok. Sence annemler ne izliyoylay içeyde."

 

Asil elinin tersini alnına yasladı. "Büyük filmi."

 

"Neler vay büyük filmlerinde?"

 

Asil büyük filmlerinde neler olduğunu biliyordu ama Mavi'ye nasıl anlatacağını bilmiyordu.

"Büyüyünce öğrenirsin."

 

"Noluy söylesen?"

 

Mavi dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra gülümsermiş gibi gerdi. Bu hareketiyle yanakları ortaya çıktı. "Yapma şöyle."

 

"Nasıl yapmiyim?"

 

"Şöyle işte. Yapma."

 

"O zaman söyle."

 

"Of maviş." dedi Asil. "Ne meraklısın."

 

Mavi gözlerini kıstı. "Küsiyim mi? Yarın Berke'yle top oyniyim he?"

 

Asil derin bir nefes alıp elini alnından çekti. "Büyük filminde büyükler birbirini öpüyor."

 

Mavi ellerinin ağzına kapatıp kıkırdadı. "Başka? Başka neley yapıyoylay?"

 

"Bir de silahlar var. "

 

"Uuuu." dedi dudaklarını uzatabildiği kadar uzatarak. "Sen nerden öğyendin?"

 

"Annemler izlerken gizlice kapı aralığından bakmıştım."

 

Mavi daha fazla kıkırdadı. "Biy sıyyını daha biliyoyum aytık Asi!"

 

"Evet maviş, bir sırrımı daha öğrendin."

 

"Asi?"

 

"Hı?"

 

"Biz de büyüyünce büyük filmi izley miyiz?"

 

"İzleriz tabii."

 

Mavi'nin mavi gözleri parladı. "Peki... Büyük filmi çekey miyiz?"

 

Asi'nin kaşları kalktı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. İlk konuşabildiği an, "Benim uykum geldi." diyebildi. "İyi geceley maviş. Uf. Yani... iyi geceler."

 

🕯

 

Hayatım boyunca ne yapacağımı kestiremediğim ancak birkaç an vardı. Hepsi zihnimin bir köşesinde, kırık birer cam parçası olarak duruyordu ve hatırladığım her an keskinleşerek etime saplanıyordu.

 

İlkinde yedi yaşındaydım. Pis, havasız bir deponun bir köşesindeydim. Üzerimde siyah bir tulum vardı. Annem elime bir silah vermişti. Benden birini vurmamı istemişti. Ağlamıştım. Ellerim titremişti. Dizlerim de... Anneme bakmıştım, bakışlarımla yalvarmıştım. Oysa biliyordum. Annem vazgeçmezdi. Bir şeyi istiyorsa alırdı. Benden de istediğini almıştı. Gözlerimi sımsıkı kapatıp tetiğe basmıştım. Adam gözlerim önünde, kanlar içinde yere yığılmıştı. Annem benimle gurur duyarken, ben gözyaşlarına boğulmuştum. Sonrasında ağladığım için küçük suratımda koca bir tokat patlamıştı. Ve ağlamayı kesmiştim.

 

Ben, yirmi beş yıllık hayatımda son kez o gün ağlamıştım.

 

"Haçlı! Kendine gel." dedi Kurt. Fiziki olarak müdahale edip etmemek arasında kalmıştı. Araya girip temasımıza son vermek istiyordu. Diğer yandan bunu yaparsa doğuracağı sonuçlarla yüzleşmekten imtina ediyordu. En sonunda geriye doğru kesin bir hamle yaptı. "Bıraksana oğlum doktoru!"

 

Korkutel onu duymadı. Çünkü burada değildi. Benimle değildi, karşımda değildi. Bana dokunuyor olabilirdi ama asıl olduğu yer başka bir andı. Mıhlanmış gibi ne kollarımı bıraktı ne de gözlerini gözlerimden ayırdı. Gözlerimden istediği bir şeyler vardı. Benden bir cevap bekliyordu. Hazırlıksız yakalanmıştım. İlk kez bir kurbanım hakkında bilgi sahibi değildim. Karşımdaki adam gözleriyle içimi kazırken, benden ne istediği konusunda en ufak fikrim yoktu. Tanıdığım en kudretli adam, şimdi bana muhtaçmış gibi bakıyordu. Koca parmakları kollarımı sıkıca sarmıştı ama titrediğini tenimde hissedebiliyordum. Parmak uçları titriyordu.

 

"Değilim." Gözlerinin içine bakıp bir kez daha "Değilim." derken, Deniz değil, Burgonya kızıydım. Burgonya Kızının acımasızlığını taşıyordum. Ve o bunu bilmiyordu.

 

Kaşları yeniden çatıldı. Dudakları birbirine kavuşması çene hattının çarpıcılığını destekledi. Sadece bir dakika içinde alnında yer eden ter taneciklerinin şakağına doğru süzüldüğünü gördüm. Esmer teni terini ağırlamaktan memnundu ama şakakları biraz daha gerilirse asırlardır su görmemiş bir toprak gibi çatlayacaktı. Kendini yatağa bıraktı. Parmakları kolumdan kayıp gittiğinde bile baskısını hissetmeye devam ettim.

 

"Adını söyle."

 

Emredersin paşam. "Deniz. Operatör Doktor Deniz Asrınoğlu."

 

Saçlarıma, dudaklarıma, çeneme ve en çok gözlerime baktı. Nedenini bilmesem de onda tahminimden daha büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştım. Benden kopardığı bakışlarını tavana diktiğinde, geniş göğsü keskin bir nefesle şişti. "Değilsin." Bunu bana değil, kendine söyledi. Kendini inandırmak istedi. "Dışarı çık."

 

Yerimden kalkmadım. Kıpırdamadım bile. Hayal kırıklığını daha fazla izlemek istedim. Ya da başka bir şey...

 

Birkez daha "Çık!" dediğinde o kadar da yüksek çıkmayan sesi her nasılsa yanıbaşındaki bardağı bile titretti.

 

İrkilmiş gibi bir adım geri çekildim. Doktor Deniz her kadın kadar ürkekti.

 

"Doktor Hanım," Kurt'un elini kolumda hissettim. "Çıkalım."

 

Başka bir zamanda o elini sikip atardım ama o an bu an değildi. Yavaşça yerimden kalktım ve bir doktorun söylemesi gerekeni söylemeye hazırlandım. "Pansumanı henüz bitirmedim. Yaranız açık kalamaz."

 

Yarım yamalak, beceriksiz bir şekilde kıvrıldı dudakları...

 

Komik bir şey mi söylemiştim.

 

"Haçlı," diyerek araya girdi Kurt. "Pansumanı tamam-"

 

"Diğer doktoru gönder."

 

Kurt başını tek seferde indirip kaldırarak emri aldıktan sonra kapıyı işaret etti. "Çıkalım."

 

Sakinliğimi korudum. Burgonya Kızı soğukkanlılık konusunda bana oldukça yardımcı oluyordu. "Geçmiş olsun, Noyan Bey."

 

Yanıtsızlığı ardımda bırakarak dışarı çıktım. Kurt, kapıyı kapatmasının ardından "Kusura bakmayın hocam." dedi. "Çok kan kaybetti, demiştim." Başını yukarı kaldırıp kendi kendine söylendiğini duydum. "Sanki normalde şeker gibi de."

 

"Anlamadım?"

 

"Yok bir şey hocam. Siz gidebilirsiniz, buraya kadar zahmet verdik."

 

"Bana sen, diyebilirsiniz."

 

Bu kez o "Anlamadım." dedi.

 

Gülümsedim. "Bir sen, diyorsunuz, bir de siz... Kafanız karışmasın. Yabancı da değilmişsiniz ne de olsa. Sen, deyin, lütfen."

 

Elini göğsüne koyup, "Eyvallah hocam." dedi.

 

Gitmek üzere arkamı döndüm ama bir soru sormamın bence mahsuru yoktu. Üstelik sevimli bir doktor gibi görünürken şansım oldukça yüksekti. "Kurt Bey."

 

Cebinden sigara paketini çıkarırken duraksadı. "Buyur hocam."

 

"Sanırım patronunuz beni biriyle karıştırdı. Karıştırdığı kız... Umarım hala hayattadır."

 

Başını bilmediğini belli edercesine yana yatırdı. "İnşallah hocam."

 

Aradıkları her kimse yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmiyorlar Deniz, dedi Burgonya Kızı. Bunu araştırmalısın.

 

Başımı salladım. "Tekrar geçmiş olsun."

 

Ameliyat çizelgesindeki iki ameliyatımı imzaladıktan sonra öğleden önce ilkine, akşam üzeri ise diğerine girdim. Yemekhaneye inmeyi atlamıştım. Bugün yeterince kan gördüğümden değil, kan görmeye alışıktım. Cinayetine mola verip yemek yemişliğim bile vardı. Düşünmeye ayırdığım zaman yüzünden midemde mehter marşı çalıyordu. Mesaime ait son saati de doldurdukta sonra motele dönüp panoma Noyan Korkutel hakkında öğrendikleri iliştirecek, daha fazlasını öğrenmek için dahiyane bir plan yapacaktım.

 

Kapım tıklatı.Çıplak ayaklarımı sarkıttığım sandalyemin üzerinde dönmeyi bıraktım ve ayaklarımı indirdim. "Girin."

 

Hemşirelerden biri girdi. "Deniz Hocam, acile hamile bir kadın getirildi. Kadın doğum uzmanımız acil olarak çıktığı için sizi çağırmam istendi."

 

Sandalyeden kalkıp terliklerimi ayağıma geçirdim. "Hastanın öyküsü?"

 

"Bayıldığı için getirildi ancak şu an bilinci açık, tansiyonu stabil." Odadan birlikte çıkıp koridorda yürümeye başladık. "Gebeliğin otuz dördüncü haftasında."

 

"Şikayeti nedir?"

 

"Sancısı olduğunu söylüyor."

 

"Nts'ye aldınız mı?"

 

"Evet Deniz Hocam. Sonuçlarla birlikte ultrason odasında sizi bekliyor şimdi."

 

Ultrason odasından içeri girdiğimde sedyede genç bir kız buldum. Benden birkaç yaş daha küçüktü. Zayıftı ama gebeliğinin son aylarında olduğundan karnı oldukça şişkindi.

 

"Merhaba." Ultrason cihazının başına geçip, doktor olan kılığımın hakkını verdim. Kılık, diyordum. Çünkü Burgonya Kızından uzaklaşarak büründüğüm her yeni kimlik benim için bir kılıktı. Gerçekte bir doktor olsam da benim gerçeğim buydu. "Nasılsınız?"

 

Islak kirpiklerini kırpıştırdı. Esmer teni, iri yeşil gözleri ve omuzlarına uzanan siyah saçları vardı. Güzel görünüyordu. Güzel ve kırgın. İlk izlenimlerimde hiçbir zaman yanılmazdım. Sonuncularda da öyle... "Bebeğim nasıl, doktor hanım?"

 

Sorumu atlamasına gülümseyerek karşılık verdim. Laf olsun, diye gülümserdim insanlara; bunu en çok da Burgonya Kızından uzaklaştığımda yapardım.

 

"Bakalım." Jeli açtığı karnına sıktım. Ultrasan başlığını jelin üzerinde dolaştırarak tüm karnına yaydıktan sonra ilk olarak fetüsün kalp atışlarını annesinin kulaklarına ulaştırdım. O ana dek sedyeye bırakmadığı başını rahatlayarak bıraktı, gözlerini kapattı. Bununla birlikte gözünden akan bir damla yaş şakağına doğru süzüldü.

 

"Teşekkür ederim." diye fısıldadı. "Çok teşekkür ederim."

 

"Rica ederim..." Dosyasına göz attım. Bade Süzülmez. "Bade Hanım."

 

Fetüsün ölçümlerini ve diğer ayrıntılarını inceledikten sonra nts raporuna da göz attım. "Burada biraz sancınız çıkmış. Bu gece gözetimde kalmanız-"

 

"Hayır. Kalamam." Jeli silmeden karnını kapatıp doğruldu.

 

Hemşire müdahale etmek isteyince onu elimle durdurdum. "Bade Hanım, şu an bir sorun görünmüyor, evet ama ilerleyen saatler için nasıl bir komplikasyon gelişeceğini bilemeyiz. Yirmi dört saat gözetimde kalmanız sizin ve bebeğinizin yararına olacaktır."

 

Yüzüme bakarken gözleri yeniden doldu. "Gitmeliyim."

 

Kararlıydı. Onu ikna etmek için uğraşmayacaktım. İnsanlar uğraşmayı sevmiyordum. "Çıkmanız için imzalamanız gereken bazı belgeler var. Hemşire hanım yardımcı olacaktır. Geçmiş olsun."

 

Muhtemelen bir daha görmeyeceğim kızı geride bırakıp odama döndüm. Telefonumda Harun'dan gelen bir mesaj vardı. Şifreli bir dilde yeni işi gece yarısı bana ulaştıracağını yazmıştı. Güzel. Kafamı dağıtmam için daha iyi bir yol bilmiyordum. Terlediğimi hissettiğim için yüzüme birkaç kez su çırptım. Aynaya baktığımda ise derin bir siktir, çektim. Makyajım olduğunu unutmuştum ve şu an akan rimelim ile bir pandadan farksızdım. Terliklerimi fırlatıp ıslak mendile yönelecekken aynı hemşire hemşire içeri girdi, nefes nefeseydi.

 

"Deniz Hocam! Hastanız Bade Hanım'ın hastaneden çıkarken suyu geldi, doğum başladı."

 

"Halide Hoca hala gelmedi mi?"

 

"Kadın doğum uzmanımızı elbette aradık ama güzergahında kaza olduğunu, en geç bir saat sonra burada olabileceğini söyledi."

 

Sikeyim ya.

 

"Tamam, gidelim." Terliğimden birini buldum ama her nereye fırlattıysam ikincisini bir türlü bulamadım. Çağrı cihazımın ötmesiyle tek terliğe razı olarak koşar adımlarla doğumhaneye doğru ilerledim.

 

"Amına koyduğumun hastanesinde sanki tek doktor benim!"

 

Bana yetişmeye çalışan hemşire "Efendim hocam." dedi. "Ne dediniz?"

 

"Yok bir şey." Doğumhaneden içeri girmemle korktuğum oldu. Ebe bana döndü ve bebeğin ters geldiğini söyledi.

 

Söylemem gerekeni söyledim. "Ameliyathaneyi hazırlayın."

 

Çok değil, yirmi dakika sonra tombul, pembe bir bebek aldım ellerime. Yaptırdığım ilk doğum değildi. Bu anlamsız anı daha önce de yaşamıştım. Birçok kişinin mucize olarak adlandırdığı an benim için ölüm kadar sıradandı.

 

Ölüm nasıl olağansa, doğum da olağandı.

 

Bade'nin karnını dikerken bebek, çocuk doktorunun muayenesinden geçti. Hemşireler onu silip pembe tulumunu giydirdikten sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar.

 

"Ne oluyor?" Kanlı eldivenleri elimden sıyırıp maskemi ve çıkardım. "Bebek neden hala burada?"

 

"Şey... Deniz hocam, dışarıda hasta yakını yok. Ulaşabileceğimiz kimseyi de bulamadık."

 

Duyduğum ağlama sesiyle başımı Bade'ye çevirdim. Uyanmıştı, ağlayan oydu. "Bebeğin iyi." dedim. Başını salladı ama ağlamaya devam etti.

 

"Bade Hanımı ve bebeği odasına alın."

 

Ameliyathaneden çıktım. Hastaneden çıktım. Motele dönüp uzun bir duşun ardından Noyan Korkutel ile öğrendiklerimi panoma işledim. Şimdilik çok bir şey bilmiyordum. Herifin yuvası, izi, her şeyi gizli saklıydı. Ancak hastaneden çıktığında, onu takip ederek daha fazla bilgiye ulaşabilirdim. Gizlice incelediğim dosyasında yarın taburcu edilebileceği yazıyordu ama gözlemlediğim kadarıyla dengesiz ve başına buyruk bir adamdı. Şu an bile hastaneden çıkıyor olabilirdi. Bu düşünce beni boğazımdan yakaladı. Bir şekilde hastaneye dönmeliydim ama nasıl? Düşüdüm. Bir çözüme ulaşmam çoğunlukla uzun sürmezdi. Yine sürmedi. Bir kot ve tişört giyerek saçlarımı at kuyruğu yaptım.

 

Hemşire beni ilk gördüğünde şaşkınlığını gizleyemedi. "Deniz Hocam, afedersiniz tanıyamadım." Saatini kontrol etti, gece yarısını geçiyordu. "Bir şey mi oldu?"

 

"Hayır. Sadece hastamızı merak ettim. Hala görmek için kimse gelmedi mi?"

 

Hemşirenin suratı birdenbire şeker portakalına dönüştü. "Yaa Deniz Hocam, o soğuk görüntünüzün altında pamuk gibi bir kalp taşıdığınızı biliyordum!" Sözlerini bitirdiği gibi pişman oldu. "Yani hocam öyle deme-"

 

"Soruma cevap vermeye ne dersin?"

 

Yutkunarak boğazını temizledikten sonra "Hayır." dedi. "Kimse gelmedi. Hocam kız çok üzgün, sütü de gelmedi. Ağlayıp duruyor. Bebek de huzursuz. Biz elimizden geleni yapıyoruz ama..."

 

"Ben bir bakayım."

 

Sessizce odadan içeri girdim. Beşiğinin içindeki bebek uyuyordu. Bade uyumamıştı. Yatağı doğrultmuş, pencereden dışarı bakıyordu. Boş boş. Dalgınlığının yüksek yoğunluğu beni fark etmesine izin vermemişti. Bu yüzden yanındaki sandalyeye otururken, "Merhaba." dedim.

 

Yavaşça başını çevirdi. Yeşil gözlerinin etrafı kızarmıştı. "Merhaba."

 

Normal insan iletişiminde iyi değildim. Daha doğrusu hevesli değildim. "Nasılsın?"

 

Onun nazarında bok gibi bir soruydu. Farkındaydım. "Düşünüyorum."

 

"Ne düşünüyorsun?"

 

Bebeğine baktı. "Kendimden başka birine nasıl bakacağımı..."

 

Anlayamadım. Bu, benim anlayabileceğimden fazlasıydı. "Bebekler kendiliğinden doğmuyor, diye biliyorum."

 

Bir doktorun söyleyebileceği sözler değildi bunlar. Zaten bir doktor olarak da burada değildim. Bence Bade de farkındaydı.

 

Güldü. "Ben istemedim." Başını, birbirine işkence eden parmaklarına eğdi. İçini çekti. "Ama kıyamadım da. Yaşamayı hak ediyor."

 

İçerisi loştu. Sessizdi. Bebeğin hızlı nefes alışverişlerini ikimiz de duyuyorduk.

 

"Neden? Yaşamak güzel mi?"

 

"Şu ana kadar güzel olan yanını görmedim. Sence?"

 

"Yorumsuz."

 

"Açık olabilirsin. Doktor değilsin şu an."

 

"Değilim. Deniz, de."

 

Cevabım onu şaşırttı. "Deniz, bir şey sorabilir miyim?"

 

"Benimle ilgili değilse olur."

 

Yeniden güldü. "Burası özel bir hastane ve oldukça pahalı. Şey... Burada parası olmayan biri doğum yaparsa ne olur?" Başını önüne eğip dudaklarını dişledi.

 

"Sen buraya nasıl geldin?"

 

"Gelmedim, geçiyordum. Yakınlarda bayılınca, hemen buraya getirmişler. Ben istemedim."

 

Hayatım boyunca benzer bir diyaloğun içinde bulunmadığım için sıklıkla duraksıyordum. "Bu yüzden mi kalmak istemedin?"

 

Başını salladı.

 

"Şimdi bunları düşünme."

 

"Nasıl düşünmem? Burada doğurdum, bu gece de burada kalıyorum. Sezeryanlıyım, muhtemelen yarın da kalacağım. Of..."

 

"Belki birilerini araman gerekiyordur."

 

Gözleri doldu. İçi çekti tekrar. "Arayamam."

 

"Neden?"

 

"Sen olsan kaçtığın insanları arar mısın Deniz?"

 

Eline baktım. Yüzük parmağında alyans gölgesi vardı. "Kaçtığın kocan mı?"

 

"Kocam değil o benim!" dedi acı bir reddediş ile.. "Değil..." Aklına her ne geldiyse bakışlarına ifade doluştu. "Benim burada doğum yaptığım kolayca öğrenilir mi?"

 

Kaçıyordu. Kelimenin her anlamıyla kaçıyordu Bade. "Kızının belgeleri orada." Yanıbaşındaki komodinin işaret ettim. "Henüz nüfüs müdürlüğüne müracaat etmedin, değil mi? Etmeden hiçbir yasal prosedüre işlenemez."

 

Nefesini özgür bıraktı. "Teşekkür ederim."

 

"Teşekkür etmen gereken bir şey yapmadım."

 

"Yaptın." dedi düşünmeden. Elinin tersiyle gözlerinin sildi. "Bu kadarını bile kimseye anlatmamıştım."

 

Ayağa kalktım. "Kantine ineceğim." Hayır, önce Korkutel'i kontrol edeceğim. "Bir şey ister misin?" Çünkü geri döneceğim. Dönmem gerekiyor. Mesai saatim dışında ortalıkta dolaşıp dikkat çekemem. En azından bu odada olduğum müddetçe, yalnızca hastasında aklı kalan bir doktor olduğum düşünülebilir.

 

"Kahve çok severim."

 

"Şu an içmen doğru değil." Dudağımın bir köşesi kıvrıldı. "Doktor değilim, değil mi şu an? İçebilirsin."

 

Son kez gülümsedi. Geldiğimden beri en içten olanı buydu. "Teşekkür ederim."

 

Odadan çıktım. Asansörün önünde bir süre telefonla konuşuyormuş gibi göründüm. Sonrasında ziyaret için gelen ve hastasının katını henüz öğrenmemiş birkaç kişiyi kıskacıma alarak onlarla birlikte asansöre bindim. "Pardon, siz de mi ziyaret için geldiniz?"

 

"Evet." dedi yaşlı olan. "Sizde mi?"

 

"Evet ama hastamın kaçıncı katta olduğunu bilmiyorum. Yukarıdan öğreniriz artık."

 

Parmaklarım kat düğmelerinin üzerinde gezinirken yanlışlıkla! on dokuzuncu bastım. "Hay Allah! Yanlış bastım." Çevremdeki insanlara yapay gülüşümü sunduktan sonra kulaklığımı taktım ve başımı eğip tamamen telefona odaklanmış gibi göründüm. Asansör on dokuzuncu katta durduğunda, "Amcacığım," dedim yaşlı adama dönüp. "Buyur önden sen geç." Yaşlı adam ve yanındakiler dışarı çıkması hala asansörün içinde olan bedenimi ustalıkla gizledi.

 

"Oğlum, bakar mısın?" dedi yaşlı adam, Korkutel'in kapısında duran iki adama doğru. Başka da kimse yoktu zaten. Demek ki avıım hala benim sınırlarımın içerisindeydi.

 

"Buyur amca?"

 

"Biz hastamızı ziyarete geldik ama..."

 

"Burada danışma görüyor musun amca?" dedi korumalardan biri. "Dokuzuncu kata bak."

 

Asansöre geri dönmeleri ile yönümü düğmelere çevirip dokuza bastım. Dokuzuncu katta onlarla birlikte indim ve kantine inmek için bu kez merdivenleri kullandım. İki kahve, biraz da bisküvi ve çikolata aldıktan sonra Bade'nin yanına geri döndüm. Uyumuştu. İşime gelirdi. Konuşmak değil düşünmek istiyordum. İstediğim oldu. Sabahın ilk ışıklarına kadar düşündüm. Sonra da odadan sessizce ayrıldım.

 

🕯

 

Kapımın hayvanca çalınmasıyla uyandım, gelen Harun'du. Dişlerimi sıkarak başımı pervaza yasladım ve ben küfür etmeden önce onun konuşmasını bekledim.

 

"Gece odanda yoktun. Aradım, açmadın."

 

Uykunun çatallaştırdığı sesimle," Hesap mı soruyorsun?" diye sordum. Bu bir soru değildi, o da biliyordu.

 

"Haşa da... Gece yarısı geleceğimi söylemiştim. Ulaşamayınca..."

 

"Ne o? Telaşlandın mı yoksa?"

 

Ceketinin düğmeleriyle oynamaya başladı. "Bir şeyi de ciddiye al."

 

"Hayat ciddiye alınmak için çok kısa be Harun."

 

Düğmeleri rahat bırakıp ceketinin iç cebine uzandı ve avucunun içine sakladığı ufak kağıdı avucuma sıkıştırdı. Kağıtta, bir kez açıldıktan sonra kendini imha edecek bir internet sitesinin kordinatları yazıyordu. İşleri bana bu şekilde ulaştırırdı. Söz ya da yazı yoluyla değil. Detayları da onunla değil sadece gerektiği zamanlarda Monica ile konuşurduk.

 

"Anlaşıldı."

 

Ben kapıyı kapatmadan önce "Dursana." dedi. "Ablanın Arnavutluk'tan kızı geldi. Akşam kızının şerefine bizim fakirhane yemek verecek. Seni de görmek istiyor."

 

"Bugün mesaim geç bitecek." Avucumu işaret ettim. "Sonra dersime çalışmam gerekiyor."

 

"Az da olsa uğra." dedi. "Ablanın gönlü olsun. Seni öve öve bitiremedi kızına."

 

Hay senin ablana. "Vaktim kalırsa uğrarım."

 

"Yani keyfin yerindeyse."

 

Az olsa tanıyordu beni. "Var mı başka bir şey?"

 

"Olsun mu?"

 

"Yine dalga geçiyorsun benimle." diye söylendi. "Kapıyı yüzüme kapatmadan önce," Elini kaldırdı. "Kolay gelsin."

 

Başımla dileğini alıp kapıyı kapattım ve laptopumun başına geçtim. Sitenin koordinatları girdiğimde orta yaşlı, pos bıyıklı bir adamın fotoğrafı yavaş yavaş gözlerimin önüne serildi. Yılmaz Sungurlu. Görünürde Sungurlu Holding'in sahibi; aslolan kumar ve bahis oyunlarının kendisinden sorulduğu kişi. Fotoğrafını ve kişisel bilgilerini zihnime not alırken, kimin kuyruğuna basmış olabileceğini düşündüm. Kurbanlarımın fotoğrafına ilk ve son kez bakarken, kısa bir an ölümü hak ediş sebeplerini sorgulardım. Sonuçta bu işler basit değildi. Birileri bize kan dökmemiz için sağlam paralar ödüyordu ve ben o kişilerin kim olduğunu hiç merak etmemiş, hiç araştırmamıştım.

 

Tüm bilgiler en ince ayrıntısına kadar kafama kazıdıktan sonra sitenin kendini imha etmesine izin verdim. Doktor Deniz ile bir araya gelmeden önce yirmi dört saatten fazladır boş olan mideme istediğini verdim.

 

🕯

 

Mesaimin ikinci dördüncü saatini geride bırakırken, tüm algılarım telefonumdaydı. Harun sayesinde hastanenin güvenlik ağına erişmiş. Çıkışları gören kamera görüntülerini telefonuma yönlendirmiştim. Böylece Korkutel'in hala hastanede sınırları içinde olduğunu biliyordum. Aynı güvenlik ihlalini evinde ya da mekanında yapamazdım. Oradaki güvenlik sistemlerinin çok daha korunaklı olduğu tahmin edilebilirdi ama bir hastanenin kayıtları kimsenin işine yaramazdı. Benim haricimde. Son hastamı uğurlarken, Bade'ye giriş katının ara koridorunda bulunan sekreterlikte rasladım. Seri cümleler kuruyor, bir yandan da ağlıyordu. Bir elinde bebeği vardı. Yarası hala çok taze olduğu için diğer eli sezeryan bölgesindeydi ve onu odasına götürmek isteyen hemşireyi kale alıyormuş gibi görünmüyordu. Ellerimi önlüğümün ceplerine sokarak yaklaştım.

 

"Neler oluyor burada?"

 

Finans sorumlusu kadın beni görünce ayağa kalktı. "Merhaba hocam, hanımefendi sizin hastanız sanırım."

 

Sorusunu atlayarak Bade'ye baktım. Perişan görünüyordu. "Uzun süre ayakta kalmamanız gerekiyordu."

 

Islak dudaklarını birbirine bastırırken, başını omzuna düşürdü. "Deniz." İçini çekip, "Deniz Hanım," diye düzeltti. "Ben çıkmak istiyorum ama... Şu an ödeme yapamam. Senet yapamayacaklarını söylüyorlar. Ben... Öderim, yemin ederim öderim ama şimdi çıkmam gerekiyor."

 

Finans sorumlusuna baktığım an açıklamaya yapmaya başladı. "Deniz Hocam, hastanızın bir gün daha yatışı görünüyor. Kabul etmediği takdirde elbette ki gerekli belgeleri imzalayarak taburcu edilebilir ancak söz konusu ödeme yöntemi bizim prosedürümüze uygun değil."

 

Ne yapacaksın, diye sordu Burgonya Kızı. Başkalarının derdiyle uğraşmak hakkında hiçbir fikrim yok. Kızlar numaradan o kadar ilgilenmişken de arkanı dönüp gidemezsin. Ne yapacaksın Doktor Deniz?

 

"Ne yapılabilir?"

 

"Maalesef." dedi sorumlu kadın. "Yalnızca peşin ödeme."

 

"Bu şekilde olmaz. Bade Hanım şu an ödeme yapamayacağını söylüyor. Rehin tutacak halimiz yok, değil mi?"

 

Finans sorumlusu bakışlarını kaçırdığında öfkelendiğimi hissettim. Bu duygu bana ait değildi sanki. Uzaktı ama bir o kadar da yakındı. "Gerçekten mi? Parası olmadığı için bir kadını ve bebeğini rehin mi tutacağız?" İçimde Bade için çırpınan her kimse, ona karşı koymadım. "Bu koskoca hastanenin sahibinin bir kadının parasına ihtiyacı var, öyle mi! Bu kadın hemen şimdi ödeme batacak mısınız?"

 

Karşımdaki tüm bakışlar arkama kilitlendi. Her birinin ifadesi değişti.

 

"Yanılıyorsunuz, doktor hanım."

 

Bir kez duyduğum sesi bir daha unutmazdım.

 

Duyduğum ses Noyan Korkutel'e aitti.

 

Yavaşça döndüm. Karşımdaydı. Arkasında biri Kurt olan iki adamıyla birlikte yaklaştı. Belli bir mesafe bırakarak durdu. Sargısı gömleğinin altında kaldığı için görünmüyordu. Sakalları ise bir günde tenini kapatacak kadar uzamıştı. O sarı gözlerini yine yüzüme dikti ve beni daha iyi görebilmek için başını eğdi. Beni daha iyi görmek istiyordu ve bunun kesinlikle bir nedeni vardı. Burgonya Kızı o nedeni öğrenecekti. Muhtemelen öğrenirken elleri kanlı olacaktı. İlk kez ikimiz de ayaktayken karşı karşıya gelmiştik ve bu durum başımın göğsüne bile yetişmediği gerçeğini gözler önüne sermişti. Gördüğüm en uzun, en yapılı adamdı. Kocamandı.

 

Olması gerektiği gibi yüzüme utanan bir ifade oturttum. Sonuçta sözlerim bizzat patronumu hedef almıştı. Kızması gerekiyordu ama yüzünde mevzubahis kızgınlığı yansıtacak bir ifade kendini ele vermiyordu.

 

"Kızgınlığım aslında size değildi, Noyan Bey."

 

İyi gidiyoruz, diye alkışladı Burgonya Kızı. Daha mahcup görünemezdin tatlım.

 

Koridorun ortasında duruyorduk. Onun arkasında adamları, benimkinde ise iki personel ve hastam vardı. Arkamdaki dut yemiş personellerin aksine, konuşurken başımı ikinci kattaki birine bakıyormuş kadar fazla kaldırmam dışında bir sorunum yoktu.

 

Annem bana soğukkanlılığını ve merhametsizliğini verirken neden uzun boyundan mahrum bırakmıştı?

 

"Bu hastanenin sahibinin bir kadının parasına ihtiyacı olduğunu sanmıyorum." Sakindi. Çok sakindi. Havası ihtiyatlı bir adam olduğu gerçeğini haykırıyordu. Jilet gibi ütülenmiş siyah gömleği ise yeni taburcu olmuş bir hastaya yakışmıyordu. "Bir kadın ödeme yazmazsa, hastanemin batacağını da sanmıyorum." Dudağının bir tarafı, kıvrılıp kıvrılmamak arasında kararsız kaldı. Bakışları müthiş bir yavaşlıkta finans sorumlusuna ulaşırken, "Taburcu belgesini imzalayın." diye buyurdu "Hanımefendinin hastanemize borcu yok."

 

Kurt bıyık altından gülümsedi. Patronunun yaptığı iyilikle övünürken bile şüpheci bakışlarıyla çevresini taramayı ihmal etmiyordu. Yanındaki diğer korumanın da ondan farklı kalır bir yanı yoktu. Parmakları sürekli belindeki silaha gitmek üzere tetikteydi. Sırf şu manzaraya bakarak bile Korkutel'in birçok azrail adayı olduğunu anlamak mümkündü. Onlara ve patronlarına bakarak minnet dolu bir gülümseme sergiledim.. "Çok iyisiniz Noyan Bey! Acaba... Hastamı ve bebeğini bir gün daha hastanenizde ağırlamanızın da bir mahsuru olur mu?"

 

Gözlerini gözlerimden ayırmadan, "Yok." dedi. "Ne kadarını uygun görürseniz, doktor hanım."

 

"Güzel." Bölüm hemşiresine dönüp, "Bade Hanım'a odasına kadar eşlik edelim lütfen?" diye rica ettim. Harun bu nazik halimi görse dayanamaz bana bildiği tüm küfürleri ederdi. Zira adama aylardır küfür kıyamet iş yaptırıyordum.

 

Bade yerinden kıpırdadığında Kurt gayri ihtiyari başını kaldırdı ve onu gördü. Görünmez birinden darbe almış ya da şoka gibi kalakalırken, kaşları gerildi; bir an için gülümseyecek gibi oldu ama bunu yapamadan ağzını kapattı ve başını zihninden gelen keskin bir emirle aşağı eğdi.

 

Bade, hemşire ve finans sorumlusu yanımızdan ayrıldıktan hemen sonra yeniden "Çok teşekkür ederim." dedim. "Yaptığınız büyük incelik."

 

"Ama size kabalık ettim, öyle değil mi?"

 

Nesin sen Korkutel? Centilmen misin yoksa centilmen numarası mı yapıyorsun?

 

"Önemli değil, narkozun etkisindeydiniz."

 

"Narkoz almadım."

 

Pekala, sanırım bu noktada da burada etkilenmem gerekiyordu. O halde etkilenmiş gibi yapmalıydım. "Gerçekten mi?" Gözlerime derin bir hayranlık ifadesini oturttum ve "Şimdi nasılsınız?" diye sordum.

 

"İyiyim." dedi, öylesine.

 

"Buna sevindim."

 

Yalnızca ülkenin en iyi hastanesinde çalışan bir doktordum. Şimdi ise patronumla konuşma şerefine erişmiştim. Ona minnettardım, hayrandım. Belki bir parça da korkuyordum. Bakışlarımla, tüm bunları gösterebileceğim en iyi şekilde gösterdim.

 

Elini kaldırdı. Sargısına dokunacak sandım ama gömleğinin açık yakasına dokundu ve gümüş zincirli, ucunda siyah bir haç işareti olan kolyesini açığa çıkardı. Lakabının kaynağıyla nihayet tanışmıştım. Yeni değildi. Parıltısını uzun zaman önce yitirmişti. Hatta oldukça mattı. Çok uzun zamandır bulunduğu geniş ve esmer göğsün üzerinde olduğunu, artık o göğsün bir parçası olduğunu fısıldıyordu. Bir hikayem var, diyordu.

 

"Ne oldu?" diye sorduğunu duydum. "Kolyeme çok dikkatli baktınız?"

 

Gözlerimi kolyesinden yüzüne tırmandırdım. "Hiiç. Öylesine, gözüm takıldı."

 

"Öylesine mi?" Bakışları bu kez bir başka gariplikteydi. "Yoksa tanıdık mı geldi?"

 

"Yoo..." Başımı salladım. "Kolyeniz güzelmiş."

 

İfadesindeki aydınlık, bir cam gibi çatlarken düşünceli bir tavırla sakallarını sıvazladı ve yavaşça başını salladı. Eli göğsünden, bakışları yüzümden uzaklaştı. "Geçenki kabalığım için kusura bakmayın."

 

Aynı salakça gülümsemeye devam ettim. "Sorun değil. Pansumanınızı ihmal etmeyin. Gerçi... Sanırım bunun için evde bir hemşireniz olacaktır ama-"

 

"Geleceğim." diyerek böldü. "Pansuman için geleceğim."

 

Bana iş mi atıyordu? Dur bir dakika, dedi Burgonya Kızı. Fena adam değil, ha Deniz? Büyük partiden önce bir tadına bakalım mı, ne dersin? Yatakta harikalar yarattığına kalıbımı basarım.

 

"Her zaman bekleriz." Ellerimi önlüğümün cebine koydum. Hafifçe sallandım. "Kendinize iyi bakın."

 

"Siz de." dedi, sanki beni bin yıldır tanıyormuş gibi. Gitmeden önce yüzüm eve saçlarıma son kez baktı. "Siz de kendinize iyi bakın, doktor hanım."

 

O ve adamları görüş açımdan çıkana kadar bekledim. Sonrasında malzeme odasına ulaşmam, malzemelerin arasına gizlediğim yedek kıyafetleri giymem ve çok da tercih edilmeyen bir çıkışı kullanarak hastaneden çıktıktan sonra motorumla buluşmam yalnızca beş dakika içinde gerçekleşti. Hastane garajının önündeki araçların arasına karışırken, Korkutel'e ait siyah jipin görüş açıma girmesiyle yavaşladım. Kaskımın ardında gizlediğim gözlerimi kısarak, sinsice jipe kör noktasından yaklaştım.

 

"Hadi bakalım Kokrutel, inini öğrenme vakti geldi."

 

Otobana çıktık, aramızda birkaç araç bırakarak takibe başladım. Bir süre bu şekilde yol aldık ancak ilk kavşaktan döndüğümüzde dört yol ağzında yoğun bir trafiğin ortasına kaldım. Yetmezmiş gibi bir de kırmızı ışık yandı. Korkutel'in jipi ön sırada, trafik lambasının hemen yanındaydı. Tam olarak üç araç gerisindeydim ancak birkaç araç kornaya basarak önüme geçti. Araçlar arasındaki mesafeler epey azaldı. Avuçlarım gazı köklemek için aç bir şekilde beklerken arka tarafta bir gürültü koptu. O yöne baktığım an gökyüzünü sevimsiz bir havai fişeğin süslediğini gördüm. Gündüz vakti havai fişek... Siktir! Başımı önüme çevirdim, siyah jeep artık orada değildi. Sadece siyah jeep değil, çevresindeki bazı sivil araçlar da yoktu.

 

Bir kez daha siktir.

 

Onlar sivil değil, Korkutel'in adamlarına ait araçlardı ve tabii ki o havai fişek bir şaşırtmacaydı!

 

Trafik akmaya başladı. Önümde dört yol vardı. Ben sikik bir falcı olmadığım için geri dönmek zorunda kaldım.

 

Akıllı adamsın Korkutel.

 

Ama Burgonya Kızın daha daha akıllı değilsin!

 

🕯

 

Fakir bir gecekondu mahallesi, zengin bir sofra. Sözde Monica'nın kızı için verdiği yemek için buradaydım. Aslında son başarısızlığımı törpülemek için altı kişilik masanın bir ucunda oturuyordum. Monica'yı sıkıştırıp, Korkutel hakkında daha fazla bilgi almak için fırsat kolluyordum ama üçüncü kadeh rakımın sonuna gelmiş olmama rağmen Monica hiç masadan kalmamıştı. Gecekondunun, ağaçlık alana bakan arka bahçesindeydik. Monica burayı çiçeklerle süslemişti ve taş zeminin üzerine cam bir yemek masası yerleştirmişti. Monica kimliğini gizlemek için oturduğu bu yerde gerekmedikçe ön bahçeye çıkmaz, fakir komşularıyla muhatap olmazdı. Masanın diğer ucunda oturuyordu, hemen yanında kızı Belinda, onun yanında da Harun vardı. Diğer iki herifle Belinda ile olduğu gibi az önce tanışmıştım.

 

Biri silah kaçakçısı diğer genç olan da muhtemelen Monica'nın tokmakçısıydı. İkisinden de hoşlanmamıştım. Neyse ki işleri çıktığı için gecenin sonuna kadar kalamadılar. Monica onları uğurlamak için kalktığında ben de peşinden gitmeyi düşünmüştüm ama Belinda bileğimden tuttu.

 

"Her ne konuşacaksan benim yanımda konuşabilirsin."

 

Bir ona bir de bileğimdeki eline baktım. Tehlikenin farkında olarak hemen çekti elini. "Pardon. Sadece... Benden sır çıkmaz."

 

Alay edercesine gülümsedim. "En büyük hobim ilk kez gördüğüm insanlara güvenmektir."

 

Güldü. Yirmili yaşlarının başında, tıpkı annesi gibi sarışın, minyon bir kızdı. Normal değildi, annesi gibi... Çok gülüyor, çok konuşuyordu. "Annem komik bir yanında olduğunu söylemişti."

 

"Annen diğer yanımı da söyledi mi?" Kesinlikle gülmüyordum.

 

"Evet, söyledim."

 

Bahçe kapısına yaslanmış, bizi izleyen Monica'ya baktım. Beşinci kadehiydi. Hafiften çakırkeyf olmuştu.

 

"İyi bok yedin."

 

Harun elini kaldırıp, "Abla bu kız seninle nasıl konuşuyor ya!" dedi.

 

"İndir o elini kırıp bir tarafına montelemeyeyim."

 

"Kırarsın." Rakısından büyük bir yudum aldı Harun. Çakırkeyif adımını geçmişti. Sarhoşluğa yürüyordu. Ondan böyle rahat konuşuyordu zaten. "Zaten ben senin insan olduğunda da şüpheliyim."

 

Onunda daha fazla muhatap olmaya niyetim yoktu. Yerine geçen Monica'ya çevirdim gözlerimi. "Öf!" dedi. "Senin şu soğuk bakışların kanımı çekiyor her defasında!" Gencecik kadınsın ayol! Tamam... Şeysin de... Biraz işve de lazım."

 

"Neyim? Katil mi?"

 

Ellerini kaldırıp titredi. "Şisss! Yerin kulağı var."

 

"Benim de var. Ve sevgili kulaklarım yeni gözdem hakkında daha fazla bilgi istiyor."

 

Çatalını girit mezesine daldırıp ağzına götürürken gülüyordu. "Evinin yerini öğrenemedin değil mi?" Cevabı ifademden aldı. "Öğrenemedin."

 

"Kimden bahsediyorsunuz?" diye sordu Belinda. Ne annesi ne de ben cevap vermedik.

 

"Öyle kolay değil, güzelim. O adamın bir ilah olduğunu söyledim sana. O istemeden evini öğrenemezsin. Ama mekanını biliyorum. İster-"

 

"Yakında zaten mekanına gideceğim."

 

Belinda heyecanla gözlerini açtı. "Mekan mı! Ben de gelebilir miyim? Bayılırım mekanlara!"

 

Bu kez cevap vermeden edemedim. "Sen emin misin benim ne iş yaptığımı bildiğine?"

 

"Çocukluğundan alışkın o." Monica kızının sarı saçlarını okşadı. "O yüzden rahatlığı. Ha parmağına diken batarsa kıyameti koparır, o ayrı."

 

Anne kız, hatta Harun da dahil olmak üzere dünyanın en komik şeyini duymuş gibi güldüler. Ben de bir sigara yaktım. Dumanını içime çekerken, aklıma nedense Bade geldi. Ne işi vardı böyle alakasız bir zamanda aklımda?

 

"Onunla konuşmuşsun." O, dediği Kokutel'di. Burada isimler kullanılmazdı. Monica'nın şuh görüntüsünün altında işini sağlam tutan bir diktatör yatıyordu. Bu, masaya geçmeden önce Harun'un eline bir dedektör verip bahçenin dört bir yanını aratmasında da anlaşılabilirdi.

 

"Konuştum."

 

"Bravo. O hastanede yıllarca çalışıp yüzünü görmeyen personeller bile vardır, eminim ki.. Nasıl başardın?"

 

"Meslek sırrı." diyerek kestirip attım.

 

Bir bacağını diğerinin üzerine atarken, "Nasıl?" diye sordu. "Söylendiği kadar yakışıklı mı?"

 

"Ay kim!" diye sordu Belinda.

 

Yine cevapsız kaldı.

 

"Herif taş da... Ben o kısımla ilgilenmiyorum."

 

Hadi ordan! dedi Burgonya Kızı. Onunla birkez sevişmeden öldürmeyeceğinden adım kadar eminim Deniz!

 

"Ya abla, bari benim yanımda yapmayın." Harun söylemeye devam ederek içti.

 

"Sen de taşsın be oğlum, kıskanma hemen."

 

"Konu o mu abla?"

 

"Artık biriniz beni ciddiye alabilir mi!" Belinda ayağa kalktı. "Ben ciddiyim." dedi, doğrudan benimle konuşarak. "Bir mekana gideceksen beni de götür. Ne zamandır eğlenmiyorum."

 

"Hayır kızım. Deniz oraya iş için gidecek ve onun işleri tehlikelidir."

 

Gülme sırası bana gelmişti sanki. "Bana iyi bir fikir gibi geldi." dedikten sonra sigaramdan yeni bir nefes daha çektim. "Bana asılan şu yavşak doktor yerine oraya bir kız arkadaşımla tesadüfen gitmiş gibi görünmem daha yaratıcı."

 

"Doktor mu asılıyor sana!" diye celallendi Harun. "Hangi doktormuş o?"

 

"Ya hu Harun." Monica kafasının arkasına bir tane geçirdi. "Sence rahatsız olsa kendisi halledemez mi?"

 

"Halleder de... Ben de bir el atayım, dedim."

 

Harun'un korumacı tavrı beni içten içe güldürdü. Bana bir erkeğin bir kadına baktığı gibi bakmıyordu. Bundan emindim. Sadece korumak istiyordu ki Monica'nın çocukluktan yetiştirdiği bir koruma olarak işi de buydu.

 

"Ben gidiyorum." Ayağa kalkıp izmariti küllüğe bastım. "Yarın gece kızın bende."

 

Belinda sevindi ama Monica için aynı şeyi söyleyemezdim.

 

"Kendi kurbanına odaklanıp benimkini unutma." dedi arkamdan.

 

Yılmaz Sungurlu. Tüm bilgileri taze bir şekilde kafamdaydı.

 

"Merak etme, seninki de benimki de artık yaşamıyor. Yalnızca... Henüz haberleri yok."

 

🕯

 

Bugün hiç ameliyata girmedim. Kimseyi kesmedim. Bugün ellerime hiç kan bulaşmadı. On yedi hastayla ilgilendim. Boşluk bulduğum her anı acildeki hastaları tedavi etmekle kullandım. Yemek yemedim, kahve içmedim. Dört kez Bade'nin odasının bulunduğu koridora uğradım ama hiçbirinde odasına girmedim. Hemşirelerden öğrendiğim kadarıyla her şey yolundaydı. En azından kendisinin de bebeğinin de sağlığı iyiydi. Yarın sabah taburcu olacaktı. Gidecek yeri var mıydı?

 

Sana ne Deniz, diye kükredi Burgonya Kızı. Sanane bundan! Bugüne kadar kimi düşündün sen? Kime iyiliğimiz dokundu?

 

Mesaimin bitmesine bir saat kala odamın kapısı bir adam tarafından çalındı. Onu tanıyordum. Kurt'un yanındaki diğer korumaydı. Odama girmesin onay verdikten kapıdan içeri yalnızca bir adım attı. Sarışındı. Kurt kadar olmasa da iriydi ve Kurt gibi baştan aşağı siyahlar içindeydi.

 

"Merhaba hocam." Yüzüme bakıp bakmamak arasında kalırken ceketinin düğmesini ilikledi. Bana saygı göstermeye çalışıyordu ve sebebini ciddi anlamda merak etmeye başlamıştım.

 

"Merhaba."

 

"Ben Cengiz. Haçlının..." Başını yana eğip, "Noyan Korkutel'in çalışanıyım." diye düzeltti.

 

"Evet, sizi dün görmüştüm. Buyrun, neden buradasınız?"

 

Bir adım daha attı. "Patrona oansuman lazımmış da."

 

Burgonya kızı kahkaha attı. Bu salak bizim için gelmiş, Deniz. Çünkü patronu öyle istiyor."

 

"Evet. Yarası henüz taze, pansuman gerekiyor ama bunun için baş hemşireye gitmeniz gerekiyordu. Ben size hemşire odasını tarif edeyim."

 

"Yok, hocam. Siz beni yanlış anladınız. Yani... Koskoca doktorsunuz, elbette yanlış anlamamışsınızdır da..." Koskoca adam iyice mahcup oldu karşımda. "Muhtemelen ben yanlış anlattım."

 

Gülümsedim. "Doğrusunu anlatın o halde, rahat olun lütfen."

 

Sahte hoşgörümle en başını omzundan kaldırdı. "Noyan Bey pansuman için özellikle birini istedi. Ben de almaya geldim."

 

Geliyor! diye bağırdı Burgonya Kızı. Cevabını şu an ben bile merak ettim Denizciğim!

 

"Kimi istiyor?"

 

Bu kez tereddüt etmeden yüzüme baktı. "Sizi istiyor hocam."

 

Şaşırmış gibi yaptım. Katil olmasam kesin oyuncu olurdum. "Beni mi?"

 

"He. Sizi." dedikten sonra yutkundu. Şivesi Kurt'unki ile aynıydı. Hemşehri olmaları olasıydı. "Doktor Deniz Asrınoğlu'nu pansuman için getirmemi buyurdu. Gerçi Kurt sen salaksın unutursun, deyip mavi gözlü kadın doktor diye tembihledi ama görüyorsunuz ki unutmadım." dedi böbürlenerek.

 

Başımı anlayışla salladım. Cevabımı düşünmeme gerek yoktu. Burada olduğunu anladığım ilk saniye zaten cevabımı hazırlamıştım. "Noyan Bey'e geçmiş olsun dileklerimi iletin. Ben de size hemşire odasını tarif edeyim."

 

Teori basit; kaçan kovalanır. Eğer ben gidersem, kolay lokma olurdum ve muhtemelen beni ikinci kez evine almazdı. Ancak o beni ister ve ulaşamazsa, peşimden koşardı. Sadece insanlar aleminde değil, hayvanlar aleminde de böyleydi; kaçan her zaman kovalanırdı.

 

"Anlamadım hocam."

 

Ayağa kalkıp yanına kadar yürüdüm ve saatime baktım. "Mesaim bitmek üzere, önemli bir işim var ve sonraya bırakamam. Öyle olmasa bile ben bu hastanenin doktoruyum, bir hastamın evine gitme gibi bir prensibim yok. Hasta, çalıştığım hastanenin sahibi olsa bile..."

 

Şaşırdı. O kadar şaşırdı ki hiçbir şey söyleyemedi. Yine de hemşire odasının yerini tarif ettim ve yüzümde nefis bir tebessümle mesaimin kalanını doldurdum

 

🕯

 

"O elbise olmaz. Ayrıca neden hep siyah giyiyorsun?"

 

Belinda elimdeki elbiseyi çekip aldığında korkunç bir bakış attım. Ona yeri ve saati mesaj olarak iletmeme rağmen Harun'dan kaldığım motelin adresini almış ve ansızın bana berbat bir sürpriz yapmıştı. Harun'a bunun için sağlam bir fırça kaymayı kafama not ederek, bir an önce hazırlanıp odadan çıkmayı düşündüm ama önümde pembe, mini elbiseli bir sorun vardı. Aynı renk makyajıyla gece kulübü topuna benzemesi sorun değildi ama beni de kendisine benzetmeye çalışması ve bunun için ısrarcı olması sinir sistemimin kaldırabileceği bir durum değildi.

 

"O elbiseyi hemen bana ver." Elimi önünde açtım. "Hemen."

 

Yoğun bir isteksizlik ve biraz da korkuyla elbisemi elime bıraktım. "Senin için kırmızı bir elbise getirmiştim halbuki. O kumral tenine, mavi gözlerine çok da yakışırdı." Pantolonumu ve tişörtümü önünde çıkardığımda bakakaldı. "Uuu... Cidden yakışırdı. Kas mı onlar?"

 

"Gördüğün gibi." Vücudumu tamamen saran ve kalçamın bir karış altında biten siyah askılı elbiseyi giydim. Altına aynı renk yüksek topuklu çizmeleri geçirip saçlarımı tokadan kurtardım ve yalnızca ellerimle düzelttim. Göz altlarımdaki genetik morlukları kapatıcı ile yok etmenin ardından göz kapağımın iç kısmına siyah göz kalemini çektim ve dolgun dudaklarıma reksiz bir parlatıcı sürdüm.

 

"Vazgeçtim! Böyle de şahane oldun." dedi Belinda. "Hadi gidelim! Harika bir gece olacak."

 

Kapıya dönmesiyle kolundan tuttum ve onu kendime çevirdim. "Annen söylemişti ama tekrar edeyim, oraya iş için gidiyorum. Bu da demek oluyor ki eğlenmene bakıp kimseyle tek kelime etmiyorsun. Özellikle de benim hakkımda."

 

Teslim olur gibi ellerini kaldırdı. "Seninle işim yok. Dediğin gibi sadece eğlenip taşları keseceğim." Gözünün saçıma takılmasıyla elini uzattı. "Şu kısım kalkmış düzelte-"

 

Saçıma dokunamadan geri çekildim. Birinin saçlarıma dokunmasından nefret ederdim. Vücudumdaki tüm tüyler diken diken olur, titreme gelirdi. Küçüklüğümden beri bu hassasiyetim değişmemişti.

 

Çıktık. Korkutel'in mekanı Bostanlı'nın ara sokaklarından birindeydi. Şatafatlı mekanların yan yana dizildiği sokakları insan kalabalığı; alkol kokusu ve duman ele geçirmişti. Belinda'nın çığlıklarına şahit olan zavallı motorumu valeye teslim ettikten sonra sokağın en başındaki mekana yürüdük. Yalnızca iki kadın olduğumuz için iki yarmayı atlatıp içeri girmemiz sorun olmamıştı. Dar, uzun ve neredeyse karanlık koridoru geçtikten sonra tamamı dans eden insanlara ait olan yuvarlak ve geniş bir alana çıktık. Ortama loş ve yoğun kırmızı ışık hakimdi. Soğuk dumanlar belli alanlardan yükseliyordu. Yüksek bar masaları duvar kenarlarına sıralanırken; zengin bar alanı sol kısımda, locaların bulunduğu alan ise sağdaki dört basamağın yukarısındaydı. Buraya girerken dikkatime takılan ilk detay, mekanın üzerinde iki katın daha olmasıydı.

 

"Bar kısmına geçelim mi?"

 

Belinda'yı başımla onayladım. Kalabalığı yararak önden ilerlerken bedenime sürtünen insanlardan gelen ter ve parfüm kokusunun midemi bulandırmasına engel olamadım.

 

Kan hiçbir zaman midemi bulandırmamıştı ama insanların tenlerinden süzülen kokulara hiç tahammülüm olmamıştı. Buna seks yaptığım erkekler de dahildi.

 

"Selam!" Belinda bar taburesine oturup kaslı ve kırmızı sakallı barmene el salladı. "Ben de o hazırladığınız kokteylden alabilir miyim?"

 

"Elbette." dedi barmen samimi bir tavırla. "Siz ne alırdınız?"

 

Her zamankinden. "Viski."

 

"Çok sert değil mi?"

 

"Sert severim."

 

Elini ağzına götürüp kıkırdadı ve oturduğum sandalyeye doğru eğildi. "Her anlamda mı?"

 

Bu kez onu terslemedim. "Her anlamda." Viskimi yudumlarken, bakışlarım etrafı tarafı. Şimdiye kadar gözüme takılan bir uyuşturucu alışverişi olmamıştı. Bu mekanları iyi bilirdim. Çoğu cinayetimden sonra kendimi rasgele birine atıp bayılana kadar dans edip içerdim. Dans ederek yaklaşan torbacıları gözünden tanırdım. Şu an burada tek bir torbacı bile yoktu.

 

"Ah! Deniz!."

 

Sikeyim.

 

Dans ederek bana yaklaşan Levent'e mecburen gülümsedim. "Levent hocam, merhaba."

 

Belinda ile yanyana olan sandalyelerimizin arasındaki tek kişik boşluğa girdi ve gümbür gümbür müziğin arasından sesini duyurmak için "Burası hastane değil, bırakalım mı hocaları?" diye bağırdı.

 

"Fark etmez."

 

Beni baştan ayağa süzdü. Biri diğerinin üzerinde olan bacaklarımda biraz daha fazla oyalandı bakışları. "Seni ilk kez böyle görüyorum."

 

Çapkın bakışlarına karşılık vermedim. Laubali erkeklerle seks yapmak için bile ilgilenmezdim. "Seni Belinda ile tanıştırayım."

 

Hedef şaşırtmam işe yaramıştı. Levent Belinda'ya dönüp elini uzattı. "Merhaba, ben Doktor Levent."

 

Belinde elini uzatırken kıkırdadı. "Umarım Doktorlar'daki Levent ile bir bağın yoktur."

 

Levent yüzünü ekşiterek gülümsedi ve güya! sesini duyurmak için Belinda'nın kulağına eğildi. "Henüz hiçbir kadını nikah masasında bırakmadım."

 

"Biliyor musun? O bölüme kadar Doktor Levent'e aşıktım!"

 

"Eğer benden de soğumayacaksan Levent'in çok da haksız olmadığını düşünüyorum, desem?"

 

"Nasıl yani!" diye bağırdı Belinda. Sonra da içkisinden büyük bir yudum aldı. Umarım sarhoş olup başıma bela olmazdı. "Galiba tüm Doktor Levent'ler güvenilmez!"

 

Levent bu kez kahkaha attı. Gözü Belinda'nın yanındaki boş sandalyeye takılınca, "Müsade varsa sana nedenini anlatayım." teklifinde bulundu.

 

Belinda gözleriyle benden onay aldıktan sonra Levent'i yanına aldı. Bu iyiydi. Şimdi ikisinden de kurtulmuştum, diye düşünürken, kapıdan içeri giren Kurt'u gördüm. Alanı gözleriyle taradıktan sonra geri çekildi. Noyan Korkutel mekanına adım attığında birçok göz üzerine çevrildi. O kimseye bakmadı. Yalnızca hedefine odaklandı ve hedefine doğru yürüdü.

 

Bana.

 

Muhtemelen yukarıdaki odasında oturup mekanını izlerken, kameralardan beni görmüştü. Hesaba kattığım gibi... Sırtım bar taburesine yaslıydı. Kadehi tutan ellerim çıplak bacaklarımın üzerinde duruyordu. Yaklaştığında yüzüme Doktor Deniz'in nahif gülümsemesini ve masumiyetini oturttum.

 

Geldi. Karşımda durdu. Yine doğrudan gözlerime baktı.

 

Bu adamın gözlerimle derdi neydi?

 

"Merhaba." Bağırmadım. Sadece dudaklarımı kıpırdattım.

 

Elini bir kez kaldırdı. Bu bir işaretti. Kurt ve Cengiz gözden kayboldu.

 

"Merhaba." Bağırmadı. Sadece dudaklarını kıpırdattı. Yanımdaki sandalye boş değildi. O, bir bakışıyla boşaltmıştı.

 

Herife bak, dedi Burgonya Kızı. Kızım, bu bizi de fena boşaltır.

 

Oturdu. Yönümü ona çevirmedim ama başımı çevirdim. "Henüz böyle bir mekana gelecek kadar iyileşmediniz. Kendi mekanınız olsa bile..."

 

Yakındık. Sandalyelerimiz arasında bir karış ancak vardı. Sedyeye sığmadığı gibi şimdi de bar sandalyesine sığmamıştı. Üzerinde siyah, keten bir pantolon vardı. Siyah gömleği spor tarzdaydı ve yine yakası yine açıktı. Haç kolyesi sarktığı göğsünün üzerinden kısmen görünüyordu. Tüm edasıyla pahalı ve karşı konulamaz görünüyordu.

 

"Ben de iyi olduğuma karar verdiğin için gelmediğini düşünmüştüm."

 

Attığı taşa baş sallamalı bir gülüşle karşılık verdim. "Çıkmak üzereydim. İşim vardı. Sizinle ilgili değil."

 

Onun yönüde alana dönüktü. Uzun bacaklarını sandalyeden uzatmış, birini diğerinin üzerine atmıştı. Yakındık ama kokusunu alamıyordum. Tam sigara içmediğini düşünmeye başlamıştım ki arka cebinden paketini çıkardı ve önce bana uzattı.

 

Ne Deniz ne de Burgonya Kızı sigaraya dayanamaz.

 

Sigaramı o yaktı. Aynı anda ilk nefesi çektik. Müziğin ritmiyle ışıklar yanıp sönerken, bas, duvarları parçalarcasına kuvvetliydi. Göğüs kafesimde hissediyordum. "İşin buraya gelmek miydi?"

 

Kırmızı ışık sarılarını mağlup edememişti. "Hayır, öncesinde başka bir işim vardı. Hastaneden bir hemşire göndermiş olmalılar. Yaranız nasıl?"

 

"İşin neydi?"

 

Neden soruyordu? Benden şüphelenmiş miydi? Hayır, onu takip etme konusunda başarılı olamamıştım ama kimliğimi kesinlikle iyi gizlemiştim. Yalnızca birkaç gördüğü kadına gönlünü kaptıracak birine benzemiyordu.

 

"Bunu neden soruyorsunuz Noyan Be-"

 

"Bana işinin ne olduğunu söyler misin, doktor hanım?"

 

"Deniz." dedim. Burası hastane değil. Siz de farkındasınız ki bana artık sen, diye hitap ediyorsunuz. Adımı da söyleyebilirsiniz."

 

"Adın?"

 

"Deniz."

 

Yine aynı hayal kırıklığı gözlerini tekmeledi. "Sigaran, doktor hanım." Adımı aldı ve evrenin en uzak köşesine fırlattı. "Kendi kendini içiyor."

 

Sigaramın düşmek üzere olan külüne engel olmadım. Zehrini yeniden içime çektiğimde onun gözlerini yüzümde hissetmeye devam ettim. Her adımımı, her hareketimi, her mimiğimi en ince ayrıntısına kadar inceliyordu. Bunu ona bakmadığımda bile hissediyordum. Üstelik gizliden gizliye yapmıyordu. Açık açık ve tamamen göz hapsindeydim.

 

"Sorunuz özel hayatıma giriyor, Noyan Bey." Kaçan kovalanır, Deniz. Kaçan kovalanır. "Daha mantıklı bir sorunuz var mı?"

 

"Var." Yaklaştı. Bedenlerimizin birbirine dokunan hiçbir noktası yoktu ama teninin sıcaklığını tenimde hissediyordum. Hayır, teninde rüzgar vardı. Asi ve asla dinmeyecek olan, her şeyi kırıp geçirmek isteyen ama aynı zamanda da her şeye sahip olmak isteyen, arsız bir rüzgar... Ona bu kadar yakınken, Burgonya Kızı bıçağını biledi.

 

"Sana dondurma almamı ister misin?"

 

🕯

 

İkinci bölümün sonundan merhaba!

 

Bu bölümün sizde uyandırdığı duyguları emojilerler anlatır mısınız?

 

Yeni karakterlerimizi sevdiniz mi?

 

Cengiz?

 

Belinda?

 

İleride sıklıkla göreceğiz ve size nefis Kurt ile Bade sahneleri de yazacağım.

 

Kesitler ve bölüm hakkında bilgi almak için bana instagramdan ulaşabilirsiniz. / _durumavii

 

Her çarşamba burada, anlaştık mı?

 

Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayın.

 

 

Loading...
0%