Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. BÖLÜM: "SÖZ"

@durumavii

Yakıcı bir bölüm oldu. Oy ve özellikle satır arası yorumlarınızı bırakmayı unutmayın, olur mu?

 

Aylin Aslım - Hasret

 

Mabel Matiz- Aferim

 

Emre Fel - Sana El Pençe Durmam

 

🕯🕯🕯

 

Yaşam müstehzi akışında yol alırken, üç adam, şehrin bir köşesinde, karanlığın gölgesinde ve bir denizin çakıl taşlarıyla dolu olan kıyısında oturuyordu.

 

Küçük bir tahta masa ve üç ahşap tabure.

 

Ilık sonbahar akşamında, adamların çıplak ayakları suyun içindeydi.

 

Masa, defalarca kez doldurulduğundan mütevellit parmak izleriyle dolu olan üç rakı kadehine, özensizce hazırlanmış birkaç mezeye, ağzına kadar dolmuş bir kül tablası ve bir kısmı tükendiği için buruşturulan ama kalanı kısmen dolu olan sigara paketlerine ev sahipliği yapıyordu.

 

Üç adamdan biri, kadehinin dibinde kalan son yudumu da içtikten sonra masanın bir köşesinde sessizce duran şişeye uzandı. Bittiğini anladığında homurdanarak şişeyi çöpe attı. Buz ve rakı şişesiyle dolu olan kovaya uzandı bu kez ve kaçıncısını açtığını artık sayamadığı yeni bir şişe açtı. Kadehini ağzına kadar doldurdu, şişeyi eskisinin yerine koydu.

 

“Sen işini bilirsin de ben söylemem gerekeni söyleyeyim. Koruman olarak değil, dostun olarak…”

 

Ela gözlü adam, bakışlarını denizin karanlık ufkundan aldı. Yetiştirme yurdundan birlikte kaçtı, batağa birlikte saplanıp, zirveye birlikte çıktığı dostu Kurt’a çevirdi. Bakışı konuş, demekti.

 

“Çok kaptırdın kendini. Kızı araştırdık, diyorum. Türkiye de değil, Almanya da doğmuş, diyorum ama umrunda değil. Seni hatırlamıyor bile..”

 

Kurt oldukça düzgün ve akıcı bir Türkçeye sahipti ama yalnızca ciddi konular konuşacağı zamanlar… Neşeli olduğu günlerde şivesini öyle iştahlı kullanırdı ki onu iyi tanımayanlar ne söylediğini çoğunlukla anlamazdı. Kurt, içinde bulunduğu gecede neşeli değildi.

 

“Vardır sebebi,” dedi, Haçlı dedikleri adam. Bir yıldız olsaydı, parlamaya mecali olmazdı. “Yaralıdır geçmişi, belleği, kalbi.”

 

Gömleğinin bu kez bir değil, üç düğmesi açıktı. Kendisi değil ama göğsündeki mat haç, yıldızların ışığına karşı koyamamıştı; parlıyordu. Üzerinde hala aynı siyah gömlek ile pansumanı reddettiği için değiştirilemeyen kanlı sargısı vardı. Dağınıktı. Yaraladığı andan itibaren değil, onu gördüğü andan beridir darmadağınıktı.

 

Kurt başını salladı. “Haçlı…” Şimdi koruması olmaktan çok uzaktaydı. Kolunu masaya koydu. Siyah, hematit taşından oluşan tesbihi açılmış avucundan sarkarken,“Asil.” dedi. Asil. Bu ismi kullanan iki kişi vardı. Kimsesiz arkadaşları Kurt ve Cengiz. Onlar herkesin bildiği, sonradan konan Noyan ismini telaffuz etmezlerdi. Dışarıda Haçlı, içeride Asil’di. “Böyle giderse yaralanacak olan senin belleğin, senin kalbin olacak. Öyle böyle bir yara da değil. Nasıl bu kız Maviş, diye tutturuyorsun? Geçmişi başka, adı başka, sanı başka.”

 

“Olsun” dedi Asil. “Bakışı aynı.”

 

Baktığı karanlıktı; denizdi, yıldızlardı. Hayır. Baktığı şimdi yanı başında olmayan gözlerdi. Asil, küçük bir çocukken o gözlere bakmayı severdi. Kaybettiği o gözleri yetiştirme yurdunda yattığı ranzanın demirlerine kazımıştı zihni. O gözleri izlemeden uykuya dalmadığı bir tek gece bile olmamıştı.

 

“Ülkedeki tüm mavi gözlü Mavi’leri buldum sana. Hatta ve hatta yurt dışında yaşayan, 1999 yılında doğmuş tüm Mavi’leri de buldum. Hepsine tek tek çıkardım karşına. Çıkarmadım mı?” Başıyla kendini onayladı. “Çıkardım. Her birini gördüğü ilk saniye bu değil, dedin. Emin misin, diye sormama bile müsade etmedin. Şimdi adı bile Mavi olmayan bir kıza, oymuş gibi davranıyorsun.

 

Asil Noyan, rakısından büyük bir yudum aldı. “Kurcalama.”

 

Söylediği yalnızca buydu, kurcalama.

 

Kurt söylenerek arkasına yaslandığında, ismi Cengiz olan adam söyleyeceklerini önce düşündü. “Haçlım. İyi, hoş diyorsun da kızı gördüğünden beri başka bir şey düşünemez oldun. Geçen hafta ülkeye iki posta mal girmiş. Bizimkiler ellerinden kaçırmış. Arınma, toplantı istiyor, cevap bile vermedin. Kurt abim de diyor ki…”

 

“Emin olmadığın bir kız için gemileri yakma.” diye tamamladı Asil. “Kurt abinin ne söylediğini anladım. Ben de kurcalamayın, diyorum. Arınma’ya toplantıyı yakında ayarlayacağımı, ısrarlarının beni yalnıca öfkelendirdiğini iletin.”

 

Kurt, Cengiz’in oturduğu taburenin bacağına tekme attı. Cengizi altından kaymak üzere olan tabureyi son anda tutup, “Ne yaptım abi!” diye sordu.

 

Kurt’un kaşları çatılmıştı. “İş konuşmaya mı geldik buraya, yavşak Ne karıştırıyorsun Arınma’yı. Gecemiz gündüzümüz Arınma olmuş zaten.”

 

Cengiz gizli saklı gülümsedi. “Hastanede gördüğün kıza bakarken öyle demiyordun ama.“

 

Kurt boş rakı şişelerinden birine uzandığında Cengiz koca cüssesini masanın altına gizlemeye çalıştı. “Lan! Evli barklı bebekli kadınla ne işim olur?”

 

“Valla ben bakışının yalancısıyım abi.” Ellerini bir sinema perdesini tarif etmek üzere açtı saklandığı yerden. “O an sanki seni elektrik kabloları ayağına dolanıp seni çartı.”

 

Kurt ayağa fırladı. “O kabloları senin götüne sokunca da böyle konuşabilecek misin bakalım.”

 

Kurt adım attığı an Asil, “Otur.” dedi. Arkasına saklanmak üzere olan diğer adama bakmadı. “Cengo, sen de geç yerine.”

 

Kurt yerine geçip sinirle mezeden kaşıkladı. Cengiz yeni kadehinden üçüncü yudumu aldıktan sonra kederlenip bir sigara yaktı.”O değil de ben hala doktorun pansumana yok demesinin şokunu atlatamadım. Bir an acaba ben mi yanlış duydum, dedim ama yok. Gözümün içine baka baka Noyan Korkutel’in özel davetine icabet etmedi ya la.”

 

“Harbi kızmış.” dedi. Kurt. “Onun yerine Asil başka bir kadın doktoru çağırsak, ayakları narin poposuna vura vura gelirdi.”

 

Cengiz şahsına münhasır şekilde sesli olarak güldü. “Bence kadın doktorlar birbirini pıçaklar, sağ kalan gelirdi.” İkisi birden güldü. Asil gülmedi. Bu yüzden konuyu kapattılar.

 

Biraz sonra Cengiz, “Madem bu gece işten, güçten, Arınma’dan konuşmuyoruz ben bir itirafta bulunacağım.”diye konuşurken küllü sarı saçlarını kurcaladı. Kahverengi gözlerini patronunun yaptığı gibi karanlığa dikti ve sigarasından derin bir nefes çekti. “Bazen bir evimiz olsa, nasıl olurdu diye düşünüyorum.”

 

“Mağarada mı yaşıyoruz?” diye sordu Kurt.

 

“Öyle değil be abi. Söylemek istediğim normal bir ev. Şu herkesin yaşadığından. Sen ve ben nasıl olduğunu bilmeyiz; biz yetimhanenin soğuk duvarlarına doğduk ama Asil öyle değil. O, bilir.”

 

Asil kıpırdamadı. Hiçbir şey söylemedi ama kafası susmuyordu. Hayatının ilk on yılını ve o on yılda yer edinenleri hiç unutmamıştı. Sıcak bir mahalle nasıl kokardı, hala biliyordu. Annesinin taze çöreklerinin tadını hala biliyordu. Babasının sırtını sıvazlayışının hissettirdiklerini hala biliyordu. Eleni Teyzesinin neşeli kahkahalarının sesini, Ahmet Amcası bisiklet sürmeyi öğretirken kalbinin nasıl attığını hala biliyordu.

 

Mavişi büyük çocuklara karşı korumanın nasıl gururlu hissettirdiğini hala biliyordu.

 

“Etme merak.” Kurt böyle söyledi ama nadiren de olsa onun da merak ettiği şey sıradan bir ev oluyordu. “Bizler akşam eve, karısına, çocuklarına alın teriyle giden adamlar değiliz. Elimiz ekmek değil, silah tutuyor. Parmaklarımıza emek değil, kan kazınmış. Hiçbir kadın o evlerin kapısında biz gibi adamları beklemek istemez. Zaten biz de hiçbir kadından bizi beklemesini istemeyiz.”

 

“Ya Asil?” Cengiz başını dostuna çevirdi. “Belki o Maviş yengeyle normal bir haya-”

 

“Bizim için öyle bir ihtimal yok, Cengo.” Asil’in gözlerindeki kararlılık sarsılmazdı. Sözleri anlık bir karara ait değildi. Kafası patlayıncaya kadar düşündüğü zamanlar olmuştu. Bulunduğu mertebeye Mavi’yi bulmak için ulaşmıştı ama öyle bir yoldu ki girdiği, Mavi’yi bulsa bile vazgeçemezdi. Ayağa kalktı, bir elini cebine uzandı, diğerinde tükenmek üzere olan sigarası vardı. Yürüdü, bilekleri suyun içine gömülünce durdu ve uzakların sarıp sarmaladığı dağlara baktı; ışığı yanan evlere, ardındaki yüzbinlerce yaşama… Tükettiği yaşamların hayaleti daima yanıbaşındaydı.. Alışmıştı. “Kurt haklı. Biz sıradan bir hayata giden gemileri çoktan yaktık. Bilirsiniz, düşünmemiz gereken yalnızca kendimiz değiliz. Bir söz verdik. Bir yola çıktık.” Kararan ela gözlerinden binlerce zebani sarktı. Bir yanı zebanileri gözbebeklerine esir etmişti. “Ne yolumuzdan ne sözümüzden dönmemiz hiçbir kitaba sığmaz.”

 

“Ya Mavi?” diye sordu Kurt. “Onu bu yaşamın neresine sığdıracaksın?”

 

Asil, omzunun üzerinden Kurt’a baktı. Gülümsedi. Sonra işaret parmağı şakağına dokundu. “O burada.” Göğsüne dokundu. Tam ortasına. “Burada. Bir bilsin de beni, bir hatırlasın. Hiçbir yer bulamazsam, kaburgalarımda saklarım ben onu.”

 

“Ulan be!” Kurt kadehini başına dikti. Bir sigara daha yaktı. “Sıradaki kadehimi kara sevdana içiyorum.” Kurt boşalan üç kadehi de doldurduğunda Cengiz ile birlikte Asil’in yanına yürüdü.

 

Asil, kadehini uzun ve esmer parmaklarıyla sardıktan sonra kaldırdı. “Kara sevdama.”

 

Cengiz neşeyle, “Maviş yengeme.” dediğinde, Kurt’de neşesi yerine geldiği için “De haydi!” dedi. “Tokuşturun da içek.”

 

Kadehlerin kalçaları birbirine çarptı ancak dudaklara ulaşamadan çalmaya başlayan telefonun sesi duyuldu. Kurt duraksadı, çenesini yukarı kaldırıp gözlerini bir saniyeliğine kapattı ve ağzının içinde bir küfür yuvarladı. Bunun bir anlamı vardı. Rakı günlerinde telefonlarını yanlarına almazlardı. O günlerde Kurt ve Cengiz, adamlara gerekmedikçe aramamalarını söylerdi. Şu an çalan telefon, hayati durumlarda ulaşılabilecek ve daima açık olan tuşlu telefondu.

 

“Bu kez duymasak? Ha canını yediğim?”

 

Asil kadehindeki tüm içkiyi başına dikti. O gece yeni bir kadeh daha içemeyeceğini biliyordu.“Aç.”

 

Kurt teklif ederken bile edileceğini biliyordu. Bu yüzden ceketine uzanmış, telefonu almıştı. “Ha? Konuş.” Dinledi. Duyduğu her ne ise dudağının bir köşesi kıvrılarak döndü Asil’e. “La Hido, rakı keyfimizin içine ettin diye oraya gelince eşek sudan gelene kadar dövecektim ama sırf bu haberi verdiğin için sadece ensene bir şaplak atmakla yetineceğim.” Bir süre daha dinledi. O sürenin sonunda “Bağlayın.” dedi. “Birazdan orda oluruz.” Telefonu kapattı, cebine attı. Konuşmadan evvel ellerini sıvazladığında, Asil artık vereceği haberi biliyordu.

 

“İti yakalamışlar. Gizlice mekana girmeye çalışmış. Bizim çocuklar paket yapmış, bizi bekliyorlar.”

 

Asil’in hoşuna gitmeyen bir detay vardı. “Mekandan başka paket yapacak yer bulamamışlar mı?”

 

“Mekanda olay sevmediğini biliyorum ama çocuklar biz başlarında değilken ne yapacaklarını pek kestiremiyor. Mazur gör.”

 

“Görelim, bakalım.” Ceketini altı, önden ileriledi. Avucu kaşınmaya başladığı andan itibaren yalnızca Noyan Kokutel’di.

 

Ve Asil ile Noyan birbirine hiç benzemiyordu.

 

Mekanın üstündeki iki kattan ikincisinde, dar ve uzun koridorun karşısında bulunan siyah kapılı odaya doğru yürüdüler. Kurt kapıya yaklaştıklarında öne geçti ve kapıyı patronu için açtı. Boş odada yalnız bir sandalye, sandalyenin üzerinde bağlı ve yüzü yer yer kanlı bir adam ve adamın yanında da elleri kanlı iki koruma vardı. Penceresiz odayı aydınlatan siyah sarkıt avizenin ışığı sarı ve yetersizdi. Yaşanan arbedeyi ele verircesine sallanıp duruyordu.

 

Noyan Korkutel içeri bir adamı attığında korumalar bağlı adamı çözdü ve bir miktar geri çekildi. Noyan ikinci adımını attı. Attığı üçüncü adımda, sert yumruğu sandalyedeki adamın yüzünde patladı, o yumruktan sonra adam artık sandalyede değildi.

 

“Abi yapma!” Düştüğü yerde duvarın dibine kadar sürünürken, hiç görmediği ama namını fazlasıyla duyduğu Noyan’a baktı. “Beni yanlış anladı-”

 

“Ben kimim?

 

Adam tek solukta söyledi. “Noyan Korkutel’sin.”

 

“Ben kimin?” diye sordu tekrar. Duymak istediği cevabı alamamıştı Noyan.

 

Adam yutkundu. Ağzını açmaya korkuyordu ama karşısındaki adamın şakası olmadığını da biliyordu. Söylemek zorundaydı. Susarsa zaten ölecekti. Konuşursa belki bir ihtimali olabilirdi. Tek düşündüğü buydu. “Arınma’nın liderisin.”

 

Noyan Korkutel, etkilenmiş gibi çenesini sıktı ve başını salladı.

 

“Kim için çalışıyorsun?”

 

Adam yutkundu. Duvarın dibine ulaştığı için Noyan'ın kendisine yakın sayılmamasına rağmen yalan söylemeye korktu. “Abi, öldürürler beni.”

 

Noyan ellerini ceplerine soktu. Başını geriye atıp boynunu çıtlattıktan sonra yeniden adama baktı. “İkinci kez sormayacağım.”

 

Adam düşündü. Burada kafasının uçurulması ve parçalara ayırıp çöp poşetine doldurulması o kadar da zahmetli olmazdı. Noyan Korkutel’in Arınma’nın lideri olduğunu öğrendiğinde, artık canının tehlikedeydi, biliyordu. Eğer patronunun istediği gibi böceği Noyan’ın mekanındaki odasına yerleştirmeyi başarabilseydi, o yoldan geri dönebilirdi ama şansı yaver gitmemişti, yakalanmıştı. Susarsa ölürdü. Konuşursa özgür kalma şansı var mıydı? O ihtimal, konuşmaya değerdi. “Yılmaz Sungurlu. Onun adamıyım.”

 

Noyan şaşırmadı. Arınma’nın lideri olduğunu bilen ancak bir çete liderleri olabilirdi. O liderler Arınma’nın bir parçası olabilmek için ağır şartlar barındıran bir gizlilik sözleşmesi imzalamışlardı. Değil adamlarına, en yakınlarına bile ne Arınma’dan ne de kurucusundan bahsedemezlerdi.

 

Yılmaz Sungurlu gizlilik sözleşmesini ihlal etmişti.

 

Kurt, tesbihini parmaklarının arasında sertçe çevirdi.

 

Cengiz parmaklarını çıtlattı.

 

“Yılmaz, böceği neden mekanıma yerleştirmek istedi?” diye sordu Noyan. “Bana amacını söyle.”

 

“Bilmiyorum.” Adam korkudan titredi. “Yemin ederim bilmiyorum. Ben sadece bana söyleni yaptım. Bizler emir eriyiz. Biliyorsun sen de abi! Yapmak zorundayız.”

 

Noyan, Kurt’a baktı. Kurt, sıranın kendisine geldiğini anladı. Küçük adımlarla yürürken, korumalara adamı yerden kaldırmalarını işaret etti. Adam yeniden sandalyeye oturtulduğunda Korkut arkasına geçti. Ani bir hamleyle ellerini adamın omuzlarına koyduğunda adam sıçrayamadı bile. Kurt eğildi dudaklarını adamın kulağına yaklaştırıp, “Şimdi.” dedi kalın ve oturmuş sesiyle. “Söyle.”

 

Adam oturduğu yerde küçültü. “Ne söyleyeyim abi? Bilsem söylemez miyim! Yeminle söylerim. Ne söyleyeyim?”

 

“Oğlum…” Kurt adamın kulağına daha fazla eğildi. Parmakları omuzlarını daha fazla sıktı. “Ananın kızlık soyadını soracak halimiz yok, değil mi?”

 

“Yok abi.”

 

Kurt parmaklarını daha da fazla sıktığında adam inledi. “Konuşsana o zaman lan! İlla bir yerin elimde mi kalsın?”

 

“Tek bildiğim Sungurlu’nun Arınma’ya dost olmadığı. Arınma’yı çökertmek istiyor ama yemin ederim nedenini bilmiyorum.”

 

Cengiz yumruğu sıkarak Noyan’ın yanına geçti. “O angutu hiç gözüm tutmamıştı zaten.” Sandalyedeki adama kızgınca baktı. “Sen de yemin edip durma lan.”

 

Kurt ellerini adamdan ayırıp doğruldu. Adamın daha fazlasını bilmediğine üçü de ikna olmuştu. “Bunu ne yapalım Haçlı?”

 

Noyan, kendisine yalvaran gözlerle bakan adama arkasını döndü. “Bir süre mahzende tutun. Sonrasını biliyorsun.”

 

Kurt başıyla emri alırken, Noyan arkasını döndü, odadan çıktı. Koridorda önünden geçtiği iki odanın ardından kendi odasına ulaştı. Haftanın bazı günleri, duvarları beyaz boyalı o geniş ve ferah odada kalırdı. Yorgun değildi ama yakın zamanda kan kaybettiği için, yarasına pansuman yaptırmadan saatlerce içtiği için ve düşünmekten beynini uyuşturduğu için uzun bir banyonun ardından dinlenmeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. En azından gün doğumuna kadar uyumadan odadan çıkmayı planlamıyordu. Gömleğinin düğmelerini açarken, gözü monitöre takıldı. Mekanın güvenlik kamerası görüntüleri, monitörün ekranında dört farklı açıyı gösterecek şekilde ayarlanmıştı. Noyan görüntüleri izlerken düğmeleri açmaya devam etti. Bunu her zaman yapmazdı; yalnızca bir gariplik sezdiği ya da olay çıkaracak tipleri gözüne kestirdiği zaman odasına çıkar ve kameradan tespit ettiklerinin eşgalini korumlarına verir ve derhal atılmalarını emrederdi. Ancak şimdi ne bir gariplik sezmişti ne de tekin olmayan tipler gözüne takılmıştı.

 

Yalnızca içinden bir ses, bakmasını söylüyordu.

 

Gözünün bir noktada takılmasıyla duraksadı. Monitöre yaklaştı, emin olmak için bar kısmını gösteren kamera görüntüsünün tüm ekranı kaplamasını sağladı.

 

Artık emindi.

 

Doktor hanım mekanına gelmişti.

 

Dudakları usulca kıvrıldı.

 

Kırmızı loş ışık ve dumanlar onu net olarak görmesine izin vermiyordu ama eğlenen diğer insanların aksine onun bir köşede oturup, sessizce ve hareketsizce içkisini içtiği görebiliyordu. Parmakları ekrana uzandı ama ayakları oldukları yerde kalmamak için parmaklarından daha ısrarcıydı. Planladığı gibi odada kalıp uyuması gerekiyordu ve o planlarını sekteye uğratmayı seven bir adam değildi. Düşünmedi. Gömleği omuzlarından sıyırıp, odanın ortasında bulunan yatağın üzerine attı. Gözünü monitörden ayırmadan, ahşap askılığa uzandı ve ütülü siyah gömleklerden birini alıp giydi.

 

Adımları odanın dışına taşarken, bozmaktan haz aldığı daha iyi bir plan hiç olmamıştı.

 

*

 

Gerçekten mutlu olduğun kaç an var Deniz, diye sordu içimin en izbe köşesindeki Burgonya Kızı. Korkudan titrediğin, şaşkınlıktan kıpırdayamadığın, ağlamaktan içinin çıktığı kaç an var?

 

İliklerine kadar acı çektiğin kaç an var Deniz?

 

Çünkü benim yok, diye inledi içimin en karanlık köşesindeki Burgonya Kızı. Ben kan dökmeyi severim, ben kanla beslenirim. Senin tamamen bana teslim olduğun anları… Tamamen, etinle kemiğinle ben olduğun anları severim.

 

Eskiden daha çok bendin, hatırlıyor musun, diye sitem etti içimin en yalnız köşesindeki Burgonya Kızı. Annemiz ölmeden önce, Deniz bize hiç uğramıyordu. Onu yalnızca gerektiği zamanlarda ortaya çıkarırdık

 

Sonra bir çöp gibi geldiği yere fırlatırdık.

 

Kendine gel! diye haykırdı içimin en acımasız köşesindeki Burgonya Kızı. Karşındaki adam, kurbanın, mahkumun, maktülün; sana dormarmak almak istediği için sarsılamazsın…

 

“Dondurma seversin.” Gülümsedi Korkutel. Öyle böyle bir gülümseyiş değildi. Sarı gözleri bir gözümden diğerine dolaşırken, bir maden bulmuş gibi sevinçliydi.

 

Yutkundum. Sarsılan yanıma sert bir set çekip, “Ben dondurma sevmem.” dedim. “Tatlı olan hiçbir şeyi sevmem.”

 

Sevinci gözlerinden birer yıldız gibi kaydı. Karanlığa çalan kırmızı ışığın altında bana bakmaya devam ederken, belli belirsiz başını salladı. Ne aramızda ve etrafımızda dolaşan dumanlar ne de kulak parçalamak istercesine gümbürdeyen müzik hayal kırıklığını gizleyemedi.

 

Hiç tanımadığınız birini defalarca kez hayal kırıklığına uğratabilir miydiniz?

 

Kaçan kovalanır, teorimde mola verme zamanımın geldiğini anladım. Usulca içine sızarken, onu fark ettirmeden zehirlemeye başlamam için beynim gerekli komutu veriyordu.

 

Gülümsedim. “Ama viski severim.” Boşalan kadehimi tuttuğum yerde, dizlerimin üzerinde salladım. “Benimki bitti.”

 

Bakışları kadehime kaydı ama baktığı kadehim değildi. Düşünüyordu. Üstelik suyun yüzeyinde de değildi düşünceleri; en dipte boğuluyordu.

 

Ne düşünüyorsun Korkutel?

 

“Evinize pansumana gelmeyen doktorlara içki ısmarlamıyor musunuz yoksa?”

 

Sözlerim düşüncelerini bıçak gibi böldüğünde, sarılarını yeniden yüzüme dikti. Gülümseyişimin kaskatı ifadesini nasıl adım adım ve an be an böldüğünü izledim.

 

Bir sözümle, bir bakışımla onu darmadağın ediyordum. Sonra bir şekilde küllerinden yeniden doğmasını sağlıyordum. Ne yaptığımı, nasıl yaptığımı ise bilmiyordum. İşte bu, tüm hayatım boyunca şahit olduğum en ilginç detaydı.

 

Elini kaldırdı. Bakışlarını benden almadan gelen çocuğa iki viski söyledi. “Çocukken de sevmez miydin?”

 

Sorduğu garip soruların altında yatan nedenleri ciddi ciddi merak etmeye başlamıştım.

 

“Çocukluğumu pek hatırlamıyorum.” Ona kendim hakkımda verdiğim en gerçek bilgi buydu.

 

“Neden?” İşte, sarılarında yine aynı havai fişekler yanmaya başladı. Başımı ona daha fazla çevirdiğimde yüzlerimiz arasında ancak iki karış vardı ve nihayet dudaklarından süzülen anason kokusunu alabilmiştim.

 

“Rakının üzerine viski, bozmasın?”

 

Kaşlarından biri hafifçe hareketlendi. “İçkiden anlıyorsun.”

 

“Yalnızca sevdiklerimden.”

 

“Hangilerini seviyorsun?”

 

Gelen yeni viski kadehini dudaklarıma yaklaştırdım. “Viski akşamları ama… Akşam üstleri rakı.” Bir gerçek bilgi daha. Müstakbel katilini tanıması da gerekiyor, değil mi?

 

“Kuralları olan tek içkidir rakı.” Kalın sesi, ciddi ve erkeksi ve kısılınca en az kendisi kadar seksiydi. “Kurallara uymazsan, rakı bunu kendine hakaret sayar.”

 

Şaşırmış gibi yaptım. “Neymiş o kurallar?”

 

Kadehi tutan parmaklarından işaret olanı kalktı. “Bir, rakı herkesle içilmez.” Orta parmağı kalktı. “İki. Rakıya su katılmaz.” Yüzük parmağı kalktı.”Sarhoş olmadan masadan kalkılmaz.” Serçe parmağı da kalktı ama konuşmadı.

 

“Son kuralı söylemediniz, Noyan Bey?”

 

“Söylemeyeceğim.” deyince dudaklarımdaki gülümsemenin sekteye uğramaması için uğraştım. Parmaklarını kapattı, dudaklarının bu kez sadece bir kısmı kıvrıldı. “Onu ancak yaşayarak öğrenebilirsin.”

 

Yavaş gel Korkutel. “Bu bir rakı teklifi mi?”

 

“Pansumanım gibi geri çevirmeyecekseniz, doktor hanım.”

 

Ulan sana ölmeden önce en az on kez üst üste Deniz, derdirtmezsem bana da Burgonya Kızı demesinler.

 

“Pansumanınız,” dedim bir doktor olarak önemseyerek. “Yaptırdınız, değil mi?”

 

Cevap vermedi. Suskunluğundan çıkarılacak anlamı çıkardım. “Ah, enfeksiyon kapabilir!”

 

Çok tatlısın, dedi Burgonya Kızı alayla. Seni küçük, düşünceli doktorcuk.

 

Viskisinden yudumlarken bile bakışlarını yüzümden almadı. Gözlerinin altındaki morluklar uzun zamandır yeteri kadar uyumadığını söylüyordu. Sol elinin parmak boğumundaki taze yaraları ise daha yanıma otururken fark etmiştim. Birinin canını yakmış, sonra da gelip yanıma oturmuştu.

 

“Endişeni gidermek isterim.” dediğinde eğlenen sesinin aksine ifadesinin ne kadar ciddi olduğunu gördüm. Başıyla üst katı işaret etti. “Odam orada. İstediğin malzemeleri on dakika içinde sağlarım.”

 

Bir mekanın ortasında içiyorduk. İkimiz ilk kez bir mekanda içiyorduk ve gecenin sonunda beni odasında görmek istemesinin tek bir anlamı vardı; beni yatağa atmak. Ancak beni yatağa atmak isteyen erkeklerin nasıl baktığını biliyordum. Noyan Korkutel kesinlikle onlar gibi bakmıyordu.

 

“Ah! Noyan Bey, sizde mi buradaydınız?”

 

Leven yerinden kalkıp belirgin bir yalakalıkla Noyan’ın karşısına geçti ve elini uzattı. “Ben doktorlarınızdan Levent Başaran.”

 

Noyan, önce Levent’e, daha sonra kendisine uzanan eline baktı. İsteksiz ve kısa bir tokalaşmanın ardından Levent, “Nasılsınız?” diye sordu. “Ağrınız var mı?”

 

“İyiyim.”

 

Noyan’ın kısa ve bence yeterli olan cevabı Levent’i mutlu etmedi.O sırada Belinda dirseğiyle beni dürttü. Yanımdaki aşiftenin ne istediğini biliyordum.

 

“Merhaba!” Belinda da ayağa kalkıp yanımda durdu ve Noyan’a elini uzattı. “Ben de Deniz’in arkadaşı Belinda.”

 

Noyan onun da elini sıktı. Belinda, beğeniyle Noyan’ı incelerken, “Levent Bey mekanın size ait olduğunu söyledi.” diye konuştu. “Gerçekten çok zevklisiniz.”

 

“Dekoru mimarlara ait. Yine de sağolun.”

 

Bu kadar nazik bir adamsan parmak boğumların neden kanlı Korkutel?

 

“Bence eminim sizin de katkınız vardır. Bir kere konumu bile çok güzel.” diyen Belinda’yı kendime çekip gülümsememi bozmadan konuştum. “Hemen yerine geçmezsen belanı sikeceğim.”

 

Belinda bozularak ama bozulduğunu belli etmemeye çalışarak “Ah!” dedi. “İçkim bitmiş. Levent Bey! Birlikte içkilerimizi tazeleyelim mi?”

 

Levent başıyla onayladıktan sonra yanımızdan ayrılırken, girişte Kurt’u gördüm. Yanında iki kadın vardı ve bu tarafa doğru geliyorlardı. Kadınlardan biri esmer, uzun ve inceydi. Diğeri onun kadar uzun değildi ama ince topuklu ayakkabılarının üzerindeki vücudu kadınsı, yuvarlak hatlara sahipti. Kumraldı ve yaklaştıkça gözlerinin de renkli olduğunu görmüştüm. Önden ilerlemesine bakılırsa Korkutel’in kırığı oydu.

 

“Noyan…” Kadın, gülümseyerek Korkutel’in dibine kadar girdiğinde “Merhaba.” dediğini dudaklarından okudum.

 

Kurt, kadınların arkasından yaklaştı, bakışlarıyla patronundan özür dilediğini anladım. Anlaşılan o ki bu plansız görüşmeler patronunun hoşuna gitmiyordu. Tesadüf bile olsa…

 

Kurt beni başıyla selamladı. Başımla selamını aldım. Görevini tamamlayarak uzaklaştı ama patronunu göz hapsinden çıkarmadığını biliyordum. Konuşmadığı zamanlarda yırtıcı bir hayvan gibi görünüyordu.

 

“Merhaba.” dedi Korkutel. “Bu gece parti de olacağınızı sanıyordum.”

 

Esmer olan kadın neşeyle dudaklarını Korkutel’in yanağına bastırdı ve onu samimi bir şekilde öptü. “Vazgeçtik abicim!” Yanındaki kadına bakarak, “Başak istemedi.” diye bağırdı sesini duyurabilmek için. “Biz de buraya gelelim, dedik.”

 

Adının Başak olduğunu öğrendiğim kadın bakışlarını bana çevirdi. Geldiği andan beri bunu bekliyordu. “Bizi arkadaşınla tanıştırmayacak mısın, Noyan?”

 

“Evet,” dedi esmer olan. İri, kahve gözleri yaşam enerjisiyle parlayıp duruyordu. “Ben de ilk kez görüyorum.”

 

Doktor Deniz’e yakışacak nezaketle ayağa kalktım ve elimi önce beni tepeden tırnağa inceleyen Başak’a uzattım. “Merhaba, ben Deniz.”

 

Başak elimi sıkarken, küçük beyniyle bana tehditkar bakışlarını gönderdi. Muhtemelen Korkutel’e sırılsıklam aşıktı ve yüz bulamıyordu. “Ben de Başak.”

 

“Ben Peri! Noyan Kokutel’in biricik ve tek kız kardeşiyim.”

 

Peri’nin de elini sıktığım sırada Korkutel, “Doktor Hanım, hastanemizde çalışıyor.” diye açıkladı.

 

“İlk kez bir doktoru burada görüyorum.” Başak, denen kadın kesinlikle kıskançlıktan kuduruyordu. “Buraya davet ettiğine göre sanırım yaranı Deniz Hanım tedavi etti.”

 

“Hayır.” Korkutel’e söz hakkı tanımadım. “Noyan Bey’in şahsi doktoru ben değilim ve burada oluşum tamamen bir tesadüf.” Korkutel’e bakıp gülümsedim. “Kendisi o kadar nazik ki beni görünce selam vermek için yanıma uğradı.”

 

Peri, kimseye sormadan Belinda’dan boşalan yere geçip oturdu ve barmene bakıp sadece dudaklarını kıpırdattı. Ağzını okuduğum kadarıyla her zamankinden, demişti. “Biliyor musun Deniz? Ben de küçükken doktor olmak istiyordum.”

 

“Öyle mi? Şimdi ne okuyorsun?”

 

Şaşkınlıkla “Okuduğumu nerden bildin?” diye sordu.

 

İnsanlar hakkında ilk izlenimlerim her zaman nokta atışı olurdu. Çoğu zaman bir bakışlarından hangi çöpüğün iti olduklarını anlardım. Karşımdaki kız en fazla yirmi yaşındaydı. Başak ile yakın arkadaş olduğu için ve Başak’ın da ağabeyine ölüp bittiğini bildiği için küçük aklıyla beni lafa tutarak yanımıza oturmuştu. Kendince beni ağabeyi ile yalnız bırakmamaya çalışıyordu ve ben bu numarasını mecburen yemiş gibi yapacaktım. Çünkü Korkutel gibi zekasını tüm hatlarıyla kullabilen bir adamın yanında ne kadar aptal görünürsem, o kadar az şüphe çekerdim.

 

“Çantan.” Hızlı bir tarama ile kendime istediğim yanıtı yarattım. “Üniversite arması var.”

 

Peri ellerini birbirine vurarak gülümsedi. “Aaa! Doğru ya.” Yanındaki sandalyeye vurdu. “Otursana Başak, ayakta kaldın.”

 

Başak memnuniyetle oturduğunda Peri numaradan bize baktı. “Ya böyle sormadan oturduk ama bir sakıncası yoktu değl mi?”

 

“Sormanı tercih ederdim.” dedi Korkutel. “Ayrıca Ufuk nerede? Sana Ufuk yanında olmadan dışarı çıkmamanı söylemiştim.”

 

“Off abi!” dedi Peri dudaklarını uzatarak. “Ben daha on dokuz yaşındayım! Nasıl bir korumayla gezmeye alışabilirim ki?”

 

Hımm, dedi Burgonya Kızı. Kız kardeşinin bile peşine koruma takıyor seninki, Deniz. Demek ki işler tahmin ettiğimizden daha ciddi.

 

“Peri.” Korkutel’in sesi kesinlikle itiraz kabul etmiyordu. “Bir daha Ufuk’u yanında görmezsem bu saatlerde evde oturuyor olursun.”

 

“Ama Ufuk abi çok sıkıcı.”

 

“Kurt’u mu vermemi istersin?”

 

Peri’nin gözleri açılabildiği kadar açıldı. “Hayır! Tamam, sen kazandın. Ben Ufuk abiyle mutluyum.”

 

“Güzel.”

 

Peri, Başak’a manidar bir bakış atıp, “Biliyor musun abi? Başak resim yarışmasına katıldı.” dedi. “Karakalem ile birinin portresini çizmesi gerekiyor. Ben de düşündüm ki… Bu kişi sen olabilirsin abi! Sonuçta böyle kemikli ve erkeksi bir yüz karakalemle muhakkak çizilmeli.”

 

Ah Periciğim. Adım gibi eminim senin fikrin olduğuna…

 

“Eğer bu haftanın bazı günlerini bana ayırabilirsen, seni çizmeyi, çok isterim Noyan.” Başak, maşalı saçlarını omzunun gerisine atıp, “Peri’ye katılıyorum.” dedi. “Seni çizmek benim için de çok keyifli olacak. Tabii sen de uygun görürsen.”

 

Korkutel pek hevesli görünmüyordu. “Bakarız.”

 

Saatimi kontrol ettikten sonra Korkutel’e dönüp, “Benim gitmem gerekiyor.” diye bildirdim. “Yarın nöbetim var. İçki için teşekkür ederim Noyan Bey.”

 

Cevap vermek için dudaklarını araladı ama her ne söyleyeceksen duraksadı.

 

Ne o Korkutel? diye sordu Burgonya Kızı. Yoksa bizi eve bırakmayı mı teklif edeceksin?

 

“Aracın var mı? Yoksa taksi çağıralım.”

 

“Aracım var.” dedim minnettar bakışlarla. “Çok düşüncelisiniz. Lütfen pansumanı ihmal etmeyin. Görüşmek üzere Noyan Bey.”

 

Eli kıpırdadı ama uzanmadı. Ban gözleriyle tebessüm etti. “Görüşeceğiz doktor hanım.”

 

Kızlara başımla selam verdiğimde, suratların gidişimi verdiği memnuniyeti gördüm. Özellikle de Başak’ın… Başka bir zamanda böyle küçük oyunları dikkate almazdım ama nedense şimdi irite olmuştum.

 

Sen kaşından Başşak.

 

Uzaklaşırken Belinda’ya işaret ettim ve Doktor Levent’e başımla selam verdim. Belinda peşime takıldı ama on adımdan fazlasını atamayacağını henüz bilmiyordu. Mekanın çıkışına doğru yürürken, geldiğimden beri beni kesen ve tipinden tekin biri olmadığını ele veren herife çapkın bir gülümseme ve davetkar bakışlarımı gönderdim. Ardından vurucu darbeyi indirip göz kıptığımda adam mesajımı alıp peşime takıldı. Adımlarımı yavaşlatarak Kokutel’in görüş açısından çıkmamayı başarırken adam yanımda bitti.

 

“Selam güzelim.” Zayıf ama uzun boyluydu. Kollarının tamamı dövmelerle kaplıydı. Ellerinden birini omuzlarına dökülen siyah saçlarından geçirirken, “Gidiyor musun?” diye sordu sarhoş olduğunu ele veren konuşmasıyla.

 

Durdum. “Pardon, tanışıyor muyuz?”

 

Adam güldü. “Şakacı seni.” Beni baştan aşağı süzerken, “Ne yapalım?” diye sordu. “Burada kalalım mı? Yoksa bildiğim iyi bir mekan var.”

 

Belinda yanımdaydı ama konuşmadı. Bıraksam bu sarhoş herifin de üzerine atlayacağından emindim.

 

“Sizi tanımıyorum. Lütfen önümden çekilir misiniz?” diye sordum masumca. “Sanırım beni biriyle karıştırdınız.”

 

Adamın kaşları çatıldı. Ha şöyle, gel bakalım istediğim kıvama. “Dalga mı geçiyorsun kızım?” Bir adım atarak bana daha fazla yaklaştı. “Daha bir dakika önce bana iş atan sen değil miydin?”

 

Dudaklarımı şaşkınlıkla araladım. “Sanırım sahoşsunuz. Çekilin önümden.” Gitmek üzereyken kolumdan tuttu ve başını yüzüme eğdi. Bir yönetmen olsam ve karşımdaki adam da her söylediğimi yerine getiren bir oyuncu olsa, daha iyi oynayamazdı.

 

“Sarhoş olan sensin ki az önceki bakışını hatırlamıyorsun?”

 

Başımı kaldırdım, adamın yüzüne bakarken, Korkutel’in göz hapsinde olduğumu biliyordum. “Nasıl bakmışım?”

 

“Nasıl mı?” Adam pis pis güldü. “Beni yatağa at, diye yalvardı bakışların.”

 

Geri çekilip adama amatörce tokat attığımda çevremizdeki birkaç kişi oynamayı bırakıp bizi izlemeye başladı. Korkmuş gibi geri çekilecektim ama adam öfkeyle koşuma yapıştığında yapmam gerekeni yaptım ve tutuşundan kurtulmaya çalışırken gücüm ona yetmiyormuş gibi davrandım. Aslında gücümün onda birini bile kullanmıyordum.

 

“Kaşınıyor musun lan sen!” diye kükredi adam içkili nefesini suratıma savurarak. “Kaşınıyor musun kızım sen!” Adam beni daha fazla kendine çekmek istedi ama bunu yapamadan parmakları kolumdan kayıp gitti. Aldığı darbeyle önce havada savruldu, sonra da mekanın tam ortasına, dans eden insanların arasına düştü. Müzik sustu. İnsanlar bağırarak kaçıştı.

 

Yüzümdeki sıradan, korkmuş bir kadına ifadeyi pekiştirip, geriye baktığımda tahmin ettiğim gibi Korkutel’i gördüm. Yumruklarını sıkmış, göğsü öfkeli nefesiyle inip kalkıyordu. Katık kaşlarının altından yerde kıvranan adama doğru “Atın şu iti mekanımdan.” diye emretti.

 

Burgonya Kızı gülümsedi. İşte benim kızım.

 

Canım çok yanmış! olacak ki kolumu sıvazladım. Korumalar hızlı bir girişle adamı kollarından tuttukları gibi derdest ederek dışarı çıkarırken, Korkutel’in el işaretiyle müzik yeniden başladı.

 

“İyi misin?”

 

Yavaşça ona döndğümde şakaklarında şişen damarları bana el salladı. Kaşları en gergin seviyesindeydi. Sesine yansımamış olsa da hala öfkeliydi. Bakışları tuttuğum kolumda oyalanırken, öfkesinin şiddetlendiğini hissettim. Yumruğu atan eli hala yumruk formundaydı ve tahmin ettiğim gibi yumruğu kolu yaralı olan sol eliydi atmıştı. Hastanede yarasına tırnağımı sapladığımda bileğimi sol eliyle tuttuğundan beri gözlemlemiştim, solaktı. Bu yüzden küçük gösterimer başlamadan önce eğer adamı dövecekse, bunu sol eliyle yapacağını da biliyordum. Dolayısıyla dikişlerinden birkaçı patlamıştı. Korkutel’in şu an istediğim ve hesapladığım gibi benim yapacağım pansumana ihtiyacı vardı.

 

“Dikişleriniz!” dedim telaşla. “Kolunuzu o şekilde kullanmamlıydınız, Noyan Bey! Dikişleriniz açılmış olabilir!”

 

“Zaten açık da konuda o değil.” dedi rahatlıkla. Bir adım daha attı ve tam önümde durdu. “Sen iyi misin?”

 

Başımı salladım. “Teşekkür ederim.”

 

Başını birkaç saniye için eğip, “Affet.” dedi. “Mekanımda böyle bir şey yaşamamalıydın.” Bunu söylerken hem çok güçlü hem de çok mahcup görünmüştü ve o duygu bir şekilde bana geçmişti.

 

“Önemli değil. Alkol her insanın için bir başka kimlik çıkarıyor.”

 

Gülümserken, yüzümde dolaşan gözleri öfkesini usul usul sildi. “Senin içinden nasıl bir kimlik çıkarıyor, doktor hanım?”

 

Gülümsemesine karşılık verdim.

 

Benim sahtekar gülümsemelerimin onda yarattığı ihtilal izah edilecek gibi değildi.

 

“Bu da benim sırrım olsun.” dedim rakı kurallarının dördüncüsünü gizlemesine dokunarak. “Şimdi… Yaranıza pansuman yapmam gerekiyor. Sizi bu şekilde bırakıp gidemem, bir doktor olarak…”

 

Eli sakallarına dokundu. Kısa fakat düzenli sakalları vardı. Çene kısmı bir miktar daha uzundu. Bazı zamanlar oradaki sakallarını çekiştiriyordu ve o zamanlardan birindeydik. Diğer eliyle işaret verdiğinde bir adam yanında bitti. “İlk yardım çantasını odama çıkarın.”

 

Bakışlarımı yüzünden ayırmadan Belinda’ya döndüm. “Levent Hocanın yanında biraz daha kalabilirsin. Noyam Beye pansuman yapmam gerekiyor. Seni alacağım.”

 

Belinda ne olduğunu pek anlamamıştı ama gazabımdan korktuğum için lafımı ikiletmedi. Korkutel’in inine girmek için hazırdım. Bunu bakışlarımdan okumasını sağladım. Korkutel yerinden ayrıldı ama yanımda duraksadı. Birlikte yürümemizi istiyordu. Elbette ki sevgili kurbanımı kırmayacaktım. Alandan ayrıldık, bizi çıkışa ulaştıracak koridoru solumuzda bırakarak, sol tarafa yöneldik ve önümüze çıkar merdivenlerden aşağı indiğimizde karşımızda sadece bir asansör vardı. Parmağımı çağırma düğmesine uzatacakken Korkutel bunu benden önce yaptı ve düğmeden gelen onay sesi, aslında bir parmak okuma sistemi olduğunu anlama yol açtı. Elbette anladığımı belli etmeyerek gelen asansöre geçtim. Arkamdan geldi, iki saniye sonra kapı kapanırken, Korkutel kat düğmelerine basmak yerine yüzünü aynaya döndü ve yine aynı onay sesi geldi. Bu bir gizli yüz okuma sistemiydi; karşımdaki adam sandığımda daha zekiydi.

 

İkinci kat düğmesinin kendiliğinden yanmasıyla asansör hareket etti. Aynı anda klasik müzik çalmaya başladı. Klasik müzik severdim. Bilhassa ellerim kanlıyken… Onunla yan yana duruyorduk. Omzum dirseğine temas ediyordu ve ben onu görmüyordum ama şu an beni izlediği biliyordum. Durduğunda asansör hafifçe titredi. Gülümsediğini duydum. İri bedenini bana çevirdi. Beklenmeyen, ani hareketleri vardı. Soğukkanlı olmasam benden şüphelendiğini düşünüp telaşlanabilirdim.

 

“Noyan Bey,” Yavaşça ona döndüm ve yüzünü görmek için başımı kaldırdığımda, çarpık gülümsemesi gözlerimin önüne döküldü. Bana bakmak için başını her eğdiğinde, sarıları alabildiği en kısık halini alıyordu. Uykuya düşecekmiş gibi görünüyordu ama aslında o uykunun bir noktasında başka bir zamana ulaşıyordu; beni de ben istemeden o zamana sürüklüyordu.

 

“Kaybettiğim zamanı yüzüme vurmamak için mi daha fazla uzamadın sen?”

 

Bir bulmaca parçası daha attı önüne, dedi Burgonya Kızı. Çöz çözebilirsin.

 

“Anlamadım.”

 

Bakışlarını yüzümden alıp çıkışa adım atarken, “Anlarsın.” diye fısıldadı.

 

Soldan üçüncü odanın kapısını açtı ve durup önden girmemi bekledi. Küçük adımlarla odanın ortasına doğru yürürken, bakışlarım gizli ve seri bir şekilde odanın içinde dolaşmaya başladı. En az elli metre kare büyüklüğünde olmasına rağmen orta alana konumlandırılmış ve sahibinin ebatlarına göre özel olarak tasarlanmış yatak ve parmak beyaz bir gardroptan başka büyük eşya yoktu. Pahalı markalara ait saat koleksiyonunun bulunduğu uzun cam masadan kapının sol duvarının önündeydi. Kapının tam karşısında kalan tüm camın bir köşesinde ayaklı askılık en az on beş siyah gömleği taşıyordu. Takıntılı herif.

 

Beyaz zemine topuklarımin izini bırakarak pencerenin dip köşesinde bulunan ahşap iskemleye doğru ilerledim. Önünde küçük, beyaz bir puf vardı. “Pansumanınızı burada yapabilirim.” Ona döndüğümde, adamından ilk yardım çantasını aldığını gördüm. İçeri girdi ve kapıyı kapattı.

 

Yalnızdık ve üzerimde yalnızca jartiyerime gizlenen bir jilet vardı. Sütyenimin telini çıkarıp yerine koyduğum tei ipi saymazsam…

 

“Nerede isterseniz, doktor hanım.”

 

Centilmen kurbanım yatağına doğru ilerledi. Parmakları gömleğinin düğmesine giderken, gözlerini gözlerimden ayırmadı. Düğmelerini açmaya başladığında ellerimi önüme birleştirdim ve biraz gerilmiş gibi davrandım. Gömleği geniş omuzlarından sıyrılıp, şişkin pazularından kaydı, yatağa düştü. Çekinerek ona kirpimlerimi kırpıştırdım. Sargısı kan içinde kalmıştı ama keskin hatlara sahip karın kaslarına ve belirgin adonislerine bakmaktan o kısma çok vakit ayırmamıştım. Pantolonundan taşan boxeri, terlediğinden dolayı parlak olan esmer teni Burgonya Kızının ağzını sulandırırken, yavaşça pufa oturdum ve ona arkamı döndüm.

 

İlk yardım çantasını önüme bıraktığında öncelikli olarak eldivenleri giydim. Korkutel yanımdan geçti, sallanan ahşap sandalyeye oturduğunda, dizlerimizin birbirine değeceği kadar yakındık. Parmaklarıma taktığım makası, sargısına götürdüm.

 

Tatlım, diye fısıldadı Burgonya Kızı. Kolu ile kalbi arasında çok bir mesafe yok, ne dersin?

 

Hayır, dedim. Onu kıskıvrak yakaladığımda kim olduğumu bilecek. Son nefesini verirken, bana yalvaracak. Ölümü o kadar kolay olmayacak.

 

Bütünüyle işime odaklanıp sargıyı kolundan sıyırdım. Parmaklarım şişkin pazularının altında küçücük kalıyordu ama o, bu parmakların ne canlar aldığını bilmiyordu. Henüz.

 

“Uuu…” nidası çıktı dudaklarımdan abartısızca. “Birkaç dikişiniz açılmış ama şu alt kısımdakiler…” Parmağım dikişinin yanından aşağı kaydı. “Yeni değil. Sanırım aşağıdakinden önce başka yaramazlıklar da yapmışsınız.”

 

Gülümseyerek çenesi yukarı kaldırdı. Bana yine yukarıdan bakıyordu. Soluğunu hissedeceğim kadar yakındık ve soluğu hala anason kokuyordu. “Yapmışımdır.”

 

Tentürdiyotu pamuğa dökerken, başımı kaldırmadan bakışlarımı yüzüne kaldırdım. “En azından dikişleriniz iyileşene kadar uslu dursanız, olmaz mı?”

 

“Söz veremem.”

 

Gülümsedim. Üst taraftaki ön dişlerim birbirine çarpık şekilde sıralanmıştı. Bu yüzden her gülümsediğimde hafifçe dudaklarıma batardı. Sık gülmediğim için varlığını unuttuğum zamanlar olurdu ama bu akşam, bu adamın karşısında sıkça hissetmiştim.

 

“Beni koruduğunuz için teşekkür ederim ama o adama vurmanıza bence gerek yoktu.”

 

Kaşlarından birini kaldırdı. Kalın ve dağınık kaşları vardı, agresif bir tavırla şakağına uzanmıştı. Göz kapakları gergin görünüyordu ama yapısal olarak gözleri çekik değil, kısıktı. Gözlerine iki saniyeden fazla bakıldığında, bir bal kavanozunun içinde düşmüşsünüz gibi hissettiriyordu ama balın tadı kesinlikle acıydı.

 

“Vardı.” Sorgulayan bakışlarımı yüzüne diktiğimde, emin ifadesiyle karşılaştım. “Bir doktor olarak şiddete karşı olmanı anlayabiliyordum” dedi sakince.”... ama vardı. Sana isteğin dışında dokundu. Ben de ona vurdum. Sana dokunduğu için ona vurdum ama yalnızca senin için yapmadım. Bir daha, hayatı boyunca hiçbir kadına isteği dışında dokunmaması için ona vurdum. Bu benim nezdimde yeterli bir neden, doktor hanım.”

 

Burgonya Kızı konuşacaktı ama Deniz onu susturdu. Bir şekilde susturdu işte.

 

Çünkü kadınlar Deniz’in hassas noktasıydı. Yüzüne şaşkınca baktım ama asıl şaşkınlığım kendimeydi; Deniz ilk kez Burgonya Kızını susturmuştu.

 

“Kolunuzu biraz uzatır mısınız?” Başımı yeniden eğdim. O da eğildi, yaralı kolunu bana daha fazla yaklaştırmak için sağlam olan kolunun dirseğini dizine koydu ve bacaklarını iki yana açtı. Bu yaptığı bizi birbirimize daha fazla yaklaştırdı. Bacaklarımı uzun bacaklarının arasında bırakacak kadar…

 

Pamuğu yarasına dokundurduğumda saniyelik olarak yüzüne baktım. Acı yoktu, yine yalnızca yüzüme bakıyordu. Kanı, eldivenin sarıp sarmaladığı parmaklarımı süslerken, acelesizce temizledim. Uyuşturmayı teklif etmedim. Narkoz almadığını söylemişti. İğneyi etine her batırdığımda sanki o iğneyi kasıklarıma batırıyordum. Evet, kan bana haz verirdi. Kan, kanayan yanları iyileştirirdi. Kan parmaklarıma temas ederken orgazm olmayı hayal etmişliğim çoktu ama cinayetlerimin hiç birinde aklıma gelmemişti. Şimdi teninden akan her damla kan beni tetikliyordu. Gözlerimi kapattım, nefesimi dışarı verdim. Dikkatimi dağıtmaya ihtiyacım vardı. Nefesini parmak uçlarımda söndüreceğim adamın yarasını kendi ellerimle diktim. Hiç hareket etmedi. Nefes alışverişi bile değişmedi.

 

“Acıya dayanıklısınız.” dedim, öylesine.

 

“Ace besler. Ehlileştirir. “

 

Her dikişte biraz daha akan kanı parmaklarımla sıyırıyordum. Sona ulaştığımda başımı biraz daha eğdim, bakışlarımı kendime hakim olmayarak bakışlarına sapladım, ipi dişlerimin arasına alırken, “Sizin gibi düşünüyorum.” dedim, fısıltı halinde.

 

Dişimle kopardığım ip yarasının içinde gerildiğinde başını eğdi. Yüzü yüzüme artık daha yakınken burnundan sert bir soluk verdi. Burnu, iri hatlarına uygun olarak iri fakat düzgündü. Karakteristik kemeri, yumuşak kanatlarıyla yüzünün ortasına yayılmıştı. Teni güneş yanığına benzese de değildi. Sakalları belirgin elmacık kemiklerinin üzerinde bir cetvelle çizilmişcesine insicamlı olarak dudak çukuruna uzanırken, biçimli dudakları dolgundu ve ben o dudaklara tahminimden daha uzun süre bakmıştım.

 

“Bitti.” dedim ama uzaklaşmadım.

 

“Bitti.” diye tekrar etti ama uzaklaşmadı.

 

Gözlerim bir şekilde kolyesinde düştüğünde, içimin çekildiğini hissettim. Zihnimin en uzak köşelerinde, bir denizin en dalgalı, en hırçın halini hissettim. Parmaklarım eldiveni delip geçmek, o kolyeye dokunmak istedi. “Kolyeniz yüzünden mi size haçlı diyorlar?”

 

Yüzüme bakıyordu, her köşesine; kaşlarıma, kirpiklerime, alnıma, burnuma, çeneme, dudaklarıma! Sikeyim! Ne arıyordu bu adam yüzümde?

 

Merak artık bir tırpan olmuştu; zihnimi eşeliyordu.

 

“Kolyem yüzünden.” Fısıltısı kasıklarıma daha ağır darbeler indirirken, iğne parmaklarımın arasından kayıp gitti ve avucum yarasının üzerine kapandı. “O kolye…”

 

Avucumu sıktım. Gözleri kapandı. Makas dizlerimde duruyordu. Şimdi öldürebilirdim onu. Şimdi kalbini göğüs kafesinden söküp alabilirdim. “O kolye?”

 

Başını, ağır bir külçe gibi eğdi ve alnı alnıma çaptı. Geri çekilmedim. Kapalı gözlerini çevreleyen uzun kirpiklerine izlerken, kaşlarının sızlayarak birbirine yaklaştığını gördüm. “Neden hatırlamıyorsun?” Fısıltısı bir kar tanesinin suretine büründü. Zihnime düştü ve düştüğü yerde kaybolup gitti, hiç olmamış gibi…

 

“Hatırlamam gerekenin ne olduğunu bilmi-”

 

Sustum. Çünkü beni susturdu. Parmaklarım yarasını sıkarken, kanı doğrudan tenime sıvanırken ve çığrımdan çıkmak üzereyken, parmakları dudaklarıma kapanmıştı.

 

“Sensin.” dedi bir enkazın arasına sıkışıp kalmış fısıltısıyla. “Sensin, biliyorum ama neden-”

 

Sustu. Çünkü onu susturdum. Makası iterek odanın bir köşesine savururken, bacaklarımı kaldırıp bacaklarının üzerine bıraktım. Omuzlarından asılarak kendimi kucağına kaydırdım. Başı geriye savrulurken de sandalyenin ahşap arkalığına vururken de alınlarımız ayrılmadı.

 

Aramızda mantığımın hiçbir noktaya sığdıramayacağı, garip bir çekim can buldu.

 

Buradaydı. Bacaklarımın arasındaydı ve en az benim ıslak olduğum kadar sertti.

 

Burgonya Kızı çığlıklarla güldü. Sana söylemiştim, nefesini kesmeden önce onunla olacaksın, demiştim.

 

“Nedenleri bıraksana.” dedim. Bu, ona ilk sen deyişimdi. “Nedenler, niçinler çöptür. Senin gibi bir adamın bunu bilmesi gerekir.”

 

Kolları usulca belimi sardı. Kollarının arasında küçücük kalırken, gözlerini açtı. Gözlerimiz arasındaki yakınlık, beni zehirli bir bal kovanının içine itti. “Çok sıcaksın.” Parmakları belimi okşamaya başladığında acelesi yoktu, yavaşlığı ise libodomu körüklüyordu. Parmaklarım geniş göğsüne kayerken, avucumdaki kan göğsünü de kana buladı. “Yanan tarafta yalnız mıyım?”

 

Bakışları aralık dudaklarıma düştü. Burunlarımız birbirini ağırlıyordu ve o lanet parmakları hala müthiş bir sıcaklıkta sırtımı okşarken yukarı çıktı. Çıplak sırtıma dokundu. “Seni kor parçası,” dedi bu kez sert bir fısıltıyla. “Ben çok uzun zamandır cayır cayır yanıyorum.” Parmakları tenime saplandı. Burnu burnuma sürtünmeye başladığında kendini yukarı ittirdi. Bacaklarımın arasında heybetli varlığını daha fazla hissederek inledim.

 

Elimden biri ensesine gitti. Kısacık saçlarını parmaklarımın arasına hapsetmeye çalışırken, kendimle başa çıkamıyordum. “O halde beni cehenneminde ağırla.”

 

Aralanan dudaklarımı boynuna eğdiğimde beni muhteşem bir güçle itti ama ayağa kalktığında hala kucağındaydım. Attığı birkaç adımın ardından sırtımı yatağa bıraktı. Üzerime uzanacağını sanıyordum ama yapmadı, dirseklerini başımın iki yanına yasladı. Dizlerinin birini bacaklarımın arasına, kasıklarıma temas edecek şekilde bıraktı ama bedenlerimiz arasında birbirine dokunan başka hiçbir kısım kalmadı.

 

“Benim cehennemim…” Başı boynuma düştü ve sikeyim ki bu bir temas değildi. Sert, aç ve ilkel bir nefes çektiğinde, köprücük kemiğim sızladı. “Benim sonum, sonsuzum…” Kollarım ters bir şekilde başımın üzerine düşmüştü ve ben hareket edemiyordum. Boynumdan aldığı son nefesi ciğerlerinde çiğnerken yine ani bir hamleyle geri çekildi ve belki uzay boşuğundan belki de puslu bir aynanın ardından gözlerime baktı. “Sen olduğundan emin olduğumda yakacağım. İşte o zaman seninle birlikte yanacağız ve şimdiye kadar doğan tüm yangınlar bize itaat edecek.”

 

Bedenini geri çekti. Ayağa kalktığında, üzerimde hala elbisem varken beni kendi yatağında çırılçıplak bırakmıştı.

 

Beni, bahsettiği cayır cayır yanan ateşin ortasından alıp, buz gibi suyun kollarına bırakmıştı.

 

“O zaman kadar…” dedi, tüm fısıltılarını ezip geçen kuvvetli sesiyle. “Kendime verdiğim sözü tutacağım ve sana da dokunmayacağım.”

 

🕯

 

Oooooooooooufuzjfjjzjfnxnfndn

 

Nasıl bir son buuuuuuu

 

Öldür bizi Noyaaaan!

 

Bölümün hissettirdiklerimi emojiyle anlatır mısınız?

 

Kimleri sevdik?

 

Başak?

 

Peri?

 

Bana instagram ulaşabilir. Kesitler de kanaldan geliyor. / _ durumavii

 

Öptümmmmmm

 

 

Loading...
0%