Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. BÖLÜM: "DURU"

@durumavii

Merhaba🕯

 

Bu hikaye benim için çok özel. Yazdığım en uzun bölümleri ATEŞTEN KÜLE'ye yazıyorum ve bu konuda kendimi epey de geliştirdiğime inanıyorum.

 

Lütfen satır arası yorumlarınızı unutmayın. Her satırda neler hissettiğinizi o kadar merak ediyorum ki...

 

Billy Withers~ Aint No Sunshine

 

Jack Johnson~ Better Together

 

Keyifle okuyun

 

🕯🕯🕯

 

Eski, bitişik nizamlı ahşap evlerden oluşan dar ve uzun mahalle, oynayan çocukların cıvıltılarıyla doluydu. Sıcacık bir yaz günüydü ama iç gıdıklayan, hafif bir rüzgar da vardı. Mahalle sakinleri her akşam olduğu gibi yemekten sonra kapılarının önüne dökülmüş, çaylarını yudumluyorlardı. Kadınlar günün yorgunluğunu hararetli sohbetleriyle atarken, erkeklerden bazıları aralarında okeye dönüyordu.

 

Susayan çocuklar evlerine koşmak zorunda değildi; komşu teyzeden de su isteyebilirdi. Mahallede biri kek pişirdiyse, o akşam mahallede oynayan tüm çocuklar o kekten yerdi.

 

Derya, o akşam Eleni’den öğrendiği yunan böreğinden yapmıştı. Eleni, evde bulduğu artık iplerden ördüğü rengarenk kilimi kapılarının önündeki arnavut kaldırımına sermiş, kapları da çiğdemle doldurmuştu. Dördüncü bardak çaylarını içiyorlardı. Akif hala karısının yaptığı böreği iştahla yiyordu.

 

“Yavaş Akif, yavaş, boğulacaksın.” dedi Derya gülerek. “Zaten akşam yemeğini de çok yedin, sonra göbeğim çıktı, diye şikayet ediyorsun.”

 

Akif lokmasını yuttuktan sonra iyice şişen karnını sıvazladı. “Bu kadar güzel yemek yapıyorsan, göbekli bir kocaya da katlanacaksın yavrum.”

 

Derya bu kez kahkaha atarak kocasının göbeğini sevdi. “Katlanmak ne kelime, ayrı bir beğenirim.”

 

Ahmet oturduğu yerde dizlerinin üzerinde doğruldu ve kendini gösterdi. “Bakın, ben hala filinta gibiyim.” dedi. “Ve hep öyle kalacağım.”

 

“Seni bir beş sene sonra görürüm.” Akif dostunun omzuna vurarak yerine oturmasını sağladı. “Filinta gibiymiş. Zaten mahallemizde her gün podyum kuruluyor. Ye gitsin, bir daha mı geleceğiz dünyaya.”

 

“Duyan da ben kötü yemek yapiyorum sanacak.” Eleni alınmış görünüyordu. “Ne yapayim? Benim kocam ne kadar yese de kilo almiyor. Zaten ikimiz de minyonuz.” Bu doğruydu. Eleni’nin boyu bir buçuk metreyi geçmezken, Ahmet bir metre yetmiş beş santim civarındaydı. “Baksaniza, Mavi de bize çekmis, yasitlarının yaninda bile kücücük kaliyor.”

 

Mahallenin ortasında kızların arasında oynayan Mavi’ye baktılar. Annesinin söylediği gibi en küçüğü oydu.

 

“Boyu küçük olsa ne olur?” diye sordu Derya. “Mahalledeki çocukları canından bezdiriyor. Erkek çocuklarını bile.”

 

Eleni baldırlarını kalçasının altına çekip duvara yaslandı. “Kime çekti bu kiz? Hiç bilmem.”

 

“Kime çekecek?” Ahmet gururla göğsüne vurdu. “Tabii ki babasına. Bakmayın kızımın boyuna; benim, diyen erkeğe taş çıkaracak.”

 

“Ona ne şüphe!” Derya çayını yudumlarken, bakışlarıyla oğlunu aradı. Asil mahallenin sonunda erkek arkadaşlarıyla futbol oynuyordu. “Sabah yine Asil’e çemkiriyordu.”

 

Akif bir parça daha börek aldı ama yemeden önce sordu. “Bu kez neden?”

 

“Belli değil mi nedeni Akif? Beni bırakıp okula gidiyorsun, diye çocuğa dünyayı dar etti cadı. İşi bu kez o kadar ileri götürdü ki Asil az kalsın okula gitmekten vazgeçiyordu.”

 

Eleni kızının taşkınlığı karşısında utandı. “Kusura bakmayin nolur. Seneye okula baslayacaksin, diyorum ama bir türlü dinletemiyorum. Kendi gitmiyor ya, Asil’in de gitmesini istemiyor.”

 

“Ne kusuru bacım.” dedi Akif. “Mavi bizim de kızımız. Hem anlıyorum ben onu. Bir tek Asil ile anlaşıyor.” Kolunu Ahmet’in omzuna attı. “Benim de küçükken bir tek arkadaşım vardı.”

 

“Seninki tercihmis.” dedi Eleni. “Bizim kizin cadiliğinden kimse yanina yaklasamiyor ki!”

 

“Aaa! Kızıma daha fazla laf ettirmem.” Ahmet, ip atlayan Mavi’ye hayranlıkla baktı. “Bir tanedir benim prensesim.”

 

Eleni gözlerini devirdi ve kaldırdığı elini salladı. “Allahtan bir tane!”

 

Beşinci bardak çaylarını içerken, Derya sokak lambasının altındaki kargaşayı fark etti. “Üzgünüm Ahmet ama senin bir tanecik prensesin yine kavga ediyor.”

 

Akif dudaklarını birbirine bastırdı ama yine de gülmekten kurtulamadı. “Ve yine erkeklerde.” Ahmet yerinden kalkacakken, Akif onu durdurdu. “Gitme sen, Asil halleder. Asil, Mavi’yi kimseye ezdirmez.”

 

Babası doğruyu söylüyordu. Asil, Mavi’nin bağıran sesini duyduğu an oynadığı futbolu bırakıp, mahallenin bir ucundan nefes nefese koşup erkek çocuklarına bağıran Mavi’nin yanında soluğu almıştı.

 

“Ne oluyor burada!” Asil, Mavi’yi kolundan tutup arkasına aldı ve kendinden en az birkaç yaş büyük olan iki erkek çocuğun karşısına dikildi. “Niye bağırıyorsunuz kıza?”

 

“Biz mi bağırıyoruz?” diye diklendi çocuklardan biri. “Biz burada kendi kendimize oynuyorduk. Geldi topumuzu aldı cadaloz!”

 

Mavi kafasını Asil'in arkasından çıkarıp, “Sizsiniz cadaloz be!” diye bağırdı. “Yalan söylüyorlar zürafa! Ben sadece onlarla oynamak istedim.”

 

“Biz kabul etmeyince de topumuzu aldın.” dedi diğer çocuk. “Yalan mı he!”

 

Asil, bir önündeki çocuklara, bir de arkasında koca gözlerle kendisine masummuş gibi bakan Mavi’ye baktı. Masum olmadığını biliyordu. Zaten koşarken de çocukların değil Mavi’nin bağrışını duymuştu. Yine de Mavi haklıydı. Hep Mavi haklıydı onun için.

 

“Neden oynatmadınız kızı?” diye yine diklendi Asil. Oysa karşısındaki iki çocuk kendisinden büyüktü. Asil’in uzun boyu aradaki farkı kapatsa da çocukların iki kişi olması onları daha üstün kılardı. “Oynatsaydınız sizde?”

 

“Niye oynatacakmışız o bücürü? Erkek oyunu oynuyoruz biz!”

 

“Sizsiniz bücür!” diye cırladı Mavi. “Boyunuz kavak kadar ama beyniniz kabak kadar!”

 

Çocuklar kahkaha atınca, Asil omzunun üzerinden Mavi’ye fısıldadı. “Kabağın boyu beyinden büyüktür maviş.”

 

Mavi düşünürken elini beline koydu ve kalçasını öne çıkardı. “O zaman… Sizin de beyniniz fasulye kadar!”

 

Çocuklardan biri elini Mavi’ye doğru uzatıp, “Al git şu bücürü şurdan.” dedi. “Yoksa kız mı dinlemeyeceğim-”

 

Asil sinirle bir adım öne çıkınca Mavi korkarak koluna asıldı. “Ne yapacakmışsın!”

 

Çocuk da öne gelince kafa kafaya geldiler. “Dayak mı istiyorsun oğlum sen!”

 

Asil dişlerini ve yumruklarını sıktı. “Ona bir daha bağır da kim kimi dövermiş göstereyim. Hadi!”

 

Çocuk yumruğunu kaldırıp Asil’e indirecekken, Asil çocuğun karnına bir tekme geçirdi. Çocuğun arkadaşları araya girmek için davranınca Mavi sırtına atlayıp omzunu ısırdı. Çocuk acıyla bağırdı ama Mavi durmadı daha fazla ısırdı.

 

“Hey! Çocuklar! Ne yapıyorsunuz siz!”

 

Koşup gelen bir kadın Mavi’yi çocuğun sırtından aldı ama Mavi küçük ayaklarını havada savurup çocuğun sırtını tekmeledi. “Bırak beni! Bırak da şu cücüklere gününü göstereyim!”

 

Akif kavganın büyüdüğü görünce yerinden fırladı ve yere yatırdığı çocuğa yumruklarını sallayan oğlunu çocuğun üzerinden aldı. Asil’in göğsü hızla inip kalkarken yarılan kaşı kanamaya başlamıştı ama çıtı çıkmıyordu. Daha kötü halde olduğu için acıyla ağlayan çocuğun annesi babası da geldi ve oğullarını yerden kaldırdı.

 

“Ne yapıyorsunuz siz! Koskoca çocuklarsınız, yakışıyor mu?”

 

Mavi hemen çocuklara parmağını uzatıp, “Onlar başlattı!” diye kendini savundu.

 

Asil’in dövdüğü çocuk acıyla ağlarken, yüzünü silip Mavi’yi gösterdi. “Yalan söylüyor! O küçük şeytan başlattı! Yanındaki çocuk da haksız olduğu halde onu savunup bize vurdu!”

 

“Çok ayıp.” dedi çocuğun babası. “Küçücük kıza öyle söylenir mi oğlum?”

 

“O çocuk değil, canavar. Hep böyle kavga çıkarıyor. Geçen sefer de topumuzu patlatmıştı.”

 

Eleni kızına parmağını sallayıp, “Seninle evde görüseceğiz!” dedikten sonra çocuğun annesine döndü. “Çok afedersin Makbule Abla. Bir daha olmaz.”

 

Komşu kadınlardan biri olan Makbule, “Ne kusuru ayol.” dedi. “Çocuk onlar.”

 

“Peki…” Eleni çok mahcuptu. Nedeni ise bu durumun ilk kez yaşanmamasından ziyade son olmayacağını bilmesiydi. “Hayirli aksamlar.”

 

Elenii Mavi ve Asil’e dönüp başıyla evi işaret etti. “Yürüyün ikiniz de.”

 

Hemen yanlarına Mavi ve Asil için de küçük bir kilim serdi. Derya iki salçalı ekmek hazırlayıp çocukların ellerine verirken, Eleni ikisine birden kızmaya devam etti.

 

“Neden kavga ediyorsunuz! Hadi Mavi kavga etti, sen neden bulasiyorsun Asil! Belli ki suc bizim kizda, gelip bize söylesene!”

 

Mavi, kendilerini kurtarması için Derya Teyzesi ile Akif Amcasına baktı ama onlar karışmadı. En sonunda Ahmet, “Tamam artık.” dedi karısının sırtını sıvazlayarak. “Bu kez de unutalım, bir daha olursa ben konuşurum.”

 

Eleni çocuklara son kez parmağını salladı ve çayları tazeledi.

 

Mavi salçalı ekmeğinden ısırırken, Asil’e yandan bir bakış attı. “Kaşın acıyor mu Asi?”

 

“Yok.” dedi Asil. “Hiç acımıyor.” Aslında fena halde sızlıyordu. “Erkek adama öyle kolay kolay bir şey olmaz kızım.”

 

Aldığı cevap Mavi’yi mutlu etti. “Annem bize çok kızdı.”

 

“Haklı değil mi maviş? Seni oynatmadıkları için çocukların topunu alman doğru değil.”

 

Mavi kaşlarını çatarak, “Hiç de bile!” dedi. “Ben doğruyu yaptım zürafa!”

 

Asil nefesini vererek başını omzuna düşürdü. Sonra da salçalı ekmeğinden büyük bir ısırık aldı.

 

“Bak bak, cevap da vermiyor.” Mavi kızmıştı ama Asil onu haklı bulmadığı için kalbi de kırılmıştı. Bu yüzden alt dudağının bükülmesine engel olamayarak başını eğdi “Madem ben haksızım, o zaman neden o çocuğu dövdün ki?”

 

“Çünkü…” Asil ekmeğini kilimin üzerine bırakıp ağzının kenarındaki salçayı elinin tersiyle sildi. “Çünkü sana bağırdı. Kimse sana bağıramaz. Haklı bile olsa kimse kalbini kıramaz. Kimse seni ağlatamaz maviş.”

 

“Eğer ağlatırsa? Eğer üzerse beni?”

 

Asil’in kaşları çatıldı. Zayıf omuzları dikleşti. Küçük yumruğunu sıkarken, kahverengi gözlerinde beliren öfke çocukluğundan daha büyüktü. “O zaman karşısında beni bulur. O zaman ona bu dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm.”

 

“Naparsın ki?”

 

“Toplarını patlarım.”

 

Bir süre şaşkınca birbirlerine baktıktan sonra aynı anda gülmeye başladılar. Mavi’nin önden birkaç dişi dökülmüştü ve güldüğünde çok komik görünüyordu. Ama Asil bu gerçeği kendisine saklıyordu çünkü Mavi’nin alınıp gülmemesinden korkuyordu.

 

Asil, Mavi’nin dişsiz gülümseyişini kaybetmek istiyordu.

 

Asil, Mavi’nin dişsiz gülümseyişini bir daha göremeyeceğini henüz bilmiyordu

 

*

 

Çoğu insanın geleceğine dair bir hayali olurdu. Başını yastığa koyduğunda gözlerini kapatır, o hayali en uçlarda yaşardı. Bir inanca sahipse o hayalin gerçekleşmesi için dua ederdi. Hatta bazı insanlar

yalnızca hayalinin gerçekleşmesi için nefes alıp verirdi.

 

Çoğu insanın geberene kadar acı çektiği zamanlar olurdu. Etiyle kemiğiyle kedere boğulurdu. Dayanamayanlar hayatına son verirdi. Dayanabilenler o acıyla yaşamayı öğrenirken, bazıları da acısıyla beslenirdi.

 

Ve çoğu insanın hayatında en az bir kez reddedilmişliği olurdu. Bazen en sevdiği tarafından, bazen öylesine biri tarafından… Öyla ya da böyle. Reddedilmek sıradan bir insan için acı verici ama normal bir olguydu.

 

Benim ise hayalim yoktu. Hiç olmamıştı. Gerçekten acı çektiğim küçük bir anı bile hatırlamıyordum ve reddedilmek… O duygu benim kapımın önünden bile geçmemişti.

 

Dün geceye kadar…

 

“Kendime verdiğim sözü tutacağım ve sana da dokunmayacağım.”

 

Tek kelimesini bile anlayamadığım bu sözcüklerden fazlasını söylememişti. Son bir gülümseyişin ardından ağır adımlarla kapısına yürümüş ve benim için o kapıyı açmıştı.

 

Noyan Korkutel beni açık ve tereddütsüzce odasından kovmuştu.

 

Sikeyim!

 

Otele döndüğümden andan bu yana Burgonya Kızı tek bir an bile susmamıştı. Benim sürekli bir aptal olduğumu, iradesiz yaratığın teki olduğumu söyleyip durmuştu. Haklı olduğunu biliyordum. Bu yüzden beni ezmesine, zihnimi parçalamasını izin vermiştim. Bununla da yetinmemiştim. Çırılçıplak kalıncaya dek soyunmuş, dar duşakabinin içindeki musluğu sıcak suyun en üst seviyesinde ayarlamış ve bedenimi bile isteye dakikalarca haşlamıştım.

 

Saatlerdir kızarmış ve yer yer soyulmaya başladığını bildiğim çıplak bedenimi yatağın üzerinde tutuyordum. Bacaklarım aşağı sarkarken, gözlerim tavandaydı. Hatamı sorguluyordum. Nasıl bu kadar iradesiz olabilirdim? Her zaman kendimi soktuğum rolleri layıkıyla oynayan ben, kendi ellerimle yarattığım Doktor Deniz’e aykırı davranmıştım.

 

O lanet odada Deniz’i öpmeye çalışan Noyan Korkutel olmalıydı.

 

Reddetmesi gereken Deniz olmalıydı! Neden tam aksi olmuştu!

 

“Lanet olsun…” diye fısıldadım. Bunu odaya girdiğimden beri her şekilde söylemiştim; bağırırken, başımı ellerimin arasında ezerken, sıcak suyun altında kendimi cezalandırırken… “Neden böyle oldu? Neden o adama karşı koyamadım?”

 

Çünkü unuttun, dedi Burgonya Kızı. Çünkü anneni unuttun. Bu yüzden giderek zayıflıyorsun, zayıflıyoruz. Bu yüzden gücümüzü kaybediyoruz.

 

“Hayır,” diye inledim. “Ben annemi unutmadım.”

 

Unuttun, diye haykırdı bu kez hiç susmayan o ses. Onu yeniden hatırlamaya ihtiyacımız var.

 

“Annemi unutmadım. Onun bana öğrettiklerini unutmadım.”

 

Unutamazdım. Annem hep kafamın içinde olmuştu. Yalnızca öldükten sonra değil, annem ölmeden öncede kafamın içindeydi. Uykularımda bile onu hissederdim, rüyalarımın tamamen ondan ibaretti.

 

Ya kendini, diye sordu Burgonya Kızı. Bana yalan mı söyleyeceksin? Beni kandırmaya mı çalışacaksın? Aptal! Unuttun mu? Ben senim. Sen, bensiz koca bir hiçsin. Şimdi itiraf et. O adamı öpecektin.

 

Sırtımı yataktan ayırırken, “Hayır!” diye çığlık attım. Karartma perdeleri açmamıştım. Oda tamamen karanlıktı. “Asla!” diye inledim. “Onu asla öpmeyecektim. Sadece…” Sadece onunla seks yapacaktım. Diğerleriyle yaptığım gibi… Öpüşmek benim için tamamen duygusal bir eylemdi. Benim için duygulara yer yoktu.

 

Bu yüzden dudaklarıma bir yabancının dudakları dokunmamıştı. Hiçbir zaman!

 

Hiçbir zaman da dokunmayacaktı.

 

“Kimsenin tükürüğünü ağzımın içinde barındırmam.” dedim, iç sesim sanki karşımdaymış gibi. “Benim için bile iğrenç.”

 

Kapının tıklatılması ile başımı soluma çevirdim. “Hanımefendi, iyi misiniz? Diğer müşteriler bu odadan gürültü geldiğini söyledi.”

 

Diğer müşterileri sikeyim.

 

“Yok bir şey.”

 

“Ama hanımefe-”

 

“Saat kaç?”

 

Cevap vermesi için aptal şaşkınlığının geçmesini bekledim. “Be-beş otuz iki.”

 

“Tamam. Uzaklaş.””

 

Karşılık gelmedi. Ardından uzaklaşan adımlarının sesini duyarken, komidinin üzerinden titreşim sesi gelmeye başladı. Çalan Doktor Deniz’in telefonuydu.

 

“Evet?”

 

“Hocam hastanız Baden Hanım’ın kanaması başladı.”

 

Öfke sol gözümün seğirmesine neden oldu. “Hangi hemşire ile görüşüyorum?”

 

“Ben, Nilda Hemşire hocam.”

 

“Nilda Hemşire.” dedim tane tane. “Nöbetçi doktorumuz müdahale etti mi?”

 

“Etti hocam ama ben onun için aramadım sizi?” Kaşlarımı çatarak devam etmesini bekledim. Aynı anda fark ettim ki bu özelliğimi de yeni kazanmıştım. Annem her zaman, insanların yüzüme baktığımda ne düşündüğümü anlaması gerektiğini söylerdi. Bu yüzden ifadesizliği mesken tutmuştum yıllarca. Parmaklarımı anlımın ortasına sürterek kaşlarımı düzeltirken, hemşire yeniden konuştu. “Bade Hanım sizi görmek istediğini söyledi.”

 

İstediğim, hiçbir şey söylemeden telefonu kapatmaktı ama Doktor Deniz bundan kaçamazdı. “Kırk dakikaya ordayım.”

 

Kalktım, Doktor Deniz gibi giyindim, onun gibi makyaj yaptım; şeftali allık, aynı renk ruj ve bolca rimel. Saçlarımı taradıktan sonra tel tokalarla ensemde sabitledim. İnci küpeler, nude stilettolar ve en sahtesinden bir gülümseme… Burgonya Kızının aklı burgonya rengi motorunda kalırken, Doktor Deniz taksiye bindi ve kırkıncı dakikada hastası Bade’nin odasının kapısında belirdi.

 

Kapıyı arkamdan kapatırken, sessiz oda henüz aydınlanıyordu. Bade doğrulmuş bebeğinin emziriyordu. Beni fark etmesiyle başını kaldırdı, gülümserken sessiz kalmamı işaret etti. Başımı silik bir şekilde sallayıp yanına yürüdüm. Uykuya dalan bebeğinin süt içindeki dudaklarını memesinden ayırdı.

 

“Yerine koyar mısın?” diye fısıldadı. Bunu istemiyordum. Bebekleri sevmezdim. Odanın içindeki yoğun bebek kokusundan nefret etmiştim. Tüm bunlara rağmen daha önce defalarca bebek tutmuş bir doktorun olgunluğuyla çantamı sandalyeye bıraktım ve pembe pikesinin içindeki bebeği ondan aldım. Çok küçüktü. Bir yenidoğana göre bile fazlasıyla küçüktü. Teni tıpkı pikesi gibi pembeydi ve yüzünde en belirgin yer kırmızı, şiş dudaklarıydı. Onu beşiğine bırakırken kendini hala memede sanarak yalandı ama aldığı tek şey dudaklarının kenarındaki süt kırıntılarıydı.

 

“Hala ismini koyamadım.” diye iç geçirdi Bade, şeffaf hastane beşiğinin içindeki bebeğine bakarak. Sonra varlığımı yeni fark etmiş gibi başını kaldırıp gülümsedi ve sandalyeyi işaret etti. “Otursana.”

 

Kalçamı sandalyeye iliştirirken bir an önce beni neden çağırdığını öğrenmek ve buram buram süt kokan bu odadan uzaklaşmak istiyordum. “Hemşire kanaman olduğunu söyledi.”

 

Başını salladı. Yeşil gözleri uykusuz, esmer teni solgundu. “Doğumdan sonra görülebilecek bir komplikasyon olduğunu ve endişenmeme gerek olmadığını söyledi doktor. Bazı testler yapacaklarmış. Bu yüzden birkaç gün daha…”

 

“Bunun için de endişenlenmene gerek yok.” diye hatırlattım. “Hastanenin sahibi istediğin kadar kalabileceğini söyledi. Senden herhangi bir ücret talep edilmeyecek.”

 

Minnetle baktı yüzüme ama o bakışlarda başka bir endişe vardı. “Ya bizi bulursa?”

 

“Kim?”

 

Başını eğdi, göğsünü sıkkın bir nefesle doldurdu. “Kocam.”

 

Kocasının onu bulmasını istemiyordu. Bunun altında yatan tahmin edilebilir onlarca sebep olabilirdi ve ben birini bile merak etmiyordum. “Bulursa ne olur?”

 

Sanki söylediğim gerçekleşmiş gibi irkildi. Önce gözleri açıldı, birkaç saniye içinde dolabildiği kadar doldu. “Bebeğimi alır benden.”

 

“O işler o kadar kolay değil. Polis var, adalet var.” Ah, bu söylediğime kendim bile inanmıyordum

 

Histerik bir gülümseme gelip geçti dudaklarından. “Abla.” dedi birdenbire. Bir damla yaş düştü gözünden. Sonra bir damla daha. Süt kokusunu acıyla perdeledi Bade. “Daha on altı yaşımda, zorla evlendirilirken adalet nerdeydi? Ben altı sene boyunca dayak yerken, iki bebeğimi-” Duraksadı, konuşamadı, yutkundu. “... o dayaklar yüzünden iki bebeğimi kaybederken, kollarım bacaklarım kırılırken nerdeydi o adalet abla? Ben….” İfadesiz yüzüme bakarken gözbebekleri titredi, çenesi titredi. Yumruk yaptığı eli göğsünün üzerine yaslanırken, gözleri sürekli yeni yaşlar doğurmaya devam etti. “Kızım bir savaşın, bir cehennemin ortasına doğmasın diye onu öğrendiğimden beri kaçıyorum ben…” Başını omzuna eğdiğinde, kaşları koskoca bir acıyla çatılabildiği kadar çatıldı. “Dayak acıtmadı canımı, inan. Çünkü ben babası tarafından canı acıtılan bir kızım ama….” Bakışları bebeğine ulaştığında daha fazla ağladı. Mümkünmüş gibi daha da fazla... “O alışmasın, onun canı acımasın.” Titreyen ellerinin tersiyle gözlerini sildi, kendini sakinleştirmek için soluklanmak istedi ama başaramadı. “Kızımı öğrendiğimden beri sokaklardayım. Söz verdim kendime, yemin verdim. Onu da alamayacak benden.”

 

Karşımda şiddet gören bir kadın vardı ve ben birilerinin, yalnızca güçlü olduğu için kendisinden güçsüz olana üstünlük sağlamasından nefret ederdim. Bu yüzden ilk ve tek hedefim kendini üstün görüp bir başkasına eziyet eden erkekler olmuştu. Kendime dönüp baktığımda ise Bade anlattıkça midemde isimsiz bir kasılma hissetmiştim. Saatler önce tenimi yakan su şimdi içimde bir köşeyi yakmıştı ve o köşeye henüz ulaşamamıştım. Söyleyebileceğim, bu histen müthiş derecede rahatsız olduğumdu. Belki bir dakikanın sonunda, “Yardım isteyebileceğim kimse yok mu?” diye sordum.

 

Dudakları gülümsemek için kıvrıldı ama gözleri ağlamaya devam etti. “Babamdan başka kimsem yok, o da olmaz olsun.”

 

“Senin için kadın sığınma evlerini araştıracağım.”

 

“Olmaz!” Başını hızla iki yana salladı. “Bir kere denedim. Buldu beni. Nasıl yaptı bilmiyorum ama buldu.

 

Ne istiyorsun benden Bade? İki gündür tanıdığın doktordan nasıl bir yardım bekliyorsun? “O zaman sana biraz para ayarl-”

 

“Abla.” dedi yine. Bana doğru eğildiğinde dikişleri sızlamış olacak ki elini kasıklarına götürüp inledi. “Para istemiyorum. Üç beş bileziğim vardı, önce onları sattım. Sonra hamileyken çalıştım, bulaşıkçılık yaptım, evlere temizliğe gittim. Doyurdum karnımı bir şekilde. Benim sadece saklanmaya ihtiyacım var. Ben…” İçini çektiğinde gözlerinde derin bir utanma duygusu yer edindi. “Kafanı şişirdim, biliyorum. Kalkıp gitsen anlarım, inan ki anlarım.” Her ne söyleyecekse, bakışlarını yüzümde tutamadı. “Ben diyecektim ki… İyileşene kadar senin evinde kalabilir miyim?”

 

Bunu beklemiyordum. Dudaklarım aralandı, ona vereceğim cevabı önce kafamın içinde tarttım. Olmazdı. Mümkün değildi. Değil biriyle yaşamak, misafirim bile olmamıştı. İnsanları sevmezdim. Hatta onlardan nefret ederdim. Nasıl bir cüretle böyle bir soruyu bana yöneltmişti? “Mümkün değil Bade.” Ayağa kalktım. Bir doktor olarak da böyle saçma bir teklifi reddetme hakkına sahiptim. Yalnızca özümde ayrışarak bu daha nazik bir dille yapıyordum, bu kadar. “Teklifin etik olmaz. Başka çözümler arayalım.”

 

Başını daha fazla eğdi, parmakları birbirine eziyet ediyordu ve bu insanlar üzerinde gözlemlediğim en nadir duygulardan biriydi. “Peki abla.”

 

Odadan çıkarken duraksadım. “Deniz. Bana bu şekilde hitap edersen sevinirim.”

 

Odadan çıktığımda da sonrasında da o rahatsızlık hissi benimleydi. Durup kendimi sorgulayacak vaktim yoktu, girmem gereken iki ameliyat vardı ve kendimi sorgulama işini sabaha kadar en acımasız yollarla zaten yapmıştım.

 

İkinci ameliyatın sonunda, ellerim hala kanlıyken cevabı buldum. Birinin beni, benden yardım isteyecek kadar iyi bir insan olarak görmesi ruhumu rahatsız etmişti. Kesinlikle, cevap buydu.

 

Akşam üzere terasta sigaramı içerken Doktor Levent’i görmemle olan keyfim de kaçtı. O laubali herifin sohbetini çekecek havada değildim. Dönüp, acil bir işim olduğunu söyleyecekken hararetli bir şekilde yaklaştığını gördüm. Sanırım söyleyecekleri bu kez o kadar da önemsiz değildi.

 

“Deniz Hocam, Bade Süzülmez sizin hastanız mıydı?”

 

“Hayır.” dedim. “Bade Hanım’la ilgilendim ancak kendisi kadın doğum uzmanımız Cavidan Hocanın hastası.”

 

“Ah, tamam öyleyse.”

 

Gitmek için henüz yarısına geldiğim sigaramı söndürürken, “Sorun ne hocam?” diye sordum. “Sabah kanaması vardı ama kontrol altına alındı. Yeniden mi bir komplikasyon oldu?”

 

Kumral saçlarını kulağının ardına yerleştirdiği sırada “Hayır.” yanıtını verdi. “Sağlığıyla ilgili herhangi bir sorun yok. Yalnızca hemşireler aralarında konuşurken duydum, odasından sesler geliyormuş. Bir hemşire kontrol etmek için girmiş, içeride iri yarı bir adam varmış ama Bade Hanım sorun olmadığını söylemiş. Bir bilgin var mı, diye soracaktım.”

 

Kocası… O adam Bade’nin kocası olmalıydı ve elbette ki bir sorun vardı. Yalnızca Bade, söyleyemeyecek kadar korkuyordu.

 

“Bilgi için teşekkür ederim Levent Hocam, görüşmek üzere.”

 

Terastan çıkmak üzereyken, “Deniz hocam.” dediğini duydum. Ona baktığımda dudaklarında şahsına yakışan çapkın gülümseme vardı. “Müsait bir zamanınızda geçenki karşılaşmayı tekrarlayalım. Biz Belinda ile instagramdan takipleştik, kendisi epey istekli.”

 

Gülümserken küfür ettiğim garip bir andı. “Tabii, en yakın zamanda tekrarlayalım.”

 

İlk birkaç basamakta hızım normaldi ancak sonra kendimi basamakları ikişer ikişer inerken buldum. Geride bıraktığım her basamaktan avucum biraz daha kaşınırken, geçtiğim koridorlarda bana selam verene hemşirelere bu kez karşılık vermedim. Bade’nin odasının kapısını çalmadan açtığım sırada bir hemşirenin içeride ziyaretçi olduğunu söyleyen sesi kulağıma ulaştı ama her şey için geçti. Çünkü içeriden bebeğin ağlayan sesi geliyordu ve o ses, tüm algılarımı meşgul etmeye yetmişti.

 

Kapıyı araladığımda içerideki herifin hala yatağın içinde olan Bade’yi bileklerinden tuttuğunu gördüm. Bebek ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu ve kimse onunla ilgilenmemişti. Yavaşça içeri girdim, kapıyı ardımdan kapattım. Adam Doktor Levent'in söylediği gibi iri yarıydı. Sokakta her gün rastladığımız, saçı sakalı birbirine girmiş adamlardan biriydi. Beni görmesiyle ellerinin Bade’den ayırdı ve bir adım geri çekildi. Bebek ağlamaya devam ediyordu ve odanın içindeki en güçlü ilk ses buydu. İkincisi ise Bade’nin kontrolsüz iç çekişleri…

 

“Bade Hanım.” Gülümseyerek ellerimi önlüğümün ceplerine soktum. “Kontrol saatimiz geldi.”

 

Bade’nin gözleri kızarmış, yanakları ıslaktı. Bana cevap vermeden önce yanındaki adama baktı. “Adem.” dedi korkmuş sesiyle. “Doktor beni kontrol ederken dışarı-” Adamın bakışlarından aldığı cevapla göğsü titrerken, çaresizce bana döndü. “Şey, doktor hanım, benim…” Sesi iyice kısılınca susmak zorunda kaldı.

 

“Karımı ziyarete geldim doktor, müsade edin. Kontrolü sonra yaparsınız.”

 

Küçük adımlarla beşiğe doğru yaklaşmaya başladım. Bebek o kadar ağlamıştı ki beşiğin kenarına sürtünen ellerinden eldivenleri çıkmıştı. Dudakları ise gerilmiş ve kızarmıştı. “Ama bebeğiniz ağlıyor.”

 

Bade kollarını uzattı.” Lütfen onu bana ve-”

 

“Bebek bu.” diyerek araya girdi Adem, dediği herif.. “Ağlar da susar da. Siz bizi karımla yalnız bırakın.”

 

Onu hiç duymamış gibi eğildim ve bebeği kollarıma aldım. Sıcaklığımı hissettiğinde ağlayan sesi azalsa da susmadı. Adem’in öfkeli bakışları altında bebeği annesinin kollarına bıraktım, Bade derin bir nefes alarak onu bağrına bastırdı. “Emzirmeye başla, sakinleşmeye ihtiyacı var.”

 

Bade hızla başını salladığında gözündeki yaşlar döküldü. Göğsünü açmadan önce örtüyle üzerini kapattı. Kocasının onu görmesini istemiyordu. Çünkü ondan iğreniyordu.

 

“İşiniz bittiyse…” Adam bana doğru iki adam attı. Koyu renk gözleri tehdit saçıyordu. Bana üstten bakarak parmaklarını geriye taranmış saçlarının arasından geçirdi. Hiç konuşmasa bile onu aşağılık bir adam olduğunu tanışmamızın ikinci saniyesinde söylerdim. “Çıkın da ailece hasret giderelim.”

 

“Tabii. Bitti işim.” Bade’ye baktığımda bana korku dolu gözlerle baktığını gördüm. Gitmemi, onu yalnız bırakmamı istemiyordu ama bunu söyleyecek cesareti yoktu. Arkamı döndüğümde kocasının pis pis güldüğünü gördüm. İki adım attım.

 

Burgonya Kızı bunu severdi; hasar vermeden önce kurtuluşa inandırmak! Bu en vurucu darbeydi.

 

“Ah!” Durdum ve ona dönmeden, “Çok afedersiniz.” dedim. “Ufak bir işim kaldı. Onu halletmeden çıkarsam, bu gece mümkün değil uyuyamam.” Önce sol, sonra da sağ ayağımı stilettoların içinden çıkardım. Boynumu önce sol, sonra da sağ arkaya doğru iterek çıtlattım. Yumruğumu avucumun içinde sıkarken, adamın “Ne oluyor lan?” dediğini duydum.

 

Güzel soruydu.

 

Tamamen ona döndüğümde daha fazla gülümsüyordum. “Dedim ya ufak bir işim var, diye. Karakterinizde olduğu gibi kulaklarınızda da sorununuz var sanırım.”

 

Kaşları çatılırken yönüne tamamen bana çevirip “Lan!” diye kükredi ancak aralanan dudaklarından başka bir çıkamadı çünkü bir an da yanında bitip kıvırdığım dizimi kasıklarına indirdim. Odanın içini dolduran iniltisi Bade’nin büyük ölçüde şaşkın ve bir kısmı da korkunun oluşturduğu nidasına karıştı. Yavaşça, birkaç adım geriye giden bedenine yaklaştım. İki büklüm halde kıvranıyordu, hemen önümde olan saçlarından yakalayarak başını sertçe duvara çarpmamla burnundan yükselen sese bu kez daha yüksek desibelde acıyla inlemesi eşlik etti. Avucunu burnuna kapatıp küfürler savurdu ama sesi ne söylediğini anlayamayacağım kadar boğuktu. Son gücüyle azgın bir boğa gibi üzerime gelmeye başladığında tekmemi karın boşluğuna geçirdim. O aldığı darbeyle geriye doğru sendelerken yerimde zıpladım ve kaldırdığım kolumu göğüs kafesine geçirdim. Bu benim için son darbeydi. Hayvan herif yere yığılıp kalınca Bade’ye baktım. Bir yandan bebeğini emzirirken, bir yandan kırpamadığı gözleriyle beni izliyordu.

 

“Korkutucu bir görüntüydü, kabul ediyorum ama ne yazık ki ülkemizde biz hekimlerin sıkı bir dövüş bilgisine ihtiyacı var. İyi almışım, değil mi?”

 

Bir süre daha şaşkınlıkla yüzüme baktıktan sonra ancak başını sallayabildi. Ardından bakışları kapıya çevrildi çünkü yaklaşan adım sesleri az sonra bu odada yalnız olmayacağımızı söylüyordu.

 

“Bade.” Dizim, yatağın kenarına temas edinceye kadar yaklaştığımda Bade iri, yeşil gözlerini kaldırıp yüzüme baktı. “Az önce burada olanlar aramızda kalmalı.”

 

Sesimdeki ciddiyet, onun hızla başını sallamasına neden oldu. Yerde yatan kocasını işaret ettiğinde geri döndüm ve stilettolarımı giydikten sonra sivri ucuyla yerdeki çöp torbasını karnından dürttüm. “Kalk, burnunu sil.” Gözleri açıktı ama hareket etmedi. Kaşlarımdan birini kaldırıp yeniden ve son kez “Kalk.” dedim. “Yoksa bu kez seni yerden kalkamaz hale getiririm.”

 

Sözlerim bittiği an inleyerek ayaklanmaya başladı. Yüzündeki ifade farklı yerlerinin aynı anda sızladığını ele veriyordu. Yatak başlığından destek alarak doğrulabildiğinde ceketinin ucuyla burnundaki kanı temizledi.

 

Tıklatılan kapıya, “Girebilirsin.” yanıtını verirken ellerimi belimde bağladım. Aralanan kapıdan Cengiz’in başı eğildi. Odanın içini tarayan ciddi bakışları bir süre Adem de oyalandı. Bir sorun olmadığına kanaat getirerek başını geri çekti ve iri bedeninin tamamını içeri soktuktan sonra peşinden Kurt da girdi. Odanın ortasında duran varlığımın karşısına geçtiklerinde her ikisi de ceketlerini ilikleyerek beni saygıyla selamladı.

 

“Merhaba hocam, nasılsınız inşallah?” dedi Cengiz aynı saygıyla. Neredeyse benimle konuşurken yüzüme bile bakmamıştı.

 

“Sağolun Cengiz Bey, siz nasılsınız?”

 

Cengiz cevap vermeden önce Kurt odaya girdiğinden beri Adem’in üzerinden ayrılmayan bakışlarıyla birlikte bir adım öne çıktı. “Nasıl olduğunuzu söylemediniz, hocam?”

 

Burada olmalarının bir tesadüf olduğunu anlayarak, “İyiyim.” dedim. Kanlı parmaklarımı önlüğümün cebine gizlerken, Adem burnundan akan kanı hızlıca sildi. Benden yediği dayaktan bahsetmeyeceğini biliyordum. Korku denen duygu bir yana, böyle tipler bir kadından dayak yemiş olmayı kabullenemezdi.

 

Kurt, bir şeyleri sezmiş gibi burnundan soludu. "Bir sorun mu var, Doktor Hanım?"

 

"Hayır," diyerek gülümsedim. "Hastam Bade Hanım ziyaretçisini kabul etmedi ama maalesef ziyaretçisi bunu anlamakta biraz gecikti. Ben de şimdi kendisine dışarı çıkmasını rica ediyordum."

 

Kurt bakışlarını karartırken, "Sizin nezaketinizden anlayacak birine benzemiyor, doktor hanım." dedi. "Müsade edin, bir de ben anlatayım."

 

"Yoo..." Daha fazla gülümseyip Adem'e döndüm. "Çıkıyordunuz, değil mi Adem Bey?"

 

Adem başını salladığında burnundan bir damla kan daha süzüldü.

 

"Ah, burnunuz yine kanıyor. Buraya kadar gelmişken lütfen bir dahiliyeye görünün."

 

Adem bir şey söylemeden odadan çıktığında ardından daha fazla gülümsedim.

 

"Görüyorsunuz ya Kurt Bey, şiddet çözüm değil. Tatlı dil her zaman işe yarar."

 

Kurt ikna olup olmamak arasında gidip gelirken, bakışları Bade’ye dönmesiyle yine aynı şey oldu. Daima ciddi ve tehlikeli görünen ifadesi yavaşça gevşedi, dudakları aralandı. Ağır ağır yutkunurken, başını bir taş gibi hızla önüne düşürüp “Hastanız.” dedi. “O da iyi mi?”

 

Bade’nın bebeği ağlamaya benzer sesler çıkarınca Cengiz o tarafa baktı. Yüzü ansızın gülümserken “Hay maşallah!” dedi. “Şunun güzelliğine bak Abi! Şeker mübarek!”

 

Bade tedirginliği üzerinden atmaya çalışarak gülümsedi ve bebeğini Cengiz’e doğru çevirdi. Bakışları ise yüzünün sol profilini gördüğü Kurt’a ulaştı. “İyiyim.” dedi ince sesiyle. “Sağolun.”

 

Kurt tekrar başını Bade’ye çevirmedi. Verdiği yanıta karşılık sadece başını salladı.

 

Bebek tamamen uyanıp dudaklarıyla baloncu çıkarmaya başladığında Cengiz dayanamadı ve kollarını uzattı. “Ben böyle güzel bebek görmedim valla. İki dakika tutabilir miyim bacım?”

 

Bade, “Tabii.” diyerek bebeğini Cengiz’in kollarına bıraktığında Cengiz bebeği sallayarak Kurt’un yanına geldi. “Abi şuna baksana. Nasıl dudaklarıyla baloncuk çıkarıyor.”

 

Kurt gözünün ucuyla bebeğe baktı. Kaşları hala çatıktı, hep çatıktı. “Allah anasına babasına bağışlasın.”

 

Bade’nin de kaşları çatıldı, ilk kez. “Allah korusun.” dedi kendini tutamayarak. “Bir daha öyle söylemeyin.”

 

Kurt’un bakışları Bade’ye döndüğünde, anlam veremedi. “Öyler derler.”

 

“Demesinler.” dedi Bade içini çekti, yine ağlamak üzereydi. Az önce yaşananlardan dolayı hala çok duygusal ve gergindi. “Kimse demesin.” dediğinde sesi iyice incelmişti. “Benim bebeğim babasıyla büyümesin.”

 

Kurt afallamıştı. Cengiz de öyle ama Kurt daha fazla. Nereye bakacağını kestiremediğini gözlemledim. Ellerini bile nereye koyacağını bilemedi. “Nasıl?” dedi oturmuş, hafif çatallı sesiyle. Sonra bir aydınlanma yaşadı kendi içinde. Kaşları yine çatıldı ama bu kez daha fazla. Bade’ye çekinmeden baktı. “Nasıl dilerseniz öyle olsun.”

 

“Böyle diliyorum.” Bade’nin sinirleri boşalmıştı. Artık güvendeydi ama elleri daha fazla titriyordu. Gözyaşları akmaya başladığında kollarını uzattı. “Benim bebeğim sadece annesiyle büyüsün. Benim bebeğim…” Kollarını uzattı .”Bebeğimi alabilir miyim, lütfen?”

 

Cengiz şaşırsa da bebeği annesine vermekte gecikmedi. Kurt bir süre olduğu yerde kalakaldı. Ancak benim yönlendirme ile odadan ayrıldık. Bade’yi bebeği ve gözyaşlarıyla yalnız bıraktık.

 

Önüne çıktığımızda kapıyı yavaşça kapattım, elim hala kuptayken karşımdaki iki adama baktım. “Sanıyorum ki Bade Hanım’ı görmeye gelmediniz, değil mi?”

 

Kurt ceketinin iliğini açtı ve beyaz gömleğini açıkta bıraktı, acak karşımdayken elleri hala birbiri üzerinde duruyordu. “Sizin için geldik hocam.”

 

Şaşırmış gibi baktım. Hatta biraz daha ileri giderek, bir doktor edasıyla ikisini de süzdüm. “Bir rahatsızlığınız yoktur umarım.”

 

“Yok Allah’a şükür.” dedi Cengiz. “Sebebini Kurt Abim söylesin size.”

 

Aralarında garip bir ilişki vardı. Kardeş olduklarını sanmıyordum ama Cengiz, abi dediği Kurt’u sözü ona bırakacak kadar sayıyordu.

 

“Öncesinde ben size bir soru sormak isterim.” dedi Kurt. “Şu az önce içeriden çıkan adam. Size gerçekten rahatsızlık vermediğine emin misiniz?”

 

“Hayır, vermedi. Kendisi hastam Bade Hanımın eşi olur. Sanırım aralarında bir tatsızlık var ve Bade Hanım kendisini görmek istemedi.”

 

“Eğer rahatsız ediyorsa…” Duraksadı, kelimelerini seçmeye çalıştı. “Sıradan bir hastane değil burası. Patron olaydan hoşlanmaz. Sorun çıkacağını ön görüyorsanız önlemimizi alalım.”

 

“Sanmıyorum ama tekrarlanırsa zaten hastane güvenliğine bildiririm. Sizin eminim ki daha önemli işleriniz vardır. ”

 

Yaptığım imadan rahatsızlık duyarak kısa bir süre gözlerini kaçırıp adımlarını yerinde hareket ettirdi. “O halde sadede geleyim, hocam.”

 

“Lütfen.”

 

“Yarın akşam müsaitseniz sizi alalım.” dedi Kurt doğruca. “Olur mu hocam?”

 

“Pardon? Beni ne için alacaksınız?”

 

Cengiz, Kurt’a onu ayıplarmış gibi baktı. “Abim öyle bodoslama söylenir mi? Abi, dedik sözü sana bıraktık ama insan da biraz üslup bilir değil mi?”

 

Kurt dişlerinin arasından,“Başlatma lan üslubuna,” diye fısıldadı. Ardından nerede ve kimin yanında olduğunu hatırlayarak kaldırdığı elini indirdi, bana odaklandı. “Babanın yerine götüreceğiz sizi. Patron öyle istedi.”

 

“Babanın yerine götüreceksiniz?” Derin bir nefes alıp tekrar ettim. “Patronunuz öyle istedi?”

 

“Yanlış anlamayın.” diye düzeltmeye çalıştı Kurt ama başarısızdı. Karşımdaki adamlar salon beyefendisi değildi. Her biri eli kanlı bir katildi. Gözümle görmüş değildim ama bir katil, başka bir katili kan kokusundan tanırdı. “Teklif babında söyledi. Biz de gelmek istersiniz diye şeyettik. Aslında bunu söylemek için sizi araya da bilirdi ama şeyetmek istemedi demek ki. Bir bildiği vardır haçlının.”

 

“Anlıyorum.” dedim sakince. “Sanırım patronunuz beni bir mekana davet edi-”

 

“Meyhane.” diye düzeltti Cengiz keyifle parmağını kaldırarak.

 

“Meyhaneye davet etti.”

 

“Babanın yeri.” diye düzeltti bu kez de. İftiharla sarımsı kaşlarını kaldırdı. “Öyle sıradan bir yer değil ha.” Bir sır veriyormuş edasıyla eğildi. “Bizim patron özel insanları şeyeder sadece.”

 

İçimden önce patronlarına, sonra da kendilerine söverken, birkez daha “Anlıyorum.” dedim. “Ama üzgünüm, yarın işim var.” Kurt ağzınını açacak gibi olduğunda, “Sonraki gün de işim var.” dedim nazikçe gülümseyerek. “Ve daha sonraki gün de. Lütfen bunu patronunuza şeyedin.”

 

Yanından geçip gitmeden önce her ikisinin de koluna dokundum, gülümsedim. “Buraya kadar boşuna zahmet ettiniz çocuklar, umarım doğru bir zamanda yeniden görüşürüz.”

 

Yanlarından ayrılırken Cengiz’in fısır fısır Kurt’a bir şeyler söylediğini duydum. Kulaklarım fazlasıyla keskindi. “Yav bu doktor hocam ne kadar da nazik bir hanımefendi. Başkasını böyle ayı gibi davet etsek ağzımıza sıçardı yeminle.”

 

İstemsizce gülümseyerek odama çıktım. İç ceplerine kan bulaşmış önlüğümü kirli sepetine attıktan sonra ceketimi ve çantamı alıp Doktor Deniz’e veda ettim. Otele ulaştığımda kartı okutmadan önce duraksadım. Bir adım geri çekilip kapı aralığına baktım. Sıradan bir insan için kapalı duruyordu. Ben sıradan bir insan değildim. Sırtımı kapıya yaslayıp iki kez tıklattım. “Misafirim kim?”

 

Beş saniye sonra kapı Harun tarafından açıldı. Monica yatağımın üzerinde oturuyordu ve etrafa memnuniyetsiz gözlerle bakıyordu. Onları tek kişilik alanımda görmek benim de suratıma aynı olumsuz ifadeyi konumlandırırken içeri girdim ve kapıyı sertçe kapattım.

 

“Ne işiniz var burada?”

 

Monica yatağın uç kısmında oturuyordu. Pembe topuklu ayakkabılarından biri yerde, diğeri havadaydı. Aynı renk blazer ceketinin yarısını örttüğü elleriyle bir dosya tutuyordu. O dosya benim için buradaydı ama tutan kadının henüz bana verme niyeti yoktu.

 

“Bize bir hoşgeldin, demeyecek misin?”

 

Karşısına ilerledim. Çantamı ve ceketimi çıkarıp yere bıraktıktan sonra kalçamı makyaj masasına yasladım. “Misafir sevmem.”

 

“Şaşırmadım.” dedi Monica ve etrafa bakmaya devam etti. Oda servisine temizlik konusunda onay vermediğim için içerisi fazlasıyla tozluydu. Yerdeki kıyafetlerim, dağınık mayaj malzemelerim ve tekinin nerede olduğunu bilmediğim ayakkabılarımın görüntüsü onu rahatsız etmişti. “Anlamıyorum.” dedi, anlamadığını sesine de yansıtarak. “Deli gibi para kazanırken nasıl olur da böyle bir yerde yaşarsın? İnsanın… Aklını oynatmış olması gerek.”

 

“Normal mi ki sanki?” Harun kapının yanında bekliyordu. Her zaman takım elbiseli ve tetikteydi. “Bir kere bile beni içeri almadı. Sayende görüyorum abla.”

 

“İyi.” dedim alayla. “İyi bak. Yakında yine değiştireceğim. Son işi bitirdikten sonra.”

 

Her cinayetten sonra mekan değiştirirdim. Ben prensip sahibi bir seri katildim.

 

“Deniz, kimseye güvenmediğini anlıyorum ama otel köşelerinde kalmanı da içim almıyor. Bostanlı tarafında gizli ve korunaklı bir evim var. Merak etme, bir otel odası kadar küçük, yabancılık çekmezsin. Eğer istersen seni-”

 

“İstemem.” diyerek kestirip attım. “Özel yaşantıma karışılmasını da istemem. Bu beni sandığından daha fazla sinirlendirir.”

 

“Sana söylemiştim.” dedi Harun. “Buraya kadar boşuna yoruldun abla. Kendi istemeden bir adım bile atmaz.”

 

Monica söylenerek ayağa kalktı. “Pekala, ısrar etmeyeceğim. Zaten buraya asıl geliş sebebim de bu değil.”

 

Elimi uzattım. “Asıl geliş sebebin?”

 

Dosyayı bana teslim etti. Hemen sonra Harun’un elindeki böcek dedektörüne baktı ve Harun’dan gerekli onayı aldıktan sonra başını kaldırdı. “Yeni kurbanın hakkında güncel bilgiler elime geçti. Kendisi bir örgüte dahil. Harun banka hesap bilgileri hackledi. Örgüte ciddi yatırımlar yapmış, her ayın aynı günü… Bununla da kalmamış, son yedi aydır ödemeyi yaptığı günün ertesi İzlanda’ya uçmuş ve her seferinde yalnızca bir gece konaklayarak geri dönmüş.”

 

Dosyayı incelemeye başladım. Bol sıfırlı ödemenin yatırıldığı hesap, uçak biletleri ve hatta İzlanda’da kaldığı otelin konumuna kadar her şey mevcuttu. “Paranın kimin adına yattığı belli mi?”

 

“Anonim.” dedi Harun. “İki gün boyunca yaptığım araştırmanın sonucunda elime koca bir hiç geçti. Paranın yatırıldığı isim otuz yıl önce ölmüş görünüyor.”

 

Gülümsedim. “Ve şu işe bakın ki banka bunu ne araştırıyor ne de sorun ediyor.”

 

“Öyle.” dedi Monica. “Tarihe bak, Yılmaz Sungurlu’nun yarın örgüte ödeme günü.”

 

“Ve sonraki gün de İrlanda’ya uçacak.”

 

Topuklu ayakkabılarının tok sesini zemine kazıyarak yanıma geldi. “Seçim senin Burgonya Kızı. Belki bir değişiklik yapıp, bir sonraki cinayetini ülke sınırları dışında yapmak istersin.”

 

İşaret vermesiyle Harun kapıyı açtı. “Yukarıdan haber geldi, işi bir an önce bitirmeni istiyorlar.”

 

Sigara paketime uzandım. Dudaklarımın arasına bir dalı yerleştirip yakarken, “Yukarıya selamlar.” dedim. “Hedef tekrar Türkiye’ye dönemeyecek.”

 

Monica sorgulamadı. Hiçbir zaman yöntemlerimle ilgilenmemişti. O daima sonuçlarla ilgilenirdi ve ben de ona istediği sonuçları verirdim. Dosyayı imha etmek üzere benden aldıktan sonra adımları çıkışı yürüdü.

 

“Şu örgüt.” dedim çıkmadan önce. “İsmini biliyor musun?”

 

Omzunun üzerinden başını salladı. “Bir filmin ismiydi. Dur bir dakika, ım… Hah!” dedi ilk dakikanın sonunda. “Arınma. Örgütün ismi Arınma.”

 

Kapı üzerime kapandığında pencereye yaklaştım, perdeyi araladım. Ekim ayının son günleriydi. Hava son birkaç haftadır insanların ceketlerle çıkacağı kadar soğuktu. Son günlerde ben de o insanlardan biri olmuştum. Üşüdüğüm için değil, dikkat çekmemek için… Benim işimin önceliği dikkat çekmemekti. Boyum bu konu iyi bir örtbas yöntemiydi, mesleğim de öyle. Önce dayım, sonra da Monica’nın söylediğine göre ifadem de asla bir katil olduğumu ele vermiyordu. Tanıştığımız ilk günlerde Monica yüzüme uzun uzun bakmış ve “Pes!” demişti. “Böyle bir surat nasıl olur da acımasız bir katil olur?”

 

Söylemi beni yalnızca güldürmüştü. Şimdi gülmüyordum. Şimdi pencereyi açmış, soğuk ve kasvetli akşam üzeri yüzüme vururken sigaramın zehrine ciğerlerime akıtıyordum.

 

Yalnızlığımı fırsat bile Burgonya Kızı hadi, dedi. Gözlerini kapat da annemizin yanına gidelim.

 

Yapmalıydım, anneme ihtiyacım vardı. Annem olmadan zayıftım, hiçtim. Beni yaratan annemdi. Beni olduğum yaratığa dönüştüren kadın annemdi. Öldükten sonra bile benimle olmasının başka bir açıklaması olamazdı.

 

Gözlerimi kapattığımda sevgili annemin yüzü karanlığımda belirdi. Zamanda derin bir yolculuk yaptık. Onunla birlikte dokuz yaşıma, içi buz dolu o fıçıya geri döndüm. Bedenimi boynuma kadar içine hapseden fıçının içinde iki büklümdüm. Ağlamıyordum, titriyordum. Cılız bedenim yalnızca bir külotla örtülmüştü, annem başımda bekliyordu. Yine yüzünde hiçbir ifade yoktu, yine kaşları ve çenesi havadaydı. Saatini kontrol etmek için başını eğdiğinde küt, kızıl saçları yüzüne dökülmüştü. Zavallı gözlerle yüzüne bakıyordum. Bitti, demesini bekliyordum. Süre doldu Deniz, çıkabilirsin, demesini…

 

Ben o fıçının içinde kendimden geçerken belki benimle konuşsaydı zaman daha çabuk geçebilirdi. Ama annem benimle hiç konuşmazdı.Yalnızca başımda durur, sürenin dolmasını beklerdi.

 

İlk seferimde ikinci dakikanın sonuna kadar dayanabilmiştim. Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım ve boğazım yırtılırcasına öksürüyordum. Annem yoktu, yalnızca benimle ilgilenmek için tutulmuş ve belli aralıklarla değişen dadılarımdan biri vardı. Onlarla bağ kuramazdım. Bazen isimlerini bile bilmezdim. Zamanları dolduğunda da benimle vedalaşmadan evden ayrılırlardı. Onları bir daha asla görmezdim.

 

İkinci sefer daha uzun süre kalmıştım ama soğuktan ayaklarım yandığı için günlerce yürüyememiştim. Annem yine yoktu. Belli aralıkla evimize gelir, yapmam gerekenleri söyler ve giderdi. Uzun süre gelmediğinde ise dayımı gönderirdi. O günlerde dayımın ayaklarıma krem sürdüğü hatırlıyordum. Yanık ayaklarım kremi emerken, bunun aramızda bir sır olarak kalması gerektiğini söylemişti. Annemden sakladığım ilk ve tek sırrım buydu.

 

Üçüncü sefer annem bitti, diyene kadar suda kalmayı başarmıştım. Sürenin dolmasıyla fıçının ağzına tutunup ayağa kalkmaya çalışmıştım ama bacaklarım uyuştuğu için sertçe bu kez başıma kadar soğuk suyun içen gömülmüştüm. Birbirine vuran dişlerim hedefini şaşırarak dudaklarıma çarpıyordu. Dudaklarım diş izlerimle kanıyordu ama umrumda değildi. Yalnızca başımı kaldırıp, annemin gözlerinde gurur ifadesini görmek istemiştim. Başardın, demeyeceğini biliyordum. Beni tebrik etmesi söz konusu bile değildi. Sadece, bir saniye için o gururlu ifadeyi görmemin dokuz yaşındaki aptal zihnime iyi geleceğini düşünmüştüm.

 

“Görev tamam. Bir üst tura geçiyoruz.” Bana bakmamıştı bile. Annem uzun boylu bir kadındı ve ayaklarında onu gördüğüm tüm zamanlarda kalın topuklu çizmeleri olurdu. Ne o günlerde ne de büyüdüğümde asla yüzünü karşıdan görememiştim. Bana daima yukardan bakmıştı. Bu yüzden onu daima alttan gördüm kadarıyla; alnına dökülen kalın kahkülleri, donuk bakışları, dudağından hiç çıkarmadığı adının rengindeki rujuyla anımsıyordum.

 

Ve öldükten sonra bile her cinayetimden sonra sesi kulaklarıma ulaşıyordu.

 

“Görev tamam Deniz, bir üst tura geçiyoruz.”

 

Başımı yastığa koyduğumda annemin rüyama gelmesini bekledim ama rüyama gelen annem değil, Bade’ydi. Ağlıyordu, ayaklarıma kapanmış onu korumam için yalvarıyordu. Kollarındaki bebeği bile muhtaç gözlerle bakıyordu ve ben hiç hareket edemiyordum. Bir karanlığın ortasına saplanmıştım, Bade ve bebeğinin gözyaşlarını izliyordum. Başka olan hiçbir şey yoktu. Bu sanki sonsuza kadar sürdü. Gözlerimi açtığımda ter içindeydim. Telefonuma uzandım, saat sabahın beşiydi, Harun’dan bir saat önce bir mesaj gelmişti. Şifreli bir şekilde sahte kimliğimi, pasaportumu ve uçak biletini hallettiği, yarın sabah bana ulaştıracağını yazmıştı. Kısaca cevapladım, telefonu yerine bıraktığımda bir kez daha titredi. “Ne boşboğazsın Harun.” Söylenerek tekrar telefonu aldığımda, mesajın diğer hattıma, Doktor Deniz’e geldiğini gördüm. Kayıtlı değildi. Sırtımı sıcak yatağa bırakıp telefonu başımın üzerinde tuttum, mesajı açtım.

 

Bilinmeyen Numara: Yerinde olsam ben de kabul etmezdim.

 

Bir süre ekrana baktım. Bu mesajı bana atabilecek kimseyi tanımıyordum. İş dışında kimseyle mesajlaştığım da olmamıştı.

 

-Kimsin?

 

Beş saniye sonra yanıt geldi.

 

Bilinmeyen Numara: Sabahın beşinde ayakta olmasını sağladığın kişiyim.

 

“Hay amına koyayım, bir telefon sapığım eksikti.”

 

- Yanlış kapı. Numarayı kontrol et. Bir daha olmasın.

 

Bir özür mesajından fazlasını atmayacağını düşünerek bakışlarımı karanlık duvarlarda gezdirirken, telefon yeniden titredi.

 

-Bilinmeyen Numara: Hiç yanlış kapıyı çalmadım. Doğrusun.

 

-Oyun mu oynamak istiyorsun?

 

Bilinmeyen Numara: Sen istersen oynarım.

 

Kollarımı ekranın ötesine uzatmak, mesajı yazanı yakalarından tutup yüzüne bakmak istedim.

 

-Kim olduğunu söyle. Tekrar sormayacağım.

 

Bu sefer yanıt hemen gelmedi. Bekledim. Yazacağını biliyordum. Yazdı da. Üç dakikanın sonunda.

 

Bilinmeyen Numara: Sen küçükken de böyleydin.

 

Artık kim olduğunu biliyordum. Oydu, Noyan Korkutel. Beni ilk gördüğünden beri yerine koyduğu o kadınla karıştırıyordu. Buraya kadar anlamıştım. Anlamadım kısım, onu nasıl ve ne zaman kaybetmişti de beni alıp yerine koyabiliyordu. O değildim. Nasıl bu kadar emin bir şekilde çıkarım yapabiliyordu? Saçmalık.

 

Yeniden mesaj yazarken, Doktor Deniz’in kelimelerini kullandım ve oyuna devam ettim.

 

-Tanımadığım insanlarla mesajlaşmak bana göre değil. Üzgünüm, sizi engelliyorum.

 

Cevap neredeyse aynı saniye geldi.

 

Bilinmeyen Numara- Dur

 

Bilinmeyen Numara- Engelleme

 

On yedi saniye sonra;

 

Bilinmeyen Numara: Ya da engelle. Sana ulaşabileceğim binlerce yeni numara bulabilirim. Bulurum.

 

Ne diyorsun Korkutel? İçkiyi fazla mı kaçırdın saat sabahın körüne bile ulaşmamışken?

 

“Artık kim olduğunuzu söyler misiniz? Böylece bana ulaşabileceğiniz binlerce numara bulmanıza gerek kalmaz.

 

Bilinmeyen Numara: (:

 

Gülücük mü? Cidden mi?

 

Bilinmeyen Numara: Geri çevirdiğin adamım.

 

-Anlayamadım?

 

Bilinmeyen Numara: Ve sen geri çevirmekte haklıydın. Çünkü bu dünya üzerinde senin gibi bir kadını reddebilecek başka bir hıyar yok.

 

Neden mesajı üç kez üst üste okuduğumu anlayamadım. Onun gibi zengin, yakışıklı ve bu dünya üzerinde sayılı erkeğin sahip olabileceği seksepaliteye sahip bir adam, narsistliğini bir kenara bırakıp kendine hıyar mı demişti?

 

Bilinmeyen Numara: Bu yüzden meyhane teklifimi kabul etmek zorundasın.

 

Doktor Deniz kiminle konuştuğunu artık çözmüş gibi görünebilirdi.

 

-Neden zorundayım?

 

Bilinmeyen Numara: Kendimi daha fazla hıyar gibi hissetmemem için.

 

Benim yerime sıradan bir kadın olsaydı, bu mesaja kesinlikle tebessüm etmişti. Benim yaptığım yalnızca suratımı buruşturmaktı. Kısa bir süre kafamın içinde bazı toplantılar gerçekleştirdim. Bazı taşları yerine oturttum ve bazı sonuçlar elde ettim. Bu işi fazla uzatmanın manası yoktu. Aramızdaki çekimi de sikerdim. Rakıdan sonra kan dökmek… Ateşli olacaktı.

 

-O halde sizi daha fazla hıyar gibi hissettirmeyeyim, Noyan Bey.”

 

Bir dakika geçti. Bir dakika daha. Ne o? İstediği cevabı vermemiş miydim?

 

Onu kaydettim. Bir dakika daha bekledim ama ona ayıracağım fazladan vaktim yoktu. Beklemeyi sıkılarak yataktan kalkmak üzereyken, telefon titredi.

 

Malum Şahıs: Bana böyle hitap etme, olur mu?”

 

-Bey dememden mi rahatsız oldunuz?

 

Malum Şahıs: Noyan demenden

 

Bu adam… Bu adam beni bile şaşırtıyordu. Herkesin ama herkesin bir sonraki adımı öngörebilirken bu adamın bir sonraki hamlesi öyle alakasız bir yerden geliyordu ki benim bile algılarım köreliyordu.

 

“Ne cevap yazayım sana?” Şaşkınlığıma öfkelenerek yataktan çıktım. “Herif taşak geçiyor benimle.”

 

Telefonu yatağa attım, banyoya girdim, hiçbir halt etmeden banyodan çıktım. Telefonu aldım ve…

 

-Akşam gelirim, Babanın Yerine.

 

-Almak için kimse gelmesin, lütfen. Lokasyon yeterli.

 

Cevabını beklemeden bu kez yıkanmak için banyoya girdim. Ardından hazırlanıp henüz mesai saatim başlamamış olmasına rağmen hastaneye gittim. Ayaklarımın beni götürdüğü yer Bade’nin odasıydı ama o kapıyı açtığımda karşımda bulduğum o değil, temizlik görevlileriydi.

 

“Günaydın.” dedim gülümseyerek. “Burada hasta çıkışını yaptı mı?”

 

“Günaydın Deniz Hocam.” dedi mavi üniformalı kadınlardan biri. “Aslında biraz daha kalması gerekiyormuş ama gitmek istedi. Az önce danışmada kendi isteğiyle çıktığına dair belge imzalıyordu.

 

“Tamam, kolay gelsin.”

 

Geri döndüğümde bu kez daha hızlıydım. Hatta bakışları üzerimde toplayacak kadar hızlıydım. Onu, hastanenin döner kapısından gerçekten gördüm. Sırtında bir çanta ve pusetindeki bebeğiyle gidiyordu. Yapmamam gerekiyordu. Yapmamam gerektiğini biliyordum. Yapmamam gerektiğini bile bile peşinden gittim.

 

Döner kapıdan geçtikten sonra adını seslendim. Dönüp bana baktı, gülümsedi. “Allah biliyor ya, seni görmeden gitseydim içime dert olacaktı.” Bebeğiyle birlikte yanıma geldi. Gidecek yeri olmadığını biliyordu. Cebinde beş kuruş parasının olmadığını biliyordum. Yine de gülümsüyordu. “Sen yine abla dediğim için kızacaksın ama…” Omuz silkti. “Aman be abla, kızarsan kız, bir daha nerede göreceksin ki zaten beni.” Boşta olan elini koluma uzattı, sıvazladığı yere baktım. “Sağol.”

 

“Neden sağoluyorum? Kabul etmedim seni.”

 

Daha fazla gülümserken yeşil gözleri doldu. “Senin bana yaptığın iyiliği hayatım boyunca kimse yapmadı. Kabul etmediysen de etmedin, canın sağolsun. Hem biliyor musun? Kızımın adını sen koydun.”

 

Kaşlarımı çattım. “Hayır, koymadım.”

 

“Evet.” Başını salladı. “Koydun. Dün, sen beni kurtarıp odadan çıktıktan sonra kızımla konuştuk biraz. Ona seni anlattım, bizi nasıl kurtardığını anlattım. Annesinin derdini dinlediğini anlattım.” Bir adım atıp aramızdaki mesafeyi örttüğünde gözünden bir damla yaş düştü ama o kolumdaki elini alıp hemen sildi. “Dedim ki; doktorumuzun çok güzel gözleri var, masmavi, deniz gibi, gökyüzü gibi. Yüzü çok güzel, çok duru. Sonra söylediğim son kelime…” Elini kaldırıp göstermeye çalıştı. “Kafamın içinde yankılanmaya başladı. Duru… Duru… Duru… ” Pusetin örtüsünü açıp uyuyan bebeğin yüzünü gösterdi. “E benim bebeğim de çok duru değil mi abla? O zaman adı Duru olsun, dedim. Onu Dünyaya getirenin yüzü gibi…”

 

İçim öylesine garip bir duyguyla kasıldı ki bir adım geriye gitmek zorunda hissettim kendimi. Kocasını onun için dövmemiştim, ona iyilik yapmayı bir an bile düşünmemiştim. Onu evime almayı… Benim bir evim yoktu.

 

“Neyse… Tutmayayım ben seni, daha kimbilir kaç hayat kurtaracaksın? Ben ve Duru seni unutmayacağız. Kendine iyi bak olur mu abla?”

 

Cevabımı beklemedi. Çünkü gözleri daha fazla dolmuştu. Arkasını döndüğünde içim birkez daha kasıldı. Çatılan kaşlarım aşağı düştü ve gözlerim adım adım uzaklaşmasını izlerken, kırpılamadı.

 

“Bade!” diye bağırdım arkasından. Durdu, omzunun üzerinden bana bakıp, “Efendim abla?” dedi.

 

Siktir. Sikeyim, hayır. Hayır Deniz, sakın yapmai diye bağırdı Burgonya Kızı. Sakın!

 

“Evim Bostanlı’da. Umarım Bostanlı’yı seviyorsundur.”

 

🕯🕯🕯

 

Ya...

 

Nasılsın buldunuz bölümü?

 

Bölümün sizde bıraktığı etkiyi emojilerle anlatır mısınız?

 

Mavi'nin kaçırıldıktan sonra neler yaşadığını öğreneceğiz ama büyük bir olaydan sonra. Bu hikayede hiçbir sır uzun süre saklı kalmayacak.

 

BİZE BÖLÜMLERDEN EDiTLER YAPAR MISINIZ?

LOUIS ARMSTRONG ~ LA VIE EN ROSE parçası ile lütfen 🕯 Instagram dan etiketleyin ki alabileyim/ _durumavii

 

Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayın. Gelecek bölümde görmek üzere...

 

 

Loading...
0%